‘’Endüstriyel futbol!‘’
Slogan belli: “Onlar oynasın, sen seyret ve unut gitsin.” Koray gibi birini almak için iyi para ödemek gerek... Ancak ona, kaleci Murat Şahin’e ya da Pancu’ya yapılanlar Beşiktaş’ın hızla “ötekilere” dönüştüğünü gösteriyor...
FANATİK’in usta kalemi Cem Dizdar ile dört soru, dört cevap....
1 DİSKİ ve Ankaraspor galibiyetlerine bakarak, Beşiktaş ikinci yarıya iyi başladı denebilir mi?
Bu maçlar Kartal için ölçü olur mu?
Fazla aceleci olmamak gerek. Neresinden baksanız, gerek DİSKİ gerekse Ankaraspor cılız takımlar. Süper Lig’de oynayan Ankaraspor, ilk devre deplasmanda oynadığı 9 maçta sadece üç beraberlik alabilmiş. Böyle bir takımın müdafaası karşısında girilen pozisyon sayısının çokluğu aldatıcı olabilir Beşiktaş’ı değerlendirirken. Yine de takımda bir iyileşme gözlediğimden söz edebilirim. Takım hızı hâlâ arzulanan seviyede olmasa da sanki organize olma becerisi yükseliyor gibi göründü bana. Ama unutmamak gerek ki, bir takımın organize olma becerisi rakiplerinin onu ‘bozabilme’ kabiliyetiyle doğru orantılıdır. İzlediğimiz iki takım da Beşiktaş’ı bozabilecek güçte takımlar değildi.
2 Juventus’un genel menaceri Moggi, “Transfer çok kolay bir olaydır. İşinize yarayanı alır, yaramayanı gönderirsiniz” demişti. Holosko transferi mantıklı bir hamle miydi?
Holosko transferinin iki açısı var. İlki şu; müdafaa oyuncuları bir takıma ancak esinti getirir, Beşiktaş’ın ihtiyacı olan ise taze bir rüzgardı. Holosko bu işe yarayabilir. Sıcak, hırçın ve hareketli bir oyuncu Holosko. Hatırlayın, Manisa’da gol attığında tellere tırmanacak kadar istekli biri. Beşiktaş tribünlerinin ruhuna yakın biri olması açısından bakıldığında ‘olumlu’ bir hamle olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan Holosko’nun takım ve taraftardan çok Ertuğrul Sağlam, Sinan Engin ve yönetime oksijen sağlayacağını da düşünebiliriz. Çünkü yönetim ve teknik direktör, henüz hatalı transfer politikasının ve elde patlayan transferlerin özeleştirisini yapmış değil. Bu açıdan bakınca da memlekette oynayan ‘iyi görünümlü’ bir oyuncuyu dünya kadar maliyetle almak bana pek mantıklı bir hamle gibi gelmiyor. Sözü dinlenmeyenler grubuna dahil biri olarak yapabileceğimiz, beklemek ve görmek ve bu transferin “hayırlara vesile olmasını” dilemek...
3 2000’de Erman Güraçar alınırken, Ertuğrul Sağlam apar topar gönderilmişti Beşiktaş’tan. 7 yıl geçti, hikaye aynı kaldı özneler değişti. Dönemin futbol şube sorumlusu başkan oldu. Koray Avcı’ya yapılanlar doğru muydu?
“Endüstriyel futbol” tam da böyle bir şey. Sloganını da şöyle belirleyebiliriz; “Onlar oynasın, sen seyret ve unut gitsin.” Gittikçe acımasız ve romantizm karşıtı hale dönüştürülen bu oyun, dünyayı da hafızasız kılmanın etkin araçlarından biri olarak kullanılıyor. Koray Avcı, çok beğendiğim oyuncu tipinde değil ama çalışkan ve işini yapan biri. O işlerlikte yeni birisi için iyi para ödemek gerek. Ancak ona, kaleci Murat Şahin’e ya da ‘Kadıköy Panteri’ Pancu’ya yapılanlar Beşiktaş’ın hızla “ötekilere”, “karşıtlarına” dönüştüğünü göstermesi açısından ibret verici. Bunun, kendisi de aynı gadre uğramış Ertuğrul Sağlam eliyle yapılıyor olması da ayrıca ironik.
4 Tüm olumsuzluklara karşın ligin ikinci yarısı öncesinde Beşiktaş zirvenin sadece 3 puan gerisinde... Taraftar şampiyonluğa inanıyor mu?
Beşiktaş, oyuncu kalitesi göz önüne alındığında şampiyonluğun en güçlü adaylarından biri. Takımın sorunu, tatsız tuzsuz top oynatılıyor olması. Bu oyuncularla bambaşka bir şey de yapabilirdi teknik direktör Ertuğrul Sağlam ama, o da yerli hocaların ezici çoğunluğu gibi ‘tutucu’ futbolu tercih etti. Onların da gerekçeleri belli: Yenilirsek işsiz kalırız... Haklılar da... Ancak unutmayalım ki, devrimci, ilerici düşünceler bu korkuyu alt etmeyi becerebildiğimiz noktada uç vermeye başlıyor.
Siyah-Beyazlı taraftarlara gelince gözlediğim şu; Beşiktaş tribünlerinde hâlâ menacer Sinan Engin’in göreve gelmesiyle başlayan travma sürüyor. Ezici çoğunluğun içine sinmemiş bir durum Sinan Engin’in menacerlik görevine getirilmesi. Evet... Onlar şampiyonluğa inanıyorlar ama Sinan Engin’in görevli olduğu takımın şampiyonluğu o kadar keyif verici olur mu onlar için, işte ondan emin değilim. Sonuçta, ‘abi’lerle yapılan telefon konuşmaları ve yüzüncü yıldaki “abi katkısı” iddiası zihinlerde hâlâ taptaze duruyor.
‘’Böyle karar olmaz‘’
Ne kadar acayip bir ülkede yaşıyoruz! Olanlara akıl sır erdiremiyorum bazen.
Yarın Bursa’da Bursaspor-Beşiktaş maçı var. Alınan kararlara bakanlar, şehirde maç oynanmayacak savaş çıkacak sanır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Bursa ilini yönetenler, Beşiktaş taraftarlarının maça alınmaması kararına vardı. Yetmedi, nüfus kağıdında ‘Bursa’ yazmayanların ve küçük çocukların maça giremeyeceği de karara dahil edildi. Neyse ki, Bursa’ya İstanbul’dan girişler yasaklanmadı.
Yönetici sınıfın, ‘halk paranoyası’nı şimdilik bir kenara koyup alınan kararlardaki tutarsızlıklara bir göz atalım.
Madem Beşiktaş taraftarını tribüne sokmayacak kadar güvenli bir kalkan oluşturuluyor Bursa’da, o zaman çocuklar maça neden alınmıyor? Bir devlet eğlenmeye giden çocuklarını koruyamıyor mu? Peki, içeri alınmayacak çocukların yaş sınırı kaç olacak?
Ayrıca vatandaşın nüfus kağıdında benim gibi Samsun yazıyorsa, ancak Bursa’da oturup, Bursaspor’u tutuyorsa, onu içeri almamak ne demek? Bu durumda çok temel bir insan hakları ihlali yapılmıyor mu yasa eliyle...
Beşiktaşlılar’ın ya da İstanbul veya herhangi bir kentten gidip ancak Bursaspor’u tutmayanların stada sokulmamasının ‘seyahat, eğlenme, bilgi ve kültür edinme hakkı’nın ellerinden alınması demek olduğundan ise söz etmeye bile gerek yok sanırım.
Elbette aynı durum İnönü’ye sokulmayan Bursalı taraftarlar için de geçerli...
Bu yasaklar olmayan düşmanlıkları var gibi göstermekten, ya da ufak gruplar arasındaki gerilimi artırmaktan başka ne işe yarar? Şimdiye kadar yaradı mı?
Yasaklar sadece, marjinal grupların genişlemesine yol açar. Yapılanların ‘doğru’ olduğunu düşünen çocuklar gruba katılarak grubu çoğaltırlar. Öteki’nden nefret ederek büyür, nefreti, sonraki kuşaklara devrederler...
Bu keskinleşmeye bir örnek okudum bugün Taraf gazetesinde. Bursa tribün lideri Selim Kurtulan’ın basın toplantısını, “İstanbul’dan taraftar gelmesin” diyor, “Bursa gol attığında sevinmeyenin başına kötü şeyler gelir” diyor.
Sanmayın ki benzer dili kullanan Beşiktaşlılar yok. Biliyorum, daha fazlası var.
İşte yasaklamalar bu dilin daha da büyümesini, çoğalmasını, bileylenip keskinleşmesini sağlar. Çünkü yasaklar, bu çocukların sevdikleri bir oyunun etrafında buluşmalarını engeller, onların var olduğunu düşündükleri problemleri daha uygar, insani bir dille çözebilmelerinin kanallarını kapatır. Birbirlerinden uzak durdukça birbirlerine nefretleri artar.
Kapalı toplumların “düşmanların gözü topraklarımızda” paranoyasıyla kendi halkını iktidar tahakkümü altında tutması gibi bir durumdur bu.
Bir yanlış anlama ya da bilerek yapılan bir çarpıtmanın bir süre sonra ‘gerçek’miş gibi algılanması durumuyla karşı karşıyayız anlayacağınız.
Şimdi soruyorum, bütün bunlar ne zamana kadar sürecek? Ne zamana kadar Beşiktaş ile Bursaspor taraftarları birbirlerini ‘düşman’ sanacaklar.
Bu “taraftarlar birbirine girecek” paranoyasının altına odun atıldıkça, savaşmaları için dişe dokunur ciddi gerekçeleri olmayan bu çocuklar belki de hiç barışamayacak.
Oysa futbol barışı sever; kardeşliği, dayanışmayı, birbirini anlamayı, anlamaya çalışmayı sever. Futbol sahaları demokrasi kültürünün bireylerin zihnine işlemesi için olağanüstü fırsatlar tanır. Gençlere güvenin, fırsat verin, onlar bu dünyanın güzelleşmesinin bir yolunu mutlaka bulurlar.
‘’'Peynir gemisi' nasıl yürürdü?‘’
Hayatım boyunca en çok satın alıp, eşe dosta en çok dağıttığım kitap ‘Minima Moralia’dır. T.W. Adorno kitabın bir yerinde “Gözümüzdeki kıymık en büyük büyüteçtir” der.
Gerçi Beşiktaş’ta yaşananları görmek için göze batacak kıymığa gerek yok ama yine de bu sözü bir kenara not etmekte fayda var.
Şimdi... Önce Sinan Engin söylemişti bazı oyuncuların gönderileceğini. Bu günlerde ise Ertuğrul Sağlam, her gün aynı şeyi söylüyor.
Beşiktaş, kulübü ‘borçlandırma stratejisi’yle elinde tutan başkan, yeteneği ve bilgisi sınırlı teknik ekiple, yokuş aşağı hızlanan, hızlandıkça büyüyen bir kartopu gibi. Kartopunun nasıl duracağını tahmin etmek hiç de zor değil...
Sadece son üç sezonda bir otobüs dolusu ‘faydasız’ futbolcu alarak paraları heba eden ve bunun faturasını kulübe çıkaran Beşiktaş yönetimi, yine hovardalığa çıkacağını ilan etti. Hangi bilgisine güvenildiğini hiçbir zaman anlayamayacağım Sinan Engin diyor ki; “Ne oyuncular var anlatamam. (Artık anlatma zaten.) İyi oyuncuları ara transferinde almak için servet gerek. Dünyanın her yerine bakacağız. (Hâlâ bakmadınızsa bu saatten sonra dünyanın her yerine bakmak biraz zaman alır.) Kılı kırk yarıp, son kararı vereceğiz. (Yani, ‘yanlış transferleri Ertuğrul Sağlam ve yönetim yaptı’ demeye getiriyor.) Üst düzey, Beşiktaş’a yakışır isimleri kadromuza dahil edeceğiz...”
Burayı akılda tutun...
Tarih: 17 Temmuz 2007. Ertuğrul Sağlam: “Yanlış transfer; para, futbolcu, itibar kaybettirir. Transfer geç olsun, yanlış olmasın. Işıltısını kaybetmiş futbolcularımı tekrar parlatacağız...”
Tarih: 21 Kasım 2007. Aynı Ertuğrul Sağlam: “En az 7-8 oyuncudan gereken verimi alamadık. (Dikkat, ‘en az’ diyor, daha da fazla olabilir.) Bu arkadaşlar aramızda olmayacak.”
Bu iki örnek de gerçeği görmek için yeterince ‘kıymık’ sağlıyor bize.
Beşiktaş’ı yöneten iki insan da, ‘zaman’ istiyordu hatırlarsanız. Biri, Sinan Engin, “Beceremezsem büstümü yaksınlar” diyordu. (Yani, aynı zamanda ‘önce büstümü yapsınlar’ demek bu.)
Diğeri, Ertuğrul Sağlam; “Zamanla düzelteceğiz...”
7-8 oyuncu neredeyse takımın yarısı demek. Şimdi soralım; “Hani, onların yıldızı parlatılacaktı?” “Ee, parlatamadım.” Peki, “Sinan Engin, parlak oyuncular için servet gerek” diyor. “Bilmem, bakacağız artık...” Ha, en az 7-8 adam gönderip Beşiktaş’a yakışır bir o kadar adam bulacaksınız, onun için de dünyayı gezeceksiniz! Zor iş.
“Lafla peynir gemisi yürümez” derdi eskiler. Planı programı olmayan, sadece konuşanların elinde Beşiktaş’ın işi de, tıpkı milli takım gibi, ‘şans’a kalmış durumda.
8-0’lık Liverpool yenilgisinin ardından Sivas maçının önemli bölümde “Aldırma Kartal”ı söyleyen taraftarı bile ‘suçlu’ ilan edecek kadar şuuru kapananlardan yeni bir fikir, ilginç bir açılım beklemek zaten nafile bir çabadır. İnsan, gerçeği görmeleri için onların gözüne de küçük bir kıymık dilemeden edemiyor.
‘’Beşiktaş'ın JR'ı kim?‘’
Bir ısrardır gidiyor, “Beşiktaş’ı bölmeye çalışanlar var” diye. Soruyoruz, “Kim bunlar?” diye, kimseden çıt yok.
Protestolar için açıkça söylenmiyor ama şu ima ediliyor; tribündeki binlerce insanı birileri provoke edip yönetiyor ve bu insanları yönetenler de bir yerlerden menfaat sağlıyor.
Şimdi yüksek sesle dile getirilmeyen bu ‘gizli teze’ karşı birileri de şunu sorarsa ne yanıt verilir acaba? “Peki, Sinan Engin aleyhine açılan pankartların ardından tesislere giden taraftar içindeki bir grubun ileri gelenleri de menfaat mı sağladı? O nedenle mi protestolar başlar başlamaz bitti?”
Deniyor ki; “Maçı bize taraftarın Sivasspor maçındaki tepkisi kaybettirdi.” Şimdi şu son maçın teknik analizi bu mu yani? Peki, bundan önceki 4 maçı niye kazanamadı Beşiktaş o zaman? Takımın ayaklarını o maçlarda da mı taraftar bağladı?
Şimdi bir şeyi doğru tespit edelim, Beşiktaş diğer takımlardan ayıran şey galibiyetleri, müzesindeki kupaları, ‘iş bilen menacerleri’ değildir. Beşiktaş’ı diğerlerinden ayıran şey kim ne derse desin ‘taraftarının yarattığı auradır...’ Yönetim taraftarının tutumunu beğenmiyor ama Milliyet’te Mehmet Çiftçi’nin haberinden öğreniyoruz ki; Real Madrid, Avrupa’da incelediği en iyi üç taraftar grubu arasında Liverpool ve Panathinaikos’u değil Beşiktaş tribünlerini taraftarlarına örnek gösteriyor. Ve tribünü daha yakından incelemesi için Arthuro Siso adlı birini görevlendiriyor.
Beşiktaş taraftarının duygusu, takımını sahiplenişi, kendini tarif edişi ayrıdır. Daha doğrusu ayrı olmalıdır. Yakından izliyorum, tribündeki bazı gençler “Kazanmanın her şeyin önünde olduğu” gibi Beşiktaşlılığa hiç de uymayan bir dili kullanıyorlar. Olabilir, biraz daha büyüyünce, Beşiktaş’ın aslında ne olduğunu daha iyi anlayacaklar diye umuyorum.
Fanatik’in çalışkan muhabiri/yazarı Orhan Yıldırım, “Esas tehlike” başlıklı dünkü yazısında küçük bir geçmiş analizi yaparken Beşiktaş’ın Süleyman Seba döneminin ardından yaşadığı düşüş hikayesini kanımca yanlış değerlendirmiş.
Orhan Yıldırım, yönetim değişikliklerini aynı senaryoya bağlamış. Doğrusu ya ben senaryoyu değil de yazanları daha çok merak ediyorum. Yöneticileri eleştiren herkese karşı ‘iç düşman’ muamelesi yapmak sanırım bu topraklara özgü bir haslet olmasa gerek. Dünyada örnekleri çoktur.
Yıldırım, benim de ‘ihtiyatla yaklaştığım’ Ertuğrul Sağlam’ı eleştirirken bile kafa karışıklığı içinde. Sormak gerek o zaman, “Yetersiz bulduğun bu hocayı da takımı bölmek isteyenler mi getirdi?” Ya da taraftarın bütün direnişine rağmen menacer olarak Sinan Engin’i de mi onlar atadı?
Yine de Yıldırım’ın o yazıda tespit ettiği çok doğru bir şey var... O da “Şimdi ise kulüp Dallas’a döndü” sözü...
Acaba Beşiktaş’ı, takımın ve kulübün daha iyi olması için eleştiride bulananlarla, yağmur çamur demeden parasını ödeyip tribünlere gelenler mi Dallas’a çevirdi?
Sahi bilen var mı, kim bu Beşiktaş’ın JR’ı?..
‘’Sağlam aslında ne dedi?‘’
İlk olarak soluk yüz ifadesini gördüğümde, “Eyvah! Paralize olmuş Ertuğrul Sağlam” dedim. Başta ürkekti sesi, gittikçe düzeldi, güveni yerine geldi.
Öteden beri krizlerde “birlik beraberlik çağrısı” yapanlara şüpheyle bakarım. Neden akıllarına ilk olarak bu çağrı gelir, hiç düşündünüz mü? Bilirim, bu çağrı bir tuzaktır. “Biz de hata yok, eleştirmeyin ve yaptıklarımızı kabul edin” demenin başka kelimelerle ifade edilmesidir. Sağlam da, en nefret ettiğim şeyi yaptı, bu çağrıyı yaparken “cenaze evinde düğün yapanlara” işaret etti. Ama kim bu göbek atanlar, isim vermedi. Verse de biz de bilsek? Yoksa aralarında ben de var mıyım?
Sonra hakem hatalarından dem vurup Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ni sıfır puanla kapattığı dönemlere gönderme yaptı. Ne kadar gereksiz ve anlamsız.
Ve Sivasspor maçı için taraftarı tribünlere çağırdı. Peki, Başkan “PAF’la çıkacağız kimse gelmesin” dememiş miydi?
Ben de bunun üzerine “Biz gideceğiz kime ne?” yazmamış mıydım? Ne yapacağız şimdi?..
Veciz bir de söz; “Büyüklerimiz hep söylerler: İyiler sendeler, ama asla yıkılmazlar.” Ve tabii olmazsa olmazlardan “Dimdik ayaktayız.” Sen onu bir de sokaktaki Beşiktaşlılar’a sor bakalım, ne haldeler! Tarih yıkılmış ‘iyi’lerle doludur, bilmeyen mi var? Bir de unutmadan, büyüklerin her söylediği doğru değildir, öyle olsa dünya bu halde olmazdı.
Ben beklerdim ki, Ertuğrul Sağlam bütün bu yaşananlardan sonra ‘sağlam bir özeleştiri’ yapsın. Olmadı, yapamadı. Sadece geçiştirdi, geçiştirdiğini sandı.
Yer az olduğu için ben not aldığım bazı ‘küçük’ ayrıntıları tersten okumayı denedim. Bilmem becerebildim mi... Şöyle ki...
Sağlam, Liverpool’un kadrosunun genişliğinden bahsederken, ki bunu yeni öğrenmiş olamayız, aslında Beşiktaş’ın gereğince idman yapmayıp, fiziksel gücünün böyle takımlarla oynamak için yeterli olmadığını söyledi bana kalırsa.
Bana kalırsa, Sağlam, ligin ve Şampiyonlar Ligi’nin planlamasının iyi yapılamadığını da söyledi.
Ağzını her açtığında, ‘inanç’, ‘inanıyoruz’ diyen birinin Fernando Torres’in fiyatının bir takıma değer olduğunu söylemesi temel bir çelişkidir bana kalırsa. O zaman ya ‘inanç’ deme ‘bilim’ de, ya da bu topa hiç girme, sakatlanma.
Ama en çok şu ligin arasında değiştirileceği sık sık vurgulanan oyunculara taktım ben kafayı.
Sinan Engin kaç hafta önce söylemişti bunu. Ben de şaşırmıştım “Bu takımı kim yönetiyor?” diye. Sağlam da dün üstü kapalı olarak buna benzer şeyler söylemeye çalıştı. Hepimiz biliyoruz ki, bu bir işe yaramaz. Yarasa ligin başında yarardı.
Psikanalist Erich Fromm iki büyük savaşı Almanların çıkardığını söylerken, “Üçüncüyü de onların çıkarmayacağını nasıl iddia edebiliriz” türünden bir şeyler söyler.
Bu takımı Sağlam kurmuştu, biz öyle biliyoruz. Alttan alta oyuncuların yetersizliğinden yakınırken acaba yeni gelecek oyuncularda da yine yanılır mı dersiniz? Ben birden ürperdim şimdi.
Aklıma geldi, şahane bir grup “Peyk”, ‘Sulu Şaka’ adlı şarkısında şöyle diyordu; “Sulu bir şaka bu hayat / Var olan katlanmak zorunda / At istersen her şeyi / Hıncını al, yarana bas / Bu hayat böyle bir oyun / Var olan dayanmak zorunda..”
Sanki bugünlerdeki Beşiktaşlılar’ı anlatıyor bu şarkı, ne dersiniz?...
‘’Haklı olmak yetmiyor‘’
Bir hakemin son dakikadaki yanlış kararı (kazası), tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi futboldaki bütün tuhaf ilişkileri bir kez daha ortaya döktü. Bundan önce de çok dökülmüştü ya bu duvarın sıvası, insan görmek istemedikçe göremiyor.
Beşiktaşlılar veryansın ediyor hakeme. Haklılar. Ama haklılıkları haksızlığa karışıyor çoğunlukla. Faal siyasetteyken de, şimdi de görüşlerine zerre kadar itibar etmediğim Süleyman Demirel’in “Haklı olmak kadar haklı kalmak da önemlidir” mealinden bir sözü kalmış aklımda. Beşiktaşlılar için durum bu noktada tam böyle.
Önceki gece izlediklerim bana bu ülkedeki futbolu, federasyon kadar başka güçlerin, daha doğrusu federasyonla içiçe geçmiş güçlerin yönettiğini bir kez daha gösterdi.
Şöyle olmuş; Haluk Ulusoy aranmış ya da aramış, MHK Başkanı Hilmi Ok ve hakem İsmet Arzuman ‘Maraton’ programına bağlanmış. Dinliyorum, Erman Toroğlu hızar gibi biçti geceyi. Bu ülkede bu ‘vur, kır, parçala, bu maçı kazan’ üslubu çok tutuyor.
Gözaltına düşenler bilir; biri, Toroğlu ‘kötü polis’, diğeri Şansal Büyüka ‘iyi polis’i oynuyor. Onları anlıyorum, ‘işleri bu’ ve işlerini yapıyorlar. Peki, ne hakla MHK Başkanı diğer gazetecilere ‘haber atlatıyor?’ Ne hakla federasyon başkanı diğer televizyonların reytinglerini düşürüyor? Bu hakkı kim veriyor onlara? Digiturk abonelerinin sayısı belli. Bu tartışmadan Digiturk abonesi olmayan Samsunlu, Diyarbakırlı, Manisalı, Mersinli ya da diğer kentlerdeki milyonlarca meraklı insanın haberi olmaması ne demek?
Hilmi Ok ve ‘Maraton’ programını yapanlar arasında bir ‘abi’, ‘kardeşim’ jargonudur gidiyordu ki, fena halde asabımı bozdu. Bu mu yani hakemleri eğitecek kurumun başındaki kişinin dili? Bu dille mi eğitiyorsunuz hakemleri? Bir kurumun başındaki insanlar böyle mi konuşmalı herkesin önünde.
Maçtan sonraki gün MHK Başkanı ve hakem bir basın toplantısıyla soruları yanıtlasa, tansiyonu düşürse daha medeni bir tavır olmaz mıydı?
İşte bu nedenle kimseye ‘haklı olmak’ yetmiyor, bu dil ve bu üslup, haklı olmak için mutlaka ‘kazanmak’ gerektiğini sokuyor çoluğun çocuğun aklına...
‘’Onlar yanlış biliyor‘’
Bir şarkı vardı hani Candan Erçetin söylüyordu; “Onlar yanlış biliyor, kimsenin suçu değil bu” diye. Durum tam da böyle...
Ne olmuş? Hakem İsmet Arzuman son dakikada hatalı bir karar vererek Beşiktaş’ın beraberliğini engellemiş... Doğru mu? Doğru..
Peki bu durumda ne yapmak gerekiyormuş!
Beşiktaş’ın sahaya PAF takımıyla çıkması, bizim de maça gitmememiz gerekiyormuş.
Niye? Çünkü, federasyon Beşiktaş üzerine oyun oynuyormuş, federasyondaki Beşiktaşlı yöneticiler de Beşiktaş’a sahip çıkmıyormuş.
Allah Allah!
Yahu bu federasyonu kim seçtirdi, Affan Keçeci’yi oraya kim gönderdi?
Şimdi şöyle düşünsek haksız mıyız? O zaman Beşiktaşlı yöneticiler de tıpkı İsmet Arzuman gibi , federasyon seçimleri yapılırken ‘yanlış karar’ vermişler.
Ya da gelin en doğrusunu düşünelim. Acaba İsmet Arzuman kadar Bobo ve Batuhan’ın karşı karşıya pozisyonlarda atamadığı gollerin de rolü var mıdır bu yenilgide?
Vardır elbette.
Peki onlara da böyle bir ceza verilecek mi? Hayır.
Neden? Çünkü, ‘gol kaçırma’ futbolun ta kendisidir, tıpkı hatalı verilen bir hakem kararı gibi.
Diyor ki ‘krallık’; “Taraftar maça gelmesin...”
Niye? Bana o iki kombineyi satarken “Hatalı hakem kararları sonrası sen, Cem Dizdar, Delgado, Cisse, Ricardinho yerine Aydın Karabulut, Batuhan Karadeniz, Erdem Köse, Koray Şanlı’yı izleyeceksin ona göre” denildi mi? Hayır. Peki, hem o kadar paramı alıp hem bana böyle bi ceza vermek niye?
Ben ve arkadaşlarım maça gideceğiz de, de ki gitmedik ve BJKK (Beşiktaş Jimnastik Kulübü Krallığı) adına protestoya katıldık. E, o zaman, bari televizyondan izleyelim iyi bir Beşiktaş’ı, niye PAF’la çıkıyorsun sahaya?
Ya da en radikalini yapıp, kapatalım kulübü olsun bitsin...
Şimdi, Sinan Engin, ‘krallık’ tarafından futbol takımı menaceri yapıldığında tribünde açılan aleyhteki onca pankarta, onca gürültüye rağmen Engin görevde kaldı mı? Kaldı. E, peki o zaman taraftarın tepkisine kimse niye kulak vermedi? Şimdi işler sarpa sarınca mı taraftar akla geliyor...
Taraftar olumsuz durumlar karşısında kendisi protestosunu düzenleyecek kadar akıllı ve mizah sahibidir. Taraftar işini yapar, onun adına düşünmek, karar vermek beyhude bir çabadır. Taraftarı dinleyecekseniz, söyleyecek çok sözü var, ama dinleyeceksiniz.
Ya o, menacer Sinan Engin’in yaptığı “Ligden çekilebiriz”ine ne demeli! Sonra işi toparlamak için Beşiktaş Başkanı’nın geceyarısı evine gazeteci çağırmasına! Basın açıklamaları yapılacak kulüp binaları eve uzak mı? Ya da kulüp adına haber merkezlerine bir basın açıklaması gönderilemez miydi?
Devam edeceğim ama yerim dar, bugünlük bu kadar.
En iyisi ne biliyor musunuz?
“Bırakın bu işleri de, biz çıkıp topumuzu oynayalım be abi...”
‘’Rüştü örneği‘’
Henüz ilk 6 dakikada iki gol bir de net bir gollük pozisyon yiyen Beşiktaş müdafaasının üç oyuncusunun milli takımda oynadığını hatırladıkça insanın asabı bozuluyor. O dakikaya kadar Yattara ve Gökdeniz Karadeniz üzerine gittikleri her Beşiktaşlıyı şıkır şıkır geçerken, ben de “Bu işte bir yanlışlık var” demekten kendimi alamadım.
Tam “Eyvah! Yine Beşiktaş Ziya Doğan’a çalışıyor” diye düşünmeye başlamıştım ki, Beşiktaş uyandı ve orta sahayı parselleyerek, Trabzon’un arkaya sarkmalarını engelledi. 15. dakikadan sonra dönen maç, Trabzonspor ceza sahası önüne yıkılınca, doğrusu Ziya Doğan’ın ne yapacağını merak ediyordum. Beni yanıltmadı, bir şey yapmadı!
Burak Yılmaz biraz daha kendini geliştirip Beşiktaş’a katkısını bir parça daha artırabilse bu maç Trabzonlu taraftarlar için “İyi ki cezalıydık da gidip görmedik” dedirtecek bir sonuçla bitebilirdi.
Bütün maç boyunca Beşiktaş’ın her atağında gözlediğim isim Tello oldu. İbrahim Üzülmez ona eşlik edebilse sanırım Trabzonspor dün ‘felç olurdu.’
Futbolda şaşırmayı özlemişim. Önce Delgado’nun penaltı sonrası sevinmek yerine gidip sakatlanan kaleci Tolga ile ilgilenmesi ardından atıldığı pozisyonda Rüştü’nün efendiliği şaşırtıcıydı. Rüştü’nün hakeme karşı saygılı itirazı ve o itirazı tadında bırakması olgunluğunun, ‘büyümüşlüğünün’ göstergesiydi. Dileyelim ki, onun bu insanca tutumu diğer futbolculara ve ekranları hakem mezbahanesine çeviren televizyon yorumcularına örnek olsun.
Elbette Bobo. Hem attı hem tuttu. Çok kurtarmadı ama oyuna ‘renk getirdi.’ Ve sonunda Beşiktaşlılar sevindi. Trabzonspor’a ise üzerinde eni konu düşünülmesi gereken bir maç kaldı.