Arama

Popüler aramalar

‘’Göçek bir sonuçtur!‘’

Geçtiğimiz hafta eski hakem Muhittin Boşat'ın Akşam Gazetesi'ndeki yazısı, bugünlerin habercisi gibiydi. Faal hakemliği sırasında yönettiği Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde Luciano'nun smacını gör(e)mediği için tarihe kayıt düşülen Boşat, MHK'nın Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi için hakem bulmakta zorlandığını ileri sürdüğü yazısında şunu söylüyordu: "Beşiktaş Göçek ve Yıldırım'ı istemiyor. F.Bahçe Aydınus, Abitoğlu ve Müftüoğlu'na karşı. İşler arapsaçı. Ben olsam bu maça Hüseyin Göçek ya da Cüneyt Çakır'ı atarım." MHK da bu yazıdan sonra Boşat'ın uyarısını ve dileğini (!) dikkate almış olmalı ki, maça Hüseyin Göçek'i atadı. Sonuç malum. Şimdi her kafadan bir ses çıkıyor. Beşiktaş yönetimi Göçek'in düdüğünü asmasını istiyor. Yeni Ali Aydın olma yolunda hızla ilerleyen Göçek de tıpkı benzemeye çalıştığı Ali Aydın gibi düdüğünü assa her şey düzelecek mi? Göçek'in bir neden değil, sonuç olduğunu bilmiyor muyuz? Yıllar önce bir kulüp menajeri 'Yürü Kuddusi korumam altındasın' demişti. Bir kaç hafta önce de Aziz Yıldırım, bu sezonun en formda hakemi aynı Kuddusi Müftüoğlu'nun soyunma odasını bastı. Değişen bir şey var mı? Dün neyse, bugün de o. İstenen-istenmeyen hakem listeleri havada uçuşuyor. Hakemler üzerinde korkunç bir baskı kuruluyor. Puan hesapları hakemler üzerinden yapılıyor. Kimin eli hangi cebinde belli değil! Yaşananlar bozuk düzenin tezahürü, hepsi bu. Çözüm belli ama bunu yapacak irade nerede? Meselenin asıl nirengi noktası da burasıdır. Gerisi boş laf..

21 Nisan 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Neill değil 'nimet'‘’

Futbolda bir takımın başına kolay kolay gelmeyecek ‘gel-git’i bir hafta içinde yaşadı Galatasaray. Diyabakır maçında taraftarın protestosuna maruz kalan Sarı-Kırmızılılar, Manisa’da kendini bir anda Egeliler’in sevgi seli içinde buldu. Buldu bulmasına ama taraftarın coşkusuna sahadaki futbolcuların sahip olduğunu söylemek mümkün değildi; başta Arda Turan olmak üzere...

Kendisine yönelik tepkilerin etkisinden kurtulamayan Kaptan’ın yüzünden düşen bin parçaydı. Bu durgunluk, Arda’nın futboluna da yansıdı. Arda’nın, maçın son dakikalarına kadar ortalıkta görünmeyen Elano ile son yılların en kötü performansını sergileyen Sabri’ye zaman zaman ayak uydurması, rakip üzerinde baskı kurulamamasının en önemli sebebiydi. Zor günler yaşayan Arda’nın daha profesyonel davranması ve gereksiz duygusallıkları sona erdirmesi, hem kendisi, hem de Galatasaray’ın menfaati açısından zorunluluktur. Oyunu, sahasında kabul eden ve o klasik hazırlık paslarıyla sahaya hakim olmaya çalışan Galatasaray, uzun toplarla Manisa kalesinde rekor sayıda pozisyon buldu. Bunlardan ise sadece ikisini gole çevirebildi. Farkı daha da açabileceği golleri ise ciddiyetsizlik ve beceriksizlik nedeniyle cömertçe harcayınca son dakikaları yine taraftara azap çektirerek geçirdi. Son deplasman galibiyetini yine bir Ege takımı olan Denizlispor karşısında alan Galatasaray’da sahanın en iyi oyuncusu Lucas Neill’di. Avustralyalı, Sarı-Kırmızılı takımın uzun yıllar özlemini çektiği lider karaktere sahip defans oyuncusu boşluğunu başarıyla dolduracağını bir kez daha kanıtladı.

18 Nisan 2010, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başka Arda yoktu ki!‘’

Ali Sami Yen'deki protesto uzun yıllar unutulmayacak cinstendi. Ben de taraftara hak verenlerdenim. Ancak bir itirazım var: Arda Turan'a yapılanlar, haksızlığın, vefasızlığın, vicdansızlığın dik alasıdır

Türkiye'nin hallerine dair daha önce de yaptığım bir benzetmeyi tekrarlama gereği duyuyorum: Bu ülke devasa bir değirmen gibidir. Sahip olduğu değerleri öğütmekte üstüne yoktur. Kırk yılda bir çıkan özel insanlar bir şekilde o değirmenin deliğinden aşağı yuvarlanır ve un ufak olarak bir çuvala doldurulur. Tarihimiz, paramparça ettiğimiz değerlerimizin hazin hikayeleriyle doludur. Son kurbanımız Arda Turan oldu. Pazar günü Ali Sami Yen Stadı'nda görülmemiş bir kıyam vardı. Son haftalarda alınan yenilgiler üzerine ayaklanan taraftar 90 dakika boyunca Galatasaray'ı protesto etti. Rijkaard dışında hemen hemen herkes tepkilerden payını aldı. Ben de, Sarı-Kırmızı öfkeye hak verenler kervanına katılanlardanım. Ancak bir itirazım var: Arda Turan'a yönelik suçlama ve protestolar, insafsızlığın, haksızlığın, vefasızlığın, vicdansızlığın dik alasıdır. Genç kaptanı 'ruhsuz' diye nitelemek için insanın sağduyudan yoksun olması gerekir. Galatasaray taraftarı sapla samanı birbirine karıştırmıştır. El birliğiyle 'Metin Oktay Ruhu'nun son temsilcisini darmadağın etmiştir. Kristal kadeh artık toz toprak olmuştur. Toparlamak, geri dönüştürmek mümkün değil. Başını duvarlara vursan, dizlerini dövsen ne fayda? Giden, gitti...

14 Nisan 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sarı-Kırmızı öfke‘’

Bu takımın 14 yıl şampiyon olamadığı zamanlar oldu. Gerek Ali Sami Yen’de, gerekse dış sahalarda sayısız maç kaybettiğine tanık olduk. Avrupa kupalarına katılamadığı, son anda küme düşmekten kurtulduğu sezonlar yaşandı. Yakın tarihte Fenerbahçe’ye 6-0 yenildiğini de gördük. Ancak hiçbirinde Galatasaray taraftarı bu kadar öfkeli ve tepkili olmamıştı. Haklılar mı? Bence evet. Çünkü adı üstünde, ‘taraftar’! Onlar sahadaki profesyonel futbolcu gibi düşünmez. Her nefes alış verişlerinde gönül verdikleri takımlarını içlerinde hissederler. Yürekleri her daim takımları için çarpar. O nedenle futbolcuların da, kendileri gibi takımları için yaşamasını isterler. Galatasaray formasını giyen futbolcunun o formanın içini doldurmasını beklerler. ‘Ruh’ dedikleri budur. Ama ben buna meslek ahlakı, iş disiplini diyeyim. Bir takımın yönetimi, ister dünya çapında yıldız, isterse sıradan bir futbolcu olsun, transfer edeceği oyuncuda önce meslek ahlakını, iş disiplinini aramalı. Futbolcu sahaya çıktı mı, terini son damasına kadar çime akıtmalı. Koşmalı, mücadele etmeli, çırpınmalı, yırtınmalı, pes etmemeli. Yenilirken bile rakibi yara bere içinde bırakmalı. İşte, işin püf noktası burasıdır. Bardağı taşıran son Fenerbahçe yenilgisi değildir. Hiçbir şey yapmadan yenilmektir. Kaybederken bile onurunla kaybetmektir. Seni yenen rakibine şapka çıkarttırmaktır. Galatasaray Yönetimi’nin dün geceki mesajı almasını umut ediyorum.

12 Nisan 2010, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe için bir zamanlar 'Transferin Şampiyonu' denirdi.‘’

Fenerbahçe için bir zamanlar 'Transferin Şampiyonu' denirdi. Şimdi aynı klişe Galatasaray için kullanılıyor. Cim Bom art arda zaferler kazanırken, en önemli silahı 'Takım Ruhu'ydu. O ruh bugünlerde Saracoğlu'nda...

Her ikisi de madalyonun iki yüzü. Biri olmadan diğerinin hiç bir önemi yok. Birbirlerinin varlık nedenleri. Türk futbolunun olmazsa olmaz iki değeri. Birlikte ama birbirlerine karşı! Onlarsız bir hayat düşünülemez. Bu sezon gelenek olduğu üzere yine şampiyonluk yarışının içindeler. Son 6 haftaya girilirken Fenerbahçe, Galatasaray'a oranla daha avantajlı. Bu farkı yaratan da bu yıl taşıdıkları futbol değerleri. Eskiden Fenerbahçe 'Transferin Şampiyonu'ydu. Şimdi ise Galatasaray. Terimli yıllarda zaferden zafere koşan Aslan'ın en büyük silahı 'Takım Ruhu'ydu. O ruh bugünlerde Saracoğlu Stadı'nda ortaya çıktı. Yani roller değişti. Fenerbahçe'nin gol dahi yemediği son 5 maça bakıldığında; koşan, basan, yardımlaşan, mücadele eden, rakiple boğuşan,, pes etmeyen, terini son damlasına kadar çimlere akıtan, pozisyon zenginliği yaratamamasına rağmen taraftarıyla bütünleşen, coşan, coşturan bir futbolcu topluluğuyla karşılaşırsınız. Galatasaray'da ise karşınıza çıkan, 'Monşerler Topluluğu'! Doğaldır, bu tablo sonuçlara ve şampiyonluk yarışına da yansıyor. Aslında Bursa ve Beşiktaş için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Onlar da takım olma özellikleriyle ön plana çıkıyor. Başarıları tesadüf değil. Galatasaray'ın en zayıf halka olarak ortaya çıkması da öyle...

07 Nisan 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’130 trilyonluk fiyasko‘’

Sansasyonel bir şekilde transfer edilen Elano ile ara transferde kiralanan Jo’nun ligin en kritik maçında Rijkaard tarafından kulübeye çekilmesi, yönetimin transfer politikasının iflası değilse, nedir? Ligin bitimine 6 hafta kala Rijkaard’ın sahaya her hafta değişik bir takım sürmesi, hala kadro istikrarını sağlayamaması, Galatasaray’ın şampiyonluk yarışında havlu atmasının en büyük sebebi olabilir mi?

Eldeki dört ön liberodan ikisinin dahi yan yana oynaması taraftar için yeterince azap verici bir durum iken, Sivas’a karşı tümünün sahaya sürülmesi nasıl bir taktik dehanın ürünüdür, biri bizlere anlatabilir mi? Son 5 maçında sadece bir puan alabilmiş, (o da geçen hafta Gaziantep karşısında mucizevi bir şekilde alınan beraberlik) Sivas karşısında ikinci yarıda tel tel dökülen ve kalesinde sayısız pozisyon veren bir takıma büyük takım demek mümkün mü? Geriye düştüğü hiçbir maçı çeviremeyen, öne geçtiğinde de galibiyeti koruyamayan bir takımın şampiyon olması hak mıdır? Küme düşmemek için çırpınan Sivasspor karşısında takımın en iyisinin yedek kaleci Aykut olması kimin ya da kimlerin utancı olmalıdır?

Her karşılaşmanın final niteliği taşıdığı haftalara girilmişken, Fenerbahçe maçında hakeme itiraz nedeniyle sarı kart görerek takımını en kritik sınavında bir kez daha santrforsuz bırakan Baros, dün gece rahat bir uyku çekebildi mi? 130 trilyonluk bir takımın son yarım saatte topu bir türlü ayağında tutamamasının mantıklı bir izahı var mı?

Bu sorular bitmez. Cevap verebilecek bir babayiğit var mı, onu merak ediyorum.

06 Nisan 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe-Galatasaray dostluğu!‘’

Bugün üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biri olan 'dostluk' insanlık tarihi kadar eskidir. Nasıl ki insanoğlu, Kabil'in kardeşi Habil'i öldürmesiyle 'düşmanlık' olgusuyla yüzleştisye, 'dostluk' da Gılgamış ile Enkidu arasındaki sarsılmaz sevgi bağı ile destanlaşmıştır. Dostluk da düşmanlık da diğer tüm insanlık hallerinde olduğu gibi diyalektiğin bir parçasıdır. İki insan birbirine düşman olabileceği gibi dost da olabilir. Düşmanlığı çıkarların çatışması körükler; peki ya dostluğu ne pekiştirir? Menfaat birliği deyip geçiştirebilir miyiz? Asla. Sadece çıkarlara dayalı yapay dostluklar olabileceği gibi, katıksız, saf dostluk da olabilir. Bu, kişilerin seçimine ve hayat felsefesine bağlıdır. O nedenle bireyler arasındaki dostluklar farklılıklar gösterebilir. Dostluğun bin bir türlüsü yaşanabilir. Ama kurumlar arası dostluk olamaz. Tıpkı devletler arası olamayacağı gibi. Olsa olsa 'dostluk' adı altında karşılıklı çıkar birliği oluşur. Bu bağlamda ezeli rakipler Fenerbahçe ile Galatasaray arasında dostluktan söz etmek de abesle iştigaldir. Bu iki kulüp varlık nedenleri ve çıkarlarının taban tabana zıt olması nedeniyle dost olamazlar. Bir Fenerbahçeli ile Galatasaraylı dost olabilir; Fenerbahçe başkanı ile Galatasaray başkanı da olabilir; ama bu, kurumlar için geçerli değildir. Lakin aralarındaki rekabet, düşman olmalarını da gerektirmez. Aslında olması gereken gayet basittir: Saygı. İşte bizim beceremediğimiz budur: Birbirimize saygı göstermek. Maçlarımızı karşılıklı saygı çerçevesinde uygarca oynayabilmek. Son derbide bunu başardık; Özhan Canaydın'ın vefatı nedeniyle... Demek ki bu potansiyele sahipmişiz. Peki böylesine medeni olabilmek için sevilen birini kaybetmemiz mi gerekirdi? Bunu neden kendi hür irademizle yapamayız ki? Uygarlaşmak için illa bedel mi ödemeliyiz? Saygı, dostluk ve düşmanlık kadar eski bir olgu değildir belki; ancak çağdaşlığın olmazsa olmaz koşuludur. Saygı yoksa, biz de yok oluruz...

31 Mart 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Canaydın'ın naaşı‘’

Yeryüzündeki tüm canlılar için tek bir mutlak vardır: Ölüm. Ecel, yaşayanların Tanrı'dan sonraki gerçek efendisidir. Ondan kaçış yoktur. Ne kadar direnirseniz direnin mutlaka sizi bir şekilde teslim alır. O nedenle hayattayken gerçekleştirdiğimiz tüm eylemlerimize ölüm güdüsü yön verir. Bir gün Azrail'in kapımızı çalacağını bildiğimiz için bütün çabamız biraz daha uzun ve anlamlı yaşamak üzerinedir. Yaşarken arz yuvarlağında ne kadar derin izler bırakırsak, ölümümüz de o kadar manalı olur. Hatta bazı durumlarda hayattayken yapamadıklarınızı ölümünüzle gerçekleştirirsiniz. Ölüm kainatın en ürkütücü fenomendir; lakin bu gibi durumlara 'güzel ölüm' derler. Ölüm güzel olur mu? Bazen oluyor. Güzel insanların ölümü de güzel oluyor. Tıpkı hayatları gibi.

Özhan Canaydın'ın vefatı ve cenaze töreni bu açıdan herkes için bir ders niteliğindeydi. Özhan Bey'in son yolculuğu, nasıl yaşanması ve bu dünyanın nasıl terk edilmesi gerektiğini beynimize bir kez daha nakşetti. Nicedir unuttuğumuz, hayatımızdan çıkardığımız dostluk, dayanışma, birlik, beraberlik gibi hasletleri bizlere yeniden hatırlattı Özhan Canaydın. Yokluğu karşısında hissettiğimiz ortak acımızla Özhan Bey'in naaşı etrafında bir hale olduk ve yüreğimizi sarmalayan o ince sızıyla onu ebediyete uğurladık.

Peki Özhan Başkan'ın ilkelerinden, yaşam tarzından ders çıkardık mı? Çıkaracak mıyız? Onun centilmenliği, beyefendiliği, birleştiriciliği bundan sonraki nesillere de bayrak olacak mı? Ben pek ümitli değilim. Bunun için de geçerli nedenlerim var. Bugün yapılacak kongre sürecinde yaşananlar, gerçekten de başlı başına umut kırıcı gelişmeler. Her şeyden önce Galatasaray'ın, tarihinin en kritik ve bölünmüş kongresini yaşayacağını söylemeliyim. Bu kongrenin Galatasaray'ın geleceğini inşa etmekten çok, bir hesaplaşma alanı olacağını düşünüyorum. Özhan Bey'in adına hareket ettiklerini ilan ederek ortaya çıkanların, merhumun naaşını daha fabrika bahçesindeyken ailesine rağmen nasıl sahiplenmeye çalıştıklarını ve bunun için hır gür çıkardıklarını hesaba katarsak, konunun vahameti kendiliğinden anlaşılır. Bu sahiplenme dürtüsünün ve Canaydın'ın istismarının kongre boyunca da artarak devam edeceği su götürmez bir gerçek. Beyin kortekslerinin sadece 'entrika'ya ilgili bölümünü çalıştıran bu kafatasçı kesimin, bazı Galatasaray muhabirlerini tehdit etmesi, çeşitli kişi ve gruplarla koltuk pazarlıkları yapması ise zaten kendilerinden beklenen bir yöntem. Endişelenmekte haklılar! Kaybederlerse Galatasaray'ı bundan böyle sonsuza kadar kaybedecekler. Galatasaray küçük bir zümrenin oyuncağı olmaktan çıkacak.

Hiç kuşkum yok. Özhan Bey'in naaşı kongre salonuna da kurulacak. Kimileri onu kullanacak, istismar edecek, kimileri de anısı önünde saygıyla eğilerek Galatasaray'ın geleceği için sandığa gidecek. Aklı selim ve sağduyulu Galatasaraylı'nın rengi bellidir. Ve Galatasaray'da tarih boyunca hep sağduyu kazanmıştır. Yine öyle olacak.

27 Mart 2010, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI