Arama

Popüler aramalar

‘’Çoban'ın asası!‘’

Deniz Çoban'ın Gaziantep-Bursa maçını tatil etmesi futbol kamuoyunu ikiye böldü. Haklı bulanlar çoğunlukta olmakla berber şov yaparak seyirciyi tahrik ettiğini söyleyenler de var. Artık bu konuda karar verme zamanı. Tribün terörüne karşı mıyız, değil miyiz? Mesele bu!

Tahrik, ilkel toplumlara özgü bir reflekstir. İşlenen suçlara gerekçe hazırlayan, cezayı hafifletmeye yarayan bir kamuflaj aracıdır tahrik. Kişiyi veya toplumları sorumluluk almaktan alı koyan ve kolaylıkla suç işlemeye meyilli birer mekanizma haline getiren tahrik unsuru, toplumların çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Bir de tabii, tahrike prim tanıyan, onay veren zihniyet. Toplumun kalıplaşmış geleneksel değer yargılarının dışına çıkarak modern dünyaya adapte olmaya çalışanların vicdanlarını da kanatan bir durumdur, işlenen suçlarda tahrike sığınmak. Hayatın her alanında karşımıza çıkan bu fenomen, son yıllarda varlığını en fazla tribünlerde hissettiriyor. Tahrik üzerinden seyircinin yaptıklarını mazur gösteren bir dil kullanılıyor. Neredeyse suçu işleyenler değil de mağdur olanlar suçlu ilan ediliyor. Gaziantep-Bursa maçını yardımcı hakemin tribünden atılan bir cisim nedeniyle tatil eden Deniz Çoban'ın kararı da bu kangrenle yeniden yüzleşmemize neden oldu. Çoban'ın kararı futbol kamuoyunu ikiye böldü. Haklı bulanlar da oldu, hakemin şov yapıp tribünleri tahrik ederek olaylara sebebiyet verdiğini ileri sürenler de... Velev ki, öyle olsun. Hakem art niyetli ya da şov meraklısı diyelim. Bu, sahaya yabancı madde yağdırarak yardımcı hakemlerin ya da sahada görevli başka insanların yaralanmaları için geçerli sebep midir? Kimden yanayız? Suçludan mı, mağdurdan mı? Tribün terörüne karşı mıyız, değil miyiz? İşte bütün mesele bu. Eğer tribün terörüyle baş etmek istiyorsak, 'ama'lı cümleler kurmaktan vazgeçmeliyiz. Tahrike ya da başka hakemlerin, özellikle büyük takımlar lehine verdikleri yanlış kararlarla yarattıkları çifte standarda sığınmak sadece bu canavarı biraz daha semirtmeye yarar. Gün gelip hepimizi parçalayacak büyüklüğe ulaşana kadar...

22 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Antep'in intiharı!‘’

Sık sık Gaziantep’e gelen bir basın mensubu olarak en çok eleştirdiğim konuların başında tribünleri boş bırakan Gaziantep halkının takımlarına yeterince sahip çıkmaması geliyordu. Gaziantepspor’un, şehrin taşıdığı önemli potansiyele rağmen bir türlü gerekli sıçramayı yapamayışının altında yatan en önemli faktörlerden biri olarak kent-takım bütünleşmesinin sağlanamamasını görüyordum. Dün gece uzun bir aradan sonra tribünleri dolu görmek bir futbol sever olarak beni oldukça mutlu etmişti. Maçın başında Bursaspor’a gösterilen ilgi ve sahadaki dostluk görüntüleri keyifli bir futbol akşamı geçireceğimizi düşündürtüyordu ki, maçın 62. dakikasına geldiğimizde bir anda her şey ters yüz odu. Sıradan bir pozisyonda taraftarın gösterdiği aşırı reaksiyon, sahaya atılan yabancı maddeler geceyi bir anda kabusa çevirdi. Hakemin atılan maddeleri toplayarak sahayı enine koşarak geçmesi ve karşı taraftaki dördüncü hakemine vermesi, tribünleri yatıştıracağına daha da provoke etti. Taraftarın aut diye itiraz ettiği kornerden gelen faulle karışık gol de olaylara adeta tuz biber ekti. Galeyana gelen taraftar bir kez daha sahaya yabancı madde yağdırıp yardımcı hakem Muharrem Yılmaz’ı başından yaralayınca Deniz Çoban’a maçı tatil etmekten başka seçenek kalmadı.

Şimdi burada kim suçlu? Hakem maçı kötü yönetti, hatalı kararlar verdi deyip sorumluluktan kurtulabilir misiniz? Velev ki hakem maçı kötü yönetse, haksız yere gol yenmesine sebep olsa dahi, verilecek tepki bu mu olmalı? Böyle taraftarlık olur mu? Meğer tribünlerin boş kalması Gaziantepspor’un lehineymiş! Gaziantep’in bir futbol kenti olmasını en çok isteyenlerden biri olarak dünkü taraftar profili karşısında derin bir umutsuzluğa kapıldım. Protokol tribünlerinden bile hakemlere yabancı madde yağdığına şahit olduktan sonra bu sorunun köklerinin daha da derinlerde olduğunu fark ettim. Sezona zaten kötü bir başlangıç yapan Gaziantepspor’un dün geceki maçı da bu şekilde kaybetmesi ve alacağı muhtemel ceza, sezonun bundan sonraki bölümünde telafisi imkansız bir tahribata yol açacak. Gaziantep’i zor ve çalkantılı günler beklerken, Bursaspor ise şampiyonluğun en büyük adaylarından biri olduğunu dün gece bir kez daha ispatladı.

21 Eylül 2010, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Haldun Üstünel'in derin suskunluğu‘’

Her kulübün sahip olduğu değerler sistemini sembolize eden sloganları vardır; ‘Fenerbahçe Büyüklüğü’, ‘Beşiktaşlı Duruşu’, ‘Galatasaray Terbiyesi’ gibi... Bunlara her ne kadar son yıllarda ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’, ‘Galatasaray Türkiye’dir’, Beşiktaşlı Olunmaz, Beşiktaşlı Doğulur’ gibi post modern s1oganlar eklense de, ilk ifade ettiklerimiz, Üç Büyükler için adeta bir kimlik gibidir. Öyle de olmalıdır. Zira, kendilerini diğerlerinden farklı kıldıkları her üç ifade biçimi de, bu kulüplerimizin yaşadığı tarihsel süreçlerin imbiğinden süzülüp ortaya çıkmış sloganlardır.

Mekteb-i Sultani ile özdeşleşmiş bir slogan olan ‘Galatasaray Terbiyesi’, aslında tüm Galatasaraylılar’ın sahip olması gereken bir davranışlar silsilesidir; içinde ‘Galatasaray Asaleti’ni de barındıran... Tüm Galatasaraylılar’ın uyması gereken kurallar manzumesi de diyebileceğimiz ‘Galatasaray Terbiyesi’ne sahip olmak için bugün ille de Mekteb-i Sultani’de okumak ya da bitirmek gerekmiyor. Galatasaray’ın temsil ettiği değerleri özümsemek yeterlidir.

Kendimi bu uzun uzun girizgahı yapmak zorunda hissetmemin sebebi Haldun Üstünel’dir. Başkan Adnan Polat’la yönetimsel ilke ve prensiplerde ters düşerek görevinden istifa eden Üstünel’in, bütün bu sancılı süreç ve sonrasında derin bir suskunluğa bürünmesinin tek bir izahı vardır: Sahip olduğu ‘Galatasaray Terbiyesi’.

Camiaya yakın olanların çok iyi bildiği gibi, Avrupa’daki başarılı modellerin incelenerek Galatasaray’daki futbol yönetiminin çağdaş bir norma oturtulmasını savunan Üstünel, Başkan Polat’ın 90’lı yıllarda takılı kalan vizyonunu aşamamış ve en verimli olacağı dönemde köşesine çekilmek zorunda kalmıştı. Üstünel bugün hala o münzevi köşesinde oturuyor.

Bunca gürültü-patırtı arasında sessizliğini koruyor. Peşinde koşan medya ordusuna rağmen camiaya zarar verebilecek her türlü söylemden ve eylemden kendini uzak tutuyor. Hatta kötü sonuçlar sonrası tribünlerde oluşabilecek infialin müsebbibi olarak gözükmemek için maçlara dahi gitmiyor. İşte Galatasaraylılık budur. Galatasaray’a hizmet budur. Geçmiş yıllarda örneklerine sık sık rastladığımız, ‘medya gülü’ yöneticilerden sonra Haldun Üstünel’in tarzını belki anlamakta güçlük çekebiliriz, ama saygı, tevazu, terbiye, adam olmak bunu gerektiriyor.

Adnan Polat ‘devrim’ diye yola çıkmıştı. Sözünü ettiği devrimin ne menem bir devrim olduğunu henüz bilmiyoruz. Ancak, Galatasaray’ı temsil görevini Haldun Üstünel’den alıp ne idüğü belirsiz bir takım menajerlere devrederek, ‘Her devrim önce kendi evlatlarını yer’ özdeyişini Galatasaray’da hayata geçirmeyi başardı. Üstelik nehri tersine akıtmayı başararak...

18 Eylül 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kalibre farkı‘’

Bu tanımlamayı Şampiyonlar Ligi’nde oynayan ilk Anadolu takımı olan Bursaspor ile Valencia arasındaki güç ve denge farkından dolayı yaptığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Fark, Türk futbolu ile Avrupa arasındadır. Ortaya çıkan şok skor bunun sonucudur. Daha 20 gün önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın sıradan rakiplere elenmesi de Avrupa ile aramızda giderek açılan bu makasın sahaya yansımasıydı. Ligin marka değerini yükselttik gibi illüzyonist söylemlerle Türk futbolseverini uyutmaya çalışanlar, öncelikle futbolumuzdaki bu serbest düşüşe çare bulmalıdır. Mesela; işe yabancı transferine kota getirerek başlayabilirler. Bursaspor gibi gerek yönetim, gerekse kulübe bazında iyi yönetilen, iyi organize olan bir kulüp bile takıma doğru dürüst katkı yapmayan yabancıları ülkemize getirip çuvalla para saçıyorsa, oturup iki değil, bir kaç kez düşünmemiz gerekir.

Eski gücünden uzak olan Valencia’ya bu kadar kolay teslim olmamızın en önemli nedenlerinden biri, Ertuğrul Sağlam’ın yerli oyunculara tercih ettiği İnsua, Nunez, Ergiç gibi yabancıların maça ve sahaya gerçekten de yabancı kalmalarıydı. Valencia’nın orta alanda ve ileride yaptığı baskıya boyun eğmemizi elbette bu üç yabancıya fatura edemeyiz. Bursaspor’da Hüseyin, Ozan ve Vederson da İspanyol ekibinin presi karşısında pas yapmakta, topu ileriye taşımakta çaresiz kaldılar. Geriye Bursaspor’un en önemli silahlarından biri olan rakip defansın arkasına atılan uzun toplar kalıyordu. Ki, Yeşil-Beyazlılar bunu de gerçekleştiremedi. Çünkü bu toplara hamle yapabilecek Sercan ve Turgay gibi isimler ilk 1 saat kenarda oturdu. Temsilcimizde rakibi tehdit eden ve sahada bir yıldız gibi parlayan Volkan Şen ile ona ayak uydurmaya çalışan Ömer ve Ali vardı. Onların da gücü İspanyol ekolüne yetmedi.

15 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Alex'e hayır!‘’

"Alex'ten kurtulmanın zamanı geldi" şeklinde fetva veren tuhaf bir dil türedi son zamanlarda... Aykut Hoca'nın yol arkadaşlığına soyunan bu yeni ulema takımının hedefindeki Sambacı, 551 golün 231'ine (124 gol, 107 asist) imza atmış. Yani yüzde 42! Eh haklılar; yüzde 58'i bulamamış!

Son günlerde futbol gündeminin en önemli meselelerinden biri de hiç kuşkusuz Alex'tir. Aykut Kocaman'ın göreve gelmesiyle birlikte kendini sık sık yedek kulübesinde bulan Brezilyalı yıldız, bazı yeni yetme futbol ulemalarının diline pelesenk oldu. Kendilerini Aykut Kocaman'ın yol arkadaşı olarak niteleyen bu yoldaş tayfası, Fenerbahçe'nin Alex'ten kurtulması gerektiğini buyuruyor; değişim, dönüşüm, devrim gibi dışı yaldızlı, içi boş iksir sloganlar eşliğinde... Aslında neye hizmet ettikleri belli. Alınan başarısız sonuçların faturasını Alex'e keserek, bir nevi Aykut Hoca'nın günahlarını tolere etmeyi kendilerine amaç edinmişler. Bunun ne kadar haksız ve insafsız bir yaklaşım olduğunu görmek için Alex'in 7 sezonda takıma kattığı değere bir göz atmak yeter de artar bile. Fenerbahçe forması altında resmi maçlarda 124 gol, 107 asistlik bir performans sergileyen yıldız oyuncu, takımının attığı toplam 551 golün yarısına yakınına (231) imza atmış. Bir başka deyişle yüzde 42'lik bir katkı sağlamış takımına. Belli ki bu yetmemiş futbol alimlerine! Gözlerine girmesi için yüzde 58'i tutturması gerekiyormuş! Yazıktır, günahtır beyler. Alex'in de miadı elbette dolacak. Ama Fenerbahçe tarihinin en efektif futbolcusuna karşı böylesine zalim bir dil kullanmanın iler tutar bir tarafı var mı? Koşmadığı, pres yapmadığı, temposuz olduğu gibi gerekçelere sığınıyorsunuz. Peki, 41 sarı, 2 kırmızıyla Türkiye'de stoperlerden bile fazla kart gören bir futbolcu, koşmadan, pres yapmadan nasıl bu kadar kart alır? Matematiğiniz de mi yok sizin? Yoksa mantığınız mı eksik? Ya da her ikisi birden mi?

15 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bursa United!‘’

Geçtiğimiz yıl henüz daha şampiyonluk potasına yeni girdiği günlerde, “Bursaspor, neden Türkiye’nin Manchester United’ı olmasın” diye sormuştum. Yeşil-Beyazlı camianın bu potansiyeli taşıdığını düşünerek... Şimdi görüyoruz ki, Bursasaspor varolan bu potansiyeli harekete geçirmiş. Bunu, lige yaptığı müthiş başlangıç nedeniyle değil, sahip olduğu bütün futbol değerlerini sahaya yansıttığı için söylüyorum. Bursaspor fenomeninin geçici olmayacağını, gelecek yıllarda da Türkiye’nin ‘5. Büyüğü’ olarak kalacağını ileri sürmek kehanet olmasa gerek.

Bunun işaretlerini dün gece Eskişehirspor maçında da bir kez daha bulmak mümkündü. Tribünleri dolduran seyircinin müthiş desteği, sahada yer alan oyuncuların her birinin kalitelerinin farkında olmaları, kendilerinden emin görüntüleri, birbirleriyle olan uyumları, yardımlaşmaları, Ertuğrul Sağlam’ın kenar yönetimi, Bursaspor’u farklı kılan özelliklerdi.

Türkiye’de ikinci bir Bursa olayını gerçekleştireceği -ki bu potansiyele onlar da sahipler- ümidini taşıdığım Eskişehirspor ise, lige yaptığı kötü başlangıcın sancılarını bu karşılaşmada da yaşadı. Şimşekler, öne geçmelerine, hatta ikinci, üçüncü golü bulacak pozisyonları yakalamalarına rağmen, bu maçı dönüm noktası kılan faktörler yüzünden yaşadıkları strese ve zorunlu değişikliklere teslim oldular.

Anadolu’nun futbol kültürüne sahip iki kentinin buluşmasında adlarına yakışacak derecede zevkli ve keyifli bir mücadele yaşanmasına karşın, gol sayısının üçte kalmasanın tek nedeni, Sercan ve Jaycee’nin son vuruşlardaki fundemental eksiklikleriydi.

11 Eylül 2010, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çebi değil Çelebi!‘’

Bizde artık kanıksanan bir durum vardır. Hangi branş olursa olsun, her uluslararası sınav öncesinde seçilen milli takımlar üzerinde tartışmalar yaşanır. Seçilen, seçilemeyen sporcular tartıya konur. Hak, hukuk, adalet kavramları bir kez daha hatırlanır, hatırlatılır. Bir müddet gündem meşgul edilir. Sonra sular durulur. Haksızlığa uğrayanlar varsa -ki muhakkak vardır- unutulur gider. Aslında bütün atışmalar havanda su dövmekten öteye gitmez. Çünkü nihayetinde imam bildiğini okur! Önceki gün Moskova’da Dünya Şampiyonu olarak 47 yıl aradan sonra üst üste iki kez aynı başarıyı elde eden ilk sporcumuz olan Selçuk Çebi de yıllarca bu tartışmaların odağında yer aldı.

Rekabet varmış gibi yapıldı
1982 yılı Trabzon Araklı doğumlu olan Çebi, uzun seneler boyunca Şeref Eroğlu’yla rekabete girmeye çalıştı. Ama o kadar. ‘Girmeye çalıştı’ ifadesini bilerek kullanıyorum, çünkü gerçek bir rekabete hiçbir zaman izin verilmedi. Ortada bir Eroğlu-Çebi rekabeti varmış gibi gösterildi sadece. Eroğlu’na ‘altın çocuk’ muamelesi yapılırken, Çebi’ye hep kapılar gösterildi. Şeref Eroğlu, özellikle kronik hastalığı ortaya çıktıktan sonra bir türlü eski formunu bulamazken, gittiği şampiyonalarda bekleneni veremezken, Selçuk Çebi’nin yüzüne bir kez olsun dönüp bakılmadı bile. Üstelik seçme niteliği taşıyan her organizasyonda rakibini yendiği halde... Oysa parlak bir geleceğe sahip olduğunu ‘gençlerde’ ve ‘ümitlerde’ defalarca ispatlamıştı. 4 kez Yıldız ve Gençler Dünya, 2 kez Gençler Avrupa, 1’er kez de Üniversitelerarası Olimpiyat, Akdeniz Oyunları ve Ordulararası Dünya şampiyonlukları bulunuyordu. Bütün bunlar Selçuk Çebi’nin göze girmesi için yetmedi.

Minderi bıraktı, öğretmen oldu
O da sonunda isyan etti, küstü ve güreşi bırakma kararı aldı. Bir müddet bıraktı da... Köşesine çekildi. Geçimini öğretmenlik yaparak sağladı. Ancak çevresinin ve antrenörü Mustafa Şahin’in ısrarıyla tekrar mindere döndü.

O döndüğü zaman, yıllarca gölgesinde kaldığı Şeref Eroğlu da güreş hayatına noktayı koymuştu. Geçen yıl çağrıldığı milli takımdaki ilk Dünya Şampiyonası sınavından alnının akıyla çıktı. Danimarka’da altın madalyayı boynuna geçirdiğinde bazıları bunun tesadüf olduğunu düşünüyordu. Ancak onun hayatında tesadüflere yer yoktu.. Ve bunu ispatlamak için fazla beklemeyecekti. Bir yıl sonra Moskova’da aynı başarıyı bir kez daha tekrarlayarak güreş tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Bu ve bundan sonra elde edebileceği payeler ilelebet onda kalacak. O da Türk güreşinin ölümsüz kahramanları arasında yerini alacak. Ancak ne var ki, 28 yaşına kadar keşfedilemeyen (!) bu değerin uğradığı haksızlıklar da insanın içini acıtmaya devam edecek. Yazık olmadı mı, Selçuk Çebi’nin ve Türk güreşinin kaybolan yıllarına?

10 Eylül 2010, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Geç gelen adalet!‘’

Bursaspor'un Kaptanı Ömer Erdoğan 33 yaşında ilk kez Milli Takım'a çağrıldı. Ligde son 5 sezonun en istikrarlı futbolcusu olan tecrübeli oyuncu, nihayet fark edildi! Volkan Şen'i tartışanlar, meseleye bir de bu yönüyle bakmalı

Milli Takım kadrosu her açıklandığında bir gürültü-patırtı kopar. Özellikle Anadolu takımlarında oynayan futbolculara haksızlık yapıldığı eleştirileri havada uçuşur. Çoğunlukla haklı eleştirilerdir bunlar. Zira, Milli Takım'ın Üç Büyükler'den teşkil edilmesi yıllardır süre gelen bir gelenektir. Anadolu'da oynayan bir futbolcu ağzıyla kuş tutsa kolay kolay Ay-Yıldızlı formayı giyemez. Ne zaman İstanbul'a yolu düşer, bir anda Milli Takım'ın değişmez futbolcusu olur. Türkiye'nin yeni bir maceraya yelken açtığı şu günlerde aynı tartışmalar bir kez daha alevlendi. Konu bu kez de Volkan Şen. Bir sürü formsuz ve yedek futbolcunun çağrıldığı Milli Takım'a genç futbolcunun neden alınmadığı sorgulanıyor. Haklılar da... Ancak Volkan Şen'e yapılan haksızlığı dile getirenlerin gözden kaçırdığı bir nokta var. Bursaspor'un Kaptanı Ömer Erdoğan 33 yaşında ilk kez Milli Takım'a çağrıldı. Bunda ne var diyebilirsiniz? Ömer'in son 5 sezonuna bakıldığında ligin en istikrarlı futbolcusu olduğu ortaya çıkar. Tecrübeli oyuncu, 111 lig maçında 9685 dakika forma giymiş. Buna mukabil Milli Takım'ın değişmez ikilisinden Servet Çetin 108 maç, 9656 dakika, Gökhan Zan ise 74 maç, 6068 dakika sahada kalmış. Ömer Erdoğan'ın hemen hemen her maçta gösterdiği üstün performans, attığı ve attırdığı kritik goller ile örnek kaptanlığını da (Son maçta Volkan Şen'in tribünleri tahrik edebilecek hareketini önlemesi gibi) hesaba katarsak, bu zamana kadar neden fark edilmediğini anlamak mümkün değildir, diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü işin içinde büyük takım baskısı var, ahbap-çavuş ilişkisi var, milli takım futbolcusu palavrası var, menacer tahakkümü var... Var oğlu var! Bir tek adalet yok. Onun için de burnumuz bir türlü pislikten kurtulamıyor.

01 Eylül 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI