Arama

Popüler aramalar

‘’Şehitler ölür!‘’

Türkiye bir ölümler ülkesi. Hayatın ötelendiği, ölümün kutsandığı inanç ve törelere sahibiz. Terör, deprem, trafik kazaları günlük hayatımızın rutinleri arasında çoktandır yerini almış durumda. Öylesine kanıksamışız ki, Güneydoğu'dan her gün üçer beşer gelen şehit cenazeleri artık bir şey ifade etmiyor! Vah, vah bile demiyoruz! Gazeteler şehit haberlerini tek sütundan görüyor. Ancak ve ancak büyük ölçekli bir olay gerçekleştiğinde titreyip kendimize geliyoruz! Olayın vahametini o zaman kavrıyoruz. Bir kaç gün isyan ediyoruz; yürüyüşler, mitingler filan düzenliyoruz. Sonra yeniden hayata karışıyoruz. Bir yeni trajedi daha yaşanana kadar... Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Son bir hafta içinde acı, tsunami dalgaları gibi arka arkaya vurdu tüm Türkiye'yi. Güneydoğu'dan katar katar gelen şehit cenazeleriyle öfke ve isyan duygularımız kabardı.

Duyarlılığımız anlık

Statlar şehitler için ayağa kalktı. Nümayiş hala sürüyor. Ardından depremle bir kez daha enkaz altında kaldık. En az hain kurşunlar kadar hain olan 'hırsız müteahhit-bürokrat' ortaklığına öğretmenleri, öğrencileri, çocukları, bebeleri, ebeveynleri kurban verdik. Tüm Türkiye yardım için seferber oldu. Kulüplerimiz de öyle. Bunlar güzel şeyler. Türk insanının en önemli hasletlerinden biridir acıya ortak olmak. Ama nereye kadar? Göreceksiniz, hepsi bir kaç gün daha sürecek. Sonra unutup gideceğiz, olanları, ölenleri. Giden gittiğiyle kalacak. Geride bıraktıkları da kendi kaderleriyle baş başa... Çünkü bizim gerçeğimiz bu. İhmal, vurdumduymazlık, aymazlık temel karakteristik özelliklerimiz olmuş. Duyarlılığımız da baki değil, anlık. Başa çıkmamız gereken devasa sorun budur.

26 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ahmet Bey'in hayali!‘’

Hayat bir illüzyondan ibarettir. Gördüklerimiz aslında yanılgılarımızdan başka bir şey değildir. Çünkü sadece sahneye odaklanmışızdır. Sahne ise parıltılıdır; eğlencelidir. Genellikle bizi kendi trajedilerimizden, dertlerimizden, kasavetimizden uzaklaştırmaya yarar. Bizi eğlendirmeyi görev edinen oyuncuların sergiledikleri hünerlerin büyüsüne kapılırız. Hipnotize oluruz. İzlediklerimiz bir nevi uyuşturucu etkisi gösterir. Bu şekilde yalın gerçeklerden koparız. Yabancılaşırız. Hem kendimize, hem de ait olduğumuz dünyaya. Bu iki yönlü işleyen bir süreçtir. Sadece kendimizden değil, özdeşleştiğimiz sahne sanatçılarından da uzaklaşırız. Bir yandan onları hayatımızın öznesi, masal kahramanı yaparız; onlara öykünürüz; onların yerinde olmak isteriz. Öte yandan onların sahne arkasındaki trajedilerine yıldızlar kadar uzak oluruz. Çünkü gördüklerimiz, sadece görmek istediklerimizdir. Bu durum futbolcular için de geçerlidir. Zira onlar da sahne sanatçısıdır. Biz sadece kazandıkları paralardan, aldıkları arabalardan ve evlerden, çıktıkları mankenlerden ibaret olduğunu düşündüğümüz şatafatlı yaşamlarını görürüz. Oysa perdenin arkası bildiğimiz gibi değildir. Onların da acıları, düş kırıklıkları, dramları ve yalnızlıkları vardır. İşte hep beraber şahit olduk, Kayserispor kalecisi Gökhan Değirmenci'nin baba acısına. 15 gün önce kendisini izlerken kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden baba Ahmet Değirmenci'nin hayalini gerçekleştirdiği an, genç kalecinin yaşamının en trajik anıydı aynı zamanda. Çünkü Ahmet Bey, oğlunun bir gün İnönü'ye çıkmasını hayal etmişti. Gökhan babasının o hayalini gerçekleştirdi. Ama ne fayda... Gerçekleşen hayal miydi, vasiyet miydi, belli değildi. Bu, hayatın Gökhan'a kurduğu sinsi bir tuzaktı. Ve o da hayatın bir parçasıydı. Hepimiz gibi.

19 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Altyapı felsefesi‘’

Yıllardır Galatasaray altyapısı üzerine üretilen ve yürütülen bir tevatür vardır: Florya futbolcu fabrikası! Gelgelelim, son 15 yılda Florya’dan Emre Belözoğlu ve Arda Turan dışında birinci sınıf futbolcu çıktığını görmedik. Galatasaray, UEFA şampiyonu efsane takımı oluşturan altyapı menşeli oyuncuları hala arıyor. Ancak ne var ki, Florya’dan beklenen patlama bir türlü gerçekleşmiyor. Elbette bunun görünen ve görünmeyen bir çok sebebi var. Benim ilk aklıma gelen ise, yalnız Florya’yı değil, ülkemizdeki diğer kulüplerin altyapılarını da teslim almış olan çarpık zihniyettir. Futbolcu yetiştirmekten ziyade kendi cv’lerini parlatmayı ilke edinen altyapı hocaları, yetişme çağındaki çocukları kaldıramayacakları ölümcül bir yarışa sokarak, yıldız adaylarının daha yolun başındayken bedensel ve zihinsel olarak iflas etmelerine neden oluyorlar. Galatasaray altyapı takımlarının elde ettikleri şampiyonluklarla başlarındaki hocaların kendilerine nasıl kariyer yaptıklarını hep beraber biliyoruz! Keza, geleceğin yıldız adaylarının hayat boyu yakalarını bırakmayan sakatlıklarla nasıl heba olduklarını da... Oysa, futbolun içinde yer alan hemen herkesin artık benimsemeye başladığı ve dünyadaki tüm üst düzey kulüplerde de yaygın olan anlayış, maç kazanmak değil, futbolcu kazanmaktır.

Terim’in Galatasaraylılığı şanstır

İşte bu felsefeyi Fatih Terim’in üçüncü Galatasaray serüveninde sık sık dile getirmesi Sarı-Kırmızılı kulübün geleceğinin inşası yolunda çok önemli bir eşiktir. Florya’yı yeni baştan dizayn etmek için kolları sıvayan Fatih Hoca, bilgisiyle, birikimiyle, tecrübesiyle ve gelişen vizyonuyla 21. Yüzyıl’ın Galatasaray’ını yaratmayı öncelikli hedef olarak belirlemiş durumda. Galatasaray A2 Takımı’nın Denizlispor ile yaptığı maçta buna bizzat şahit oldum. Maçın üçte birlik bölümünü birlikte izlediğim Fatih Terim’in yaşadığı coşkuyu ve heyecanı görünce, Florya için tasarladığı planlarını dinleyince özlemle beklenen ‘2000 Ruhu’nun temellerinin atılmak üzere olduğu izlenimini edindim. Florya’ya, davranış bilimi uzmanından pedagoguna, strateji-taktik belirleyicilerinden egzersiz fizyologlarına, analistinden mentörüne, tesislerin modernizasyonundan sahaların standart hale getirilmesine kadar bir dizi yenilik getirmeyi planlayan Terim Hoca’nın, bu konuda Galatasaray için önemli bir şans olduğunu söyleyebilirim. Zira, çok iyi biliyoruz ki, dünyanın en büyük hocasını da getirseniz altyapı pek umurlarında olmuyor. Ayrıca kendisi de dünyanın en iyi hocalarından biri olan Fatih Terim’in Galatasaray’la özdeşliği altyapının en büyük umududur. Umarım, pusuda bekleyen bir takım iç-dış gizli güçler devreye girip Terim’i kaçırtmaz da, Galatasaray yakaladığı bu önemli fırsatı değerlendirir.

11 Ekim 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bokstaki kimlik bunalımıdır‘’

2008 Pekin’den sonra erkekler bokstaki tek kayda değer başarımız Ankara’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nda Fatih Keleş’in kazandığı altın madalyaydı. Final yapan bir diğer boksörümüz Adem Kılıççı ise gümüşte kalmıştı. Tüm amatör branşlarda ev sahibi ülkelerin madalya almasının bir gelenek olduğundan yola çıkarsak, Haziran ayında kürsüye çıkan iki sporcumuzun ekim ayındaki Dünya Şampiyonası’nda neden ilk turda elendiği daha iyi anlaşılır. Boksta artık çok küçük nüanslar kazananı belirliyor. Burada da hakem faktörü devreye giriyor. Boksta hiçbir branşta olmadığı kadar hakemlerin etkisi yüksektir. Ev sahibi olursanız hakemler aleyhinize daha az hata yapar, misafirseniz de canınız yanar. Bu meselenin bir yanı. Diğer boyutu ise; Türk boksu, Sinan Şamil Sam’ın Dünya Şampiyonluğu ile Atagün Yalçınkaya’nın olimpiyat ikinciliği dışında son 20 yılda zaten kayıptı. Bir sistemi, ekolü yoktu. Bugün de yok. Yeni federasyon Kübalı antrenörleri getirerek boksa bir kimlik kazandırmaya çalıştı. Ancak bunu yaparken de olimpiyat tecrübesi yaşayan Türk antrenörler tamamen sürecin dışında bırakılmamalıydı. Son olarak, Pekin’den sonra boksta yaşanan iktidar kavgalarının da bugünkü tabloda önemli bir rolü olduğunu hatırlatmakta fayda var. Ankara’da havalanan kelebeğin kanat çırpıntısı, Bakü’de fırtınaya dönüştü. Meselenin özü budur.

06 Ekim 2011, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sinan Bey'in gözleri!‘’

Dünyada hiç bir şey takım taraftarlığının yerini alamaz. Sürekli değişim halinde olan insanoğlu, kendisi gibi değişen zamana ve koşullara göre tercihlerini, tutkularını, zevklerini, düşüncelerini; hülasa sahip olduğu her şeyi değiştirebilir. Bir tek tuttuğu takım hariç. Takım taraftarlığı, takım sevgisi bir ömür baki kalır. Değiştirdiğini iddia edenler bile için için ilk göz ağrılarını sevmeye devam ederler. Çünkü o yangın bir kez yüreğini sarmıştır. Söndürmek mümkün değildir. Bir başkadır takım sevgisi. Taraftarlık tutkudur, aşktır. Saf sevgi yeterlidir taraftar olmak için. Sevmek için ise bakmak, görmek gerekmez. Aslolan hissetmektir. İşte budur var oluşun formülü.



Engel, körelen yüreklerdir


Görülmemiş bir kenetlenmeyle bu sezonun da fenomeni olmaya devam eden Fenerbahçe'nin son İstanbul Büyükşehir Belediyesi maçındaki görme engelli taraftarı Sinan Bey, bunu bir kez daha ispatladı cümle aleme. Görmeden de sevilebileceğini, takım tutkusunun yaşanabileceğini gösterdi Sinan Bey, gören gözlere... Onun için duymak, dokunmak, yüreğinin derinliklerinde hissetmek yeterliydi. O coşkuyu, o heyecanı yaşamak için gönül gözüyle bakmayı bilmek gerekiyordu. O da bunu çok iyi biliyordu. Tanrı belki ondan renkleri, görüntüleri esirgemişti; ama bu Fenerbahçe'ye tutkuyla bağlanmasına ve şu zor günlerde takımının yanında yer almasına engel değildi. Çünkü engel, görme yeteneğini kaybeden gözlerde değil, körelen yüreklerdedir ancak...

05 Ekim 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Terim etkisi‘’

Fatih Terim Galatasaray’ın en önemli sorununu çözmüş gibi. Çünkü Galatasaray’da bu sezonun en önemli değişimi hiç kuşkusuz duran top organizasyonlarındaki başarı grafiğinin yükselmesidir. Geçmiş yıllarda duran toplardan hiç bir pozitif değer üretemeyen Sarı-Kırmızılı takım bu sezon ise bambaşka bir görüntü sergiliyor. Selçuk’un kullandığı tüm duran toplar rakip kale için büyük tehlike yaratıp gol ve goller bulunurken, rakibin kazandığı duran toplarda da doğru yerde, doğru zamanda, doğru hamleler yapılarak olası tehlikeler savuşturuluyor.

Gelgelelim Galatasaraylı futbolcuların aynı başarıyı oyun içi organizasyonlarda tekrarladığını söylemek mümkün değl. Çok iyi mücadele ediliyor, rakibe sahanın heryerinde pres uygulanıyor; bunun sonucunda da rekor sayıda top çalınıyor. Ancak kazanılan toplar aynı beceride kullanılamıyor. Sanki bir kopukluk, bir ahenksizlik, bir uyumsuzluk var gibi. Rakip kaleye ağır aksak ilerliyor Sarı-Kırmızılı takım. Fatih Terim’in takımlarında görmeye alışık olduğumuz o akışkanlık henüz oluşmamış. Tabii bunlar zamanla yerli yerine oturacak faktörler. Şu an için önemli olan, oyun disiplinin üst düzeyde olması ve yenilerin her geçen gün biraz daha takıma adapte olmaları. Özellikle de Engin Baytar’ın. Transfer edildiğinde kafalarda soru işaretleri yaratan ve camianın büyük bölümünün karşı çıktığı tecrübeli futbolcu, yorulup sahadan çıkana kadar gerek hücumda, gerekse defansta kusursuza yakın bir performans sergiledi. Son bir cümle de Ankaragücü için kurmak gerekirse; Melih Gökçek-Cemal Aydın ikilisinin yerle yeksan ettiği Başkent ekibinin bu haliyle ligde kalması mümkün değil.

03 Ekim 2011, Pazartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Baş rol hakemlerin!‘’

Bir futbol müsabakasını anlamlı kılan en önemli unsurlardan biri de hakemlerin maç içinde hiç gözükmemesidir. Hakem karşılaşmada gözükmediği kadar başarılıdır. Eminim bu prensibi eğitmenler her seminerde hakemlerin kafasına mıh gibi çakıyordur. Gelgelelim pratikte tam tersi bir görüntüyle karşı karşıyayız. Son yıllarda büyük aşama kaydeden ve bunun sonucunda daha sık boy gösterdikleri uluslararası arenada başarılı maçlar yöneten hakemlerimiz, iş yerel lige gelince anlaşılmaz bir otorite sorunu yaşıyor. En ufak itirazda kartlar havada uçuşuyor. Bazı hakemler maçın önüne geçmek sanki özel bir çaba içindeymiş gibi görüntü veriyor. Bunu da genellikle kartlarına başvurmak suretiyle yapıyorlar. Yeni kuralların verdiği yetkiyi kötü kullanıyorlar.

Kartla otorite olmaz

Oysa Türk futbolunu allak bullak eden şu şike soruşturması sürecinden de eli en güçlü çıkanlar onlar. Gelgelelim, gücün baş döndürücü sarhoşluğuna kapılmış gibiler. Sadece şu rakamlar bile hakemlerin işin dozunu nasıl kaçırdığının göstergesi. Geçen yıl ilk 4 haftada 3 kırmızı kart çıkmış. Bu sayı bu sezon aynı periyotta 14'e yükselmiş. Sarı kartta ise bir denge söz konusu (176'ya 175). Kırmızıdaki bu anormal artışın itirazlara kolayca çıkan sarı kartlardan kaynaklandığını hep beraber izliyoruz. Hakemin otoritesini sarsma girişimleri elbette cezasız kalmamalı. Ancak hakem de otorite sağlamak için kartlarını silaha çevirmemeli. Unutulmamalı ki, otorite kurmanın yolu adaletten geçer. Adil hakem güven verir. Güven de saygıyı getirir. Saygı ise otoriteyi. Altın kural budur.

28 Eylül 2011, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Cumhuriyet kadınları‘’

Evet, Türkiye kadına şiddetin uygulandığı ülkelerden biridir. Kadını ikinci sınıf varlık olarak gören inanç sistemlerine, geleneklere ve ataerkil yapıya da sahibiz. Hatta kadını 'yok' sayan vahşi töreler de hala hüküm sürüyor bu ülkenin değişik coğrafyalarında... Kadın haklarına dikkat çekmek için 'Kadının Adı Yok' diyen rahmetli Duygu Asena'nın haklığı bugün de sürmektedir. Kadının ekonomideki, sosyal hayattaki etkinliği ve rolü konusunda gelişmiş toplumların gerisinde olduğumuz da yakıcı bir gerçektir. Lakin, bütün bunlar kadının toplumun harcı, mayası, temel direği olduğu realitesini değiştirmez. Bunu anlamamız için o toplumun iç-dış saldırıya uğraması ve sendelemesi yeterlidir.

Atatürk'ten kalan miras

İşte o zaman görürsünüz, kadının yıkılmaz bir abide gibi nasıl dimdik ayakta kaldığını... Bir topluma ne zaman diz çöktürtmeye çalışılırsa en önde hep onlar olur. Belki hala 'Adı yoktur' ama Türk kadının yüreği, onuru, cesareti ve direnci vardır. Bu Kurtuluş Savaşı'nda böyleydi, bugün de... Yarın da böyle olacağından hiç kuşkunuz olmasın. Buna dünya şahittir. Salı günkü 'Şükrü Saracoğlu kıyamı' da bu tarihsel gerçeğin tezahüründen başka bir şey değildir. Türk kadını 'Cumhuriyet kadını'dır. Ve cumhuriyetine her ahval ve şeraitte sahip çıkar. Çünkü bu aidiyet duygusu, Atatürk'ten Türk kadınına kalan en değerli mirastır. Bundan dolayıdır ki, yıkamazsınız; yıktırmazlar; bu topraklar üzerinde kurulan hiç bir cumhuriyeti!

24 Eylül 2011, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI