Arama

Popüler aramalar

‘’Biri, güzel futbol mu dedi?‘’

Chelsea’nin defansa öncelik verirken Wright Philips, Robben gibi yaratıcı açıklarla hücum organizasyonları kurması ile tüm maç bir iki pozisyon peşinde koşan sinsi ve itici Yunanistan stilini bir tutamayız. Chelsea’yi eleştirenlerin Liverpool’un Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu büyük bir sarhoşlukla kutlamasının altında o kulübe olan manevi bağlılık ve İstanbul yatıyor olmalı. Tamam, 4-3’lük final tek maç olarak her şeyi yaşattı. Ama o noktaya gelene kadar aşırı ketum oynayan Liverpool hakkında karar vermemize yeter mi? Bizim ülke kriterlerimize göre aslında Liverpool ve Milan’ın o finale çıkmasına lanet okumalıydık. Boğaz ve Olimpiyat tepesi havası çarptı deyip geçelim. Genelde Türkiye içinde güzel futbol ifadesi, skora veya kazananın kim olduğuna göre kirletiliyor. Tek maçlık ve takım sempatisine dayalı. Artık kriterleri duyalım. Herkes tanımını yapsın. Nedir? Bol gol mü? Tempo mu? Fazla plan ve disiplin olmadan paldır küldür koşuşturmaca mı? Seyircinin heyecanını yansıtması mı? Uzun top mu, bol pas mı? Yerden oynamak mı? Topun tek takımın kontrolünde olması mı? Bir takımın diğerine hükmetmesi mi? Bu hakim olma durumu da yeterli cevap değil. Tek bildiği ileri uzun oynamak, az pasla ceza alanına inmekse ne diyeceğiz? Oysa Real Madrid gibi hipnotize edici pas bağlantısı yapabilmek veya Barcelona gibi driplingle, ele avuca sığmaz teknik forvetlerle boğmak da olabilir. Duran toplardan gol atarak maç kazanmak bunu kirletir mi? Bir takımdan her maç “güzel oyun” beklenebilir mi? Dünyada kaç takım kendi liginde dahi her maç iyi oynayabiliyor veya kaç takım rakip kim olursa olsun kendi futbolunu kabul ettirebiliyor? Barca, Real Madrid, Brezilya. 5 tane sayabilir misiniz? Yorumcuların kararsızlığının aynası bu sorular. Peki Fenerbahçe-Beşiktaş maçının güzelliğini yaşayabildiniz mi? Maçın hoşluğu üzerine neler duydunuz ve okudunuz? Fenerbahçe yense ne olurdu? Chelsea-Barcelona veya benzer maçları Türkiye’deki takımları ezmek için kullanmak nasıl bir futbol sevme tavrıdır? Ya da Fenerbahçe’nin 2.5 senedir iyi futbol oynamadığını söyleyebilmek? Güzelliğin derecesi belirlensin. Brezilya zirve ise Fenerbahçe ne olmak zorunda? Kaç yılda, hangi aşamalardan sonra?Oysa Roma’nın heyecan verici gelişimini, Fiorentina’yı, Udinese’nin isyankar çıkışını, Villereal’in tarzını oluşturmasını, Lyon’un hikayesini maç maç takip etmek, onları tanımak hep güzel futbol oynamasalar da ne büyük keyiftir. Güzel futbolu teknik direktör veya takımları küçültme bahanesi olarak kullanacaksanız, esas anti-futbol sizsiniz demektir.

02 Mart 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Herkesin derdi başka‘’

2 hafta önceki Malatyaspor-Galatasaray maçının seyri ilginçti. Galatasaray ilk yarıda, en hakim olduğu maçlardan birini çıkardı. Hücumu iki kanada da genişleterek oturttular. Genç Aydın’ın sol taraftaki sade ve verimli taşıyıcılığı onlara alternatif plan imkanı verdi. Volkan, Hasan Şaş ile her topun adamıydı. Ama 2. yarı terse döndü. Daha doğrusu 60. dakikadan sonra. Yüklenemediler, hakim olamadılar, güven kaybettiler. Malatyaspor da işi kanada yayarak bitirebileceğini farketti. Galatasaray’ın 2. yarıda bu pasifliği yaşayacağı tahmin edilmez bir durum muydu? Değil. Fenerbahçe’nin aksine daha çok yedeği olan bir kadroları var; ama performansına uzun süreli güvenemeyeceğiniz bir yığın isimle dolu. Hepsi de orta saha. Volkan, Hasan Şaş, Ayhan, İlic, Heinz... Hatta Ayhan. Saidou’yu dışarda tutmalıyız. Üç beş maç üst düzey oynayıp, sonra kaybolabilecek isimler. Altan’ın da derdi buydu. İstikrar. Bırakın Saidou’yu, Song’suz dönemi bu kadar az hasarla geçmeleri şaşırtıcı. Zira Song varken etrafındaki herkes “iyi” ünvanını kapabiliyor. Ama o olmadığında, zaten orta saha desteği alamayan beklerin savunma yetersizliği ortaya çıkıyor. Ya da bir takım için en kritik şey olan stoperlerin uyumunu Song’suz herhangi bir formülde yakalayamıyorlar. Song orta alanda Saidou’ya kalan derin boşluğu kapatmaya katkı sağlayabiliyor. Ancak kanatları bolca kullanan rakipler delebiliyor. Song’u göbekten ayırıp kanat kademesine zorlamak, tüm defansı bozmak demek. Ya da atağı çapraz paslarla açmak... Bunu yapabilen az sayıda takım, daha doğrusu az sayıda orta saha oyuncusu var.Defans ve orta daha bloğu böyle çetrefilli tablo içinde. Ama son noktada en bitirici ve süprizlerle dolu Türk golcüler de onlarda. Bunu şimdiye kadar çok iyi değerlendirdiler. Taktik hata yapan rakiplerine bedeli ağır ödetiyorlar. Mesela Gaziantepspor onları yarı sahasında karşılayıp yenmeye çalıştı, çizgiye yakın savunma ile kademesiz dikildi. Galatasaray’ın bol orta saha paslı, sete yerleşmiş planlı hücumlarının olmayışı onların gelişimi için soru işareti. Futbol, defansif orta sahaların başrolü kaptığı bir süreç yaşıyor. Galatasaray’ın bu bölgeyi oyununa ve planlarına yeterli miktarda katamaması uzun vadede etkisini gösterecek bir zaafiyet. Yıllardır Hakan Şükür merkezli uzun topla, gerektiğinde şişirerek ve karambol yaratma temelli oyun felsefesini öyle veya böyle kimlik haline dönüştürdüler. Bu hala birçok takıma karşı işe yarıyor. Ama eskiyor.Beşiktaş için ise ne söylesek yanılırız. Beklerde ilk 11 için dahi garanti adamı olmayan ve tek pozisyonda oynayabilen bir yığın stoperle dolu sezon başlangıcı kadrosu bir yılda toparlanamaz. Kupada İnegölspor’a mağlup olmaları bizim ölçülerimizde facia olabilir. Ama Tigana için rastlanabilir ve normal bir olay. Futbolu olduğu gibi kabul edenler için de öyle. Sezonu idare etme dönemindeler. Her skoru alabilirler. Tigana’nın iyi işler yapabileceğine inanmak yanlış değil. Ama teknik direktörlerine güven ve ileriye dönük plan yapma cesareti vermeyen, futbolcuyu teknik adamın üstüne çıkaran yönetim ortamında onun da pek şansı yok.Fenerbahçe ve Trabzonspor da diğer yazıya...

16 Şubat 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’İki takımın ettiği‘’

Zaragoza kupa maçının ilkinde evinde 4-2 üstünlük kurmuştu. 2. maçı seyredip, Ronaldinho’nun 38. dakikada atılışına takılanları uyaralım. İdeal kadrolu bir Barca vardı. 4 golün 3’ünü 4 dakikada yemiş olmaları büyük problem. Çizgi defans yapıları ise feci. Zaragoza, bunu çökertme zekasını sergileyebilecek bir takımdı. Sallanmadan kontrataklara çıkabiliyorlar. Atletico Madrid gibi. Zaragoza böyle işte. Son 2 sezonun en çok gol yiyen takımlarından. Kupa sistemi için yaratılmışlar. Merhametleri yok. Sabırlılar, rakibi nasıl cezalandıracaklarını iyi biliyorlar. 2004 kupa finalinde Real Madrid’i 3-2 yendikleri maçı hatırlayalım. Gol yedikçe atan, hırs ve agresiflikleriyle rakibin sinirini bozan, inatları ile taşı eritecek bir oyun sergilemişlerdi. İspanya Süper Kupası’nı, şampiyon Valencia’ı dağıtarak kazanmaları Valencia’nın kriz döneminin başlangıcı olmuştu. O kadrodan kaleci hariç 5 kişi, Barcelona karşısında ilk 11’de sahadaydı. 3’ü sonradan oyuna girdi. Forvetlerini yenilediler, Diego Milito ve Ewerthon’un toplam 19’ar golü var. Bu arada o dönemlerin golcüsü David Villa, şimdi Valencia’da. Hafta sonu orta sahadan dönerek Deportivo’ya haylazca bir gol attı. Zaragoza’ya 2. ligden gelmişti. İspanya’nın en formda golcülerinden.Teknik direktörleri Munoz ile 2.5 senelik beraberliklerinden memnunlar. 4-2-3-1 ağırlıklı anlayış, gidenin yerine adam alarak işlemeye devam ediyor. Defansları aynı, defanstaki zayıflıklarında az buçuk düzelme var. Rövanşta 10 kişi kalan Barca canlarını epey sıktı, ama geri alandaki boşluğu reddetmediler.Gelelim Atletico Madrid’e. Unutmadan, Atletico’da genelde yedek oturan, ama Barca maçında kritik rol üstlenen Galletti de Zaragoza’nın kemik isimlerindendi. Fenerbahçe’ye de UEFA Kupası’nda sevgilerini yollamıştı. Luccin, 2 yıl önce Beşiktaş’ın iyi yabancı tercihlerinin bir parçasıydı; ama ikna edemediler. Beşiktaş’ın hala defansif orta sahada sancısı var. Luccin ve İbagaza, orta sahadaki oyun kurucu-savunma işbirliğiyle maçı çözdüler. Petrov-Torres ve Galetti ile yaptıkları her kontratak çıkartması, golü koklattı. Evet, Edmilson, Belletti yoktu. Ama herkes biliyor ki, esas Ronaldinho ve Etoo yoktu. Şampiyonlar Ligi finaline aday gösterilen, bu sezon rakiplerin şevkini kıracak seriler yakalayan bu takımın, iki isme bu kadar bağlı olması ve yerlerini dolduramaması suç mu, zaafiyet mi, normal mi? Mourinho’nun elindeki bu 3 maçın kasetleri, gün saydığımız Chelsea-Barcelona eşleşmesini bir futbol ansiklopedisine dönüştürecek verilere sahip.Zaragoza’dan, Atletico’dan bana ne demeye 3 yönden hakkımız yok: Birincisi, Barcelona’nın tartışılmayan ve dikkat edilmeyen sorunlarının üzerindeki boyayı kazıdılar, ikincisi taktiksel anlamda nefis veriler sundular, üçüncüsü Türkiye’de futbol gerçeklerinin değil hurafe ve dedikoduların konuşulduğunu gösterdiler. (Hatırlatma: Zaragoza geçen sezon Fenerbahçe’yi UEFA Kupası’nda eleyen ilk köy takımı olma ünvanını kazanmıştı.)

09 Şubat 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Pete, neredesin?‘’

Fenerbahçe’nin deplasmanda yendiği takımlara zincirleme hatalarla kaybetmesinde, bahsedecek çok şey var. Ama bulaşıcı olduğuna inanmaya başladığımız serbest atış kaçırma hastalığını, genel olarak oyuncuların performansındaki düşüklüğü, gülü seven dikenine katlanır Mrsic’in tatsız günlerini yaşamasını, Kambala’ya Petersburglular’ın savunmalarıyla Shaq muamelesi yapmasını değil. Ya da gözalıcı bir Galatasaray maçı sonrası depresyona giren iki genç yetenek, Semih ve Hakan’a bakarak oyuncu yetiştirmenin ve oynatmanın ne kadar zor olduğunu da değil (Aydın Örs’e bu konuda sabırlar diliyorum).Mesela Sibirya soğuklarının olduğu geçen haftadan bahsedelim. BC Kiev maçında kapşonlar başta, atkılar boyunda, büzüşerek, ayakları yere vurarak, burnunu çekerek maç izlemeye çalışan insanlar vardı. Oyuna girmek için eşofmanını çıkaran Erdal’ın, elini ısıtmaktan Aydın Örs’ü dinleyebildiğini zannetmiyoruz. Aylardır finallerin salonu Abdi İpekçi bu haldeydi. Federasyonumuz salonlara kar yağdırıp erteleyebilir, ama elin FIBA’sı bu bahanelere papuç bırakmıyor. Neyse ki, St. Petersburg maçında durum düzelmişti de rakip kendisini evinde hissetmedi. Bu manzara, Fenerbahçe’nin yarasına tuz bastı. Yani salonsuzluğuna.Petersburg maçı öncesi büyük ekrana Fenerbahçe’nin ilk ve tek şampiyonluğundan kesitler, Galatasaray ile çekişmelerinden anlar, “ah onun gibisi gelmedi” denen Pete Williams, Larry Richard görüntüleri yansıtılıyordu. Basketbolun en acı kaybı Spor Sergi’deki görüntüler...TRT3, cimriliğini bir kenara bırakıp elindeki o benzersiz arşivi bazen bizimle paylaşıyor. 1991 yılındaki Tofaş-Fenerbahçe final serisi gibi. Ajanslara da kulüp takımlarının pota hasreti haberleri düşüverdi. Artık kimse en son ne zaman şampiyon olduğunu hatırlamıyor. Fenerbahçe, bu ünvanı kapan son kulüp takımı. O yıldan beri 2 müessese takımı, Efes Pilsen ve Ülkerspor, araya kaçan yaramaz müessese Tofaş’a izin verip ganimeti paylaştı. Kulüpler ne yaptı? Bu tekelleşmeye karşı mücadele verdikleri söylenemez. Birşeyler yapmak istediklerinde, ki çoğunlukla Fenerbahçe ayakta durmak için en çok inat eden kulüptü, hep hatalı projeler ürettiler. Basketbolun yaşaması için sürekliliği olan kaynak yaratılmalıydı, yapılamadı. Aslında 100. yılda ulaşılması hedeflenen şampiyonluk fırsatları (hem de Avrupa’da) kaçırıldı. 90’lardan sonra en elde edilebilir olan Avrupa kupasıydı. Yılların yanlışları birkaç senede düzeltilemez. Hele salon yokken, en önemli maçı kendi televizyonundan yayınlanmazken. Belki tek doğru, uzun vadede, altyapı ile başarıya inanan bir ekibin iş başında olması.

02 Şubat 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Buz üstünde‘’

Bir sezonda 3 takım değiştiremez kuralını sadece bu sezonluk (o da 5 ay) bozup Kürşat’ın Trabzon’dan Ankaraspor’a geçişine imkan sağlayan Ulusoy federasyonu bir çare bulur. Olmadı ligin kalanını gelecek sezon başına erteleriz.Dönelim Sibirya soğuğu öncesine. Kar gümrüğe birkaç gün takıldı da en azından ilk hafta maçları oynandı. Dokunulmaz, yenilmez diye nam salan Chelsea ve Lyon evlerinde berabere kalırken Gençlerbirliği maçında kimi zaman Chelseavari havalara bürünüp, rakiplerin sinirini bozan Fenerbahçe vardı. Maç öncesi kadro anonsunda “Rüştü” denildiğinde, elinde ilk 11 kağıdı olmayan herkes şaşkın şaşkın birbirine baktı. Oysa hiç rahatsız edici değildi. Çoğunluğun yorumu ve isteği üzerine Schalke maçındaki hatası sonrası Volkan takımdan kesilseydi, kaybedilirdi. Şimdi ise sindire sindire bir mesaj var. Rüştü’nün sabrına, emeğine ve hazırlık dönemi performansına ödül var. Bir ödül de Appiah’a verildi. Daum onu bitime az süre kala kenara aldı ve alkışlattı. Yaptığı fedakarlığın farkında olan taraftarların şükranlarını sunmasını istedi. Yeni defansif orta saha Ümit’in ilk yarıda bu mevkide oynamayı unuttuğunu düşündük. Mahmurluğuyla göbekten verilen boşluklar stoperleri strese soktu. İkinci yarıda alıştı. Herkes Deniz’in solbekliği üzerine korku hikayeleri yazıyordu. Deniz, sonuçları mükemmel olmasa da ne zaman ileri çıkıp ne zaman geride kalması gerektiğinin ayarını iyi yaptı. Bizler için ve Nobre için bir imkansız yine gerçekleşti. Anelka ile ileride sağa ve sola yaklaşarak oynayan forvetken, ikinci yarıda safkan bir sağ açık oldu. Golcülük gururunu bastırıp, defansta kademeye girdi. Kendini aşmak için gösterdiği çaba omuzu düşen futbolculara mesajdı. Galiba Appiah’ın milli fedakarlığı herkese ayrı bir hava getirmiş. Yine de Tuncay ve Nobre’nin defansa olağanüstü yardımları olmasa bu maçta Fenerbahçe ciddi mide ağrıları geçirirdi. Tuncay’ın kademe başarısı, onun için bir kimliğe dönüşmeli. Hala yapabilir. Ancak bu şekilde komple ve üst seviye futbolcu olunabilir.Fenerbahçeli futbolcular bu sefer birbirine yakın oynamayı başardılar. Anelka kötüydü. Tam ayağına layık birebir çapraz vuruşlar buldu, cılız kaldı. Hala yeterince top alamıyor, ama kaybetmeyeceği topları kolayca verdi. Gerçi biraz daha damarına bassalar, itip kaksalar kendine gelirdi. Tek forvetlik ona göre değil. Sağdan soldan Önder icin “Nesta gibi” benzetmeleri yükseliyordu. Nesta’nın iyi, ama abartıldığını düşünen biri olarak güldüm. Önder resital sundu. İtalyanlar başta olmak üzere onu istemeyecek takım var mıdır? Yukarıda eksik kalan detaylara rağmen ne görüyorsunuz? Problemler olsa da farklı mevkilerde kullanılabilen bir yığın futbolcu. Bu nasıl oldu?Fenerbahçe’nin kadrosu dar. Yani herkese ihtiyacı var. Bir gün Hanefi, bir gün Kerim, bir gün Kemal, bir gün Olcan, bir gün Volkan ya da Rüştü... İçine kapanıp şikayet etmek, küsmek için pek vakitleri yok. Futbol hep yeni kapılar açar, ama süratle de kapatır.

26 Ocak 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’İzle izle bitmiyor‘’

Bu ortamdan futbol sistemsizliğini değiştirecek çözüm çıkmayacağını bildiğim için seçimlere eğlence vesilesi olarak bakıyorum. Pek fazla izlemediğim bazı programları da izler oldum. Tabi en faydalı tarafı, pembe diziyi yorumlayanların bir kısmının aslında o dizideki karakterlerden farklı olmadığını anlamaktı.Bakan Mehmet Ali Şahin’in Haluk Ulusoy’a yaptığı uyarılar sonrası “siyaset spora bulaştı” diye isyan eden kulüp yöneticileri, yorumcular var. Oysa Ulusoy’u doğurup büyüten, besleyen de siyasetti. Hasretle anılan o başarılı milli takım döneminde, futbol dibine kadar siyasete batmıştı. Yaşadığımız bu “aydınlanma dönemi” kutlanmalı. Ama önceki yıllarda kör gözümüze sokulan parmakları itinayla temizlemek lazım. Niye o parmaklar ısrarla sokulurken gık çıkmadı, adaletin hatırı sorulmadı; yüzleşmek lazım. Başarı diye sineye çekilenleri kusmak lazım. “Siyaset futbolu rahat bırak” derken, yan sayfada “Batık kulüpleri devlet parasıyla kurtarma” projeleri üretmek ve bunları savunmaktan, belediye kaynaklarıyla ayakta kalan bir yığın kulüp yaratmaktan da vazgeçmek lazım. Dizideki diğer taraf ise fazla miktarda “ben” demekten yorulan Ayhan Bermek. Yanında da, önce Ulusoy ile görüşen, sonra “yokum” diyen, ardından da Bermek’in listesine giren Hasan Doğan. Yani Levent Bıçakçı federasyonunun esas başkanı! Mevcut federasyondan birçok isim de yeni listelere giriyormuş. Mehmet Özdilek’e bir teşekkür borçları yok mu?Mehmet Ali Şahin’in daha önce dediği gibi “Sürüden ayrılanı kurt kapar”, ama ortada sürü varsa! Sürüden ayrılan, beğenilse de beğenilmese de en istikrarlı ve duruşu belli olan taraftı. Fenerbahçe köşesinde yazmak kısıtlıyor. Ama çocukluğumdan gelen güreş sevgime ihanet edemem. Bir yığın sorunlara ve sıklet değişikliklerine rağmen 10 yıl sonra 3. Dünya Şampiyonluğunu elde eden ve AIPS tarafından 2005’te yılın güreşçisi seçilen Hamza Yerlikaya’ya geç de olsa saygılarımı sunmalıyım. Hamza’nın daha Çin’de öpeceği 3. olimpiyat madalyası var. Ve o hala Karalin’in tek varisi.

19 Ocak 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gözden ırak‘’

Teknik adamların isyanı kendi açılarından doğru. Resmi maçlarda dahi uzatmalar futbolcular ve izleyiciler için külfete dönüşmüşken, hazırlık maçlarında hiç çekilmiyor. Sezon öncesi veya devre arası turnuvaları diğer ülkelerde de tercih ediliyor. Marka olan kulüpler son dönemlerde ABD veya Uzakdoğu’da geziniyor. Saat farkı, uzun yolculukların getirdiği yorgunluklar ve ağır maç programı eleştiriliyor. İşin ucunda para ve popülarite olduğu için takımlar mecburen kazanmaya odaklanıyor. Sık aralıklarla veya haddinden fazla ciddiye alınan maçlar oynamak ne kadar faydalı? Türkiye’de bunun yol açtığı ilave bir tehlike daha var: Gözönünde olmanın verdiği yıpranma... Fenerbahçe’nin belki de teknik direktör Christoph Daum ile yerleştirdiği en önemli politikalardan biri, devre arası hazırlıklarında Efes Cup gibi turnuvalardan uzak durması... Şimdilik!Şu teşhislerimiz Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray için abartı değil: Mümkün olduğu kadar sükseli takımlarla hazırlık maçı yapılmamalı... Lig öncesi bir, belki iki tane iyi bir tercih. Bu da özellikle İstanbul’da olmamalı. Zira kamuoyu ve basının ilgisiyle sıradanlıktan çıkıyor. Her sonuç abartılıyor ve futbolcular da bu havadan kendini kurtaramıyor. Kendini ispatlama savaşına dönüştürülüyor. Oysa yabancı rakipler için bu sadece bir hazırlık... Skorun, ona nasıl ulaştığından veya ne yaptığından önemli hale getirilmesi bir teknik direktör için kabustur. Daum’un Everton maçı sonrası yüzündeki ifade ve farklı skordan duyduğu rahatsızlık gibi... Lige bir hafta kala İstanbul’da böyle bir maç oynamak hataydı, belki de bedeli açılış maçında Gençlerbirliği’ne karşı puan kaybı oldu. Neredeyse amatör takımla oynanan maçın dahi televizyondan yayınlanması ayrı bir sıkıntı. Yıllar bize şunu gösterdi ki; Türk takımları ne kadar gözden ırak olursa, o kadar verimli çalışıyorlar ve istenenler çok daha rahat uygulanabiliyor. Mahremiyet, sağlanması gereken ilk koşul... Fenerbahçe futbol takımının son 2.5 yılında en öne çıkan değişimlerden biri de bu...

13 Ocak 2006, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çılgın taraftarlar‘’

Vieira gitmişti, ama Arsenal’in ilk 11’i, tedbirli olmanın korkuya kaydığı bir yığılmaydı: Reyes ve Pires kanatlara geçerken Gilberto Silva-Fabregas ve Hleb gibi defansif orta saha vasıfları hücumları kadar gelişmiş tüm adamlar vardı. 5 üst klasman kişiyle kurulmuş bir orta saha! Oysa karşılarında yıllardır Keane’e alternatif yaratamamış, şimdi Keane’siz kalmış bir Manchester United vardı. Alan Smith’i bu bölgeye kaydıracak kadar çaresizleşen bir Manchester, ki Smith de kadroda değildi. Tek dayanakları Scholes da yoktu. Fletcher ve O’Shea gibi çalışkan, ama yeteneği sınırlı iki adamla idare etmeye çalıştılar. Kanatlarda da mazide kalan Giggs ile disiplinsiz Ronaldo... Bu kısır Manchester orta sahasına 5 tane üst düzey adamla dikilen Arsene Wenger’in, havanda su dövmüş olması ne kötü. Chelsea’ye karşı da benzer ‘kalabalığı’ tercih etmişti. Ama yetmeyebiliyor, işlemiyor, tat vermiyor. Dünkü gibi. Bunun, sadece oyuncuların kalitesiyle ilgili bir verimsizlik olmadığını yine ispatladılar. Fenerbahçe’nin pek incelenmeyen sorunu da bu... Sezon öncesi defansa dönük bir orta saha ararken en son 3 isim yansımıştı: Maldonado, Mozart ve Appiah. Farklı özellikleri olan, çalışkan, savunma becerisi yüksek ve top kullanabilen futbolculardı. Yani tespit ve liste doğruydu. Sonrasında Appiah-Aurelio-Selçuk’lu 3’lü bloğun ne kadar iş yapacağı üzerine yürüttüğümüz tahminler de... Bir süre sonra bu işin o kadar kolay olmadığı görüldü. Alan paylaşımını iyi yapamadılar. Genelde hepsi en başarılı olduğu bölgeye, ortaya yığıldılar. Oysa en büyük sorun beklerin önünde kademe yapacak adamların olmasıydı. Aurelio’nun daha sağ açık gibi olması bu işi biraz düzeltebilirdi. Selçuk’un topu en iyi yön değiştiren futbolculardan biri olmasına rağmen savunmada beklediğimiz fizik dirence ulaşamaması, adam takip etmemesi özellikle Avrupa maçlarında telafi edilmez sonuçlar doğurdu. Orta saha uyum sağlanamazsa, hareket özgürlüğünü kısıtlayan kuru kalabalık haline dönüşüyor. Takımın etkinliğini bir anda aşağıya çekebiliyor. Ligde bu bölgedeki verimsizlik ancak detaylı incelendiğinde farkedilebilir. Ama Şampiyonlar Ligi’nde izlerken bile netti. Hücuma çıkarken kimi zaman forvetlerin, kimi zaman da orta sahanın kaptırdığı toplar bir yana, o topun peşinden koşmamak, savunmayı can evinden vurdu. Defans-forvet arasında kalabalığa rağmen yaratılan bu boşluk Schalke, Milan maçlarını koparan temel noktaydı. Adınız ister Real, ister Bayern olsun. İleri giden, geriye de süratle dönmek zorunda.Fenerbahçe aslında hücuma iyi çıkabilen orta sahaya sahip. Appiah’ın oyunu yönlendirme ve tek top yeteneği sadece Everton maçında tam anlamıyla izlenebildi. Henüz bu bölge iyi işlemediği için ceza alanındaki sürpriz golcü olarak istenildiği kadar destek veremiyorlar. Lyon, Chelsea, Real Madrid, Juventus, Liverpool ve birçok üst düzey başarılı ekibin en büyük silahı ise budur: Orta sahaların ceza alanı aktifliği.

05 Ocak 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI