Arama

Popüler aramalar

‘’Tribündeki çocuklara kulak vermek gerek‘’

Kavramların yalan yanlış kullanıldığı bir ülkede yaşadığımız malum. İşte ‘ideoloji’ de bu yanlış kullanılan kavramlardan biri. Herkes kendine göre dolduruyor tanımın içini. Biliyorsunuz, artık ‘ideolojik’ bulunan pankartlar statlara sokulmayacak. Bu kararı alanlarla ‘ideoloji’nin ne olduğunu ne olmadığını ayrıca tartışırız da, bildiklerini hiç sanmıyorum. Onlara kalsa toplumdaki bir aksaklığa itiraz eden, iktidarların karşısında olan her şey ideolojik. Çevrecilik ideolojik, insan hakları savunuculuğu ideolojik! Suların akmadığı, şehri pislik bastığı ya da bir yakınları kayıp olduğu zaman görmek gerekir ‘ideolojiyi’ ya, konumuz İnönü Stadı ile ilgili bugün.

İstanbul’a yapılması planlanan üçüncü köprüye itiraz eden bir grup Beşiktaşlı bir pankart hazırlıyor ve bu pankart son Gaziantep maçında içeri alınmıyor. Ne yazıyor pankartta; “Üçüncü köprü olsan üstünden geçmem İstanbul.” Çevreciler, mimarlar, şehir plancıları toplanmış bir üçüncü köprünün İstanbul’u mahvetmek anlamına geldiğini söylüyor. Fakat ‘büyüklerimiz’ tribüne giden çocukların kendi hayatlarına ve şehirdeki insanların hayatlarına sahip çıkmaya çalışmasını ideolojik buluyor nedense. Nedir burada ideolojik olan? Nedir yanlış olan? Çocukların hayatlarımıza sahip çıkma duyarlılığı göstermesi mi? Bu şehirde ve bu ülkede yaşayan insanları önemsemeleri mi ideolojik? Bu çocuklar sahip çıkmazsa bu ülkede yanlış olana, kötü gidene kimin çocuğu sahip çıksın istiyoruz? Onları yasaklamakla değil kulak vermekle, ne dediklerini anlamaya çalışmakla düzeltiriz hayatımızı da dünyayı da...

Maça! Maça! Maça! Maça!
Bugün Adana’ya gidiyorum. Adana Demirspor-Livorno maçını izlemeye. İkisinin de hatrı var bende. Köy öğretmeni olan babam vesilesiyle bindiğim trenlerin, gittiğim Samsun Demirspor maçlarının, demiryolu işçilerinin hatrı Adana Demirspor’un ki... İnsanı yutan bu düzene karşı insani olanı savunan, dayanışmayı yücelten ve bunları yaparken de aynı zamanda futbol oynayarak eğlenmeyi beceren Livorno kentinin liman işçilerinin hatrı da Livorno’nunki... Livorno gösterdi ki, futbol, endüstriye tapan burnu büyükler dışında, ‘sıradan ve sahici’ insanların da oyunu aynı zamanda. Bir Türkiye İkinci Ligi takımı olan Demirspor’un çağrısına “İşçiler! Emekçiler! Onlardan yana olanlar! Hazırlanın top sektirmeye, eğlenmeye geliyoruz” demeyi beceren kaç takım kaldı ki şu dünyada?

‘Hesap lütfen diyen yok ki’
Gaziantepspor Başkanı İbrahim Kızıl, “Rodrigo Tabata transferi için kimseye hesap vermem” demiş. Haklı elbette. Sorun hesap vermekte değil zaten, sormakta... Hesabı soracak olan Federasyon ve Maliye ‘uyuyunca’, İbrahim Kızıl da rahat rahat koyuyor postasını hepimize...

Beşiktaş Camiası’ndan biri değilim!’
Beni Beşiktaş’a sahip çıkmamakla suçlayan demeyeyim, ama eleştiren arkadaşım Orhan Yıldırım’a hatırlatmak isterim ki, sapla samanı karıştırıyor. ‘Yanlış örnek, örnek değildir’ bilinir. Hüseyin Cimşir’in bedavaya gitmesi ya da Mehmet Topuz’un Fenerbahçe’ye transferi Beşiktaş’ın iyi yönetildiğini değil, Fenerbahçe ile Trabzon’un da doğru yönetilmediğini gösterir. Bir kere daha hatırlatayım, ben bu ‘Beşiktaş Camiası’ denen şeye dahil değilim. Beşiktaşlı’yım, kendimce iyi de Beşiktaşlı’yım, ama ‘camia’dan değilim. Haliyle yanlışı görmezlikten gelemem. Tabata iyi oyuncu olabilir, ama transferi dramdır. Hakem meselesine gelince... İşler kötü giderken herkes ‘hakem hatası’ görür. Vardır da! Ama ben öteki takıma ya da hakeme değil, bizim takıma ve futbola bakmayı tercih ederim.

Oku okut! Four Four Two
Çok konuşan, az okuyan insanlar ülkesinde zihin açıcı röportajlar, futbolcuların insan yönlerini anlatan yazılar ve fotoğrafların bulunduğu ‘Four Four Two’dan çok şey kaptığımı, okuyanın da çok şey kapacağını söyler, gözümüzü kırpmadan alabileceğimiz bir dergi olduğuna kalıbımı basarım.

04 Eylül 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mesajı aldık mı güzel kardeşim!‘’

Tarihiyle övünme konusunda mangalda kül bırakmayanların ülkesinde yaşadığımız malum. Geçmişi hatırlatan ne varsa gözlerinin önünde dümdüz edilirken gıkı çıkmayanlar, ecdadının kazandığı savaşları dillerinden düşürmemeyi bir halt sanırlar. Yurt dışına çıktıklarında ise gezip gördükleri kentlerin muazzamlığını anlata anlata bitiremezler arlanmadan.

Hiç akıllarına getirmezler Bedrettin Dalan’ın, küçük bir dokunuşla İstanbul’u bambaşka bir yer yapacakken muhteşem evlerin bulunduğu Tarlabaşı’nı ya da Haliç kıyılarını dümdüz edişini. Roma’ya, Viyana’ya, Londra’ya, Barselona’ya sulanır da ağızları, burunlarının dibinde kaybettiklerini hatırlamazlar. Malum, Beşiktaş yönetimi kafayı İnönü Stadı’nı yıkmaya taktı. Hatta mevcut yönetim, hayali bir stat maketiyle bir seçim bile kazandı büyük alkışlarla. Önce Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘Olur’ verdiği söylendi, Başbakan Erdoğan’dan da ‘İzin’ çıktığı açıklandı. Hatta geçen sezonun sonunda “Kazmayı İnönü’nün beline vuracağız” bile denildi.

Bu süreçte İnönü’nün yerine yapılacak stadın “Beşiktaş’ın geleceği” olduğunu söyleyenler mi çıkmadı... “Yeni statla Beşiktaş’ın dünya takımı olacağını” iddia edenler mi.. Ya da yıkıma karşı çıkan benim gibi ‘gericiler’ yüzünden takımın gerileyeceğinden korkanlar mı!.. Ama bu arada her şeyin doğrusunu bildiğini sananların gücüne gidecek bir şey oldu. İngiliz The Times gazetesi, Beşiktaş İnönü Stadyumu’nu ‘Dünyanın En İyi 10 Stadı’ sıralamasında 4. sıraya oturtuverdi, bu arkadaşlara inat.

Yani köhne bulunan, eski püskü denilen, “Yıkıp yerine aslan gibi bir şey dikelim” denilen İnönü, Dortmund’un Westfalen’inin, Inter ile Milan’ın ortak kullandığı San Siro’nun ve Liverpool’un Anfield Road’unun ardından dünyanın en güzel stadı seçildi. Gerekçelerin en büyüğü elbette rakip takımları şaşkına çeviren Beşiktaş tribünlerinin eğlenceli atmosferiydi. Ama en az onun kadar önemli şeylerden de bahsediyordu haber...

Stadın bulunduğu bölgenin tarihinden, denize bakan tribünlerden, İstanbul Boğazı’ndan, Dolmabahçe Sarayı’ndan ve saat kulesinden, Kız Kulesi’nden... Yıkmak istedikleri, yenisiyle üzerini kapatmak istedikleri şeyler işte bunlar... Bize ait, geçmişimize ait, hayatımıza ait şeyler. Bu, çocukluk fotoğraflarındaki kendisinden, anne-babasından, kardeşlerinden utanmak gibi bir şey. Geçmişi dillendiren düşürmeyenler, geçmişle bağımızı koparmaya çalışırken ‘simgesel vandallıklar’ içeren sinsi projelerle çıkıveriyorlar karşımıza. Biz burada olan biteni anlamaz, “Ne güzel yıkarak, dünya standartlarını yakalayacağız” diye ham hayaller kurarken uzaklardan, imrenerek izlediğimiz dünyadan birileri bize elimizdeki ‘kıymetlerin farkına varmamız için’ mesajlar gönderiyor. Ama mesajları alıyor muyuz, emin değilim...

Yani güzel kardeşim, vaziyetimiz Zülfü Livaneli’nin o şahane şarkıda söylediği vaziyete benziyor epeyce; “Kardeşin duymaz/ el oğlu duyar...” durumundayız anlayacağın...

14 Ağustos 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kötü eğitim‘’

Futbolun ‘oyun’ olması yanında aynı zamanda ‘estetik’ bir faaliyet olduğu da düşünülürse, oynayanın yeteneği ‘güzel futbol’ için hayli önemlidir. Önemlidir, ama yeterli değildir. Sonuçta futbol, ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ filminde kaleci ‘Torba’ Suat’ın söylediği gibi; “...toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur... “
Öğrendik ki, Batuhan Karadeniz, Antep’te de tutunamamış, ayrılmış. Şaşırdım desem yalan olur.
Evet, Batuhan’ın durduğu yerden baktığımızda onu haklı görenlerimiz de olabilir pekala; “İnsan şimdi, bu yaşta yaşamaz da ne zaman yaşar?” diyebiliriz. Biliriz ki, hiçbir yaş geri dönüp tekrar yaşanamaz. Trajik örneği Michael Jackson’dır. Koca adam, ‘Neverland’ adını verdiği ‘oyun çiftliği’nde yaşayamadığı çocukluğunu yaşamaya çalıştığını anlatır söyleşilerinde. Sonunda, çocuk tacizciliğinden suçlanmaya kadar varır iş...
Batuhan, elbette gençliğin arzularının peşinden de koşacak. Ama eğer iyi bir futbolcu olmak istiyorsa, bu aradaki ‘de’ önemli. Futbolla ilgili öğrenmesi gereken başka bir sürü şeyi de öğrenmeyi ihmal etmeden dindirmeye çalışacak arzularını.
Kendisine ‘sıkıcı’ bir öneride bulunmak isterim. Fransa Milli Takımı’na da kaptanlık yapmış büyük futbolcu Marcel Desailly’nin yaşam öyküsünün anlatıldığı, İthaki Yayınları’ndan çıkan ‘KAPTAN’ adlı kitabı, ıkına sıkına da olsa okusun. - Tabii, futbolla ilgili bir şeyler öğrenmek isteyen herkes okusun.- Kitapta, yıldız futbolcu adayı ağabey ile daha az yetenekli kardeş Marcel’in yürüdüğü yollarda kendine dair çok önemli ipuçları bulacaktır Batuhan, emin olsun.
Kitap ona, içinden geçtiği/geçirildiği bu ‘kötü eğitim’ yolculuğunda cebindeki küçük bir fener gibi yardım edecektir. Karanlıkta yolu her kaybolduğunda önünü, ya da kendine ait küçük ipuçlarını aradığında çalı diplerini aydınlatacak küçük bir fener gibi...
Biliyorum, akıl veren yaşlı adamlar sıkıcıdır. Ben de öyle, sıkıcıyım epey. Ama, Batuhan’ın hayatının benimkinden daha neşeli olmasını dilediğim için yazıldı bu yazı. Kaldı ki, onun hayatının benimkinden daha neşeli olduğunu da kimse iddia edemez. Eğer okumaz/okuyamaz, Desailly’nin anlattıklarına kulak vermezse, başka seçeneklerimiz de var.
Futbolcu, iyi futbolcu, iyi insan, iyi adam, iyi evlat, iyi koca, iyi baba, iyi arkadaş olmak için Serdar Akar’ın ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ filminin finalinde, hocasından öğrendiğini idman yaptırdığı çocuklara öğretmeye çalışan ‘Torba Suat’a kulak vermesini salık veririm...
‘Torba’ Suat: Hayat futbola fena halde benzer! Futbol şahsi beceri gerektirir. Değişmez, o da ayrı konu. Ama aynı zamanda da toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur. Hayatta böyle değil mi?..
Çocuklar (Hep bir ağızdan): Eveett...
Suat: Aferiinn... İstediğin kadar yetenekli ol! İyi bir takımın yoksa havagazı, mantarlarsın!.. Hayaaaat, futbola fena halde benzer... Neymiş?...
Çocuklar: Hayat futbola fena halde benzeerrrrr...
Suat: Dört doğru pas yüzde 90 goldür! Neymiş?...
Çocuklar: Dört doğru pas yüzde 90 goldür...
Suat: Afeeriinn! Çok güzeel... Evet, koşmaya devam ediyoruz!..

06 Ağustos 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Üzerimden eksilmesin!..‘’

Futbol sevgisi tarihle, simgelerle, renklerle büyüyüp geliştiğinden takımlar da doğadan ya da tarihsel olaylardan simgeler seçerler kendilerine çoğunlukla. Taraftar için de bu renkler, simgeler önemlidir. Örneğin, Beşiktaş malum, siyah-beyazdır, kara kartaldır...
Bir kaç mail almış ama üzerinde o denli durmamıştım, ta ki önceki gün semte, Babalık’ta bir arkadaşla buluşmaya gittiğim güne kadar.
Bakışları biraz üzgün, biraz şaşkın, bir parça da öfkeli duran genç bir arkadaş çevirdi yolumu; “Abi kapalının tavanı boydan boya Telekom reklamı olmuş. Arada bir iki siyah bant var o kadar. İnönü’ye ilk girişte göze çarpan renk ise mavi ve beyaz... Olur mu böyle şey?”
Günümüzde reklamsız, sponsorsuz bir hayat düşünemiyor kimse biliyorum. Tartışırım, iyi de tartışırım ama işin bu yanını tartışmayacağım bugün.
Genç arkadaşı dinlerken Barcelona geldi aklıma, bir dönem formasının arasına incecik bir beyaz çizgi konuldu, o çizgi Real Madrid çağrışımı yapıyor diye yer yerinden oynamıştı.
Şimdi... Benim açık mavi-koyu mavi renklere hiç itirazım olmaz. Kalbimin bir yanı çocukluğumdan bu yana Samsun Demirspor için attığından bütün Demirsporları severim. Hala hafta sonu Adana Demirspor’un ne yaptığını merak eder, maç sonucuna bakarım.
Ama burası Dolmabahçe, burası İnönü, renkleri de malum. En sevdiğim ve her söylendiğinde katıldığım “Gün Doğdu” marşının bir bölümünde söylediğimiz gibi “Üzerimden eksilmesin bayrağımın gölgesi” sözü taraftar için önemlidir.
İnsanların tepelerinde başka renkler bulunmasını istememelerini, buna itiraz etmelerini, edebileceklerini de düşünmek gerekir.
Düşünüyorum da, tavana reklamı alırken, siyah-beyaz çağrışım yapacak bir şeyler düşünülemez miydi? Diyelim ki sürekli siyahlar giyen Telekom’un eğlenceli yüzü Cem Yılmaz’ın ‘kara’lığından, ‘beyaz’lığından Beşiktaş tribününe özel bir şeyler bulamaz mıydı, yaratıcı reklam dünyası? En azından tribüne giden çocukların sükut-u hayale uğrayabilecekleri düşünülemez miydi?
Hafızası güçsüzdür ülkemizin. Geçen yılı, “Sezon biter bitmez kazmayı vuruyoruz, stadı yıkacağız” türünden ham hayallerle kapatanlar, hiç bir şeyi bilmiyorlarsa şampiyonluğun ardından her şeyin unutulacağını biliyordu elbette. Taraftarının Beşiktaş’ı algılama, onu yaşama biçimi üzerine ciddi anlamda neler düşündüğünü, hissettiğini kavrayamayanlardan tribüne gidecek çocukların olası kederlerini anlamaları da beklenemez doğal olarak.
“Ben yaptım oldu” anlayışı yerine bir parça kendinden olanı anlama gayreti her şeyin daha doğruya yakın biçimde hallolmasına yol açacakken, stadı bir Demirspor stadına çevirip sonra da “Biz ötekilere benzemeyiz” türünden tiratlar atmak, hem iyi olmuyor hem de artık kimse bu dile itibar etmiyor...

23 Temmuz 2009, Perşembe 04:32
YAZININ DEVAMI

‘’Sana sade çok yakışıyor‘’

Yeni sezon için şimdilik üç forma çıktı podyuma. Konuştuğum herkesin ortak kanaati ikisinin ‘giyilemez’ biçimde rüküş olduğu yönündeydi. Gerçi Hakan Aksoy -ki kendisini yönetici saymam daha çok kendim gibi görürüm- formalar tasarlanırken “Atatürk’ün ve Baba Hakkı’nın kazağı” gibi simgesel anlamlardan yola çıkıldığını söylemiş ama Beşiktaş’a, Beşiktaşlı’ya uygun bir başka yol da pekala bulunabilirdi.
Bilinir... Ben, bu ‘alım-satım, üretim/tüketim’ denkleminin futbolun ruhunu yok ettiğini, ‘oyun’u ticari bir faaliyete dönüştürdüğünü, halka ait olanı gözü dönmüş piyasacıların emrine vererek ondan maksimum kar elde etmek için her türlü hokkabazlığa yol verildiğini, ‘iş’e dönüşen oyunun insanı kendine ait olana yabancılaştırdığını ve bu bağlamda futbolun insani yönünü öldürdüğünü savunurum.
Bunlar benim ‘elde var bir’lerimdir... Ve bilinir dediğim dediktir!
Yine de yöneticiler en azından şu forma işinde başka türlü davranabilir, sık sık dile getirdikleri “Biz Beşiktaşlıyız, farklıyız” iddiasını sahici kılmak için farklı bir yöntem arayabilirlerdi.
Örneğin, “Ben yaptım oldu” yerine, internette 20-30 tasarımı taraftarın ‘oy’una sunabilir, diyelim ki en çok oy alan 10 forma arasından artık kaç tanesi tercih edilmesi gerekiyorsa onları seçebilirlerdi. Böylece en azından bir ‘demokratik yönetici’ portresi yaratılmış ve o hep sözü edilen “Biz farklıyız”a bir anlam katılmış olurdu.
Dahası şu bile düşünülebilinirdi; Beşiktaş taraftar sitelerine bir çağrıda bulunulur, onların forma önerileri de forma anlaşmasının yapıldığı firmaya iletilir, böylece ‘farklılık’ konusunda daha da ileri gidilirdi.
Bunlar zor ve yapılamaz şeyler değil, yeter ki niyet edilseydi...
Konuştuğum Beşiktaşlılar’ın çoğu formaları ‘çirkin’ bulduğuna göre bu işte bir gariplik olduğu kesin. O nedenle en azından ‘kartal pençesi’ diye sunulan çizgili beyaz ile baklava dilimli formadan vazgeçilmesi bile eleştirilere kayıtsız kalınmadığı, taraftarın aklının da ciddiye alındığının gösterilmesi bakımından yerinde olur.
Bilinir ki Beşiktaş’a yakışan sadeliktir, ağırlıktır...

20 Temmuz 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Semtimiz insan semti'‘’

Orta yaşı aştıktan sonra insan bir kıyı kasabasına kaçma hayalleri kurar. Adı ‘kafa dinlemektir’ bunun. Nedeni, modern hayatın insanı kendisine yabancılaştırmasıdır ve herkes içindeki ‘o iyi yanı’ aramaya koyulur hayatının sonuna doğru.
Oysa başta, o iyi yanımız bizimleydi. Mahalledeydik.. Bize benzeyen insanlarla birlikteydik.
Kent büyüdü, iş yürüdü. Aslında ihtiyacımız olmayan ama bize ihtiyaç olarak belletilen şeyler aklımızı ve ruhumuzu teslim aldı. Kapı komşumuzla selamlaşmak bile muhteşem bir olaya dönüştü. Bu ihtiyacı tespit eden kurnaz müteahhitler de, ‘eskiye dönüş’ diyerek mahalle ve kasaba adı altında siteler inşaa etti hemen. Ama o siteler birer suretti oysa, aslı çoktan kaybedilmişti.
Taşradan gelmiş biri olarak buna hiç inanmıyordum ama çoktandır gözümle de görmemiştim. Dün gece gördüm.. Beşiktaş’ta, Abbasağa Parkı’nda, ‘Ezginin Günlüğü’nü dinlerken...
Üniversiteden ve tribünden arkadaşım Hayati Kurt çağırdı. Beşiktaş Belediyesi bu yaz bütün parkları, bizim eski ‘çay bahçeleri’ne çevirmiş...
Bütün mahalle inmiş aşağıya, Abbasağa Parkı’na... Uzun saçlı, kısa kollu gençler... Başörtülü yaşlı teyzeler, ayağı terlikli dedeler, kadınlar erkekler... Üzerinde insanların uzandığı çimler, insanları konuk etmenin keyfiyle daha bir yeşil. Ortalıkta çocuklar koşturuyor ellerinde mısır patlaklarıyla. Çocuk arabalarındaki bebekler kucaklara alınmış...
Son zamanlarda yüz çizgileri bu kadar memnun, bu kadar kadar umutlu çok sayıda insanı bir arada görmemiştim. Herkes aynı mahalleden olmanın, aynı duyguyu paylaşmanın, aynı eğlenceye katılmanın keyif içinde...
Beşiktaş’ı Beşiktaş yapanın tam da bu olduğunu konuştuk kendi aramızda çim üstünde biraları yudumlarken. Beşiktaş’ı sadece bir futbol takımı olmaktan öte bir şey haline getirenin ona renginin veren bu mahaller olduğunu, dostluk olduğunu, arkadaşlık olduğunu, dayanışma olduğunu konuştuk...
“Mahalle öldü” diyenlere inanmamıştık ya hiçbir zaman, kentsel dönüşüm projeleriyle aslında yapılmak istenenin tam da bu olduğunu, Beşiktaş’ı, Abbasağa’yı, Şenlikdede’yi bu nedenle gözlerine kestirdiklerini, mahalleyi öldürüp, mahalleliyi kent dışındaki sitelere kovup, Boğaz’ın kenarındaki bu semte kurulmayı planladıklarını da konuştuk...
Öyle kaptırdık ki kendimizi Abbasağa’ya, Adnan’la ikimiz devamında çöktüğümüz ‘Canım Ciğerim’de “Buraya mı taşınsak acaba?” diye fikirler uçuşturduk... Hayati’den Bülent’ten bize ev bakmalarını istedik.
Her Beşiktaşlı Beşiktaş’ı tutmak için onlarca neden sayılabilir elbette, ama dün gece Abbasağa’da gördüklerimiz, yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar bile yeter Beşiktaşlı olmaya...
Bir kere daha anladık ki parkta dinlediğimiz Ezginin Günlüğü şarkısındaki gibi hayatımız; “Eksik bir şey mi var hayatımda?/Gözlerim neden sık sık dalıyor/ Eksik bir şey mi var hayatımda? /Gökyüzü bazen ciğerime doluyor.."

17 Temmuz 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Al sana Beşiktaşlı duruşu!‘’

Aklımın almadığı tuhaf şeyler oluyor. Delgado’nun sözleşmesinin geçici süre askıya alınması için Beşiktaş’ın federasyona başvuracağı haberinin ardından Mustafa Denizli, “Kendisi de olumlu yaklaştı. Hatta bu öneri ondan geldi diyebilirim” diyor. Ardından Milliyet muhabiri Mehmet Çiftçi, İspanya’da ameliyat olan Delgado’yla konuşuyor. Futbolcu ise, “Benden kimse onay almadı. Kimseye de onay vermedim. Benim bu onayım olmadan da bu girişimde bulunamazlar. Avukatımla görüşüyorum. 6 ay oynamama gibi bir riskim yok” diyor...
Aklımın almadığı tuhaf şeyler oluyor.
Takımın kaptanı İspanya’da ameliyat oluyor. Muhabir soruyor; “Hastanede yalnızsın. Beşiktaş’tan kimse sana eşlik etmiyor mu?” Delgado yanıtlıyor; “Güldürme beni... Bırak Beşiktaş doktorunun yanımda olmasını, ameliyat sonrası bir arayan bile olmadı. Ne bir yönetici, ne de hocamız durumumu sordu. Beşiktaş’ın, terk edilmiş kaptanı olarak hastanedeyim. Lisansımın askıya alınması için başvurmadan önce, kaptanlarının durumunu sorsalar daha iyi olurdu.”
“Bir insan haksızlığa, üslupsuzluğa uğramadıysa, kendini incinmiş hissetmiyorsa neden böyle şeyler konuşsun” diye kendime soruyorum, yanıt bulamıyorum.
Neresinden baksanız bu çocuk oynarken bize çok keyif veren şık goller atıp, şahane paslar verdi.
Neresinden baksanız bu çocuk, çelimsiz bedeninden beklenmedik ölçüde futbolu ve haliyle hayatımızı güzelleştirmek için elinden geleni yapmaya çalıştı. İyi olmadığı günleri de oldu elbette. O günlerde ona öfkelendik, kızdık ama aklımızda tuttuk ki, bir sonraki maç yine bizim kendimizi iyi hissetmemiz için varını yoğunu ortaya koymaya çalışacak bu becerikli oğlan.
Ameliyat olmuş bu çocuk bugün, “Ne arayanım var ne de soranım” diyorsa bunu yok yere yapması, yalan söylemesi için bir neden bulamıyorum ben.
Küçük bir olaymış gibi duruyor ama bana daha ‘derin bir mesele’ gibi görünüyor Delgado’nun sitemi.
O nedenle diyorum, “Aklımın almadığı tuhaf şeyler oluyor.”
Şimdi tahmin ediyorum şöyle gelişecek olay. Milliyet’teki bu açıklamaları için bir otorite gösterisi yapılacak ve Delgado’ya para cezası verilecek. Verilecek ki, öteki futbolcuların gözü korksun da ileride suyu bulandırmaya çalışmasınlar.
“Duruş”, “Beşiktaşlı duruşu” gibi kavramları havalarda uçuranlar şu ameliyat ve sonrasındaki ‘nezaket dışı’ tutumlarını o “duruş”un neresine yerleştiriyorlar gerçekten merak ediyorum...

11 Temmuz 2009, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Bekle bizi İstanbul!'‘’

Gece ayakta kalabilmek için sokağa geç aktım. Semte geldiğimizde saat 5’e yaklaşıyordu. Önce, Turgut’un Yeri’nde bir kaç kadeh yuvarladık, sonra maçı izlemek için Kambur’un Bahçesi’ne geçtik. Sağ olsun tribünden arkadaşlar masalarında bize yer açıp, yanımızdaki kadınlara yerlerini verme nezaketi gösterdiler.
Doğrusu ben golleri tekrarında bile göremedim. Ama zaten “Olsun da, varsın ben görmeyeyim” halindeydik hepimiz. İçtik, bağırdık, marş söyledik maç boyunca. Deniz Çoban, Denizli’de son düdüğü çaldığı an, bütün semtte olduğu gibi ‘Kambur’un Bahçesi’nde de kıyamet koptu. Bir anda ortadaki süs havuzunda buldum kendimi, bir garson arkadaş feryat ediyordu; “Abi havuzda elektrik var çarpılırsınız. Çıkın” diye... Su dolu ayakkabı, dize kadar ıslak pantolonla gece yarısına kadar Beşiktaş’ta kaldım. İrili ufaklı gruplar semtin dört bir yanında meşalelerini yakmış, “Bekle bizi İstanbul” diyordu...
Kazan’ın önü mahşer yeriydi... Bir ara bir polis grubu geçti kalabalığın içinden sağa sola “Dağılın” diye bağırarak. Sanırım korumakla görevli oldukları bir aracı İnönü’deki ‘Fetih Şöleni’ne götürüyorlardı. Tepki büyük oldu polislere ve sonra bir daha da ortada hiç polis görmedim ayrılana kadar. Anlayamadığım şuydu; Beşiktaş şampiyon olacaktı, semt sokağa akacaktı. O trafik kesilse, araçlarındaki insanlar kalabalık içinde korkulu anlar yaşamasa daha ‘medeni’ olmaz mıydı? Ben gençlerin salladığı araçlardan bir kaç tanesini şahsi gayretimle engelledim ama yapabileceğim o kadardı.
Bir ara İnönü’deki ilkokul müsameresi kıvamındaki ‘İstanbul’un Fethi’ gösterisine inat, bildiğimiz anlamda bir belediye otobüsü ‘ele geçirildi’ gençler tarafından. Kapıları zorlanarak içeri girildi, üstüne çıkanlar kalabalığa üçlü çektirdi, marş söyletti. Motosikletin biri ‘lastik yaktı’ geçidin altında.. ‘Opera’ söylendi zıplaya zıplaya... Diyarbakırlı bir arkadaş, birasını paylaştı hepimizle. Onlarca başka insanla çocuklar gibi zıplarken fotoğraflar çektirdik, cep telefonu kameralarına kayıt düştük o güne dair. Kalabalıktaki birinin her yeni hamlesi yepyeni coşkulara neden oldu gece boyunca.Yaşlanmışız, saat 01.00 geçtikten sonra pilim bitti. Balık pazarının oradaki kartal heykelinin çevresinde uzatılan kutu biralardan da iri yudumlar alıp, açlıktan ezilen midem için pide arası bol tavuk döner yaptırıp, ayranı yudumlayarak çıktım semtten. Arabalardan sarkanların tezahüratlarına eşlik ederken, bu alçakgönüllü, kalender takımın taraftarı olmaktan bir kez daha mutluluk duyarken buldum kendimi. Yol boyunca düşündüm, şampiyonluk kutlamasının Şamdan’da yapılmasının Beşiktaşlı’yı bozacağına, en doğrusunun semtte hep birlikte yapılan olacağına, ‘halkın takımı’na, halkın eğlencesinin yakışacağına bir kez daha karar verdim...

01 Haziran 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI