Arama

Popüler aramalar

‘’4-Arda-0!‘’

Futbolu rakamlara hapsedenlerden değilim. Ne rakamlarla ifade edilen saha içi dizilişin, ne de basketboldaki gibi istatistiki verilerin futbolu tarif etmeye yetmeyeceğine inanıyorum. İnandığım rakamsal bir değer ve futbol felsefesi varsa, o da Cruyff’un 1-9-1 diye tarif ettiği ‘total futbol’ anlayışı ile “En güzel gol, boş kaleye atılan goldür” şiarıdır. Bu nedenle Rijkaard üzerinden yapılan ve 4-3-3, 4-4-2, 4-5-1 ya da 4-6-0 gibi bir takım rakamlarla ifade edilen taktik varyasyonların bugünkü Galatasaray’ı anlatmak için yetersiz kaldığını düşünüyorum. Aslında Rijkaard’ın yapmak istediği gayet basit. Barcelona’da uyguladığı ve bugünkü ‘Barca fenomeni’nin temellerini attığı oyun anlayışını Galatasaray’a yerleştirmek. Bu, bir devrimin temellerini atmaktır. Her devrimde olduğu gibi bir takım sancılar, sıkıntılar, zaaflar olacaktır. İşte Galatasaray’da yaşanan budur. Keza dün geceki kötü futbolun sebebi de... Çünkü Rijkaard’ın oyun felsefesinde en kritik bölge orta alandır. Bu bölgede yer alan futbolcuların oyunun iki yönünü de oynamaları gerekir. Gelgelelim, Galatasaray’ın orta sahasını oluşturan oyunculardan bunu yapabilen sadece Arda Turan’dır. Kısmen de Mustafa Sarp... Hal böyle olunca bütün yük Kaptan’a biniyor. O ne kadar oynarsa takım o kadar sonuç alıyor. Bu görüntü de, ‘Yıldızlar Topluluğu’ diye anılan koskoca Galatasaray’a yakışmıyor. Diğer yıldızların bir an önce devreye girmesi elzemdir. Aksi takdirde Antalya karşısındaki gibi futbolu sıfır, pozisyonu sıfır, şutları sıfır, oyuna hakimiyeti sıfır, pas yüzdesi sıfır bir Galatasaray ortaya çıkar ve taraftarın gelecek adına beslediği tüm umutları sıfırlar.

04 Şubat 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başkan'ın şifreleri‘’

UEFA Kupası ve sonrası
Başkan Adnan Polat, “Sportif başarının maddi altyapısının oluşturulmasıyla, başarıların sürekliliği mümkün kılınacaktır” sözüyle bir bakıma UEFA Kupası ve sonrasına gönderme yapıyor. UEFA zaferinin devamının getirilmemesinin en büyük nedeninin kulübün gerekli maddi altyapıya sahip olmamasına bağlayan Polat, Kupa’nın kazandırdığı potansiyelin de harekete geçirilemediğine vurgu yapıyor.

Tek büyük Galatasaray
“Galatasaray bu topraklardan çıkabilecek en kurumsalaşmış tek spor markasıdır” ifadesinin en klasik açılımı şudur: “Tek büyük var, o da Galatasaray.” Sayın Polat’ın “çıkmış” kelimesinin yerine “çıkabilecek” kelimesini bilinçli kullanıp kulanmadığını bilemiyorum ama burada ezeli rakibine gönderme yaptığı gayet açık. Baştan Polat’ın bu cümledeki bir iddiası da Galatasaray çapında bir markanın bundan böyle Türkiye’den çıkamayacağıdır.

Türk sporunun öncüsü

“Geçen 100 yılda olduğu gibi kendi vizyonuyla Türk sporunun gelişimine damga vuracağını ve yeni dönemde de öncülük misyonunu üsteleneceği” açıklamasınya Adnan Polat sadece futbolu kastediyorsa haklıdır. Galatasaray vizyonunun, Türk futbouna öncülük yaptığı ve bundan sonra da yapmaya devam edeceği bir gerçek. Ancak ‘Türk sporu’ derken diğer branşları da unutmamak gerekir ki, bu da Galatasaray’da bundan sonra yatırımların sadece futbolla sınırlı kalmayacağının teyididir.

02 Şubat 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Go home Rijkaard (II)‘’

Artık fazla oluyorsunuz, Bay Frank! Öyle ne demek oluyor, hakeme itiraz eden futbolcuya çıkışmak! Yedek kulübesinden el kol hareketleriyle ok gibi fırlamak, dördüncü hakemin üstüne bir hışımla koşarak seyirciyi ve diğer futbolcuları da tahrik etmek; şov yapmak varken, kendi futbolcunuzu hizaya getirerek bize ne anlatmaya çalışıyorsunuz! Ne alemi var kırk yıllık alışkanlıklarımızı yerle bir etmenin! Şimdi durup dururken nereden çıktınız! Hafta içi bazı aklı-ı selimler sizi konuşacak. Örnek hareketinizden filan bahsedilecek. Felsefeniz, ahlakınız, iş disiplininiz, dünya görüşünüz, meslek anlayışınız bir kez daha anlatılacak. Yerli şovmenlerle göndermeler yapılacak. Hiç yoktan gündem yarattınız şimdi! Ne gerek vardı buna! Biraz bize uysanıza!

Kuşkusuz bir kez daha rahatsızlık da vereceksiniz bazı mihraklara, odaklara, baronlara! Taktiğinizle, tekniğinizle, oyun anlayışınızla ilgili yine bir kulp bulup sizi yerden yere vuracaklar; futbolu bilmediğinizi bilmem kaç bininci kez papağan gibi tekrarlayacaklar ve evinize dönmenizi isteyecekler. Tıpkı sezon başından beri ve son olarak Ali Sami Yen'de oynanan Gaziantep maçının ardından yaptıkları gibi... Hani, son derece kötü oynayan, penaltı dahil arka arkaya goller kaçıran ve bu nedenle bazı densiz seyirciler tarafından bir ara ıslıklanan Nonda'yı oyunda tutup, Elano'yu çıkarmıştınız ya... Sizi tefe germişlerdi. Oyunu okuyamadığınızı iddia etmişlerdi. Oysa bilmiyorlar mıydı ki, Nonda'yı oyunda tutmanızın ardında bir teknik direktörün oyuncusuna sahiplenme duygusunun yattığını? Bir annenin sınavlarda başarısız olan ya da ne bileyim sokakta başka çocukların saldırısına uğrayan evladını şefkatle kucaklaması gibi futbolcunuzu bağrınıza bastığınızı anlamadılar mı sanıyorsunuz? Anladılar, anladılar. Hem de çok iyi anladılar. Lakin, iş başka! Siz bilmezsiniz, buralarda biat kültürünün geçerli olduğunu? Arada bir duayenlere (!) telefon açmalısınız, fikir danışmalısınız, hatta zaman zaman Papermoon'da filan yemek yemelisiniz, birlikte fotoğraf karelerine girmelisiniz. Onlara bağlı ve bağımlı olmalısınız. Bir dediklerini iki etmemelisiniz. Bakın görün o zaman nasıl el üstünde tutuluyorsunuz. Hatalarınız nasıl görmezlikten geliniyor. Her sözünüzde, her eyleminizde nasıl keramet aranıyor. Nasıl size payeler veriliyor. Nasıl dünyanın en iyi teknik adamı oluyorsunuz. Hatırlatırım size, bu topraklarda kendi başınıza buyruk olduğunuz, ilkeleriniz, prensipleriniz olduğu zaman başınıza gelmeyen kalmaz. Tamam, bu kültüre yabancısınız. Ama başka şansınız yok! Ya bu deveyi güdeceksiniz, ya da bu diyardan gideceksiniz! Güdemeyeceğinize göre... Valizinizi hazırlayın! Biletiniz kesildi bile!..

02 Şubat 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yeni Barça mı oluyor?‘’

Bir büyük kulübü ‘büyüklük’ mertebesine çıkaran en önemli faktör, yöneticilerinin sahip olduğu değerlerdir. Akıllı, zeki, çağdaş, vizyon sahibi, atılımcı ve cesur yöneticiler ancak bir kulübü büyütebilir. O büyüklük ki, salt yerel sınırlar içinde ezeli rakiplere üstünlük sağlamakla sınırlı değildir. Kulübü evrensel boyutlara taşımak asli görevdir. Bugün Galatasaray işte bu eşiktedir. Galatasaray’ın dünyada tanınan en büyük Türk markası olduğu zaten bir gerçektir. Ama tanınmak, bilinmek yetmiyor. Önemli olan hali hazırda bekleyen bu büyük potansiyeli harekete geçirmektir. Taraftarın yalnız müsabakalarda değil, günün her saatinde yararlanabileceği çağdaş tesislere sahip olmak, kalıcı gelir kaynakları yaratmak, marka değerini yükseltmek, ürün pazarını genişletmek bu işin ne kadar önemli bir parçasıysa, kulübün vitrini olan futbol takımını her biri kendi alanında marka olan yıldızlarla donatmak da o kadar zorunludur. Bu, birbirini tetikleyen ve besleyen iki farklı süreçtir. Galatasaray Yönetimi’nin sezon başında ve devre arasında takıma kazandırdığı yıldızlara bu bağlamda bakmakta fayda var. Geçmişteki acı tecrübelerden ders çıkaran Adnan Polat ve arkadaşları bir kez daha ellerine geçen ikinci Avrupa zaferi fırsatını bu kez ıskalamak istemiyor. Neill, Dos Santos ve her ne kadar Avrupa Ligi’nde oynayamayacak olsa da Jo, belki bundan sonra da yapılacak bir-iki transfer daha Galatasaray’ın 10 yıl aradan sonra bir Avrupa kupası daha kazanmasına sebep olabilir. Zenginleştirilen kadro aynı zamanda ligi de domine edecek bir güce ulaşacaktır. Ki, bu sezon elde edilecek bir lig şampiyonluğu veya ikinciliği üç yıl aradan sonra takımın Şampiyonlar Ligi’nde mücadele edecek olması bakımından son derece önemlidir. Kulüplerin devre arasında yaptıkları tek bir transfer bile bazen takımların kimyasını bozarken, Galatasaray’ın adeta sezon başındaymışçasına hareket etmesi önemli bir risk gibi gözükse de, asıl hamlenin önümüzdeki yıllar için yapıldığını söyleyebiliriz. Alınan oyuncuların özelliklerine bakıldığında Rijkaard’ın yeni bir Barcelona yaratmak için kolları sıvadığını iddia etmek pek de hayalperestlik sayılmaz. Hele Galatasaray’ın ‘Nou Camp’ının da önümüzdeki yıl devreye gireceğini hesaplarsak, Sarı-Kırmızılı taraftarlar parlak bir geleceğin hayalini şimdiden kurmaya başlamalıdır. Unutulmamalı ki hayaller, gerçeğin insan zihnindeki izdüşümüdür. Gelecek Galatasaray’ın...

28 Ocak 2010, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Erman Toroğlu'nun şifresi!‘’

Ligin ikinci yarısı başlar başlamaz suni bir gündem yaratarak yine futbolun dışına çıkmayı başardık. Erman Toroğlu'nun Lig TV'deki işine son verilmesi, takımların devre arası yaptığı transferlerden, kar yağışı nedeniyle 2010 Kültür Başkenti (!) İstanbul'da iki maçın ertelenmesinden, Fenerbahçe-Denizli, Galatasaray-Gaziantep maçlarındaki olağanüstü mücadeleden, Trabzonspor'un Sivas karşısındaki müthiş futbolundan daha fazla konuşuldu, yazıldı, çizildi. Bu olayın bu kadar gürültü koparmasının bir sebebi Erman Hoca'nın hayatımıza fazlasıyla nüfuz etmesiyse, bir diğer nedeni de haksızlığa uğramasıdır. Toplumsal refleksimiz bir kez daha devreye girerek, mağdur olan Erman Toroğlu'dan yana tavır koydu. Oysa olan biten iki ticari markanın ortaklığının sona ermesinden başka bir şey değildir. Lig TV'de bir markadır, Erman Toroğlu da...

Ne Lig TV Erman Hoca'yı göndererek kendi marka değerini yükseltir, ne de Erman Hoca Lig TV'siz kendi marka değerini düşürür. Hepimiz biliyoruz ki, Erman Hoca bir müddet sonra kendi mecrasında akacaktır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, 'Ligin marka değerinin yükseltilmesi' şeklindeki iksir sloganın arkasına sığınılarak iki yüzlülük yapılması, toplumun gözünün boyanmaya çalışılmasıdır. Erman Toroğlu'nun benim de tasvip etmediğim sokak diline sahip olduğu bir gerçek. Futbolun içinde yer alan aktörlerin bundan rahatsız olması da anlaşılabilir bir durum. Ben isterdim ki, Erman Hoca'nın kendilerine uzanan sivri dilinden rahatsız olanlar, aynı Erman Hoca’nın 2005 yılında TBMM Sporda Şiddet, Şike ve Haksız Rekabetin Önlenmesine İlişkin Komisyon'da yaptığı aşağıdaki açıklamalardan da rahatsız olsunlar. Ama nerede o günler! Buyurun buradan yakalım:

- "Şike herkesin gözünün önünde yapıldı. Diyarbakır-Elazığ maçında şike, Rize-Akçaabat karşılaşmasında her halde yanılmıyorsam aynı hesap. Türkiye'de adalet mekanizması kanaatle küme düşürebiliyorsa, düşürselerdi."

- 10 gündür teşvike aracılık eden konuşuluyor, teşviki veren Aziz Yıldırım hiç konuşulmadı. Hadi konuşsanıza, gitsenize üstüne. Arkada dev var çünkü. O aysbergin üstü."

- "Futbolda para var; mafya da var."

- "Federasyon seçimlerine karışan mafyaya devlet ’burada ne geziyorsun’ demedi."

- "Eski Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy hakem tayin etti."

- "Eski MHK Başkanı Bülent Yavuz'u futbolun yanından geçirmem, ama TRT'de yorum yapıyor."

- "Sabri Çelik ve Bülent Uzun'un kellesi uçuruldu."

Sakın Erman Toroğlu asıl bunları dile getirdiği için aforoz edilmek istenmesin? Kim bilir?

26 Ocak 2010, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Terlemedi bile!‘’

Avrupa’nın önemli liglerinde tek maçlı eleminasyon sistemine göre oynandığı için büyük mücadelelere ve sürpriz sonuçlara sahne olan kupa maçları bizde gruplar nedeniyle yasak savar cinsinden oynanıyor. Federasyonun kulüplere gelir sağlamak amacıyla böyle bir yönteme baş vurması her ne kadar anlaşılabilir bir durum olsa da, teknik adamların, futbolcuların ve taraftarların aynı ciddiyette olduğunu söylemek mümkün değil.

Hoş, federasyonun kulüplere temin ettiği o gelir de Ziraat Bankası ve TRT’nin kasasından; yani halkın cebinden çıkıyor ya... Neyse, o çetrefilli konulara fazla girmeyelim ve Orduspor-Galatasaray maçının en azından taraftar ilgisi bakımından bir istisna olduğunu belirtelim. Bunun nedeni de elbette iki takımın 23 yıl aradan sonra karşı karşıya gelmesiydi.

Neredeyse çeyrek asırdır Galatasaray’a hasret kalan Ordulular’ın heyecanını iki takım futbolcuları taşımazken, daha 4. dakikada ev sahibi ekibin 10 kişi kalması maçı iyice angaryaya çevirdi. Burada hakem Bünyamin Gezer’in yorumu alkışlanacak cinstendi.

Zira, ülkemizde hakemler bu tür pozisyonlara değil kırmızı kart, bazen sarı kartlarını bile çıkarmıyorlar. Rakibin eksilmesi, ardından gelen erken gol Galatasaraylı futbolcuların konsantrasyonunu sıfırlarken, yediği tekme nedeniyle oyundan düşmesine rağmen Arda Turan maça damga vuran futbolcuydu.

Galatasaray ilk yarının sonlarına doğru ciddiyetten o kadar uzaklaştı ki, Orduspor’un bir ara maçı tek kaleye bile çevirdiğine şahit olduk. Bu bölümde Sarı-Kırmızılı takımın imdadına devre yetişti.

İkinci yarının hemen başında gelen gol ise hakemin erken çalan bitiş düdüğü gibiydi. Sonrası iki takım için de antrenmandı!

11 Ocak 2010, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kaç Arda kaç!‘’

Arkana bakmadan kaç! Koşarcasına, uçarcasına kaç! Galatasaray şampiyon olsa da, olmasa da kaç! Durma buralarda! Şu gördüğün vasatlar ve vahşiler cehennemi sana ve senin gibi sıra dışı Türkler’e göre değil.Memleketinde sana rahat ve huzur yok. Burada aykırı olmayacaksın. Özel biri asla olmayacaksın. Üstün yeteneklerinle sivrilmeyeceksin. Zekan toplumun önünde gitmeyecek. Öyle liderliğe filan hiç soyunmayacaksın. Hele hele söz konusu Galatasaray’ın liderliği ise iki kere düşüneceksin ve uzak duracaksın beladan!.. Buralarda renksiz, kokusuz; sıradan olacaksın! Aksi takdirde sıradanlığın faşizmi seni gaz odasına gönderiverir! O nedenle hiç durma! Git ülkenden! Ait olduğun, aidiyet duyduğun bu topraklarda daha fazla heder olma! Bağrına taş bas ve uzaklaş!

Görüyorsun sana tahammülleri yok. Yaptığın en ufak hata sana misliyle geri dönüyor. Darağaçları kuruluyor. İdam fermanın çıkarılıyor. Ülkeyi felakete sürükleyen koca koca adamların, siyasetçilerin hatalarına hoş görüyle yaklaşanlar, sıra sana gelince cellat kukuletasını başlarına geçiriveriyorlar. İyisi mi bundan sonra sen bunlara daha fazla aldırma. Bir müddet münzevi ol! Çekil yalnızlığına, gömül sessizliğine! Kulaklarını tıka, gözlerini yum! Zamanı geldiğinde de koyul yola! Hatalarını da, günahlarını da, sevaplarını da vur sırtına, kanat çırp parlak geleceğine! Daha fazla meze olma sırtlan sürüsüne! Bu ülkenin kırk yılda bir yetişen kendi öz değerlerinin yok edilmesine artık daha fazla tahammülü yok. Onun için buna izin verme. Önünde uzun ince bir yol var. Fırsatın ve zamanın varken al başını git! Git kendini daha fazla dövdürmeden! Bu dünyanın bir yerlerinde seni bağrına basacak, kıymetini bilecekler mutlaka vardır. Git onlara!

Mutlaka gidişine üzülecekler, yokluğuna alışamayacaklar olacaktır. Olsun. Onlar da seni uzaktan sevsinler. Bilirsin, aşkların en güzelidir uzaktan sevmek. Hem Aşık Veysel ne demiş: Seversin, kavuşamazsın; adı aşk olur. O misal, seni gerçekten sevenlere el salla ve uzaklaş buralardan. Sevenlerin seni yüreğinde taşıyacaktır. Eminim, sen de Galatasaray’ı... Yolun açık olsun!..

Sercan ilaçtır
Ara transfer sezon başında yapılan eksik planlamanın giderilmesi için bir fırsattır. Bu bilinçle hareket eden Galatasaray Yönetimi de harıl harıl çalışıyor. Hedefteki ilk isim olan Sercan Yıldırım Galatasaray’ın yalnız bugününe değil, geleceğine de yapılan bir yatırımdır. O nedenle yurt dışından sorunlu bir forvet almaktansa Galatasaray Sercan’ı mutlaka bitirmeli. Kabul, fiyatı uçuktur. Lakin yapacak bir şey yok. Diğer büyükler piyasayı böyle belirledi! Ayrıca bir de stoper alacağı belli olan yönetimin sol bek mevkiine de mutlaka transfer yapması gerekir. Zira Hakan Balta alternatifsiz kaldı. Galatasaray’ın solu, hiç bu kadar güçsüz olmamıştı.

08 Ocak 2010, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mustafa Denizli neden yeni bir Seba olmasın?‘’

Mehmet Ali Birand, 20 yıl önce yayınladığı ‘Emret Komutanım’ isimli kitabında, “Emeklilik generalin ölümüdür” demişti. Çünkü, generalin tek bildiği ve en iyi yaptığı şey askerliktir. Askerlik onun yaşamının ta kendisidir. Yaş haddinden askerliği sona erince general için adeta hayat da biter. Aynı şey bir bakıma futbolcular için de geçerlidir. Zira onların da becerebildiği tek şey futbol oynamaktır. Bu oyuncak günün birinde ellerinden alındığında, dipsiz bir kuyunun içinde bulurlar kendilerini. Elde ettikleri şan, şöhret ve parıltılı hayattan sonra bir anda gündemden düşmek, sonu belirsiz bir bunalıma sürükler onları. Bu nedenledir ki, aktif futbolculuk hayatı sona erdikten kısa bir süre sonra hem futboldan kopmamak, hem de yaşamlarını idame ettirmek için hemen hemen hepsi teknik direktörlüğü dener.

Kimi bunu başarır, kimi de sistemin acımasız çarkları arasında kaybolur gider. Başaranlar adeta ikinci baharını yaşar. En az futbolculuk günlerindeki kadar popülerdirler. İçlerinden çok az kısmı sıra dışı işler yapar ve elit antrenör kategorisine yükselir. Büyük çoğunluk ise yüzer-gezer bir şekilde takım takım dolaşır. Herhangi bir takımda uzun süre dikiş tutturup tutturmamaları ya da meslek yaşamları boyunca 15-20 takım değiştirmeleri o kadar önemli değildir. Önemli olan bir şekilde futbol pastasından nemalanmaktır.

Her ne olursa olsun; ister elit, ister vasat; tüm eski futbolcu ya da eski-yeni teknik adamların ortak bir noktası vardır: Hiç biri yöneticiliği düşünmez ve denemez. Kendilerini o çapta görmediklerinden midir, yoksa işin kolayına kaçtıklarından mı, bilinmez. Herhangi bir kulüpte veya federasyonun herhangi bir biriminde yönetici sıfatıyla görev almak hiç birinin öncelikleri arasında değildir.

Platini, Beckenbauer, Hoennes ve Butragueno örnekleri ortada
Oysa ülke futboluna hizmet etmenin bin bir yolu vardır. Yıllardır Avrupa’da birçok örneğini görüyoruz. UEFA Başkanlığı koltuğunda eski bir futbolcu, Fransız Michael Platini oturuyor. Bayern München’in başkanlığını da kulübün eski futbolcusu Uli Hoennes yapıyor. Franz Beckenbauer ise aynı kulübün Onursal Başkanı. Emilio Butragueno Real Madrid’in Sportif Direktörülüğü görevini sürdürürken, Zinedine Zidane da Başkan Perez’in transferden sorumlu danışmanlığını yürütüyor. Ülkesi Hırvatistan’da futbol okulları açan Davur Suker ise futbolun bir başka kulvarında oldukça anlamlı bir misyonu üstlenmiş durumda. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hiç kuşkusuz tümü teknik direktörlük yapacak donanıma sahip. Ama onlar daha büyük işlere soyunarak bilgi ve becerilerini yönetici sıfatıyla sergilemeyi tercih ediyorlar. Avrupa’yla aramızdaki temel farklılıklardan biri de budur. Futbolu, futbolun içinden gelenler, futbolu bilenler yönetiyor. Bizde ise cebine parayı koyan kulübün tepesine çörekleniyor. Kulüpler ya para babası yöneticilere, ya da siyasetçilere bağımlı hale geliyor. Bu konuda Avrupa’nın çok çok gerisinde olmamıza karşın, sezon başında Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’ye, Ünal Karaman’ın da Trabzonspor’a sportif direktör olması umut verici gelişmeler. Sayılarının artmasını umut edelim ve ülke futbolunun önde gelen fenomenlerinden Mustafa Denizli’nin Beşiktaş’la olan ilişkisine dönelim:

Denizli, Terim, Kocaman ve Karaman başkanlığı düşünmeli
Futbolun içindeki herkesin bildiği gibi Denizli bir futbol misyoneridir. Hep büyük hedefler peşinde koşmuştur. Kimsenin cesaret edemediği işlere el atmıştır. Çoğunlukla başarılı da olmuştur. Adını futbol tarihimizin sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Ancak bütün bunlara rağmen bugüne kadar başardıklarının Denizli’yi tatmin ettiğini sanmıyorum. Onun asıl amacı teknik adam olarak Dünya ve Avrupa futbolunun zirvelerinde dolaşmaktır. Teknik adamlığa devam ederse bu amacına da ulaşması kuvvetle muhtemel. Peki, Türk futbolunu ya da herhangi bir Türk kulübünü Avrupa’nın zirvesine çıkarmak için teknik adamlık şart mıdır? Mustafa Denizli bunu Beşiktaş Başkanı olarak da başaramaz mı? Teknik direktör olarak futbolun her kademesinden geçmiş olan Denizli, neden gönül verdiği Beşiktaş’a başkan olmasın? Çok yakın bir zamanda olmasa bile önümüzdeki yıllarda o koltuğa oturmak istese buna itiraz edecek kaç Beşiktaşlı olabilir ki? Süleyman Seba’dan sonra Türkiye’nin en kaotik kulübü olan Beşiktaş’ı, Mustafa Denizli vizyonu, karizması, sakinliği, dinginliği, zerafeti bambaşka bir formata sokmaz mı? Bütün bu sorulara hayır diyecek çok fazla futbolsever olduğunu sanmıyorum. Buna Mustafa Denizli de dahil! Kim ne derse desin, sadece Beşiktaş’ın değil, Türk futbolunun böyle bir açılıma ihtiyacı var. Ve bu işin öncüsü olacak üç-beş isimden biri, hatta birincisi Mustafa Denizli’dir. Ben, Mustafa Denizli’nin Beşiktaş, Fatih Terim’in Galatasaray, Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe, Ünal Karaman’ın da Trabzonspor başkanı olduğu bir Türkiye’nin hayal olmadığına inanıyorum. Buna onlar da inansın yeter!

02 Ocak 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI