‘’Şenol öğretmen!‘’
Bir futbol takımını ‘takım’ yapan en önemli değerlerden biri, hiç kuşkusuz saha içi ve saha dışı disiplindir. Disiplinin temelini de meslek ahlakı ve yaptığın işe saygı oluşturur. Bugün Avrupa ile bazı alanlarda başedemiyorsak temel sebebi iş disiplinine sahip olamamamızdır. İşte dün gece Trabzonspor’un yaşadığı dramın özü de buydu. Bugün taraflı-tarafsız Türkiye’nin en iyi futbol oynayan, en iyi organize olan olan takımı olarak kabul edilen Bordo-Mavililer’in Liverpool’a kaybetme süreci maçtan saatler önce başladı. Böylesine önemli bir sınavın arefesinde kamp yapılan tesislere menacerleri çağırmak, transfer görüşmesi yapmak büyük bir disiplin zaafiyeti olmasının ötesinde meslek ahlakıyla bağdaşmayan bir durumdur. Bu gelişme üzerine son derece cesur bir karar veren Şenol Güneş, her ne kadar Umut Bulut’un bu disiplinsizliğini affetmeyerek Trabzonspor’un Liverpool’u elemesi yönünde en önemli hamlesini yapsa da, saha içindeki taktik disiplinsizliğe çare bulamadı. Başta Yattara olmak üzere...
Maçın ilk yarısında rakibine önemli derecede üstünlük sağlayan ve bütün futbol değerlerini sahaya yansıtan Trabzonspor, skor avantajını da yakalamasına rağmen, Gineli oyuncunun taktik disiplinden uzak, şova yönelik hareketleri nedeniyle kendisine turu getirecek ikinci ve üçüncü golleri bulamadı. Yattara’nın halı saha futboluna daha fazla tahammül edemeyen Şenol Güneş, turu atlamak için ikinci hamlesini yapmasına rağmen, sahaya sürdüğü Alanzinho da halef-selef durumundan kurtulamadı. İşin içine Ceyhun’un top kayıpları -ki Güneş’in maça üçüncü müdahelesi de onu değiştirmesiydi- ile Egemen ve Giray’ın fundemental eksikliklerden kaynaklanan hataları da girince, Trabzonspor turu adeta eliyle Liverpool’a hediye etti. Ve yazık oldu, gerçekten çok yazık... Hem kaçan tura, hem de verdiği cesur kararlarla herkese önemli dersler veren Şenol Güneş’in futbol felsefesine...
‘’Yükselen değer: Avcı‘’
Üç Büyükler'in 30 yıl aradan sonra ilk kez puansız kapadığı haftanın en sükse yapan ismi hiç şüphesiz Abdullah Avcı'ydı. Belediye gibi mütevazı bir takımda yüzde 48'lik başarı oranı yakalayan genç teknik adam, tırnaklarıyla kazıya kazıya basamakları çıkıyor
Gerek medya, gerekse futbol kamuoyu olarak sürekli Üç Büyükler'e, onların teknik adamlarına, futbolcularına ve yöneticilerine odaklanırız. Doğaldır da... Çünkü en popüler onlardır. Popüler olanın peşinde koşmak yalnız bizim değil bütün toplumların yakalandığı sari bir hastalıktır. Lakin, bir de arka sokaklar vardır. Girmekten korkarız korkmasına ama biliriz ki o sokaklar da kaldırımlarını arşınlamaktan pek hoşlandığımız bu geniş caddeye çıkar. O sokaklar da bizim sokaklarımızdır. Keza oralarda yaşayan insanlar da bizim insanlarımız... Arada bir kafamızı kaldırıp onları da görmemiz, onların da haklarını teslim etmemiz gerekir. İşte onlardan biri de Abdullah Avcı'dır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde 5 sezondur sessiz sedasız önemli işlere imza atan Avcı, 30 yıl aradan sonra Üç Büyükler'in puansız kapadığı haftanın en sükse yapan ismiydi. Sezonun en flaş ekibi Beşiktaş'ı İnönü'de net bir skorla yenmesi bir yana, rakibinden daha fazla gol pozisyonu bulacak kadar takımına cesur futbol oynatması takdire şayandı. Süper Lig'de 4. sezonuna giren Avcı'nın karnesine baktığımızda, aslında yaptıklarının hiç de sürpriz olmadığını göreceksiniz. Bugüne kadar Belediye'nin başında 104 maça çıkan Avcı, 39 galibiyet, 22 beraberlik ve 43 yenilgiyle 139 puan toplamış. Başarı oranı yüzde 48,07. Belediye gibi mütevazı bir takımda bu oran hiç de küçümsenecek bir rakam değil. İlk sezonda 38, ikinci sezonda 42, üçüncü sezonda da 56 puan toplayan genç teknik adamın trendi her yıl biraz daha yükseliyor. Sırtını lobilere, cemaatlere, partilere, mafyaya dayamışlara inat tırnaklarıyla kazıya kazıya geliyor Abdullah Avcı. Yolu açık olsun...
‘’Güneş'in oğlu!‘’
Trabzonspor efsanesinin ‘efsane’ olmasının kilometre taşlarından biri de hiç kuşkusuz 34 yıl önceki Liverpool randevusuydu. 1976/77 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası’nda karşı karşıya gelen iki takımın arasında pek çok benzerlikler vardı. İki kulübün de bir liman ve futbol kentinin takımı olması, şehre ve kulübe müthiş bir aidiyet duygusuyla bağlı olan ateşli bir taraftar topluluğuna sahip olunması, bu benzerliklerin en belirgin olanlarıydı.
Hepimizin bildiği gibi ilk maçı Trabzon’da 1-0 kaybeden Liverpool ikinci maçı 3-0’la geçerek tur atlayan ve sonunda kupayı kaldıran takım olmuştu.
İşte o günlerden bugünlere kalan iki isimden biri olan Şenol Güneş bir kez daha İngiliz devi karşısına bu kez teknik direktör olarak çıkarken, kendi ruhunu üflediği Onur Kıvrak da dün geceye damga vuran isim oldu. Kurtardığı penaltının yanısıra rakibin kaleyi bulan bütün şutlarında kelimenin tamanlamıyla devleşen genç kaleci, bu sezonun da flaş isimlerinden biri olacağını gösterdi.
Aslına bakılacak olursa Anfield Road’daki randevuya Şenol Güneş cesur bir kadroyla çıkmıştı. Defansta ve orta sahada dirençli oyunculara yer veren teknik adam, ileride Umut-Teofilo-Burak üçlüsüyle gol aramıştı. Tecrübeli teknik adamın ilk yarıda sahaya stratejisini yansıtmamasının tek nedeni Burak’ın savruk futboluydu. İlk yarı sonunda yenen gol ise, kaptırılan bir top sonrası defansın adam paylaşımı ve pozisyon hatası sonucu geldi. Bu tür goller her takım için yıkım ifade eden gollerdir.
İkinci yarı Liverpool’un kulübedeki silahlarını sahaya sürmesi karşısında zaman zaman zor onlar yaşayan Trabzonspor, yine de başta kaleci Onur olmak üzere Glowacki, Serkan Balcı ve Ceyhun’un direnciyle tur ümidini Trabzon’a taşımayı başardı. Umarım 34 yıl öncesinin tekrarı bir kez daha yaşanır!
‘’Galatasaray çöküyor!‘’
Bu iddiamın Sivas maçı skoruyla bir alakası yok. Süreç geçen yılki Fenerbahçe yenilgisiyle başladı. Aradan geçen zaman içinde önlem almak bir yana, işleyen çarklar da durdu. Lafın kısası son 20 yılın en kötü Galatasaray'ı ile karşı karşıyayız
Her yeni sezon yeni bir umut, yeni bir heyecandır. Spor Toto Süper Ligi'nin 53. sezonu da tüm takımlar için aynı duygu ve beklentilerle başladı. Biri hariç: Galatasaray. Çünkü bu sezon sahne alan Galatasaray'a bakıldığında, karşı karşıya olduğumuz tablo hiç de iç açıcı ve ümitvar değil. Sarı-Kırmızılı takımda işleyen bir mekanizma bulmak hemen hemen imkansız gibi. Ne saha içinde, ne de saha dışında organize olamamış, büyük bir çöküşün eşiğine gelmiş bir kulüp var karşımızda. Öyle ki, son 20 yılın en kötü Galatasaray'ı ile karşı karşıya olduğumuzu söylersek abartılı bir ifade kullanmış sayılmayız. Bu tablonun 1-2 flaş transferle düzeleceğini beklemek de fazlasıyla iyimserlik olur. Zira süreç yeni değil. Geçen yıl ki Fenerbahçe yenilgisiyle başlayan ve gerekli önlemler alınmadığı için her geçen zaman daha da kötüye giden bir kaosun tam orta yerinde duruyor Galatasaray. Kulübü ayakta tutacak senkronizasyon yok olmuş, yerini derin bir güven bunalımı almış durumda. Kurtuluş için radikal tedbirler gerekiyor. Ya teknik heyet gidecek, ya yönetim, ya da ikisi birden. Yoksa düşüş çok sert ve ölümcül olabilir.
Aşırı sıcaklar, Teofilo ve Fenerbahçe'deki gel-gitlerin damga vurduğu ilk haftaya yine iki seyircisiz maçla başladık. Federasyon bu cezaya artık bir son vermeli. Seyircisiz maç yerine hasılata el konulup, alt yapı için oluşturulacak bir fona aktarılabilir. Tel örgüler nasıl çağdışı idiyse seyircisiz cezası da öyle. Bu ilkelliğe dur denilmeli.
‘’Trabzon'un hakkıydı‘’
Atatürk Olimpiyat Stadı’na her gelişimde hep aynı şeyleri hissediyorum: Öfke ve isyan. Gelişte ve gidişe saatlerce yollarda harcanan zamanın yanı sıra giriş ve çıkışlarda yaşanan başıbozukluk ve kargaşa insanı çileden çıkartmaya yetiyor da artıyor. Faaliyete geçmesinin ardından geçen bunca zamana karşın stadın ulaşım sorununun çözülememesi akıl alır gibi değil. Stada gitmek zorunda kalan herkes resmen işkence çekiyor. Bir Türk vatandaşı olarak, bu stadı yaptıranların ve yapanların öbür dünyada iki elim yakalarında olacak. Devletin yüz milyonlarca dolarını İkitelli’nin steplerine gömdükleri için...
Havanın aşırı derecede sıcak ve nemli olmasının, oynanacak futbolu olumsuz etki edeceği genel beklenti idi. Nitekim maçın ilk yarısı bu beklentileri haksız çıkarmadı. Trabzonspor’un daha baskılı gözüktüğü, ancak net pozisyonları Bursaspor’un bulduğu bu bölümde oyunun temposu vasatın üstüne çıkmadı. Bunda sıcak havanın yanı sıra her iki teknik adamın da sezona moralsiz başlamamak için kaybetmemeye yönelik oyun stratejilerinin de payı büyüktü. İki takımın da Vederson ve Glowacki dışında geçen yılki kadrolarıyla sahaya çıkmaları maçın en ilginç notlarından biriydi.
Futbolun garip cilvesi...
İkinci yarı ise daha etkili bir Trabzonspor vardı sahada. Erken gelen golle skor avantajını ve oyun inisiyatifini eline geçiren Bordo-Mavili takımda ilk yarının en etkisiz oyuncusu Teofilo’nun hat-trick yapması futbolun garip cilvelerinden biriydi. Kolombiyalı golcü, fırsatçılığını göstererek Bursaspor’un ipini çeken adam oldu.
Bursaspor’a nazaran çok daha kalabalık olan Bordo-Mavili tribünlerin coşkusu ise görülmeye değer bir tablo oluştururken, yarattıkları meşale terörü bir o kadar çirkindi. Sağlığa zararlı olduğu için dünyanın her yerinde yasak olan meşalelerin böyle büyük bir organizasyonda stada nasıl sokulduğu ise çok bilinmeyenli bir denklem değil elbette! Demek ki birileri göz yummuş ya da görevini yapmamış.
‘’Skor aldatmasın‘’
Bu maçı seyretmeyen birine skoru söylediğiniz anda aklına ilk gelecek olan, Galatasaray’ın tıpkı eski günlerdeki gibi Avrupa’nın tozunu attığı düşüncesi olacaktır. Her ne kadar rakip sıradan bir takım olsa da deplasmanda alınan 5-1’lik skorun görkemine ve büyüsüne kapılmamak mümkün değildir bir Galatasaraylı için...
Gelgelelim, aynı düşünceye karşılaşmayı seyreden bir Galatasaraylı’nın sahip olacağını söylemek safdillik olur. Zira sahada gözle görülen bazı gerçekler vardı. Sarı-Kırmızılı takıma gönül veren herkesi rahatsız edecek gerçeklerdi bunlar. Penaltıya kadar defansta ve orta alanda tel tel dökülen, bir türlü ayağında top tutamayan, iki pası arka arkaya yapamayan, oyun kuramayan, rakibe sayısız pozisyon veren, her an ikinci, üçüncü golü yiyerek elenecek endişesi yaratan bir Galatasaray’ın rasyonel düşünen hiçbir taraftarı memnun ettiğini söyleyemeyiz.
Sezonun başlamasına bir haftalık bir zaman kala Galatasaray’ın çok ciddi sorunları olduğu göze çarpıyor. Dördü savunmacı, üçü ön libero olmak üzere sahada defans karakterli yedi oyuncu olmasına karşın, bunlar arasındaki uyum sorunu ve ciddiyetsizlik nedeniyle Belgrad takımı elini kolunu sallaya sallaya pozisyonlar buldu. Karşısında daha ciddi ve dişli bir rakip olmaması Sarı-Kırmızılı takımın şansıydı.
Galatasaray’ı olası bir kâbusa yuvarlanmaktan kurtaran Mustafa Sarp’ın iyi oyunu ile Hary Kewell’ın büyük ustalığıydı. Futbolunun sonbaharındaki bir yıldızın bile bir maçı nasıl çevireceğini örnekleyen dün geceki karşılaşmanın öğrettiği ders şudur: Galatasaray Yönetimi, 2 ya da 3 yıldız futbolcuyu acilen kadroya katmak zorundadır. Yoksa hüsran dolu günler kapıda...
‘’Elvan yetmez!‘’
Elvan yetmez!Süreyya Ayhan’ın 2002 yılında Münih’te elde ettiği Avrupa Şampiyonluğu’ndan sonra ikinci kez bir Türk atletinin Avrupa’nın zirvesine çıkması elbette anlamlı ve tarihi bir başarı. Her ne kadar Avrupa Şampiyonaları günümüzde Olimpiyat ve Dünya Şampiyonaları ile Grand Prix’lerden sonra gelse de Türk atletizminin spesifik durumuna bakacak olursak, Elvan’ın elde ettiği birincilikle övünmeliyiz, gönenmeliyiz, gururlanmalıyız. Gelgelelim, katıldığımız tüm büyük uluslararası organizasyonlarda neden Elvan’ın dışında şampiyon çıkaramadığımız sorusunu da başta Atletizm Federasyonu olmak üzere hepimiz kendimize sormalıyız. Elvan gibi sporcuların Türk yapılarak atletizme ivme kazandırma düşüncesi ne kadar makulse, Süreyya’nın sahneden çekilmesinin ardından aynı standartları yakalayacak yeni atletler çıkaramayışımız o derece düşündürücüdür.
Burada belki 100 metre engelli koşucumuz Nevin Yanıt için ayrı bir parantez açılabilir. Avrupa Takımlar Ligi Yarışları’nda 12.74’lük derecesiyle birinci olarak Barcelona için madalya umutlarımızdan biri haline gelen Nevin’in kendisine güvenenleri mahçup etmemesini diliyoruz. Nevin Yanıt, Avrupa Şampiyonası’nda yapacağı bir patlamayla beklentilerimize yanıt vereceği gibi, kendisini de bir anda elit sporcular arasında bulacaktır.
Nevin Yanıt dışında madalya umutlarımız ise diğer iki devşirme sporcumuz 5 bin metrede Alimutu Bekele ve tabii bir de 5 binde koşması halinde Evan Abeylegesse... Bu durumda son gün koşulacak olan 5 bin metre yarışının iki Türk’ün çekişmesine sahne olmasını bekleyebiliriz. Gerisi ise büyük sürpriz olacaktır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, biz hala taşıma suyla değirmen döndürüyoruz. Kendi kaynağımızı yaratmaktan bugün de çok uzağız. İşin en kolayına kaçıyoruz. Getir, Türk yap, sonra da onların aldıkları madalyaların arkasına saklan.
Türk sporunu yönetenlerin şunu görmesi lazım: Avrupa Şampiyonluğu Elvan’ın ilk büyük başarısı değil. Daha önce Olimpiyat ve Dünya Şampiyonaları’nda da Elvan ilkleri başardı. Hiç birinde Süreyya Ayhan’ın estirdiği fırtınayı kopartamadı. Amacım yeniden devşirme sporcu tartışması başlatmak değil. Ki, ben buna karşı da değilim. Lakin görünen o ki, Türk insanı, kendisinden olan bir sporcuyu sahiplendiği gibi sonradan Türk yapılan bir sporcuyu sahiplenmiyor. Gururlanıyor belki, ama bir yerlerde bir eksiklik, bir ince sızı hissediyor. Artık kendi yıldızımızı kendimizin yaratma zamanı geldi de geçiyor.
‘’Cuma babaları‘’
Her hafta cuma günleri Edirnekapı Şehitliği’nde bir hareketlilik yaşanır. Boş mezarların her geçen gün azaldığı şehitlikte evlatlarını teröre kurban veren anne-babalar görürsünüz. Her mezarın başında bir bayrak asılıdır. Şehitlik, gelincik tarlası gibidir.
Anne-babalar, bir çiçek bahçesine çevirdikleri mezarların toprağını okşarlar; çocuklarının başını okşar gibi; sevgiyle, şefkatle...
Diktikleri gülleri, karanfilleri koklarlar; çocuklarını koklar gibi; kederle, acıyla...
Mezar taşına sarılırlar; çocuklarına sarılır gibi; hüzünle, hasretle...
Çocuklarının saçını tarar gibi parmaklarıyla çapaladıkları toprağı, gözyaşlarıyla sularlar.
Her şey derin bir sessizlik içinde olur. Mezarın etrafı adeta tavaf edilir, ayrık otları toplanır, mermerler yıkanır. Ardından dualar okunur ve ebeveynler sonsuz kederlerini sırtına vurarak evlerinin yolunu tutar. Paramparça olmuş ruhlarını mezarın başında bırakarak...
Her cuma günü, dünyada eşi, benzeri olmayan bu ritüeller tekrarlanır durur. Anneler çoğunluktadır. Lakin son yıllarda babaların da bir hayli arttığı göze çarpar. Oysa bize yıllardır babaların ağlamadığı öğretilmişti. Meğer onlar da ağlarmış. Ancak biz görmezmişiz. Bize göstermezlermiş ağladıklarını. Anne yüreği kadar baba yüreğinin de yandığını öğrendik, genç ölülerimiz sıkça toprağa düştüğünden beri. Evet, şehit anneleri kadar şehit babaları da var bu memlekette. Ve onların da kanı çekiliyor, adres soran kurşunlar çocuklarını bulduğunda. Onlar da darmadağın oluyor. Onların da bedenini, ruhunu ağu gibi bir acı kavuruyor. Onlar da kan göz yaşlarını içlerine akıtıyor. Onlar da ellerinden alınan evlatları için ağıtlar yakıyor. Onlar da hayata küsüyor. Zifiri bir karanlık, onların da ömrüne kıyamet bulutları gibi çöküyor. Gece olduğunda bir battaniyeyle mezara gidip, üşümesin diye oğlunun üstünü örten, sabahleyin de onu uyandırmak için kara toprağa bir şeyler fısıldayan şehit babaları duydum ben. Yıllardır odasına kapanıp bir yorganın altında saklanan ve hiç kimseyle, bir daha hiç bir şey konuşmayan, hayatı susarak protesto eden babalar olduğunu da biliyorum; bu ülkenin köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde...
Her cuma günü gerek Edirnekapı, gerekse diğer şehitliklerde anneler kadar babalarla da karşılaşırsınız. Yumruk şeklindeki elleri göğüslerinin üzerinde kavuşmuş, sarsıla sarsıla ağlayan şehit babalarıdır onlar. O kadar çoğaldılar ki, saklayamazlar artık hıçkırıklarını, gözyaşlarını... Babaların da insani duyguları olduğunu, metanetlerinin asaletlerinden geldiğini çok daha iyi anlarsınız, o zaman. Bu gün de istedim ki, bir babalar gününü daha geride bıraktığımız şu günlerde, şehit babalarını bir hatırlayalım. Bundan böyle babalarımızın ellerini öperken, onlara sarılırken, hediyeler sunarken, şehit babalarının da tarifsiz acılarına ortak olalım. Onları da kendi babamız gibi kucaklayalım, bağrımıza basalım. Onlara da evlatlık yapalım. Ve bu trajedinin daha fazla devam etmemesi için taşın altına elimizi sokalım. Aklımızı, sağduyumuzu, geleceğimizi yitirmeden...
NOT: Bu yazı üç yıl önce bir babalar günü münasebetiyle yazılmıştır. Bugün de değişen bir şey yok. Yine terör, yine şehitler, yine ocağına ateş düşen anne babalar. Bugün de babalar günü. Ve evlatlarını toprağa verecek babaların sayısı bir hayli fazla. Artık onlar da cuma babası. Yazımı bir kez daha sayfalara koyma nedenim, içimdeki isyanımı bastıramayışımdandır. Başka ne desem bilmem ki...