‘’'Yıkanmak istemeyen çocuklar olalım!'‘’
1980’lerin ortalarına doğru Ankara Siyasal’da okuyan arkadaşım Burhan Kömpe, sol bir dergi için Ünsal Oskay hocanın -o zamanlar sanırım doçentti- yazdığı ‘paranaoid ahlakçılık’ başlıklı altı yedi sayfalık bir makalesini getirdi Samsun’a... Müthişti. Kitle ahlakının hastalıklı yapısını ve bu yapının kendini her bir birey üzerinden nasıl yeniden ürettiğini anlatıyordu. Hocanın bu makalesine sonra “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım” adlı kitabında da rast geldim.
Şu Ahmet Çakar ve ‘bikini’ tartışmaları haberlerini, forumlardaki bu konu üzerine yapılan geyikleri okurken aklım hep bu makaledeydi.
Ahmet Çakar üzerine bir şeyler yazmaya gerek var mı artık, bilemiyorum. Belki sadece şu; “ne kadar rezil olursak o kadar iyi...” Belli ki Çakar, bu süratle kepazeleşen dilde bir gelecek buluyor. Bulduğu geleceği de kendi için olmaktan ziyade, çocukları ve ailesi için düşünüyor olabilir. Sonuçta, bu dilin geleceği ‘paradır.’ Çocuklar için daha iyi bir ev, daha iyi otomobiller, daha iyi okullar ve haliyle daha iyi bir hayat. Ama unutulan bir şey var, gelecekteki yaşam, kullandığımız kavramlarla, dilimizle bir çamur deryasına dönerken, çocuklarımızın da bizim yarattığımız bu cehennemde kaçabilecekleri çok az delikleri olacak. Kaçtıkça yalnızlaşacaklar, yalnızlaştıkça kaçacaklar.
Babaları için arkadaşları ne söyleyecek, babalarının arkadaşları için neler söylenecek, işte bütün mesele burada. Geleceklerinin kurucu öğesi olan babaları, onların geleceğini “espri yapıyorum” şımarıklığıyla paraya tahvil ettiğini düşünürken, onların ve başka çocukların dünyalarını, umutlarını nasıl kepazeleştirdiğini görmüyorsa, artık söylenecek çok az şey kalmıştır.
Çakar için böyle de, bu espri olmayan espriye ortak olarak onu çoğaltan, geliştiren, yeniden üreten ‘taraftarlar’ için farklı mı?
Bir ‘Recep İvedik’ toplumu güzellemesi görmüyor musun bu dilde? İçinde zerrece bilgi olmayan, bir tür ‘sokaktaki adamın’ kendine gülmesi gibi hali. Kendine gülerken çocuğunu, kardeşini de kendisine benzeten biri... Benzerini gördükçe ona güldüğünü düşünürken kendini daha rezil eden biri... Özne olması gerekirken nesneleşen, nesneleştikçe gülen, güldükçe daha da nesneleşen biri. Bütün bu cıvıklığı futbol sanan, futbolu da bu cıvıklık sanan biri...
Gülmeyin... Doğru söylüyorum, paranoid bir bilgilenme bu. Güldükçe çoğalan bir şey, ilgiyle büyüyen bir ergenlik sivilcesi gibi.
Önerim, bu cıvıklığa gözümüzü kapamak, hiç yokmuş, olmamış gibi yanından geçip gitmek. Onu, kendiyle, kendi kepazeliğiyle başbaşa bırakarak... Bu hastalığı büyüten şey ilgimizdir, ilgimizi onlardan esirgeyelim... Esirgeyelim ki, çocuklarımız ağız dolusu ve kahkahalarla güzel güzel gülsünler...
Bir de bulup Ünsal Oskay’ın şu kitabını mutlaka okuyun. Unutmayalım, gelecek, aklımızda ve ruhumuzdadır.
‘’Nerede Beşiktaş'ın merhameti, nerede?‘’
Galatasaray maçı bitti, bir süre belki enteresan bir şey olur diye beklemek gibi bir huyum vardır, bekledim. Önce takıma bir iki tezahürat edildi ardından, manasız iki süreç başladı. Önce, “Baki ortaya üçlü çektir Kartal’a” diye bağırıldı. Bunun Baki’ye destek amaçlı iyi niyetli bir girişim olduğundan hiçbir şüphem yok. Ama yapılmasa daha iyiydi. Sonuçta Baki, dikkatsiz ve savruk bir oyuncu. Galatasaray maçında da biri telafisi zor, diğerleri ise ihmal edilemeyecek önemde hatalar yaptı. Bu sezonki genel formsuzluğundan yine ‘bir şey kaybetmemişti.’ Belki şimdiye kadar göremediğimiz gizli kalmış meziyetleri de vardır ama her şeyin ötesinde akıllı, iyi niyetli, gayretli biri olduğu konusunda en ufak bir şüphem yok.
Baki’nin ortaya çağırılması onu rencide etti kanımca. Çünkü, o da bu maçta ‘iyi olmadığını’ biliyordu ve kendi eleştirisini kendisi yapabilecek kadar olgun biriydi.
İkincisi daha vahim, daha merhametsizceydi.
Maçı kazanmış bir takımın taraftarı olarak eğlenmek elbette ki en doğal hak. Ancak bunu kendimiz için bir eğlenceye dönüştürmeyi becerebildiğimiz noktada ‘iyi insan’, ‘iyi taraftar’ olabiliriz.
Baki’nin ardından Beşiktaş kapalı tribünü önce şu meşhur 8-0’lık Ankaragücü-Galatasaray maçını hatırlatan “92-93 sezonunda..” diye başlayan küfürlü tezahüratı tutturdu. Ardından da uzun uzun “Çıktım taşın üstüne...” diye başlayan diğer küfürlü tezahürata geçti. Ve diğer küfürlü tezahüratlar. Yenik Galatasaraylılar, orada öylece, sessizce bekliyorlardı. Sanırım ben homurdanmış olmalıyım, yanımda ben yaşlarda saçları sıfıra yakın kesilmiş esmer bir arkadaş, “Onların yerinde olmak istemezdim” dedi ve devam etti; “Benim de çok başıma geldi. İnsan kendini çok kötü hissediyor. Hem yenilmişsin hem de o kadar küfür yiyorsun...”
Adını bilmediğim o arkadaşla orada, kapalının kapısının önünde bir ‘merhamet kardeşliği’ kurduk bir anda. Oysa yapılması gereken şuydu; statta Beşiktaş için şampiyonluk şarkıları söyleyip sokağa akmak ve devamında gittiğimiz her yerde ‘işimize bakmak’... Yenilmiş ve bizim İnönü’yü terk etmemizi bekleyen Galatasaraylılar’a da acılarını, üzüntülerini yaşamaları için izin vermek...
Acımasızlık kimseye bir şey kazandırmıyor. Başkalarının acısına bakmayı beceremezsek, merhametin kalbimizi yumuşatmasına izin vermezsek, nasıl iyi biri olacağız? Evet, trajik olmayan herşey gülünçtür. Ama futbolun trajedisi de mağlubiyettir. Yenilmişler üzerinden mizah yapılamaz. “Bir Yahudi hikayesi, bir Yahudi düşmanının ağzında mizah olamaz” derken Andre Comte-Sponville ve mizahı överken, acımasızlığın ironik yani yaralayıcı olduğunu söyler ve şöyle devam eder; “İroni yaralar, mizah tedavi eder. İroni öldürebilir, mizah yaşamaya yardım eder. İroni tahakküm kurmak ister, mizah özgür bırakır. İroni aşağılayıcıdır, mizah mütevazı.”
Farkında mıdır bilmem ama sanki futbolu formüle eder Sponville: “Biraz mizah, biraz sevgi: Biraz neşe.”
‘’'Nisyan' değil isyan isyan‘’
Kendisini tanımam ama izlenimim çok muhterem biri olduğu yönünde. Federasyon başkanlığı önerisini nazikçe reddettiğinde de, “İşte ihtiyacımız olan adam” demiştim.
Ne yazık ki, çoğumuz gibi Şenes Erzik gibi kalibreli birinin de zaman zaman kafası karışabiliyor. 25 Şubat’ta Devrim Sevimay’la Milliyet için yaptığı söyleşideki bazı tespitleri, Şenes Bey’in de gezegeni virüs gibi saran ‘unutma/unutturma’ kültüründen ne kadar etkilendiğini gösteriyor. Şaşırtıcı!.. İsviçre maçındaki olayların ardından Fatih Terim ile FIFA’nın barışmasını anlatırken “Dün yoktur futbolda” diyordu, “Bugün ve yarın vardır. Kötü hadiseleri unutmak zorundasınız. Heysel’le yaşanır mı? 309 kişi ölmüş unutmak zorundasınız...” Hakkını yemeyelim konuşmasının dibine de eklemiş, “Bazı şeyleri unutmak iyidir, yeter ki ders alınsın.”
Bir röportaj sırasında insanın ağzından murad etmediği şeyler çıkabilir elbette. Bu hakkı saklı tutarak, Şenes Bey ya da böyle düşünenlerin unutmaması gereken bir şeyi yeniden hatırlatmak gerekiyor. Ders almak için ilk yapılması gereken, o dersin konusunu unutmamaktır. Ne kadar acı da olsa onunla yaşamanın bir zorunluluk olduğunu akıldan hiç çıkarmamak gerekiyor.
Bakın ‘unutunca’ neler olabiliyor?
‘Bununla yaşanmaz’ diye Nazilerin Yahudi soykırımını unutmak mümkün mü? Bir Yahudi bu acıyı içinde hissetmez de unutunca, işte Filistin’de Müslümanlara yapılanlar ve o yapılanlara karşı bu derin sessizlik çıkıyor ortaya. Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarını unutup, hesaplaşamayınca, bu kez Sivas’ta gözümüzün önünde insanlar yakılıyor ve biz onu da unutuyoruz... Hadi futbola dönelim.. İsviçre milli maçında olanları biz değil uluslararası kurullar cezalandırdığı, biz o olaya karışanları cezalandırmayı bölücülük, vatana ihanet saydığımız ve bir süre sonra olayı unutup, hiçbir şey yokmuş gibi yaptığımız için Emre ve Arda gibi gencecik çocuklar bütün ülkenin gözü önünde gazetecilere hareket çekiyorlar, sonra da biri takımın başına hala kaptan olarak çıkartılıyorsa, ‘unutmak’ iyi bir şey değildir.
Değildir ki, Beşiktaş As Başkanı Levent Erdoğan, futbolculara “Kız gibi oynuyorlar” dediğinde onca yazıya ve tepkiye rağmen bu cinsiyet ayrımcı tanımlama unutuluyor ve aynı kulübün bir başka yöneticisi olan Sinan Engin’in futbolculara “Adam gibi oynayın” dediğini okuyorsak gazetelerden, unutmak iyi bir şey olamaz Şenes Bey... Hafızasız yaşanmıyor, inanın, unutarak daha güzel bir hayat mümkün olmuyor. “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır” demiyor muydu büyük yazar Gabriel Garcia Marquez... Yani ‘nisyan’da değil kurtuluşumuz, haksızlığa, zulme ve kötülüğe karşı göstereceğimiz itirazda, ‘isyan’dadır.
Dinleyenler bilir, dinlemeyenler de umarım dinler, güzel bir Ezginin Günlüğü şarkısının bir yerinde şöyle denir; “Dilsizler bana danışır/Kelebeklerin aklı benim/Gemilerle her gece ben çok uzaklardan dönerim/Sen unut geçmişini ben aklımda tutarım/Adamım, bu küçük işlere ben bakarım, yanarım...”
‘’Özrümüzü kabul eder misiniz?‘’
Bazen öyle şeyler okuyor, öyle şeyler duyuyoruz ki, umutsuzluğun dibine batıveriyoruz. Bu hayatı, bu oyunu seven bize bunu neden yapıyorlar, anlayamıyorum...
Aklım erdiğinden bu yana Beşiktaşlı biriyim. Bu halimi de çok seviyorum. Ama bazen öyle utanıyorum ki Beşiktaşlı olduğum için, o kadar olsun. Kendimle ilgili utançlarımı onarabilmenin yolunu bulabiliyorum da, aynı ruhu taşıdığımızı düşünmek istediğim Beşiktaşlılar’ın yarattığı ve sahiplenmek zorunda bırakıldığımız utançları onarabilmeyi, işte onun yolunu bulamıyorum.
Son yıllarda Beşiktaşlı büyükler, deyim yerindeyse bizi ‘demeç manyağı’ yaptılar. Öyle şeyler söylediler ki bazen, kan kırmızı kesildi yüzümüz. Bizden biri, hani o övündüğümüz ‘halkın takımı Beşiktaş’tan biri bunu nasıl söyler diye apışıp kaldık.
Beşiktaş Kulübü Asbaşkanı Levent Erdoğan da, takım Kayserispor’a 2-0 yenilince şöyle konuştu: “Bayan takımı gibi futbol oynanıyor. Çaba ve mücadele yok. Herkes antrenman maçında oynar gibi sahaya çıkıyor. Sanki kilo vermeye gelmişler...”
Kadınlara yönelik bu küçültücü benzetmeyi yaparken Erdoğan’ın aklından bir an olsun, eşi, varsa kızı, annesi ya da yakını bir kadın geçmiş olabilir mi? Geçmişse eğer, nasıl bakılır bir daha onların yüzüne? Geçmişse eğer, İnönü’de her maç bizimle omuz omuza maç izleyen, bizim kadar yorulan, bizim kadar eğlenen, bizim kadar üzülen kadınların yüzüne nasıl bakılır?
Ya futbolcular? Onlar buna nasıl itiraz etmez; “Kimse bizi kullanarak kadınları aşağılayamaz, izin vermeyiz?” diye...
Bu cinsiyetçi ayrımcılığa itiraz etmeyenler “Ben Beşiktaşlıyım” derken nasıl bakacaklar kadınların yüzüne bir daha?...
Kabul edilirse bir Beşiktaşlı olarak benim özürüm, Haydar Ergülen’in muhteşem şiiri, benim gibi düşündüklerine çok emin olduğum tüm Beşiktaşlılar adına bu gezegendeki bütün kadınlar için samimi bir özür olsun..
EYLÜL
kadın gider ve bunun
şiir olduğu söylenir
kadın gider ve bir şair
doğar bundan
(ben hangi kadından
şair olduğumu bilirim)
“yazın bittiği her yerde
söylenir”se
kadının gittiği de
her yerde söylenir
kadın gittiği her yerde
şiir diye söylenir:
kadının gittiği yazın bittiğidir,
her yerde
yaz biter kadın giderse,
bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir,
şiirdir aşkın sonu...
şehir her semtiyle
yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve
aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir,
kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar
böyle gidilir
bir gecede gittimdi
hazirandan eylüle
eylül yazdan terkedilmişti,
şiirse haziranda
kadın tarafından terkedildi
o söylenceye:
bütün oğullar anneyi
bir şiire terk eder!
o kadın beni terk ederse
şair olurum
oğul olduğum kadın
sakın beni terketme,
söylenir, yazdır biter,
kadındır gider
bütün kadınlar şiiri
bir kadına terk eder!
‘’Kırılma maçı‘’
Usta kalem Cem Dizdar’la dört soru, dört cevap...
1 Gökhan’ın milli maçlar öncesi düzelmesi ve milli takımda oynaması sadece bir rastlantı mı? Zamanında Kolot’un söylediği “Gökhan neden Beşiktaş’ta yok, milli takımda oynuyor” serzenişi haklı mı?
Futbol, bu tip spekülatif düşünceler için muazzam olanaklar sağlıyor. Celal Kolot’un tespitini anlamakla birlikte benim düşünce sistematiğime uygun düştüğünü söyleyemem. Sonuçta Zan da, diğer futbolcular gibi oynarken para kazanmak, para kazanırken eğlenmek isteyecektir. Futbol, müzisyenlik gibidir. Enstrümanına ara veren müzisyenin yeteneği nasıl körelirse futbolcu da oynamadıkça ‘sağırlaşır.’ Ben Zan için şöyle düşünüyorum; çok sakatlık geçirdiği için ‘kırılgan bir yapısı’ var. Sorunu fiziki olmakla birlikte aynı zamanda psikolojik de. Ne varki, ihtiyaç olduğunda çıkıp oynuyor. Kabul etmek gerekir ki, Fatih Terim’in bu ülke futbolcuları üzerinde büyük bir etkisi var. Deyim yerindeyse, tüm futbolcular gözünün içine bakıyor. Gökhan Zan’ın milli maçlar öncesi kendisini iyi hissetmesinde bunun da etkisi olduğu kanaatindeyim...
2 Bobo’nun, Brezilya Milli Takımı’na gidişi Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Ancak Sambacı 90 dakika bekledi. Bobo’nun düşük performansında, yaşadığı heyecanın ve kendini milli takıma saklama telaşının etkisi olabilir mi?Bobo’nun milli takıma seçilmesi Türkiye’yi ayağa kaldırdı mı bilemem ama Beşiktaşlılar’ın Fenerbançelilerle “eğlenmesi” için fena malzeme sağlamadı.
Robinho, Luis Fabiano, Sobis ve Baptista gibi oyuncuların arasına bir beşinci olarak Bobo’nun Brezilya Milli Takımı’na seçilmesi gayet anlamlı. Bazı köşe yazarları bunu, Brezilya futbolunun küresel pazardaki ekonomik dengeleri açısından ele aldı ama ben yine de piyasa ilişikleri dışında sahada oynanan bir oyun olarak futbol üzerinden düşündüğümde Dunga’nın Bobo tercihini önemli buluyorum. Bobo, yükselişte bir oyuncu. Beşiktaş’tan daha iyi hücum oynamayı becerebilen bir takımda gelişimini daha da hızlandırabilecek futbol alt yapısı var. Son haftalarda düşükmüş gibi görünen performansında milli takıma seçilme faktörünün etkili olduğunu sanmıyorum. Beşiktaş doğrusu son haftalarda pek de parlak bir görüntü çizmiyor. Oyuncularla ilgili bu tür değerlendirmeler yaparken, futbolcunun seviyesinin takımın seviyesine bağlı olduğunu gözden kaçırmamak gerek.
3 Tümer Metin, önceki günkü milli maçta İnönü’deydi. Tribünler askerlik sorunu bulunan Tümer’e tepki gösterdiler. Milli bir maçta milli bir futbolcu olan Tümer’e gösterilen tepki doğru muydu?Bu tür netameli konuların çözümündeki anahtar, kanımca ‘empati’ olmalı. Kendini karşıdakinin yerine koyup, onun bakış açısından bakabilmek çabası sorunu anlaşılır kılar. Tümer Metin’in durumu insanları ‘milliyetçi’ kaygılarla rahatsız etmiyor. Tepki daha çok Beşiktaşlı taraftarların Tümer Metin’in Fenerbahçe’ye transferinde kullandığı yönteme itirazdan kaynaklanıyor. İnsanlar Tümer’in yöntemini ahlaklı bulmadı, bu kesin. Bence de uyguladığı ‘taktik’ problemliydi. Askerlik meselesinin protestoda kullanılması ise sadece durumun gereği. Tümer Metin’in ve bizim bu protestoları anlamamız gerek diye düşünüyorum.
Ancak protestocuların da Tümer Metin’i anlamaları gerek. Onun kendi hayatıyla ilgili bir konuda yasal mevzuuatı kullanması kadar anlaşılır bir şey olmasa gerek. Kaçımız o durumda olup da başka türlü davranabileceğimizi iddia edebiliriz ki? İddia etsek bile bu ne kadar sahici olur...
4 Kayserispor karşılaşmasında Baki ve İbrahim Toraman yok. Gökhan Zan’ın yanında yeni transfer Gordon Schildenfeld oynayacak. Acaba Sağlam’ın bu tercihi doğru olur mu?Celal Kolot yöneticiyken açıklamalarıyla ilgili en sert eleştirileri yöneltenlerden biri olarak, transfer politikası konusunda son söylediklerine Beşiktaşlılar’ın dikkat kesilmesi gerekir diye düşünüyorum. Nicola Legrotagglie ya da Anderson gibi müdafaa oyuncularının alınmamasının, gelinen noktada ne denli kritik tercih yanlışlıkları olduğu ortada. Diatta gibi açık yanlışın üzerine, “Drpiç olmadı Gordon Schildenfeld’i alalım” gibi akıl almaz bir yaklaşımı olan teknik ekip konusunda kafalarda ciddi soru işaretleri oluşuyor. Malum, her stoper aynı değildir. Örneğin, Baki sol stoperde dökülürken sağ stoperde o kadar vahim hatalar yapmıyor. Keza Gökhan Zan-İbrahim Toraman tercihinde de, Toraman solda oynayınca ister istemez daha çok hata yapabiliyor. O nedenle “bir stoper aldık kurtulduk”la olmuyor bu işler. Kayserispor maçı bana göre Beşiktaş’ın kırılma maçı. Bu maçın ardından Sağlam’ın yapmak istediğini ve yapabilme kapasitesini daha iyi analiz edebiliriz.
‘’Çarşı'yı seviniz!‘’
Futbol izleyicisinin ‘mühim insan’ payesi verdiği ve onların da kendilerini hakikaten öyle sandığı bir dolu ‘cahillik sınırı gezgini’ sık sık dile getirir; “Beşiktaş taraftarı takıma zarar veriyor.”
Böyle düşünenler, futboldan ve hayattan anlamayanlardır kanımca. Ya da, hayattan anladıkları ‘bizim’ anladığımız değildir. “Herkes ve her şey birbirine benzesin!” Farklıya, başka düşünüp başkaca eğlenene tahammülleri olmayanların temel arzusu budur. Nedeni de açıktır; iktidarlarını daim kılmak. Çünkü farklı olan farklı düşünebilir!
Ama onların hoşuna gitmese de Beşiktaş tribünü böyledir ve umarım hep böyle kalır. Bilmeyenler için söyleyeyim, Beşiktaşlılar için İnönü, bir ‘varoluş’ alanıdır. Onlara, “Bunları yapmayın” demek, “Kendinizden vazgeçin” demenin utangaç ifadesidir. Yani, “Kartal gol gol gol diye bağırmayın” demek, karikatürize edersek, İrlandalıların Brezilya, Avusturyalıların Arjantinliler gibi futbol oynamasını istemektir. Bu nasıl mümkün değilse, Beşiktaş tribünün başka bir hal alması da o denli mümkünsüzdür. Orası, Beşiktaş tribünüdür. Her ne kadar düşünsel olarak birbiriyle anlaşamayan gruplardan oluşuyor olsa da, Beşiktaşlılık üzerinden hayatla kurdukları ilişki orada başkalaşır. Bu bir tespittir ve neden böyle olduğu ayrı bir inceleme konusudur. Karıştırılmasın, bunu söylemek “Ötekiler kötü, Beşiktaş tribünü iyidir” gibi bir genel sonuca götürmez bizi. Beşiktaş tribünü özgündür, tekliğini bu anlamda kullanıyorum. Yoksa üstünlük, güç gibi yanından geçmeyeceğim kavramlar gerekçesiyle değil. Felsefi olarak ifadelendirirsem; “İnönü biriciktir.”
‘Tek tip insan’ı hedefleyen otoriter/diktatoryal tarzlar, insanın gelişimini yaratan “özgürce oyna, özgürce eğlen, özgürce öğren” zincirini koparmaya gayret eder. O nedenle, Beşiktaş tribününün farkını ortadan kaldırmak için ‘daha nezih’, ‘daha az yaramaz’ olması istenir hep.
Bilinir, Beşiktaş tribünü ya da kabul görmüş adıyla “Çarşı”, en az takımları kadar popüler bir kitledir. Muktedirleri rahatsız eden de bu farktır; takım kadar önemli olmak! Bu nedenle, ele avuca sığmadığı düşünülen topluluğu yola getirmeye çalışmak için neredeyse ‘düşünsel seferberlik’ ilan edilmiş durumda.
Beşiktaş futbol takımına karşı sempati duyun ya da duymayın, hiç önemli değil. Beşiktaş tribünlerinin kolektif zekası, kolektif duyarlılığı, mizahı, eğlencesi, şu kısacık ömrümüzde ‘farklı olanın yaratıcılığını’ göstermesi açısından son derece öğreticidir. İhtiyaçları yok ama ‘onları seviniz..’ Tıpkı, 25 yaşında ölen Arkadaş Z. Özger’in “ben az konuşan çok yorulan biriyim/şarabı helvayla içmeyi severim” diye başladığı ‘Merhaba Canım’ adlı şiirinin sonundaki gibi; “ve bir gün hiç anlamıyacaksınız/güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum/ düşüvericek ellerinizden ellerinizden/ ve bir gün elbette zeki müreni seviceksiniz (zeki müreni seviniz)...”
‘’Kim doğru kim yanlış?‘’
Geçtiğimiz hafta sonu gerek İnönü’deki Beşiktaş-Kasımpaşa maçında gerekse akşamında televizyonlarda şahit olduklarım, neden bilmem, bir sürü özlü sözü zihnime üşüştürdü. Hatırlayabildiklerimden kendime küçük bir test yaptım... Bir de siz deneyin...
”Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar...”
Kayseri’de 50. dakikada oyundan alınırken eldivenlerini sağa sola fırlatan milli futbolcu Gökhan Ünal, maç bitimi hocası Tolunay Kafkas’ı jurnallemek için kale arkası tribüne gidiyor ve “Sizi seviyorum sizi” diye bağırıyor. Hocasını sevmediğini ima eden Gökhan Ünal, kendisinin 50. dakikada oyundan alınamayacak kadar mühim bir oyuncu olduğunu da söylüyor ekranda yüzüme karşı.
Maçın bitiminden bir başka sahne. Tolunay Kafkas, yüzünde en küçük bir hırs ya da kızgınlık ifadesi olmadan mikrofona eğilip, “Kimin hangi dakikada çıkacağına ben karar veririm” diyor.
Sizce, kim doğru kim yanlış yapıyor?..
”Gözü arpa tanesinde olan kuşun ayağı tuzaktan kurtulmaz...”
Affan Keçeci, İnönü’deki protokol tribününde tek başına oturuyor. Önce numaralıdan birileri “Affan dışarı” diye bağırıyor sonra bizim bulunduğumuz kapalıdan. Televizyonda görüyorum, “Affan dışarı”cıları susturmaya çalışan birini “Sen karışma” diye susturuyor Yıldırım Demirören. Neden? Güya Keçeci, federasyonda Beşiktaş’ın haklarını savunmuyor. Ve Beşiktaş Başkanı da, Keçeci’nin cezasını taraftara kestirtiyor. Ya da öyle yaptığını sanıyor. Yani demek istiyor ki; “Bize bir biçimde torpil yap. Yoksa işte böyle görürsün gününü..” Beşiktaş’ın işlerinin epeydir kötüye gidiyor olmasında bu bakışın da katkısı olduğunu düşünüyorum ben? Ya siz? Sizce Başkan Demirören doğru mu yapıyor?
”Her zaman aynı dili konuşmak zorunda değiliz ama her zaman aynı amacın peşine düşmeliyiz...”
Ricardinho yedek kulübesinden heyecanla fırlıyor ve “Serdar orta yapsana” diye bağırıyor. Ertuğrul Sağlam, Mutlu Topçu, Sinan Engin şaşkınlıkla onu izlerken Batuhan Karadeniz uyarıyor Rico’yu, “Rico, hocalar kızıyor..” Mutlu Topçu’yu görüyoruz ekranda, “Ne diyorsun sen ya?” gibisinden bir alt yazı yazıyor Lig Tv.
Bir başka anda Beşiktaş golü atıyor. Ertuğrul Sağlam yedek kulübesinin arkasındaki birini eliyle gösterip, “Gördün mü al gol işte” diyor ve devam ediyor, “Susturun şu adamı...” O adam muhtemelen yıllardır oraya geliyor ve tabii eğer küfür etmiyorsa, ait olduğu bir işe öyle ya da böyle katkı yapmaya çalışıyor. Tıpkı, Ricardinho’nun takıma katkı yapmaya çalışması gibi..
Kendini ait hissettiğin şeye katkı yapmaya çalışmak arzusu değilse başka nedir ki futbol? Mizah ve anlayış değilse, nedir? Sizce Rico ve taraftar mı doğru yapıyor, yoksa Beşiktaş teknik heyeti mi?
Ve bir söz daha hatırlıyorum; ”Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konur...”
Futbol hakikaten fena halde hayata benziyor değil mi?
‘’'Karanlıklar Prensi' tehdit etti‘’
Kaç kez hayatınızın en zor kararını vereceği ana gelirsiniz? Bir mi, üç mü, beş mi? Kaç kez? Bugün hayatımın en zor kararını vermemi istedi veteriner hekim Kubilay. “Kan değerleri çok düştü. Zor ama kabullenmek gerek. Sona geldi, uyutalım!” Biliyordum ama, içim boydan boya cız etti. Bahsettiği, iki aylıkken geldiği evimde avucumun içinde uyuduğu günlerden bu yana sevinçlerimin hüzünlerimin sessiz tanığı, Ekin’di. Adına uysun diye, kardeşim Esin koymuştu adını. Bir köpek için uzun yaşadı Ekin, hala yaşıyor.
Sabah veterinere gitmişti, aklım gelecek haberdeydi. Telefonum çaldı; “Gizli numara...” Kubilay’dır diye bekliyorum. Açtım, “Efendim” dedim. “Artık gece alemlerde o kadar rahat edemeyeceksin Cem” benzeri bir şeyler söyledi karşıdaki ses. “Anlamadım” dedim, anlamıştım. ‘Kimliksiz ses’, tehdit ediyordu. “Yazdıklarını okuyorum, benimle uğraşma” diye devam etti ve bir kaç kez, gece gittiğim yerlerde rahat edemeyeceğimi söyledi.
Belli ki, dünkü Fanatik’te 4 soruya verdiğim yanıtlar, birini fena rahatsız etmişti. Oysa o yanıtlarda kendimi, “sözü dinlenmeyenler grubuna dahil biri” olarak tanımlamıştım. Meğer birileri beni ‘çok çok ciddiye’ alıyormuş. Gerçi geçmişte, kimlerin yazılarımdan hoşlanmadığının ipuçları bazı arkadaşlarım tarafından iletilmişti, ama üzerinde durmamıştım.
‘Kimliksiz ses’, Beşiktaş’ı kastederek “Koca camiayla oynuyorsun” deyince o hafif gerilme hali, bir tür kasılmaya döndü. Sesimi yükselterek “Beni tehdit ediyorsun öyle mi?” diye volümü arttırmaya başladım.
Volüm artınca ‘kimliksiz ses’, “Yoo, ne tehdidi? Yok öyle bir şey” dedi. Ben, “Ediyorsun” diyorum adam “Yooo” diyor. Yani bir de beni aptal yerine koyuyor. Bu yeni bir ‘yeraltı taktiği’ olsa gerek, ‘aptallaştırarak sindirmek.’
‘Camia’ lafını öteden beri sevmem. Pislik örtmek için kullanılır sıklıkla. Kim bu ‘camia’? Ben ve arkadaşlarım dahil mi? Dahilsek niye zarar verelim? Değilsek, nasıl zarar verelim? Bir durumu eleştirmek neden zarar vermek olsun? Eleştiri, insanın göremediği yanlarını görmesini, kendisini geliştirmesini sağlamaz mı?
Oysa, yazılarda rahatsız olduğu noktaları “Öyle değil de böyle” diye anlatsa, adam gibi tartışıp düşünce üreteceğiz. Yok illa tehdit! Kim adına? “Beşiktaş camiası’ adına. Bakalım ‘Beşiktaş camiası’nda bu tarzı paylaşmayan kaç kişi çıkacak, göreceğiz.
Sonuçta yaşım itibariyla ‘sözleri ciddiye alınmamış’, hayatlarında dehşetli badireler atlatmış bir kuşağa mensubum. Küçükken yaramazdım. Annem, babam uslanayım diye marizlerdi. Onlardan korkardım ama bildiğimi de yapardım. GORA’da uzaya kaçırılan Arif Işık’ın, “Tufan sen misin oğlum? Çıkar lan gözlükleri, Tufan” diye başladığı macerasının final repliğiyle bitireyim yazıyı; “Sözüm sana, ‘Beşiktaş camiasının ‘kimliksiz sesi’, karanlıklar prensi.’ Korkutamadın! İstediklerini yapmayacağım, senin gibi düşünmeyip, ‘kimliksiz’ olmayacağım ve hep doğru bildiklerimi söyleyeceğim.”