‘’Bölünme korkusuyla kandırılmak!‘’
“Bölüneceğiz”, “parçalanacağız” diye diye korkutuyorlar bizi. Korkutarak yönetiyorlar. Korkutarak almaya çalışıyorlar elimizden bize ait olanları. Dünyanın bütün değerlerini yaratan emekçileri sokaklarda gaz bombaları, biber gazlarıyla kovalayan muktedirlerin gözüne perde inmiş. İstanbul’u cadde cadde, sokak sokak 1 Mayıs alanına çevirdiklerini de görmüyorlar. Sürekli bağırıyorlar kulağımızın dibinde “Bizi bölmeye çalışıyorlar” diye. Oysa tek istekleri var, Taksim’de “Yaşasın 1 Mayıs” demek. Bu yıl olmadı, sonraki yıl, olmadı daha sonraki yıl mutlaka haykırılacak ‘emeğin meydanında’, “Yaşasın 1 Mayıs” diye...
“Bölünme” korkusu sadece siyasal dilde korku salmak için kullanılmaz. Futbolda da yaygındır kullanımı. Son örnek Ertuğrul Sağlam. “Beşiktaş’taki görevim kesinlikle uzun sürecek” diyerek en azından beni gerçekten korkuttuktan sonra şöyle devam ediyor; “Camia çok bölünmüş durumda.” Belli ki başkan Yıldırım Demirören’den bir garanti almış. Gerçekten merak ediyorum, ne yaptı da Ertuğrul Sağlam bu güveni hak etti? Doğru transfer mi yaptı? Takımı doğru mu oynattı?
Bütün lig boyunca iki üç maç dışında eni konu top oynamayan, tarihinin en ağır Avrupa yenilgisini alan, “Hedefimiz” dediği hiçbir şeyi tutturamayan Beşiktaş’ın hocasından duymak istediklerimiz, her şeyin güllük gülistanlık olduğu değil, kendi yanlışlarını içeren ciddi bir özeleştiridir.
Henüz bu sezonun eleştirisi yapılmamışken taraftarı gelecek sezon hayallerine sokmaya çalışan Demirören de aynı şeyi tersten söylemiş; “Tek yumruk olalım.” Bu yumruklu futbol benzetmelerinden hiç hoşlanmam savaşı, kavgayı çağrıştırdığı için. Eğer, Demirören’in ya da Sağlam’ın dediği gibi ‘tek yumruk olur’ ya da ‘bölünmezsek’ farklı düşünemeyiz, birbirimizi eleştiremeyiz. o zaman da gelişemeyiz. Hiçbir eleştiriyi ciddiye almayan Beşiktaş yönetiminin ‘birlik beraberlik çağrıları’nın arkasında, koltuk korkusu ve vakit kazanma çabası yok mu sizce?
Bir örnek olay... Bir kulüp düşünün, bir çok Avrupa takımının peşinde olduğu Bobo’nun satış haklarını bir menajerlik şirketine devrediyor. Niyeyse.. Bobo’ya onca alıcı adayı varken, neden bu yöntemin izlendiğini biri anlatabilir mi bize acaba?
‘’Bu da 'okumuş çocuklar için'‘’
Bu futbolla ilgili bir yazı değildir, lütfen ciddiye alıp o gözle okumayın. Yazı, çevreye verdikleri rahatsızlıktan duyulan tedirginlik nedeniyle ‘başka kapıya’ kovulan ‘okumuş çocuklar’ için yazıldı.
Doğru... Okumuş olmanın neredeyse küfürle anıldığı... ‘Okumuşlukla’ elitizmin aynı görülüp/gösterildiği... Entelektüel gayretin hoyratça ‘entel’ diye damgalandığı... Yenilmiş olmakla, kaybedenlerin yanında olabilme kaygısının birbirine karıştırıldığı ve bu çabanın da hor görüldüğü bir ülkede, futbol üzerine yazı yazılır mı?
Bir lekeymiş gibi bahsediliyorsa bu ülkede ‘okumuş’ olmaktan, hem de bunu kendileri gibi ‘okumuş’ arkadaşları yazıyor ve onlara “Lütfen başka kapıya” diyebiliyorlarsa nazikçe, bu ülkede futbol üzerine yazı yazılabilir mi?
Futbolun etrafına kümelenmiş onlarca tembel ve cahil hokkabaza, akıllarının erdiği güçlerinin yettiğince karşı durmaya çalışıyorsa bu okumuş çocuklar... Futbolu akıl, felsefe, eğlence ve hayata dair bilimum şeye dönüştürmek için ‘kalem oynatıyorlarsa’ ve bunun karşılığında duydukları ‘nazik’ bir ‘defolun’sa... Ve, ne dedikleri belli olmayan, bir dedikleri bir dediklerini tutmayan, her hafta karar değiştiren, bir takım kapmak ya da bir programa çıkmak için televizyon yöneticilerinin kapılarında yatıp, federasyon koridorlarında sabahlayan, hatta artık takım bile verilmeyen eski futbolcuları eleştiriyorlar, kombineler alıp tribünlere gidiyor, ayda üç dört yazı yazıyor, Müslüm Gürses’i anlıyor ve seviyorlar diye, oyunu kapatmak, sayfalarda hükümranlık yaratmak, okumamışlara entelektüel şiddet uygulamakla itham ediliyorlarsa, bu ülkede futbol üzerine yazı yazılabilir mi?
Okumuyor olmanın marifet sayıldığı bir ülkede, ‘okumuş’ çocukların yazdıkları birilerinin aklına, kalbine dokunuyor olsa, bazı ‘okumuşlar’ böylesi yazılar yazmaya niyet edebilir mi? Ama hepimiz şeytani rüzgarlara kapılıyoruz bazen, değil mi?
Bu bir futbol yazısı değildi... Halim Şefik Güzelson’un dediği gibi; “yazılmasa da olurdu...” “Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu/Uskumrunun arkasından gidiyorduk/Sürünün içinde ben de vardım/Sırtımda bir zıpkın yarası...”
Bir özür: “Kazanma Hırsı” başlıklı yazımın da konusu olan ‘minikler turnuvası’ ile ilgili habere Fenerbahçe Kulübü’nden yapılan açıklamada haberin içeriğinin doğru olmadığı belirtilmiştir. Bu vesileyle, o yazıda kendisine haksızlık ettiğim birileri varsa samimiyetle özür dilerim.
‘’Kazanma hırsı!‘’
Orijinal adı “Any Given Sunday” (Kazanma hırsı) olan Oliver Stone’un yönettiği filmde, spordaki ‘dönme dolaplar’ anlatılıyordu. Kulüp başkanının hırslı kızı (Cameron Diaz) filmin sonunda takımın hocasına (Al Pacino) yeniliyor ve en iyi adamını (Jamie Foxx) ona kaptırıyor, bizim de yüreğimizin yağları eriyordu.
O bir filmdi ama hepimiz biliyorduk ki, spor, bizdeki kabul gören adıyla söylersek futbol, bir filmin anlatmakta çok zorlanacağı karanlık ilişkilerin, hırsların oyunuydu.
Alın size örnek! Lütfen takımların adına takılmayın. İnanın hiç önemi yok.
Haber şu; “Volkswagen Junior Masters Turnuvası’nda finalde Beşiktaş’ı deviren Fenerbahçe Minik Takımı’nda dört oyuncunun yaşının küçültüldüğü ortaya çıktı.”
Nüfus cüzdanlarında 1995 doğumlu yazan 4 oyuncunun yapılan testlerde 14 yaşından büyük oldukları, bu nedenle de İstanbul Minikler Ligi’nde oynayamadıkları belirlenmişti.
Küçücük çocuklarımızı ‘kazanma hırsı’mız uğuruna nasıl böyle kullanabiliyoruz, aklınız alıyor mu?
Sakın bana “Bu her yerde yapılıyor” demeyin, utanırım.
Kendilerinden daha küçük çocukları yendiklerini bilen, o el kadar galip çocuklardan nasıl daha düzgün bir hayat kurmalarını bekleyebiliriz ki?
Buna izin veren hocalarının, eğer biliyorlarsa ki bilmeleri imkansız ailelerinin, o çocuklara yaptıkları/yaptırdıkları şey, hepimizin hayatına mal olan küçücük şeylerdir.
Emeğin sırtından geçinenler, bankaları soymayı göze alanlar, insanları dolandırmakta yüz kızartısı belirtisi göstermeyenler de bir zamanlar bu çocuklar gibi büyütülmüşlerdi.
O çocukların ne günahı var?
Her şey kazanmak üzerine kurulmuşsa, onlara ne yapıp edip kazanmak gerektiği öğretilmişse, her sınavı onun için bir yarışsa ve önemli olanın hayat değil kazanmak olduğu öğretilmişse, o çocukların ne günahı var?
Kazandıkları o kupaya bakarken görecekleri şey sadece sadece iktidarın pırıltısı olacaksa... O kupaya baktıklarında kendilerinden daha küçük başka çocukların hayallerini, gayretlerini de çaldıklarını düşünmelerini nasıl bekleriz onlardan.
Ama büyüyünce onların da yenilgileri olacak ve korkarım hiç hatırlamayacaklar bir zamanlar başkalarını nasıl yendiklerini.
Yenen ve yenilen o küçük çocuklar için söylesin Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil amcaları...
“İnanmayın çocuklar böylesi masallara/Karanlıkta öcüler gökte uçan halılar/Büyüler büyücüler, deve olmuş pireler/Püf deyince içine altın saçan lambalar/Cadılar süpürgeler, kırk gün süren düğünler/Bir sopa darbesiyle saray yapan periler/Bir dudağı gökteymiş/Bir dudağı yerdeymiş/Tuttu mu çocukları/Ham diye yutar yermiş/İnanmayın çocuklar, gerçeğin kendisi var/Lambaları açınca karanlığın nesi var?/Varsa yoksa çocuklar/Gerçeğin kendisi var/Sevgiyi kardeşliği kıskanıyor cadılar/Bir elin sesi yoksa iki elin sesi var/İki kere iki beş etmiyor çocuklar...”
‘’Sinan Engin'le beyin jimnastiği‘’
Dersime çalışmıştım, niyetim Mehmet Demirkol ile, ki aklına çok hürmet ettiğim, çok sevdiğim bir arkadaşımdır, yıkılıp yeniden yapılacağı ilan edilen İnönü Statı üzerine polemik yapmaktı. Neo liberalizmin ‘yıkım politikaları’ndan girip ‘Beşiktaş ruhu’ndan çıkacaktım.
Ne var ki, Sinan Engin’in Rize maçından sonra yaptığı açıklamalar, Demirkol polemiğine izin vermedi.
Engin, maçtan sonra ‘basındaki beyinsiz arkadaşlar’dan söz etti. Ben ‘lar’ların kim olduklarını bilmem ama ‘beyinsiz’lerden biri olduğumu biliyorum. Çünkü Fanatik’teki son yazımda Sinan Engin’in geçen Kasım’da söylediği, “Bize zaman verilsin. Başarısız olursak isterlerse büstümü yapıp, yaksınlar” sözlerini aktarmıştım.
Meğer Engin, “Basındaki bazı beyinsiz arkadaşların yazdıklarının aksine ben gelecek sezon çok iyi bir takım yaratacağız dedim” dermiş, ta Kasım ayından. Ya da demek istermiş! 16.11.2007 tarihli Yeni Şafak’taki haberde şu ifadeler var; “Transferleri ben ve Ertuğrul Hoca yapacağız. Carew gelmiyor. Holosko’yu resmen istedik. Şampiyon olacağız. Bize Mayıs’a kadar süre versinler. Eğer Beşiktaş düzelmezse taraftar gerekirse büstümü yapıp, yaksın.”
Okuma yazma bilirim, aynı tarihli Akşam gazetesindeki ifadeler de aynı. “Bana mayısa kadar süre verin. Takım mayıs ayında iyi oynamazsa sorumluluk benimdir. Eğer olmazsa bir daha Beşiktaş’ın önünden geçmem.” Benzer ifadeler Hürriyet ve Sabah’ta da var.
Belki Engin bu ifadeleri düzeltmiştir de, gözümden kaçmıştır. Eğer öyleyse samimiyetle kendisinden özür dilerim. Ha şimdi derse ki, “Gerçekten gelecek sezonu kastettim” o zaman da, o anlatamadığı, ben de niyetini anlayamadığım için özür dilerim. ‘Beyinsiz’lik ise her zaman kabulümdür, onda hiç sorun yok.
Ama, Rize maçının ardından Engin’in yaptığı şu açıklama bile, konuşurken daha dikkatli olunması gerektiğini göstermiyor mu sizce? “Beşiktaş’ın şike yapacak durumu yok. Çünkü hala iddiamız devam ediyor..”(!) Bu ne demek? Bu sözleri şöyle de okuyabilir miyiz? “Beşiktaş’ın şampiyonluk iddiası olmasa..!”
Engin’in bir sonraki sezon yapacağı ‘bomba transfer’leri düşünürken, birden menajer Saffet Sancaklı’nın söylediğini hatırladım; “Bu sezon en çok transferi Beşiktaş ve Galatasaray yapacak.” Dikkat! “İyi” demedi Sancaklı, “çok” dedi.
Transferler yapılırken aradaki ‘kara delik’lere nasıl para aktığını ve Beşiktaş’ta aslında neler döndüğünü merak edenler için, yöneticiyken benim bir kaç kez açıklamaları nedeniyle eleştirdiğim Celal Kolot’un, ‘Hürriyet’in Spor’ ekindeki röportajının okunmasını hararetle öneririm. Hayatımda hiçbir söyleşiyi, altını bu kadar çizerek okuduğumu hatırlamıyorum.
‘’'Körler Meseli'‘’
Derin düş kırıklığı, keskin bir umutsuzluk var Beşiktaşlılar’da. Çoğu, önlerini görememenin şaşkınlığı içinde. Nostalji kabarmış. Haksızlığa uğradıkları duygusunun da payı var bu ‘Baba Hakkı’ ve ‘Şeref Bey’ göndermelerinde ya, ille de bu düş kırıklığı ve umutsuzluk bana sorarsanız nostaljiyi yaratan. Futbol bir umut oyunuyken, neden umutsuz bu kadar insan?
Sanırım yanıtı hepimiz biliyoruz. Beşiktaş’ı her düzeyde yönetenlerin -idari ve teknik- gözle görünür yetersizliği bu umutsuzluğun kaynağı. Kaç sezondur işler iyi gitmiyor ve peynir gemisi hep lafla yürütülmeye çalışılıyor.
Hatırlayın, Mayıs’a kadar taraftardan süre isterken ne demişti menacer Sinan Engin, geçen yılın Kasım ayında! Aynen şöyle; “Bize zaman verilsin. Hoşgörülü olsunlar. Bıraksınlar, transferlerimizi yapalım. Başarısız olursak isterlerse büstümü yapıp sonra da yaksınlar...”
Kimsenin ne büstünün ne de kendisinin yanmasına gerek yok. Ama bir yangın olduğu da aşikâr. Ve bu yangının sorumlularının kim olduğu da!
Bunca yanlış transfer yapan teknik kadro hâlâ Belçika’dan, Çek Cumhuriyeti’ne oradan Rusya’ya kadar futbolcu arayışı içinde. “Sezon bitmeden transferi bitireceğiz” diyorlar. Peki ama bunca yanlışa rağmen bu ısrar niye? Çok açık, bu kadro ya futbolcu seçmeyi bilmiyor ya da seçtiği futbolcuları oynatmayı. Hatta biraz daha ileri gideyim, futbolcuları sağlam tutmayı bile beceremiyor.
Kendini eleştirmeyen, gelişemez.
Varolan borçların ne kadar olduğu, başkana olan şahsi borcun miktarının bilinmediği, basit bir hukuk davasının bile akıl almaz zararlarla kapatıldığı bir kulüp için iyi yönetiliyor denebilir mi?
Bütün sezon iyi oyun adına -dikkat edin kazanma demiyorum sadece iyi oyun- bir kaç maç dışında kısa da olsa bir periyot yakalayamamış bir takımın teknik kadrosu için başarılı denebilir mi?
Bütün bu başarısızlıklar sadece ‘dış kaynaklı’ ya da ‘istenmeyen sakatlıklardan’ kaynaklanıyor olabilir mi? Beşiktaş’ın kaybettiği şampiyonluk değil, sorunumuz bu değil. Beşiktaş hızla vakurunu, o çok övünülen duruşunu, ağırbaşlılığını, itibarını yitiriyor. Beşiktaşlı olsun olmasın, herkesi acıtan şey bu. “Falanca takımı tutmasaydım Beşiktaşlı olurdum” dedirten o dili, o duyguyu kaybediyor Beşiktaş.
Flaman ressam Pieter Bruegel’in bir tablosu vardır üzerine çok yazılan çizilen. İncil’deki ‘Bir körü bir başka kör güderse ikisi de bir çukura düşer!’ cümlesinden yola çıkarak yapılan bu tablonun adı ‘Körler Meseli’dir. Bu yazıyı yazarken birden aklıma bu tablo geldi nedense...
‘’Kemal Dinçer'in maroken koltuğu!‘’
Geçen perşembe Sakarya Üniversitesi’nde futbol sohbeti yaptık öğrenci arkadaşlarla. Üniversitenin Beşiktaşlılarının kurduğu SAÜBJK grubu, panel öncesi ‘kan bağışı’ kampanyası düzenlemiş, bir de Beşiktaş’a olan sevgilerini gösteren sunum hazırlamışlardı.
Yaklaşık 3 saat boyunca ‘endüstriyel futbol’dan girdik, “Ne olacak bu Beşiktaş’ın hali”nden çıktık.
Kendime yine aynı soruları sordum; bu ülkenin çocuklarına ne yapılmış ki, bu kadar öfkeli, bu kadar umutsuzlar?
Ağzını açan, uğradıkları haksızlıklardan başladı konuşmaya. Niye böyle oluyor? Bu çocukların böyle düşünmesinde “bizim de payımız var” diye düşünüyor muyuz?
Ben panelde, bir üniversitelinin temel görevinin ‘akılla örülmüş sorular’ ve o sorulara yanıtlar aramak olduğunu anlatmaya çalıştım dilimin döndüğünce. Fanatizmin saplantılı tutkusunun yarattığı, yanıbaşımızdakini ‘öteki’leştirme arzumuzu dizginlemek, daha iyi insan, daha doğru davranan biri ve daha iyi Beşiktaşlı olmak için -siz Beşiktaş yerine istediğiniz takımın adını koyun- vicdanımızın ve bilincimizin kılavuzluğuna olan ihtiyacımızdan söz etmeye uğraştım.
Çünkü biliyorum ki, bir başka hayat mümkün ve bizi o hayata bu ‘bilinç ve vicdan’ ikilisi taşıyacak.
Ama çocuklar öyle örnek verdiler ki futbolu yönetenlere neden güvenilmemesi gerektiği üzerine, kendimi çaresiz hissettiğim çok an oldu dinlerken.
Alın size, takımları için tribünlere giden bu ülkenin çocuklarının futbolu yönetenlere neden güven(e)mediklerini gösteren bir örnek...
2002-2003 sezonunda Fenerbahçe’nin idari menajeri olan Kemal Dinçer, aynı sezon oynanan bir Galatasaray maçında, Fenerli bir taraftarın sahaya attığı kesici/delici aleti gözlemci raporuna girmesin diye cebine atarken kameralarca ‘suç üstü’ yakalanmıştı.
Aynı Kemal Dinçer şimdi, Türkiye Futbol Federasyonu’nun ‘Gözlemciler ve Temsilciler Kurulu Başkanlığı’nı yapmaktadır. Ne kadar ironik değil mi? Dinçer, bir zamanlar sakladığı kesici/delici aleti yakalama komitesinin başındadır artık.
Sorarım, Fenerbahçe eski menajerinden başka kimse bulunamaz mıydı o koltuğa oturtulacak?
O kayıtlar arşivdeyken, taraftar siteleri bu durumla dalga geçen yazılarla doluyken, o çocukların ‘adalet’, futbol ve bu ülkenin geleceği üzerine hâlâ umutlu olmalarını beklemek mümkün müdür?
Ne mutlu ki, çocuklar kolay kolay unutmuyorlar. Bu ayrıntıyı da bir maille bana onlar hatırlattı.
Daha iyi bir gelecek umuduyla isyan eden bu çocuklar için şöyle der ya Pinhani, o güzelim şarkıda; “Herkes köşesini kapmış iyi ama ben nası büyük adam olucam / Bir tek seni bana çok gördü dünya / İyiler bu savaşı kaybetmiş, peki ben nası büyük adam olucam / Kötü olmak seni geri getirir mi acaba?” Tıpkı bunun gibi, “Biz nası büyük adam olucaz...”
‘’Ne yapmamalı?‘’
Bazen, ne yapılması gerektiğini bulmak için, ne yapılmaması gerektiğini bilmek daha da önem kazanır. Ne mi yapılmaz?
Örneğin, Beşiktaş Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam’ın yaptığı yapılmaz. Kaybedilen maçtan sonra “Kulübemde Batuhan’dan başka sonucu değiştirecek oyuncum yok” denmez. Denirse, kulübedeki diğer oyuncuları kullanmak güçleşir. Ayrıca sorulursa, “O zaman gönderdiğin oyuncuların yerine neden uygun adam bul(a)madın? Bul(a)mayacaksan neden gönderdin?” diye, bu kez yanıt bulmakta zorlanılır. Ben bu noktada ayrıca şöyle bir spekülasyon yapıyorum ve hep birlikte düşünelim de istiyorum. Beşiktaş’ın elindeki Ricardinho, Tello, Delgado ile Fenerbahçe’deki Alex, Deivid, Kezman gibi oyuncular hocaları aynı kalmak koşuluyla yer değiştirse, form durumları, takımlarına olan katkıları ne durumda olurdu? Ben öyle sanıyorum ki, Alex’in başına gelecek olan da Ricardinho’nun başına gelenin aynısı olmasa da, bir benzeri olurdu.
6 hafta kala olur mu?
Yine örneğin aynı takımın menaceri Sinan Engin, ligin bitimine 6 hafta kala ve takımın hedefi, uzak da olsa lig ikinciliğine indirgenmişken, bir gazeteye, “4 oyuncu almayı planlıyoruz. Bir sol bek, bir orta saha, bir forvet ve bir de stoper” diye demeç vermez. Verirse ve ona sorulursa, “Bu zamana kadar aldığınız hangi futbolcuda isabetli karar verdiniz ki, şimdi vereceksiniz?” diye, o da yanıt bulmakta zorlanır. Ayrıca, bu 6 maçı oynayacak sol bek, stoper, orta saha ve forvet oyuncularını hocanın oynatmakta ne denli güçlük çekeceğini de unutmamak gerekir. Yapılmaması gerekeni sadece yönetenler mi yapar? Ya tribünde yapılmaması gerekenler?
Ya biri, ya ikisi de değil!Önceki sabah Galatasaraylı arkadaşlarımdan biri mail atmış. Beşiktaş tribününden bazı arkadaşlar, elbette ki eğlence olsun diye, Fenerbahçe maçına ‘Chelsea’ formaları giyip gelmişler. En temelde, rakip Fenerbahçe diye bir Beşiktaşlı’nın Roman Abramoviç’in takımının formasını giymesi başlı başına bir sorundur benim için. Diyelim ki Chelsea, Fenerbahçe’yi 9-0 yendi. Bu bir Beşiktaşlı ya da Galatasaraylı için elbette mizah ve eğlence malzemesidir. Ama o zaman şunu da gözardı etmemek gerekir; Lugano tribünlere dönüp 8 yaptığında, bu da bir mizah, eğlencedir. Yani ya biri, ya ikisi de değil. Bu noktada diyeceğim o ki, rakibinin yenilgisi senin yenilginin acısını, hüznünü gideriyorsa, zaten o hüzünde, acıda bir sorun var demektir. Buraya dikkat etmek gerek. Çünkü bu ayrım, aslında seni ‘rakibinden’ ayıran şeydir de... Sen kimsin, hangi takımı tutuyorsun, hayatta ve futbolda olan bitene, başka takımlardakilere olduğu gibi kendi takımındaki yanlışlıklara, olmaması gerekenlere nasıl itiraz ediyorsun? Ve en önemlisi; nasıl seviniyor, nasıl üzülüyorsun? Bir Beşiktaşlı’nın üzerine en çok kafa yorması gerekenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Yoksa, bir sezon biter yeni sezonda hep birlikte yine tribündeki yerimizi alırız, o ayrı.
‘’'Şükür girdin yaşamıma' Rico‘’
Unutamadıklarımdan bana hep iyi ve güzel anılar kaldı. Onları düşünürken kötü anıları, kavgaları, dalaşmaları sildim zihnimden. Gözümün önünde zarif duruşları, güzel yüzleri, latif gülüşleri kaldı hep.
Hatırladığım iyi futbolcular da böyle. Örneğin Samsun’dan, çocukluğumdan bir kare... Samsunspor Zonguldak’la oynuyor. Zonguldak’ta oynayan eski Galatasaraylı Büyük Metin (Yıldız) soldan dalıyor. Orta saha çizgisini geçer geçmez topa vuruyor, top, sol taç çizgisi üzerinden korner bayrağına doğru gidiyor. Metin o koca göbeğiyle, kah çizginin üzerinden, kah saha dışına çıkarak öyle bir koşu koparıyor ki, topu korner bayrağına iki üç adım kala yakalıyor. Kafasını kaldırıyor, topu penaltı noktası üzerindeki eski milli oyuncu Volkan Yayım’a kesiyor. Volkan yumuşatıyor ve gol. 43 yaşındayım, 80’lerin başlarında atılan bu golü, Metin’in o güzelim hareketlerini dün gibi hatırlıyorum.
‘Bizim mahalle’nin maharetli bücürü Ricardinho da benim için böyle bir futbolcu... Zarif, yumuşak, öyle fazlaca da koşmayan, ama topu tutuşu, pası atışı, topun üzerinde vapurdakilerin attığı simiti kovalayan bir martı gibi süzülüşü, arkadaşlarının kaçacağı deliği çaktırmadan gözetleyişi, topu iğne deliğinden geçirişi.
Geçen sezon hangi maçtı hatırlamıyorum, Burak Yılmaz’a attırdığı bir gol vardı ki, tam önümde oldu. Rico topa bir şey yaptı, ama anlayamadığım bir şey yaptı, bütün rakip defans ve ben şaşkınlık içinde öylece bakakaldık. Sonra içeri, Metin Tekin’i andırarak koşan Burak’ın önüne yuvarladı topu, o da gidip golü attı. Ağır çekimde bile Rico’nun ne yaptığını anlamakta epey zorlanmıştım. Bir futbolcuda olması gereken herşey var bu adamda. Sakin, ama heyecanlı... Yavaş, ama süratli... Efendi, ama hırçın... Akıllı, ama duygulu... Hayat gibi, futbol gibi...
Ne oldu peki? Oynamadı. Niye? 4 aydır para alamadı. Nereden öğreniyoruz? Mehmet Çiftçi’nin Milliyet’teki haberinden.
Ben şöyle düşünüyorum, hocası böyle kıymetli bir oyuncuyu oynatmayı başaramadı. Oysa Mircea Lucescu memleketin en sorunlu oyuncularından Sergen Yalçın’la nice maçlar kazanmış, Chelsea’yi İngiltere’de yenmişti.
Ya yönetim? Rico’ya ceza vermek için kaybedilen bir maçı beklemek ne demek? Şu demek; “Biz bu yenilginin eleştirisini yapmayacağız, onun yerine taraftara sorumlu olarak Rico’yu sunacağız.” Belli ki, Beşiktaş yönetimi Del Bosque’de, Tigana’da, Kleberson’da yaşadığı sıkıntıları bu kez Rico ile yaşayacak. Çünkü o da, Beşiktaş’ı hem UEFA’ya hem FIFA’ya şikayet etmiş. Ben yapılanı gerçekten anlayabilmiş değilim.
Giden sevdiklerimin ardından şiir okumak gibi bir adetim vardır. Bu da Rico için, Andrey Vozneseski’nin ‘Selam Oza’sından kısa bir bölüm... Uzununu bulup okuyun lütfen...
“Selam Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep
Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.
Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.
Şükür ki girdin yaşamıma. Selam Oza!”