‘’'Pas oyunu’ dersleri!‘’
İlk yarı boyunca gördükleri karşısında memnunluk duyacak az sayıda birileri varsa ülkede onlar Galatasaraylılar olmalı. Öyle ya, milli takımı sahada tutan sadece bonservisine 36 milyon Euro harcadıkları Uğurcan Çakır’dı! İki takım arasındaki fark belirgin olmasına belirgindi ama bunun nedenleri üzerine kafa yoranımız kaç kişi, işte orası meçhul. İspanya takımı pas oyunuyla bizimkileri topun peşinden koşturup dururken gerektiğinde geri, gerektiğinde yana paslarla sükunet içinde hücuma hazırlandı. İlk devre attıklarından daha fazla kaçırırken ceza sahası çevresi ve içinde birbirlerini bulmakta en ufak zorluk yaşamadılar. Pas konusunda o denli gelişmişlerdi ki, yanlarına yaklaşıp atak başlangıçlarını engellemek için ‘Taktik faul’ yapılmasına dahi izin vermediler. Devre bittiğinde milli takımın faul yapma sayısı sadece üç idi. Öyle bir ilk devre düşünün ki, kimin nerede, ne zaman bulunacağını ve bulunduğu yerde nasıl davranacağını otomatikleştirmiş olan İspanya tempoyu yükseltmeden 3 gol atıp fazlasını kaçırdı. İkinci devre de ilkinden farklı değildi. Çocukluklarından bu yana pas oyunu konusunda eğitilen İspanya Miili Takımı oyuncuları tek tek yetenekli olduklarını gösterme ihtiyacı hissetmeksizin toplu oynama becerileriyle 6 gol buldu.
Yetenek değil bilgi
Peki ya biz? Sadece moral değerlere güvenmekten, motivasyonu en yüce değer bellemeyi bırakmadan, öğrenme aşamasına terfi etmeden seviye atlamanın mümkün olmadığını anlayacağız ama zaman da çabuk geçiyor maalesef. En yetenekli bilinen Arda Güler ya da Hakan Çalhanoğlu gibi oyuncularımızı görünmez kılan pas oyununu doğru kavramadan sınıfı geçmek mümkün olmaz. Kısacası… Paraların har vurup harman savrulduğu ülkemizde oyunun yetenekten daha fazla bilgiyle oynanması gerektiğini gösteren bir maç izledik hep birlikte. Bu maçtan neler öğrenildiğini ise Bulgaristan ve Gürcistan maçlarında göreceğiz
‘’İspanya öncesi ‘tespit’ maçı!‘’
Dün akşamki maç baştan sona çok şey anlatıyordu anlayana. Örneğin, sahanın piyasa değeri en yüksek oyuncusu ev sahibindeydi. Ancak Kvaratskhelia maç boyu son an hariç haniyse nefes dahi alamadı! Diğeri ise ilk 11 açısından birbirine yakın piyasa değeri olan iki takımdan daha düzenli oynayan bizim Milli Takım, ilk devre boyunca son an hariç hem pozisyon vermediği gibi fazlaca pozisyon bulamasa da iki gol attı. Yani bu oyunu sadece ‘’para’’ oynamıyordu ve gol için neredeyse bir takıntı hale getirilmiş ‘‘Her maç önde baskı oyunu’’na gerek yoktu. Benzeri tutarlılık ikinci devrede de sürdürülünce zaten kendi sahasında dağılmış olan Gürcistan takımı çıkışta hatalı pas yaptı ve Arda Güler, Yunus Akgün, Kerem Aktürkoğlu üçgeni golü attı. Bu golü daha çok rakibin yaşadığı şaşkınlık ya da durumun yarattığı acemilikle açıklamak daha doğru olur.
Umarım anlıktır
Devamında Milli Takım skora bağlı olarak ‘’kontrol/temkin oyunu’’na evrilirken bazı arızalar vermedi değil. Üstelik maç son anda berabere bile bitebilirdi. Lakin bu durum hem İİspanya karşısında hem de bundan sonrası için önemli dersler içeriyorsa, ders iyi geçmiş sayılır. Günün oyununda düzenli oynayan her takım Gürcistan kadar pozisyon buluyor zaten. Şimdi önümüzde daha zor bir maç var ve derslerle dolu bir ‘’sorun tespit maçı’’ oldu bu... Ve son notlar… Maç önünde Kerem Aktürkoğlu’nun Fenerbahçe’ye transferinin ardından onunla ilişki konusunda eski takım arkadaşları ‘’mahalle baskısı zorbalığı’’na uğradı sosyal medyada. Oysa sahada görüldü ki oyun, tüm sanal husumetlerin de devası oluyor.. Ve umarım Galatasaray ile sıkıntılı günler geçiren Barış Alper Yılmaz için gördüğü kırmızı kart ‘’anlık’’tır
‘’Kurtuluş reçeteleri‘’
Ankara’da oynanan maçta sahada İrfan Can Kahveci’yi görünce ülke işi ‘Anti tezlerin’ devreye sokulduğunu bir kez daha idrak etmiş oldum. Düşündüm, Zeki Murat Göle zaman zaman Jose Mourinho’ya ‘Hocam İİrfan Can’ı denesek mi?’ diye öneride bulunmuş mudur acaba diye! Yanıtlayamadım… Kimi videolarında aralarında kendisininde bulunduğu eski Beşiktaşlı futbolcu/teknik adamların hep zor zamanlarda göreve çağırıldığını belirtiyordu Sergen Yalçın. Gerçi tersi örnekler de yok değildi ama Beşiktaş’ın kendisiyle yaşadığı şampiyonluğundan sonraki sezonda olanları unutmuştu sanırım o videolarda! Dün tıpkı Zeki Murat Göle gibi o da Ola Gunnar Solsksjaer’in umutsuz çıktığı ikinci Shakhtar maçındaki denemesini yapmış, yetenekli Kartal Kayra Yılmaz ile diğer yetenekli Ernest Muçi’yi sahaya göndermişti. Belli ki, ’İİzleme bilgisi’yle bu formasyonu uygun bulmuştu. Sergen Yalçın ile doğrudan ilgisi yok, bilen bilir Beşiktaş epey yıldır nice maçta ilk devreleri boş geçer. Bunda fiziksel kapasitenin sınırlılığının önemli payı vardır. Böylece maçın boyu kısalınca yetenek, marifet, rakipteki düşüş devreye girer ve ne kadar olacaksa o kadar olur.
Sürekli yanılıp...
Dün akşam da böyleydi ilk devreyi bir ciddi şut ve rakibe göre çok düşük ‘Gol beklentisi’yle tamamladı Beşiktaş. Ancak devre biterken de penaltıdan golü yedi. İİkinci devrenin başlamasıyla daha çok David Jurasek üzerinden yüksek toplarla gol arayan Beşiktaş baskıyı artırdı. Lakin skor için bu kadar çok oyuncuyla öne çıkmanın bizim buraların deyişiyle riskleri vardı! Tıpkı ilk devre penaltıyla sonuçlanan hücumda olduğu gibi kaleci ile defans arasındaki o boşluk yeniden büyüdü ve bu kez Güven Yalçın golü buldu. Tıpkı Fenerbahçe gibi kaç sezondur sık sık ‘Kurtuluş reçeteleri’ peşinde koşan Beşiktaş’ı sanki bu sezon da benzeri çalkantılar bekliyor! Oysa ki, sürekli yanılıp benzerini deneme inadından vazgeçmek yarının ilk önemli adımıdır
‘’Alim olmaya gerek yok‘’
Memleketimizin büyüklük algısı, hele ki futbolda, başının büyük derdidir. Kendi düşünsel sınırlarının dışında kalan hemen her şey “küçük” ya da “kolaydır”. Gittiği yeri beğenmemek, orada yaşayanları “sınırlı” kendini “sınırsız” sanmak haniyse coğrafya hasletidir. İnönü’ye beraberlikle gelip Avrupa yolculuğunu riske eden Beşiktaş bir de devre sonu golü yediğinde zaten karışık olan kafalar iyice karışmış olmalı. Nicedir futbolcu becerisine dayalı çözümlerin peşine takılan Beşiktaş bir de devre başında Felix Udokhai’nin yersiz hamlesiyle eksik kalınca, iş çığırından çıkma sınırına geldi. Yine görüldü ki parasını namlı isim, yetenek ve tecrübeye yatıran ülkemiz, ciddi bir atletizm sorunu olduğu gerçeğiyle bir türlü yüzleşmek istemiyor. Bir gece önce Benfica öncelikle fiziksel yeterlikle Şampiyonlar Ligi’ne kalırken, Beşiktaş 60’a kadar rakibine göre hayli ciddi anlamda koşamaz, basamaz göründü. Oysa ilk on biri 90 milyon Avro olan Beşiktaş’a karşın 17.5 milyon Avro’luk İsviçre takımına daha fazlasını bekliyordu taraftarları! Ancak sürekli oyuncu alıp, beklentiyi ısrarla yükseltmek futbolda sanıldığı kadar işe yaramaz. Bunu bilmek için de “alim” olmaya gerek yoktur. Mevcut tablo Ole Gunnar Solskjaer’in hanesine yazılacak kuşkusuz. Çünkü en kolay çözüm budur! Tıpkı son yıllardaki onca sezonda olduğu gibi! “Gönder” yerine “Kim olduğu fark etmez yenisini getir!”
Ülke futbolu sorunu...
Kendi sahasında bu kadar düzensiz oynayan, sahasından top çıkarmakta zorlanan, sadece oyuncu becerisine dayalı görünen bir takımın hocasını tutmak da zor olur haliyle! Solskjaer gider ama Beşiktaş’ın bu politikayla geleceğinin parlak olacağını iddia etmek de mümkün değil. Ancak bunun sadece Beşiktaş değil ülke futbolu sorunu olduğunu görmek için “bakma”yı değil “görme”yi bilmek gerek. İki gecede dört takımı berhava olan bir ülkenin harcadığı parayı, attığı sloganları, kendi kendini soktuğu havayı sorgulaması gerek diyeceğim ama çok az insan duyacak ve anlayacak!
‘’Oynatmama problemi!‘’
Birlikte büyümek ve gelişmek, haliyle birlikte eğlenmek! Bu ilke gündelik hayatta da futbolda da temel ilke olması gerekirken ikisinde de ayağımıza dolanıyor maalesef! ‘İnsan insan kurdu’ymuş ya, futbolda da bizim takımlar birbirinin ‘takozu’. Doğrusu ya çoğu haklı da! Çünkü bu eşitsiz futbol düzeni kendini daha zayıf görenlerin ‘oynamama’ konusundaki meşrulaştırma aracına dönmüş durumda aynı zamanda. Dün ilk yarı boyunca Trabzon’da da bu durum işledi. ‘Sıfır gol beklentili’ Antalya değil rakip kaleye orta sahaya dahi ulaşmadı desem abartmam. Gerçi Trabzon da ilk dişe dokunur atağını 35. dakikada yaptı ama ondan sonra devre bitene kadar iştahlı, işlevsel ve pratiktiler. O ana kadar yapamadıklarını deneyip Antalya’yı geri ittilerse de golü kornerden buldular. Ki o anda Antalya tam takım ceza sahasına yerleşmiş ancak kornerde öne geleceği herkes tarafından bilinmesi gereken stoper Savic’i arka direkte unutmuştu!
Kültürel sorun
İkinci yarı sanırım Emre Belözoğlu gerek ilk devre analizi gerekse o ünlü ‘soyunma odası konuşması’nı yapmış olsa gerek Trabzon’un bıraktığı yerden oyunu Antalya ele aldı. Uğurcan Çakır iki üç önemli pozisyonda öne çıktığına göre demek ki, istenirse oynanabiliyormuş da! Öyle ki, 70’e gelene kadar Antalya bir parça zamanlaması doğru paslar yapabilse oyunu çözebilirdi. Ve o dakikada Fatih Tekke iki ofansifi çıkarıp Ozan Tufan ile alanı sağlamlayıp Visca ile arkaya top taşıma düzenine geçti. O andan sonra da Antalya’nın ‘cılız etkisi’ ivme kaybetti. Ardından maçın son bölümü ‘skor koruma’ oyununa döndü Trabzon için. Fatih Tekke sezon başında ‘Çok gol atmayı mı, az gol yemeyi mi?’ yönündeki tercihini ‘az gol’den yana yapmış ve ilk iki maçını gol yemeden tek golle kazanmıştı. Bu maç da öyle tamamlandı ancak oynadığı üç takım da ligin oyun bozmaya kurulmuş takımlarından. Haliyle Trabzon için daha iyisi, şu oyundan daha fazlasını gerektiriyor. Başa dönersek... Bir takım ‘Ne olursa olsun rakibi bozmaya kurulu oyunlarla’ ne kendi gelişir ne ligin gelişimine katkı sağlar. Peki ne olur? Olsa olsa tribüne gelenlerin canı sıkılır. Bu da yönetsel, finansal olduğu kadar kültürel sorundur.
‘’Fark sahaya yansımadı!‘’
Tüm oyunlar içinde apayrı anlamları olan futbol eğitim alanının en iyi okullarından biridir aslında! Aynı zamanda öğrenip, gelişmek isteyenlere iyi bir ‘’yüzleşme’’ fırsatı da sağlar! ‘’Piyasa değeri’’ futbolun yani ölçü birmlerinde biri kuşkusuz. Ev sahibi Lausanne’ın (bizim yazılışla Lozan) 18.3 milyon euroluk ilk 11’ine karşılık Beşiktaş 93.8 milyon euroluk kadroyla sahadaysa da 45. dakikadaki Milot Rashica golüne kadar takımlar arasında belirgin bir fark var gibi değildi. Öyle ki, topla oynama ve haliyle pas istatistiği dışında tüm sayılar ev sahibi lehineydi. Neyse ki biliriz, son yılların Beşiktaş’ı ilk devreleri genellikle ‘’boş geçirir.’’ Dedim ki, ‘’Bakalım ikinci devre ne olacak?’’
Savunma telaşı
İkincisinde de ilki gibi topla daha çok haşır neşirse de ilk önemli gol tehlikesini yaratan Lozan’dı. Birkaç ciddi gol girişimden bulunduysa da Beşiktaş çoğunlukla ceza sahasını savunma telaşı içinde geçirdi dakikaları. Gördük ki daha düşük piyasa değeri olan Lozan, örgütlü hücum etme konusunda Beşiktaş’tan aşağı kalır değildi. Nihayetinde kornerden golü de buldular. Topla daha az oynadılar ama daha çok deneyip daha çok gol pozisyonu buldular kendi adlarına. Yani oyun pratikleri Beşiktaş’a göre daha iyiydi denebilir.
Canını acıtacak
Topla daha çok oynayan Beşiktaş pozisyon üretmede o kadar da kötü değildi belki ancak beklentinin altında olduğu da bir gerçekti. Yine de, kılpayı ofsaytları bir kenara koyalım sonuçlandırma konusundaki görünen sıkıntılara çalışmaları elzem görünüyor. Eyüp maçında da bu maçta da gerek Tammy Abraham gerek Rafa Silva, ki, bunlardan gayrı şimdilik gol atıcısı yok gibi görünüyor, yapamadıkları Beşiktaş’ın canını acıtacak gibi görünüyor. Sadece takım çalışması değil bu anlamda bireysel çalışma gerekliliği de kendini gösterdi bu maçta. Evet, Beşiktaş bu eşleşmeden çıkar gibi duruyorsa da futbolun daha fazla çalışmayı istediğini de akıldan çıkarmamak gerek.
‘’Gelişmeden kazanılamaz‘’
Sezon başlangıcı için yüksek tempoda geçen bir ilk yarı izlediğimizi söyleyebilirim. Halil Akbunar ile Joao Mario defans arkasına sarkmalarda ofsayta yakalanmasalar belki devre sonu skoru daha kabarık olabilirdi.
Wilfred Ndidi’nin getirdiği enerjiyle ön alanda daha baskılı görünen Beşiktaş’ta yine bu gerekçeyle Orkun Kökçü’de yavaş yavaş takıma ısınıyor göründü. Yine Beşiktaş’ın en iyilerinden birinin Gabriel Paulista olması hala takım savunma konusunda yolun daha uzun olduğunu düşündürttü. Evet, tempo ve baskısı beklenenin üzerindeydi Beşiktaş’ın ancak Eyüp’te en az onlar kadar diri ve haraketli olduğu için pozisyona girme konusunda da geri kalır yanları yoktu. Hatta ‘’gole yakın pozisyon’’ sayısında ev sahibine göre önde oldukları bile söylenebilir. ‘’Gayret gösterme’’ konusunda ikinci devre de ilkinden farklı değildi ama sorun takımların hücumda organize olamayışlarındaydı. Sarfedilen enerji ile olgun hücum arasında ters orantı apaçık ortadaydı. Eyüp takımdan kopuk iki kişilik hücum denemelerine kalkışırken Beşiktaş daha çok şut atarak golü arıyordu.
Kopukluk, verimi düşürüyor
Nihayet 71. dakikada olgun bir hücum örgütledilerse de Rafa Silva en olmayacak vuruşu yapıp topu avuta gönderdi. Savunma ile orta saha bağlantısı iyi iken orta saha, hücum bağlantısının kopukluğu Beşiktaş’ın ön alanda verimliliğini düşürüyor. Sonunda Tammy Abraham, Rafa Silva’nın ikili oyununu besleyen Demir Ege Tıknaz oldu ve maçı kazanan Beşiktaş oldu. Sorunları yok mu? Var ancak tüm sorunlar bunlar da birlikte çalışmayla aşılacak sorunlar lakin bu tip maçlara da çok ihtiyaç var. Ne var ki, ligde Eyüp gibi oynamaya çalışacak kaç takım olacak o bir muamma. Beşiktaş bir çok oyuncusuyla yepyeni bir takım olduğu için bu tip maçlarda yorulacak ama hem öğrenecek hem gelişecek. Öğrenmeden ve gelişmeden kazanılamaz…
‘’Sahi ne oynadı Fenerbahçe?‘’
Onca harcamaya rağmen gol olacak son satışı yüksek takım ile şampiyon olamazsa, krizi iyice derinleşecek iki takımın maçı ilk devre boyunca dengede ilerledi.
Yani, ‘’denge’’ dediğimizde aslında ilk devre boyunca pek bir şey olmadı. Peki ama bunca insan neyi, neden izlemek zorunda kaldı? İşte o da, ülke futbolunun kalıcı illüzyonu. Bekle ki, bir şeyler olacak. İlk devre boyunca ‘’gol olacak pozisyon’’ olamadığından ‘’gol beklentisi’’ de ‘yarım gol’’e ulaşamadı! İlk devre normal ilerleyine ikincisine bir şeyler olması beklenirdi. 62’de önce Juan attırdı kendini! Sonrasında yedek kulübesinden İsmail Köybaşı! Fakat neden? 70’e kadar boş geçen bir maç. Hangi takım neyi, neden yapıyor belli değil. İlk maçını kazanan Göztepe anlaşılır belki ancak Feyenoord’a son maçta 5 gol atan Fenerbahçe’nin saha içi davranışını anlamak mümkün değil.
İdrak etmiştir
Feyenoord karşısında taraftarını ayağa kaldıran Fenerbahçe lige dönünce ‘’mevsim normalleri’’nin ne olduğunu sanırım bir kez daha idrak etmiştir. 85’te hazırlanmış olgun bir atağı nihayete erdiremeyen Fenerbahçe’de En Nesyri ile Cenk Tosun’u değiştirdi Jose Mourinho. Yani kaosa, belirsizliği bir zar attı Fenerbahçe. O da olmadı. Derkeeen… O onca para saçılıp adalet dağıtsın diye beklenen VAR devreye girdi ve penaltı verdi hakem. Ancak bu kez onca para dökülen Anderson Talisca penaltıyı atamadı. Böylece Fenerbahçe ilk maçını kazanamadı. Haliyle ‘’Lig zor bir maraton’’ denecek ama maratona geriden başlamak, iki maç kazanmış bir rakibe karşı ligi devamını zor geçeceğini tahmin etmek o kadar da kehanet gerektirmez sanırım. Ve sahi; Fenerbahçe ne oynadı?









































