Arama

Popüler aramalar

‘’O küfürü yuttuk mu?‘’

Gittikçe ironik bir hal alıyor bu ülkede yaşamak. Kaçabileceğimiz bütün delikler bir bir tıkanıyor. Sadece futbola bakmak bile ‘düşürüldüğümüz’ hali anlamamız için yetiyor da artıyor. Yeni federasyon başkanı Mahmut Özgener’in söylediklerini okuduğumda “Türkiye’de futbol ancak böyle bir bakışa emanet edilebilirdi” diye düşündüm. Özgener, önemli bir sorunun altının çizmiş ve demiş ki; “Bu hafta tribünlerde çok fazla küfür vardı. Taviz vermeyeceğimiz en önemli olaylardan biri de küfür(dür).” Rapora gerek duymayacakmış Özgener, görüntüleri gözleriyle görmüş, gereken yapılacakmış.
Ben de bu okuduğum bu haberin yanında bir fotoğraf gördüm. Şöyleydi... Özgener, İtalyan yaka gömleğine çizgili lacivert takımına uygun bir kravat oturtmuş Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’in elini sıkıyor. Tahmin edersiniz, Terim neden bilinmez ama, yine yay gibi gergin.
O Terim ki, daha üç beş gün önce aradığı gazetecinin bıyığından girip anasından, avradından çıkmış biri. Üstelik küfür ettiği gazeteciden özür dilemeyi de ısrarla reddetmiş. Tribündekilere “Küfür etmeyin” diyen Özgener’in sıktığı el işte bu el. Koyu renk İtalyan elbiselerin, kahverengi pabuçların, kolu kıvrılmış Façonnable gömleklerin içindeki bir küfürbazın eli. Bu el hepimizi, çocuklarımızı, maça gidenimizi, gitmeyenimizi temsil edecek, başarısına hepimizin sevineceği milli takımın başındaki insanın eli. O Terim ki, bir çok maçta çocuklarına ve eşine küfür edildiğinde en çok canı acıyan ve haklı olarak isyan eden biri.
Aynı toplantıda ülkemizin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da, belli ki küfür ettiği için özür dilemeyi bir tür erdemsizlik sayan Terim’e destek veriyor açık açık. Ne bir ceza, ne bir kınama, ne bir ima! Haberin altındaki diğer fotoğrafta kartondan bir milli takımın yanında durmuş, yüzümüze gülüyorlar öylece, alay eder gibi.
Yaşlı bir kadına, bir adamın eşine, bir çocuğun annesine edilen küfürleri duymazdan geliyor Başbakan. Çünkü o da yabancısı değil küfürün. ‘Tescilli bir küfürbaz’ gazeteciyi yurtdışı gezilerinin çoğunda yanı başından eksik etmiyor ne de olsa. İşin iktidar tarafı böyleyken bakıyorum ülkenin hatırı sayılır gazetecileri/yazarları/yorumcularına, onlar da ‘hiç olmamış gibi’ yapıyorlar. Çoğu, sandalı açıktan dolandırıyor limana girerken, “Şu konu kapansa da biraz hoca ve hakem çekiştirsek” havasındalar. Aklına en güvendiklerim Mehmet Demirkol ile Uğur Meleke bile konuya yaklaşmayıp ‘Terim, bir takım mı çalıştırsın, iki mi?’yi tartışalım istiyorlar. Sorarım size ahlakın, vicdanın kapı dışarı edildiği bir ülkede, bu tartışılmadan bir başka futbol tartışması yapılabilir mi? Basın tribününe dönüp ‘nah’ yapan, neredeyse her milli maç öncesi ‘hır çıkaran’ küfürbaz futbolcuyu gözümüzün içine baka baka Milli Takım kaptanı yapan Terim’e iki takım yetmez. En az 5 takım, bir de voleybol takımı verilsin, hepimiz rahatlayalım, olsun bitsin. Siyasi literatürün bugünlerdeki popüler sloganlarından biriyle bitireyim; “Bu konu daha çok su kaldırır.” Hafta içi devam edeceğiz.

17 Eylül 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fatih Terim'in tuttuğu ayna!‘’

Her daim tetikte tuttuğu öfkesini bir kez daha kılıfından çıkardı Fatih Terim ve sıklıkla yaptığı gibi yine huzurlarımıza çıktı. Gülümsemesi bile gülümsediğini küçümseme ve ezme eğilimi gösteren Terim’in bu öfkeli halini analiz etmemize yarayacak anahtar kavram, sanırım ‘başarı’dır. Olanı anlamak için ‘başarı’nın izini sürmek gerekir.
Düşünün, çocuğundan başarı beklemeyen ana-baba, takımından başarı beklemeyen taraftar, ülkesinden başarı beklemeyen yurttaş var mıdır?
Terim de, sürekli ‘başarı’ bekleyen bizlerin çocuğu gibi. O, bizim hırs dolu başarı beklentimize yanıt vermeye çalışırken bir yandan da kendi saldırgan dürtülerini boşaltıyor. Analiz bana ait değil. Ben, psikanalist Arno Gruen’in tespitlerini Terim fenomenine tercüme etmeye çalışıyorum.
Araştırmalar, en hırslı ve başarılı öğrencilerin diğerlerini ezme ve küçümseme eğiliminde olduğunu göstermiştir. O hırs ve başarı aynı zamanda öğrenciye şiddetini ortaya koyacağı özerk bir alan da yaratır. Ve hırsı meşru kılan kültürümüz ona verdiği değerle aslında, bu hırsı besleyen yıkıcılığı da örtbas eder.
Nefret, yıkıcılık ve ‘başarı hırsı’ el eledir. Ve ‘başarı’, nefret ve yıkıcılığı gizlemeye yarar.
Terim’in herkes üzerinde kurmaya çalıştığı ve bunu da kısmen başardığı iktidar, bizim ‘başarı’ beklentimizin kaçınılmaz sonucu. Onun, yedek kulübesinin önünde futbolculardan çok görünmesinin sağlayan şiddet yüklü tavırları hepimizin fazlasıyla ilgisini çekiyor. Onda biraz yaşlıca bir ‘Polat Alemdar’ buluyoruz sanırım. ‘Başarı’ bekleyen bizler besliyoruz, o sahneye koyuyor. Gazeteci Osman Tamburacı’ya telefonda, bıyığından başlayıp ana avrat küfür ettirecek kadar şuurunun kapanmasına da, bizim ona atfettiğimiz bu güç neden oluyor. Basın toplantısında fırçaladığı gazeteciler çoğaldıkça, son dakikalarda gelen mucize goller nedeniyle ‘başarı’dan paylarına düşen parsayı kapmak isteyen futbolun kalantor yöneticileri önünde ceket ilikledikçe, yine ‘başarı’nın kamaştırdığı gözlerle kaleme alınmış övgü yazıları çoğaldıkça onun da gücü/şiddeti katmerleniyor. ‘Başarı’ bizi ona, onu bize bağlıyor.
Durum öyle bir hale geldi ki, tanıdığım bir sürü makul insan Terim’e duyduğu hisler nedeniyle milli takıma karşı hüsnüniyetini hızla yitiriyor. Yani Terim bu dili/tarzıyla deyim yerindeyse, bize ait olanla aramıza da giriyor.
Ama yazıda da belirtemeye gayret ettiğim gibi bu durumun oluşmasında ‘başarıdan gözü kamaşan’ bizim de küçümsenmeyecek payımız var. Hani şiirdeki gibi söylersek, “kabahat bizim -demeye de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu bizim, canım kardeşim..”

12 Eylül 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bıktım bu 'mabet'ten‘’

“Futbola siyaset karıştırmayın” diyenlere kulak asmayın, sevdiğimiz oyun ziyadesiyle politiktir. “Oyuna siyaset karıştırmayın” diyenler aslında, “Biz her şeye yeterince karışıyoruz. Siz karışınca düzen bozuluyor. Siz en iyisi, seçimden seçime bir oy atın ya da en fazla facebook’daki imza kampanyalarına katılın” diyorlar... Biz de buna gönüllü olup, onların istediği dille konuşup, onların istediği kimlikle dolaşıyoruz...
Nasıl mı?
Hepimize ait olan stadyumlar her ne kadar bizim gibi görünse de biliyorsunuz artık bizim değil. Başkanların.. Aziz Yıldırım’ın, Adnan Polat’ın, Yıldırım Demirören’in vs.. Bizim stada ne yapılacağına, ne zaman yıkılacağına, yerine ne konacağına, içeri nasıl gireceğimize, nasıl oturacağımıza, ne yiyeceğimize, ne içeceğimize, nasıl bağıracağımız, nasıl üzülüp nasıl sevineceğimize hep onlar karar veriyor.
Peki biz ne diyoruz o statlara? “Mabet.” Stat mabet, biz mürit. Dilimiz, haliyle düşüncemiz farkında olmadan bizi ‘onlara’ teslim ediyor. Yani.. Girip içeri düzenlenen ayine katılıp şeyhin, pirin, pederin, papazın, hahamın, şamanın belirlediği çizgide kendimizden geçip, onun istediği gibi davranıp, gösterdiği yolda yürüyeceğiz.
Biz olmaktan çıkıp, onun istediği olacağız. Tek olacağız, farklı olmayacağız, farklı düşünmeyeceğiz, farklı davranmayacağız. Öyle olursa olmaz, düzen bozulur.
Peki, kimin bu düzen? Kimin eğlencesi bu? Bu hayat, kimin hayatı? Ben değilsem kim giriyor içeri, neden giriyor?
Neden bize ait olana dahil olamıyor, nüfuz edemiyor, sızamıyoruz? Neden bize ait bir oyunu değiştiremiyor, daha da bize ait hale getiremiyoruz?
Neden izin veriyoruz şu “Tek kimlik” pankartlarının bizi tarif etmesine? Nasıl oluyor da kendi stadımıza, kendi hayatımıza, kendi rengimizi veremiyoruz?
Derim ki, zihinsel temizliğe şu ‘mabet’ lafından kurtularak başlayalım. Evet takımımızı sevelim, onun için bağıralım, statlara gidelim ama “biz” gidelim. Farklılığımız, kendi rengimizle. Yoksa, bu gidişle oyun ölecek.
Baksanıza, neler oluyor? Kayseri gibi bir şehre kocaman stat yapıyor birileri, kime soruyorlar, neden yapıyorlar belli değil. Geçen sene ligin şampiyonu şehre geliyor, eski stadın yarısı bile dolmuyor. O koca yeni stada kim gidecek bilinmiyor. İnsanlar maça gitmiyor, futbol ölüyor, oyun ölüyor, biz ölüyoruz ve bunu görmüyoruz...
Bizi yönetenler oynuyor, çene çalıyor, oturup izliyor/dinliyoruz. O ‘soylu İngiliz’in kanına dokunmuyorsa da Manchester City’nin ‘petro-dolar şeyhleri’ne satılması, ta buralardan benim kanıma dokunuyor. Biliyorum ki yakında buraya da gelecekler. Onlar değilse başkaları, bizimkileri alacaklar. Çünkü oyun artık bizim değil, güçlülerin, kudretlilerin oyunu oluyor hızla ve hızla ölecek sahip çıkmazsak. Tıpkı Melih Cevdet Anday’ın ‘Defne Ormanı’nda dediği gibi; “Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri için ekmek yapıyorlardı, /çünkü felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;/ Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri için ekmek yapmıyorlardı, /çünkü kölelerini felsefe veriyordu onlara./ Ve yıkıldı gitti Likya.”

06 Eylül 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Temiz İnönü istiyoruz!‘’

Maç hangi sonuçla biterse bitsin... Yanlış bulduğumuz insanlar tuttuğumuz takıma yönetici, menacer, teknik adam olursa olsun... Kızılcık şerbeti misali, güle oynaya gideriz maçlara. Ben de öyle yaptım am İnönü’ye girer girmez sinirim allak bullak oldu...
Neye mi? Kazanılan maçlardan sonra “Taraftar her şeye layık, galibiyeti onlara armağan ediyoruz” gibi içi boş laflar eden yöneticilerin bize reva gördüğü ‘klasik duruma’.
Konu şu... Biliyorsunuz yıllık enflasyon hedefi yüzde 4 olarak açıklandı. Söylenen o ki, yıl sonunda yüzde 12 civarlarında olacakmış. Ben ‘ince ekonomi’den anlamam. Bildiğim şu, enflasyon sepetinde ‘maç bileti’ diye bir kalem olmadığından geçen yıl İnönü’ye girmek için 900 YTL verdiğim kombineyi bu sene 1200 YTL’ye almış olmam, yani benim cepten çıkan yüzde 30 enflasyonu etkilemiyor. Dert değil, Beşiktaş için helali hoş olsun da deriz.. Deriz de...
Kapalı Üst G kapısından girince doğruca tuvalete gittim. İnanmazsınız, pisuvarlardan biri iki sezondur tıkalı ve kullanılamıyor. En az 5 kez yazmışımdır, demek ki, benim okunurluk; 0 -yazıyla sıfır-. Gerçi tehdit telefonları da almadım değil ama demek okunmuyorum ya da dikkate alınmıyorum.
Diyorum ki, tuvaleti yönetemeyenden, taraftarına -kombine sözleşmesinde taraftara ‘müşteri’ deniyor biliyorsunuz- bu pisliği reva görenden, hayatımızı güzelleştirmesi yönünde olumlu bir şey bekleyebilir miyiz?
Maça gelince..
Konyaspor dişli takım... Çok koştu, çok çabaladı, iyi kapandı. Bunda Beşiktaş’ın oyuncu yapısının da önemi vardı elbet. Örneğin, Serdar Özkan, iyi niyetli çabasına rağmen kulvarını gerektiği gibi kullanamadı. Oysa, çok iyi koşular attı, o alanın boşluklarını çok iyi kullandı ama o ‘tehlikeli orta’yı bir türlü beceremedi. Çünkü, sol ayağı buna izin vermedi. Tello da müdafaa hattına yakın oynamak zorunda kalınca sol taraf çalışamadı.
Peki sağ çalıştı mı? O da üç aşağı beş yukarı sol gibiydi. Ama Delgado’nun kendini gösterdiği ve Uğur İnceman’ın da ona eşlik ettiği anlarda fevkalade paslar, o paslara bağlı hızlı hücumlar izledik. O bölümlerde oyun epey süslüydü. Mazallah Delgado’ya bir şey olursa nasıl bir Beşiktaş izleriz, düşüncesi bile korkunç...
Anlamadığım iki şey oldu maçta..
İlki, ikinci golden sonra Ertuğrul Sağlam’ın yerinden fırlayıp bağırıp çağırması. Bir tür sara krizi geçiriyordu. ‘Beddua’ ile ‘lanet etme’ karışımı hareketler. Futbolcular gole seviniyor, hoca sinir krizi geçiriyor. Tuhaf!
İkincisi, maç bitiminde kaleci Hakan Arıkan’ın, Zapatocny’ye yaptıkları. Zapotocyn sarılıp, kutlama yapmaya çalışıyor. Hakan öfkeyle el kol haraketleriyle onu tersliyor. Takım galip, tribün mutlu. Ne diye milletin afiyeti bozulur ki? Hakan, farkında mı bilmiyorum ama kapalının öfkesi çok futbolcunun kariyerini orada noktalamasına neden olmuştur. Kötü oynasa bile samimi ve iyi niyetli futbolcu ise aynı yerde baş tacı edilmiştir. Hatırlatırım..

03 Eylül 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Efkarım birikti sığmaz içime‘’

Lig başlar başlamaz Antalya ve Antep’te yaşanan şiddetin kaynağı üzerine enikonu tahliller yapılacak, önlemler üzerine yazılacak, devlet göreve çağrılacak, “Yasalar uygulansın” denecektir... Elbette bu konuda yazacaklarım olacak. Ama sezon içinde aynı konuda bolca yazma olanağı bulacağımdan emin olduğumdan bugün geçen yıldan kalan bir soruyla uğraşayım istiyorum. Soruya verilecek yanıt(lar) belki de, aynı zamanda şiddetin kaynağına dair ipuçlarını da içinde barındıracak.
Soru şu; nasıl oldu da, geçmişte bu memlekette en sempati duyulan takımlardan biri olan Beşiktaş, neredeyse gittiği her deplasmanda şiddete varan bir tepkiyle karşılaşıyor?
Oysa Beşiktaş...
Bir futbol takımı olmaktan öte anlamlar içerirdi (elbette öncelikle bizim için). Bir varoluşu, bir duruşu anlatırken kullanılırdı. Kazanmak için sonuna kadar gayretin ama kaybettiğinde de vakur olabilmenin futboldaki ifadesiydi. Paranın gücüyle değil, gayretle, akılla, özveriyle ‘yeniden kuran’dı. Hazıra konan değil, dişiyle tırnağıyla çamurlu sahalardan örnek oyuncular yaratmak için ter dökmeyi temsil edendi.
Ağırbaşlılıktı, efendilikti, semtli olmanın unutulmaya yüz tutmuş tadıydı, farklılıklara rağmen birarada olmayı becerebilmekti... Eğlenceydi, coşkuydu, itiraz etmeyi göze almaktı, isyandı...
Peki ne oldu da, kimsenin karşı çıkamayacağı bu değerlere sahip olduğu düşünülen bir takım nefret duyulur hale geldi? Herkesin ikinci takımı, nasıl diş bilenen bir takıma dönüştü?
Benim yanıtım şu; kendi olmaktan vazgeçip başkası olmaya karar vermesiyle başladı her şey. Değerlerini gözden çıkarmayı göze aldığı andan itibaren yitmeye başladı saygınlığı. Ne olursa olsun kazanmayı her şeyin önüne koyduğu, bunun için her şeyi göze aldığı, “Yapmam” dediğini yaptığı, buna kendini sevenleri de inandırdığı günden bu yana, en önemli şeyini, sempatisini kaybetti hızla. İnsanların Beşiktaş için, içlerinde özlemle sakladıkları o gülümseten duygu, ‘başkalık’ duygusu, ağır ağır kayboldu.
Oysa Beşiktaş... Takımıyla bambaşkaydı. Farklı düşünen, aykırı düşüncelerini cesurca ve zekice hayata tercüme eden bir taraftarıyla bambaşkaydı. Taraftarı, zaman zaman yönetimi gibi yalpalıyor, tutarlı bulmadığım davranışlar gösteriyor, tutarsız metinleri kaleme alıyorlarsa da, hala en yaratıcı, en duyarlı taraftar grubu olma özelliğini koruyor gözümde.
Bir yanda Beşiktaş’ın heba edilmeye çalışılan birikimi, öte yanda o birikimdeki umut... Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği. Şairin dediği gibi; “Bir umudum sende anlıyor musun?” efkarı...
Sahi, ne oldu da Beşiktaş bu kadar öfke duyulan bir takım oldu? Belki sizin de başka yanıtlarınız vardır.

28 Ağustos 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Muhalefete hayır!‘’

Kabul edelim, eğlenceli bir ülkede yaşıyoruz. Tabii, biz mi eğleniyoruz, yoksa bizim nasıl eğleneceğimize karar verenler ve bu eğlencenin kurallarını koyanlar bize bakarak mı eğleniyor, orası meçhul...
Bakın ne oluyor?
Taraflar tek aday üzerinde anlaşıp, bir seçim gösterisi düzenliyor. Ve o tek aday, Mahmut Özgener, Futbol Federasyonu Başkanı seçiliyor. Tabii benim gibi ‘hastalıklı düşünen’ biri de sormadan edemiyor. Tek adaylı seçim olur mu? Olursa buna demokrasi denir mi? Tek adaylı seçimler totaliter yapılarda olmaz mı? Muhalefeti ortadan kaldırma işini marifet sayarız öteden beri. Çünkü, onun bir hastalık olduğu, böldüğü, parçaladığı, ayağımıza dolanıp tepetaklak ettiği öğretilmiştir çocukluğumuzdan bu yana. Lafa gelince “Batı demokrasisi, hukuk” deriz de, iş kapıya dayanınca “Hoop! Bizim özel durumumuz var, memleketin öncelikleri var. Bizi parçalamak bölmek isteyenler pusu da... Şimdi birlik zamanı. Muhalefet zaten dış güçlere hizmet ediyor”a döner rüzgar. Bu durum devlet, kurumlar yani yönetenler için ne kadar böyleyse, bireylerin önemli bir bölümü için de aynılık gösterir.
Uzun zamandır mailler alıyorum Beşiktaşlı arkadaşlardan. “Hiç mi Beşiktaş’ın iyi bir yanı yok? Neden onları yazmıyorsun?” diye. Biliyorum sevinmek, umutlu haberler almak, mutlu yazılar okumak istiyorlar. Ben de istiyorum ama... Takımdan gelen 5 haberden en az üçü, dört bile olabiliyor bazen, içimizi sıkıyor. Ben de üzülüyorum, ama düşünce de modası geçen bir elbise değil ki, çıkarıp koyayım bir kenara. “Bu takım iyi yönetilmiyor, doğru oynatılmıyor” diyorum, kızıyorlar.
Diyorum ki, “Çift ön liberoyla oynayıp takımın 7 kişisini maçın önemli bölümünde kendi sahamızda tutmak muhafazakar bir oyun anlayışıdır. Dünyada böyle top oynayan takım kalmadı. Bu biçim hem oyuncuyu tembelleştirir, hem oyunu sıkıcı hale getirir. Evet, az gol yersin, ama az da atarsın. Rahat ol, ilerici ol, yenilikçi ol! Korkma, oyna, eğlen, eğlendir, gül, güldür...” Yanlış mı düşünüyorum?
Peki bu arada Beşiktaş cephesinde iyi şeyler olmuyor mu? Olmaz mı?
Biri... Kazan’ın önündeki geçide gerilen, bir acıyı unutmadığını/unutmayacağını haykıran korsan pankart... “17 Ağustos’u unutmadık.. İmza: Çarşı.”
Diğeri... forzabesiktas.com’u tıkladığımızda Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın keyfi site kapatmalarını protesto etmek için karşımıza çıkan “Bu siteye erişim kendi kararıyla engellenmiştir” isyanı...
Evet bunlar da var... “Eğlenmek için oynamak, öğrenmek için oynamak” istiyoruz, bu nedenle gidiyoruz statlara, ama John Lennon’un söylediğini de aklımızdan bir türlü çıkaramıyoruz; “Hayat, sen başka planlar yapmakla uğraşırken başına gelenlerdir.”

20 Ağustos 2008, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Elde var umut!‘’

Neresinden bakarsanız bakın, futbol eğlenceli oyun. Ne kadar sıkılsanız da eğlenmek, mizah yapmak için size bolca hep şans tanıyor. 11 yaşındaki Beşiktaşlı yeğenim Doruk Özdemir’le Yakup 2’nin terasındaki ‘dev ekran’ın karşısında maça takılıyoruz. Benim önümde nar gibi iki ‘Çingene Palamutu’, karnı tok olan Doruk’un önünde kalamar... Bir yandan merak ediyorum bu kadar sıkıcı bir oyunun ardından kim nasıl teknik analiz yapacak diye, diğer yandan sıkıntıdan patlamamak için sağa sola telefon açıp geyik yapıyorum.
Yılladır İnönü’ye birlikte gittiğim Adnan Bostancıoğlu’nu arıyorum bir ara, belki o benim göremediğim bir şeyleri görmüştür diye. Ne gezer.. Onun da sesinde bir ‘bitse de gitsek’ havası. Bir ara diyorum ki Adnan’a, “Bugün ‘Ahmedinecad trafiği’ne takıldım. Ama yarın kombineyi almaya gideceğim.” Koy veriyor kahkahayı, “Ben de alacağım ama senin vereceğin 1200 lirayı bana verirlerse. Üste para almadan kombine almam.”
Kendimi düşünüyorum o ara. Sanırım, Deniz Baykal’a olan tüm öfkesine ve ona dair hiçbir umudu kalmamasına rağmen, yanlış yaptığını bile bile sırf AKP’nin önünü keseceğini düşündüğü için ağır bir iç sıkıntısıyla CHP’ye oy veren birine benziyorum.
Tamam, daha lig başlamadan karamsar bir dil tutturmayayım istiyorum. Tutturmayayım da, hiç mi hakkımız yok iyi bir takım izlemeye.
Bakın şimdi, şöyle bir maç sonu demeç harmanlaması yaptım... Denmiş ki, “Siroki mahalle takımı değil. Çok koşan çok iyi oynayan bir takım.” Güler misin, ağlar mısın misali. N’olur insaf edin! Bizim de hassas duygularımız var, onlarla bu kadar oynayıp bizi de bu kadar cahil yerine koymayın lütfen.
Değil bizim Süper Lig, ‘Yükselme Grubu’nda oynamakta zorlanacak bir takımla yapılan maçta üç pozisyonu mumla arıyorsak elbette bunun için Siroki’nin başarısını kutlamak gerek. Peki ama ya bizim takım? Onun için ne söyleyeceğiz?
Düşünün, hayatında en sıkıldığı filmi, en sıkıcı maçı bile sonuna kadar izleyen ben, dayanamayıp 70’te kalktım televizyonun başından. Bunda uykusu gelen Doruk’un da payı vardı elbette ama ondan daha fazlası Beşiktaş’ın oyunuydu.
Düşünüyordum maç sırasında “Delgado’ya bir şey olsa ne olur?” diye, yanıtını bulamadım. Sanırım yanıt, “vasat bir takım” olurdu. Bir de, takımı iki sezondur bu kadar sıkıcı oynatan teknik direktörün yıllık kazancını düşündüm... Hele bunu düşününce nasıl oluyor da insanın dudağında aylarca kapanmayacak uçuk yaraları açılmıyor, en çok da buna şaşıyorum.
Ama yine de diyorum ki; umut etmekten başka çıkar yolumuz yok. Bu sezon da yine birlikte söyleyeceğiz şarkımızı; “Çocuklar inanın, inanın çocuklar. Güzel günler göreceğiz güneşli günler...”

‘Çılgın Türkler’
esir kaldı!

Önceki gün, her iki kişiden birinin AKP’ye oy verdiği güzel ülkemizin incisi Boğaziçi’ndeki birinci köprüdeydim saat 12.00 sıralarında. Kendine propaganda yapmanın ustası “Çılgın Türkler” arabalarının, belediye ve halk otobüslerinin içinde kuzu kuzu bekleşiyorlardı. Trafik açılmadı, onlar da bekledi. Ben bir kornalı protesto girişimi başlatma gayreti gösterdim ‘dat dat, dat’ diye... Ama saatlerdir arabada kısılıp kalmaktan değil de, benim kornanın sesinden rahatsız olan bir kaç “Çılgın Türk” yüzüme öyle baktı ki, ödüm patladı, yeğenin yanında beni pataklayacaklar diye. Oysa İstanbul en neşeli ve en gürültülü gününü geçirebilirdi sayemde. Böylece “Çılgın Türkler” de belki hayatlarında ilk kez, “Hayır” demiş olmanın tadına varacaktı. Olmadı. Beşiktaş kavşağının oradan ‘U çekip’ -şimdi bunun için de ceza öder miyim acaba?- karşıya geçtim ve gerisin geri giderek hiç hesabımda olmayan bir OGS geçiş ücreti kazandırdım devletime. Helali hoş olsun, o biricik canımı ve güzelim sinirlerimi kurtardım ya.
Hak aramanın bölücülük diye belletildiği bir ülkede protestoya kalkışmanın bir bedeli olacaktı elbette. Ben, hayatımdan 1 saat 25 dakikayı ve 2.60 YTL’mi vererek kurtuldum. Ama protestoyu ‘bölücülük’ sanan “Çılgın Türkler” araçlarının içinde saatlerce bekledi.

16 Ağustos 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Huzursuz yazı‘’

İnsan istiyor ki, ferahlık veren, nefes açıcı şeyler yazalım Beşiktaş hakkında. Umutlu olsun, güleç olsun. Sonuçta çocukluktan Beşiktaşlıyız. Bilinir, bir hesabımız, bir beklentimiz de yok tuttuğumuz takımımızdan. İstediğimiz gönül ferahlığı, göğüs kabarıklığı. İktidar gibi, ikbal gibi alanlar bize zaten uzak...
Ama olmuyor. Dinleyince üzülüyor, okuyunca üzülüyoruz. Ve sanıyorum ki sadece ben değilim üzülen. Epey de kalabalığız ne yazık ki...
Son örnek, Başkan Yıldırım Demirören’in Vatan Gazetesi’nde Sanem Altan’a söyledikleri. Altını çize çize okudum ve üzerine uzun uzadıya yazabilirim ya, bir kaç tanesiyle yetineyim şimdilik.
Atlayarak yazıyorum, diyor ki Demirören, Asbaşkan Levent Erdoğan için; “Gerek olmadığı halde konuşan tek yöneticimiz. Ama kendisi abimdir, büyük saygım var. Kendisi de hata yaptığını anlayacaktır sonunda, onu bekliyorum... Camia da her söylediğine inanmıyor. Ben de büyütmüyorum. Espri kaynağımız gibi oldu.”
İnsanın bütün bu sözler üzerine “Böyle bir yönetim olur mu? diye sorası geliyor ama sanki bir kurumdan değil de “aile şirketi”nden bahsedilir gibi konuşunca Başkan, o zaman daha iyi anlıyorsunuz Beşiktaş’ta olan bitenleri..
Demirören, Zapotocny ve Sivok’un adam başı 4.5 milyon Euro’ya alındığını belirtirken kendini tutamıyor ve başlıyor; “Ben gittim, pazarlığı yaptım ve aldım. Futbolcular pahalıdır diyenin alnını karışlarım” diyor ve artık duymaktan gına geldiğim o üstü kapalı tehdidi bir kez daha savuruyor; “Herkes haddini bilsin.”
Şimdi dikkat...
5 Ağustos’taki Sabah Gazetesi’nden okuyoruz... “Udinese (Zapatocyn’nin) bonservis bedeli olarak 2 milyon euro’da direniyordu. Beşiktaş ise en son 1 milyon 750 bin euro’ya kadar çıktı; ancak fazlasını vermedi. Öyle olmayınca da Hırvat oyunculara yöneldiler.” Konuşan aynı zamanda Holosko’nun da menajeri olan Mithat Halis. Gordon alınmadan önceki durumu anlatan Halis, bununla da yetinmiyor devam ediyor; “Beşiktaş’ın Udinese’yle yaptığı görüşme ve yazışmalar bende ve kulüpte mevcut. İddialarımı kanıtlayabilirim.”
Şimdi röportajın bir gün öncesine dönüyoruz.
Demirören, kulübe verdiği 40 milyon doları geri alacağını geri söylerken bunun ‘çocuklarının parası olduğunu’ belirtiyor ve niye yaptığını da şu sözlerle açıklıyor; “Beşiktaşlılık, başka bir şey değil. Biz Beşiktaş’ı daha güzel ortama taşımak için böyle şeyler yapıyoruz.”
Demirören’in samimiyeti konusunda şüphe duymamızı gerektiren bir durum yok elbette. Ama sanırım bir işletmenin temel kurallarından biri şu olsa gerek; dükkan sürekli cepten yiyorsa o dükkan zaten iyi işletilemiyordur. O zaman da “Beşiktaş’ı güzel ortama taşımak” mümkün olmaz değil mi?
Levent Erdoğan örneğinde olduğu gibi Zapotocyn transferi de sanki bir ‘aile şirketi’ havasında yürütülmüş gibi durmuyor mu? Ayrıca bu vaka, insanın aklına Delgado transferini de getirmiyor mu?
İki transferde arada ‘kayıp olduğu’ iddia edilen para 4-5 milyon eoru’yu buluyorsa ve kulüp sürekli Başkan’a borçla ayakta duruyorsa, acaba kulübün bir ‘aile şirketi’ne dönüşmesi bu borçlandırma stratejisine bağlı olmasın..
İnsan istiyor ki, ferahlık veren, nefes açıcı şeyler yazalım Beşiktaş hakkında. Umutlu olsun, güleç olsun. Sonuçta çocukluktan Beşiktaşlıyız.

10 Ağustos 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI