Arama

Popüler aramalar

‘’26. haftanın sırrı‘’

1 Mustafa Denizli’nin 26. hafta kehaneti tutacak gibi görünüyor.... Takım puan kaybederken sürekli 26. haftayı söyleyen tecrübeli çalıştırıcının ‘Şampiyonluk’ söylemi de tutacak mı?

Sıklıkla düşülen zihinsel bir tuzağa dikkat çekerek başlayayım. Öncelikle, kehanetle öngörüyü ayırmak gerekiyor. Elbette gezegeni doğu/batı, güney/kuzey diye ayırmak ‘batılı bakış açısı’ysa da, düşünme ve anlaşılma kolaylığı olsun diye biz de bu ezbere sığınarak şu tespiti yapalım; doğu toplumları yıldız falları, kehanetlerle iş görme refleksi yüksek toplumlardır. Batı ise işini akıl ve bilim üzerinden yürütür. Denizli’nin 26./27. haftalarla ilgili söyledikleri bu nedenle bir kehanet değil, kanımca öngörü olarak tanımlanmalıdır. Çünkü, futbol bu seviyede akıl, bilgi ve hesapla oynanır. Denizli’de her üçü olduğu gibi ek olarak tecrübe ve bu ülkenin gerçeklerini analiz etme bilgisi de var. Zaman az, hedef belliydi. O nedenle elindeki malzemeye göre planlamasını yaptı ve çıkıp konuştu. Bakmayın siz başta kaybedilen biri iki maçın ardından televizyonlarda atıp tutan zır cahillerin söylediklerine. Onlar da futbolun bir şeylerinden anlıyorlar ama dertleri olanı anlamak değil, daha çok kendilerini ön plana çıkarmak ve oyunun önüne geçmek. Beşiktaş şampiyon olmasa bile, ki kanımca en güçlü aday, Denizli’nin aklı iyi bir takım kurup, onu bir takım organize etmeye ve o takımla önemli işler yapmaya fazlasıyla yeter diye düşünüyorum.

2 Beşiktaş uzun bir aradan sonra şampiyonluk yolunda önemli adımlar atıyor. Küfürden uzaklaşan ve sadece takımı destekleyen tribünlerin de bu başarıda payı var mı?

Tartışmasız Türkiye’nin organize olmayı ve farkını koymayı en iyi beceren tribününden söz ediyoruz. Elbette ki, takım üzerinde büyük etkisi var Beşiktaş tribününün. Çoğunlukla olumlu, zaman zaman da olumsuz olabiliyor bu etki gerçi. Ama o tribün sadece bir takımın taraftarı olma haliyle sınırlı bir tribün değil. O kalabalık daha ötede, bizzat Beşiktaş’ın kendisi olma, Beşiktaş olma halinde. O nedenle tribünün önemli ağırlığı Beşiktaş’la sadece maçtan maça ilgilenen değil dünyaya kurduğu tüm ilişkiyi Beşiktaşlılık üzerinden yürüten insanlardan oluşuyor. Bu da onları gerçek bir fenomen haline getiriyor. Beşiktaş’ı bir kulüp, bir futboldan takımı olmaktan çıkarıp ona ruhunu veren o insanlar. O nedenle üzerlerine kitaplar yazılıyor, belgeseller çekiliyor, sinema filmleri hazırlanıyor. Böyle bir kalabalığın takımın başarısı üzerinde etkisi olmadığı düşünülebilir mi?

3 Beşiktaş formasıyla şampiyonluk yaşayan tek isim İbrahim Üzülmez. Ancak Rüştü, Yusuf ve Nobre, Fenerbahçe’de kupayı kaldırmışlardı. Bu takım içinde sıkıntı yaratır mı?

Doğrusu ya bunun takım içinde ne tür bir sıkıntı yaratabileceğini anlayamadım. Sonuçta geçmiş ondan ders çıkarabildiğimiz oranda tarihe dönüşür. Yoksa bir hatıralar bütünü olarak kaybolur gider. Bir kültür yaratıcısı olarak oyun ve üzerinde konuştuğumuz bağlamda futbol da, tarih yaratmak ve önümüzü görebilme konusunda muazzam bir laboratuardır. Beşiktaş’ın iyi bir kadrosu, iyi bir hocası iyi bir teknik ekibi var. Takım özellikle ikinci devre gözle görünür biçimde ‘hızlanmış’ durumda. Bunda fiziksel yeterlilik seviyesine ulaşmadaki uzmanlık bilgisinin önemli olduğunu düşünüyorum. “Halı saha oyuncusu” denilen Yusuf’un bile Sivas maçında neler yaptığını ya da yapmaya gayret ettiğini gördük. Bu bile oyuncuların güçlenme, hızlanma ve birbirleriyle organize olma konusundaki eski sıkıntıları aştıklarını gösteriyor. O nedenle diyorum ki, oyuncular arasındaki herhangi bir farklılık bu saatten sonra olumsuz değil, olumlu etki yapar.

4 Türkiye’de sürekli tartışılan hakemlerin, bugünkü puan cetvelini gerçekten değiştirdiğini düşünüyor musunuz?

Hakemlerin maçlara etkisinin futbolcuların, teknik direktörlerin, idarecilerin, federasyon yöneticilerinin, taraftarların, coğrafi koşulların vb. etkisi kadar olduğunu düşünen gruptanım. Bu hakem meselesi, reyting kaygılı televizyoncuların uydurduğu ve ne acıklı ki, futbolun çevresindeki kalabalığın önemli bir bölümünü ikna etmeyi başardıkları bir konu. Bilinir, bu ülkede bize iyi gitmeyen her işin altında bir ‘dış düşman’ aramayı öğrettiler. Böyle büyütüldük. Şimdi kim maç kaybetse ya hakemi, ya teknik direktörü ya da bir futbolcuyu suçlu görme/gösterme ruh hali içinde. Bu, analitik düşünme yöntemlerinden ne kadar uzak olduğumuzu göstermesi açısından ibretlik bir durumdur aynı zamanda. Adam, kendi gördüğü ve kolaylıkla kararını vereceği bir konuda bile “Bakalım falanca hoca ne diyecek?” diye televizyonun karşısına kuruluyor. Korkarım bu ‘tüketici taraftar’ modeli çok yakında futbolu da tüketecek. Yine de yapabileceğimiz çok şey var. Futbol üzerine çöreklenen bu sahici olmayan, suni ablukayı dağıtmak için bu dili tasfiye edebilmenin ilk adımı olarak şuradan başlayabiliriz derim; “izleme, okuma ve yok et...” Doğrusu ya, ben bu yöntemle son yıllarda futbol üzerine çok şey öğrendiğimi düşünüyorum.

27 Mart 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Futbolun gözyaşları‘’

Geçtiğimiz hafta başı Yıldız Üniversite’sinde ‘ÜniBJK’lı arkadaşların düzenlediği ‘endüstriyel futbol’ konulu panelde İbrahim Altınsay, Ferudun Düzağaç ve Mert Aydın’la birlikte ‘anlatıcı masası’ndaydım. Dilimin döndüğü aklımın erdiğince ‘endüstriyel futbol’ üzerine ahkam kestim.

Bir yurttaş olarak taraftarın futbol aracılığıyla nasıl ehlileştirilmeye çalışıldığını, iktidar sahiplerinin onu nasıl biri olması konusunda statlarda ne tür eğitimlere tabi tuttuklarını, ultra modern stadyum projelerinin ne anlama geldiğini, o statlara gideceklerden nasıl bir ‘tüketici/taraftar’ modeli kurulmak istendiğini, takımını seven, ona bağlı olan ‘üreticilerin’, nasıl sevgilerinin ‘tüketicisi’ haline dönüştürülmeye çalışıldığını anlatmaya çalıştım dilim döndüğünce.
Bilmiyorum etkisi oldu mu? Çünkü, gelen soruların çoğu ‘resmi futbol ideolojisi’nin dayattıklarının tekrarından öte değildi.

“Takımın haklarını savunmak, hakemler, yorumcular” gibi incir çekirdeğini doldurmayacak konularla da meşgul olmak isteyenler yok değildi çünkü. Onlar ‘resmi futbol’ konuşalım derken ben, “akıl, bilgi, cesaret, itiraz, isyan” kavramlarını havalarda uçuşturdum. “Dünyayı yeniden kurmak için futbol aklımızın almayacağı kadar fırsat veriyor” gibisinden parlak cümleler kurmayı da ihmal etmediğimi sanıyorum. Ettiysem de şimdi burada söylüyorum.
Bunları söylerken sadece içinde bulunduğum Beşiktaş tribününü değil, tüm taraftarları geçiriyordum gözümün önünden.

Ama heyecanımın tekzip edilmesi gecikmedi. Fenerbahçe tribünü daha o hafta sonu Kocaelispor maçında, biz muhaliflere inat ‘endüstriyel futbol’ adına göstere göstere 90’a taktı topu. Kale arkası tribünde taraftarın üzerini boydan boya örten Cem Yılmaz karikatürlü reklam pankartı açıldı şak diye.

Tribüne muhalif bir pankart sokmak uzaya araç göndermekten daha zorken, binlerce insanın bir reklam afişinin altında toplanması, onların bunun gönüllüsü haline gelmesi, sevgilerini tüketimin nesnesine dönüştürerek alışverişe sunmaları anlamanı da geliyordu ki, biz ‘endüstriyel futbol’ karşıtlarının anlatmaya çalıştığı şeyin tam da kendisiydi olan biten.

Şimdi burada reklama karşı olmak gibi ‘ileri romantik’ ve günümüz için bir o kadar da irrasyonel bir duruşu savunacak değilim elbette. Ancak, reklamla tüketici arasındaki ilişki karşı karşıya gelme ilişkisidir. Doğal olarak reklamın ‘tüketici’ tarafından denetlenebilir ve test edilebilir olduğunu düşünenlerdenim. Bu örnekte gördüğümüz ise, reklam ile alıcının ‘iç içelik’ halindedir. Bu benim kafamdaki taraftar kavramını fersah fersah aşar. Taraftar futbola ‘oyun’ olduğu için, takımı için, sevdası için bağlanır. Taraftarlık ürün satmaya dönüşürse futbolun kalbi ağrır, gözü yaşarır. Yanlış mı düşünüyorum?

Yoksa ben, buzları taze çözülmüş eski çağlardan kalma bir dinozorum da, kendi mi insan mı sanıyorum?

20 Mart 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Seyrantepe kazansın‘’

Emin olun bunlar acımasız adamlar... Ve biz nasıl olup da bu acımasız adamlarla aynı takımları tuttuğumuzu, aynı sevdaları paylaştığımızı varsayıyoruz, şaşıp kalıyorum. Bir bedenin iki yüzü gibiyiz. Bir yanımız merhameti ve dayanışmayı, diğeri zalimliği ve parçalamayı temsil ediyor sanki. Aynı takımları tutuyoruz ama emin olun aynı sevdayı yaşamıyoruz.

Şüphem yok, bugün Galatasaraylı arkadaşlar Ali Sami Yen’i takımları için hınca hınç dolduracak. Yapılması gerekenleri fazlasıyla yapıp hançereleri yırtılana, avuçları patlayana kadar destekleyecekler takımlarını.
Ama bugün bir şeyi yapmalarını dört gözle bekleyeceğim..

Onların mutluluğu, neşesi, rahatı için ter döken, avuçlarını patlatan birileri daha var bu hayatta. İki sezon sonra keyifle kurulacakları o stadı kurarken aylardır maaş alamayan Seyrantepe’deki işçiler...

Bugün o statta, evine ekmek götüremeyen, sokakta kendini karşılayan çocuğu için cebinde bir çikolatası olmayan, okula gidecek evladının cebine simit parası koyamayan, eşine küçücük bir hediye alamayan emekçiler için bir şey yapmak gerekiyor. Kirasını ödeyemeyen, Başbakan Erdoğan kızsa da ‘kredi kartıyla yaşamaya çalışan’, gırtlağına kadar borçlu emekçiler için bir şey...

Hani şu müteahhit/mimar Eren Talu’nun “Galatasaray camiasının sabrını zorladılar” diye taraftara jurnallediği insanlar için...

Emin olun bunlar acımasız adamlar. Ait oldukları sınıfın öğretisi bu... Aylardır maaş ödemedikleri insanlar için, “Paralarını ödeyip hepsinin işine son vereceğiz” diyebilecek kadar pervasızlaşabiliyorlar rahatlıkla.
“Tok açın halinden anlamaz” der eskiler. Tanrı, Eren Talu’ya, bir gün özel okula gönderdiği çocuğunun taksitini ödeyemeyeceği günler göstermesin.

Biliyorum, yaptığım düpedüz fukara edebiyatı. Ama şunu da biliyorum, fukara edebiyatı hayatın en koyu, en acı gerçeğidir.

Klişedir ama doğrudur; futbol düpedüz ‘işçi sınıfı’nın oyunudur.
O nedenle..

Bu akşam o tribünlere gidecek insanlar, akıllarıyla ve vicdanlarıyla kimden yana olduklarını göstersinler diye, işçiler lehine atılacak bir sloganı, açılacak bir pankartı dört gözle bekleyeceğim.
Ya aylardır para ödemediği işçiler için, “Hepsini kovacağım” diyen Eren Talu kazanacak, ya ‘onlar’.
Ya vicdan, ahlak, emek kazanacak ya da her zaman kazananlar.

Futbol, hakkaniyeti ve ‘başkalarının acısına bakma’yı öğretmeyecekse bize başka da hiçbir şey öğretemez.
İstiyorum ki, bu akşam Galatasaraylılar göğsümüzü kabartsın, gözümüzü doldursun. Hala yaşadığımızı ve dayanışabileceğimizi hissedelim, sabah daha umutlu uyanalım dünyaya... Şu futbol hiçbir işe yaramıyorsa, bari şu işe yarasın istiyorum...

19 Mart 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aslan kesilmek!‘’

‘Felaket tellallığı’ bu ülkede siyasal dilin hammaddesi, olmazsa olmazıdır. İşler kötüye gitmeye başladı mı hemen bir ‘düşman icat etmek’ bu ülke yöneticisinin en maharetli olduğu konudur.
Bu duruma iletişimcilerden bazıları “acımasız dünya sendromu” diyor. Aslında ortada gerçek anlamda bir tehlike olmuyor ama öyle bir dil kuruyorsunuz ki, “felaket geliyor” hissi toplumda bir saplantı halini alıyor. Bu dil futbolda o kadar yaygın ki, yöneticilere kalırsa takımları yakında ‘dış güçler tarafından’ imha edilecek.
Son örnek Galatasaray Başkanı Adnan Polat’tan geldi. Yakın zamanda “Federasyonun arkasındayız” açıklaması yapan Polat, ara sıra kişiselleştirerek “Ben”, çoğunlukla takımdaşlığa vurgu yaparak “Biz” diyerek sürdürdüğü konuşmasını, bir Beşiktaşlı olarak Yıldırım Demirören yönetimden sık sık duyduğum retorik üzerine kurmuştu; “Galatasaray’ın haklarını yedirmem, aciz kalamam...”

Afili takım elbiseler giyip, iyi eğitime, başarılı işlere yapılan vurgular çoğu zaman yeterli olmuyor işleri doğru yürütmek için. Mahmut Özgener başkanlığındaki federasyon yönetimi, Adnan Polat’ın “Arkanızdayız” açıklaması yaptığı ilk anda “Bir dakika Adnan Bey, siz kimsiniz ki bizim arkamızda duruyorsunuz. Biz işimizi yapacak kadar bilgili ve yetkiniz” diyebilme cesareti gösteremediği anda pimi çekilmiş el bombasını da kucağını almış oldu.
Polat, ‘büyük yöneticilerin’ her zaman yaptığı gibi bir yandan hakemler üzerinden federasyonu ablukaya alma stratejisini uygulamaya sokarken, olası kötü gidişe karşı taraftar tepkisini de soğurmanın ilk adımını atmış oldu kendince.
Çok çocukça bulduğum bu tarzı, sınavda 8 aldığından kendinden bilip 2 aldığında suçu öğretmeninde arayan öğrencinin ruh haline benzetiyorum. Tuhafı, yöneticilerin bu ortak taktiğini, çok akıllı ve yaratıcı bulduğum geniş taraftar kitlelerinin ‘yiyor olması.’

Gazetelerden öğreniyoruz ki, Galatasaray yönetimi Kayserispor maçının tekrar edilmesi için federasyona başvurmuş. Ne kadar acıklı ve rakibine karşı ne kadar saygısız bir tavır değil mi? Yani, “Hakem olmasa biz Kayseri’yi havada karada yeneriz” demeye getiriyorlar alttan alta. Bu ülkede haklarının yendiğinden dem vuracak üç kulüp varsa, bunlar herhalde Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe değildir.
Bakmayın siz Polat’ın çıkışının ‘yalnız’ kalıyor oluşuna. Eğer Fenerbahçe ve Beşiktaş çeyrek gram futbol oynamış olsalardı bu haftaki sonuçların ardından onlarda federasyona ve hakemlere karşı rahatlıkla ‘aslan kesilebilirlerdi.’ Ne mutlu ki, hala utanma duygusu diye bir şeye sahibiz. O nedenle Fenerbahçeliler’in ‘piero’nun tespit ettiği iki ofsayt golüne rağmen takımlarının berbat futbolu yüzünden çıtlarını çıkarmamalarına, vicdana dair olumlu bir durumdur diye seviniyoruz.

12 Şubat 2009, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hocam! Soru sorabilir miyim?‘’

Yıldırım Demirören ile Kenan Öner’in bana hiçbir şey öğretmeyen basın toplantısını izlerken çocukluğumdan bu yana tuttuğum takımın geleceği için büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Acemilik fikirsizlikle harmanlanmıştı ve taraftarı tavlamanın en kolay yolu olan “Bizi hakemler yakıyor. Üzerimizde oyunlar oynanıyor. İçimizdeki hainler de buna çanak tutuyorlar” etrafında alıcı kuşlar gibi dönüp durdu konuşmalar. Ancak bu basın toplantısının ardından hep birlikte düşünelim diye benim aklımda bazı sorular kaldı. Şöyle ki...

Tablo Demirören’in çizdiği gibiyse, Beşiktaş maçlarını hangi hakemler yönetecektir? Yoksa Beşiktaş maçları hakemsiz oynanacak, futbolcular mahalle de olduğu gibi kararları kendi aralarında anlaşarak mı vereceklerdir? Öneriler nelerdir?

Eğer gerçekten Beşiktaş’ın kötü görünen oyununun müsebbibi TFF, MHK ya da Lig TV’nin döndürdüğü ‘ortak dolaplarsa’, Beşiktaş Kulübü’nün kendi başkanına neden 50 milyon Dolar’a yakın borcu vardır? Durum kendi analiz ettiği gibiyse başkan neden bu kadar hoca değiştirip, neden bu kadar futbolcu transfer etmiş/ettirmiştir? Değer midir, bu kadar ‘kirli bir lig’ için elini yeniden kirletip, kulübü gırtlağına kadar borca sokmaya?

Demirören, “Verdiklerimi almadan gitmem” diyor. Ben ve tribüne gelen binlerce arkadaşım yıllardır peşin para verip kombine almaktayız. Bize bunca yıldır izlettirilen kötü futbol için paralarımızı geri istesek, Demirören gibi mi davranmış oluruz?

Acaba takım her defasında yeniden kurulurken harcanan paralardan birileri ‘payına düşeni’ fazlasıyla almış mıdır? Örneğin, Zapo ve Sivok’u kim izlemiştir? Bu iki oyuncu yaklaşık 1’er milyon euroya alınacakken nasıl olmuştur da 9 milyon Euro’dan fazla paraya ‘Beşiktaş’a kazandırılmıştır?

Beşiktaş’ın kötü oyununda kulübeye çakılı oynayan Seric’in transferinin bir etkisi yok mudur? Eğer denildiği gibi Seric zaten, üç paraya hatta bedavaya yedek oyuncu statüsünde alındıysa, şimdi kontenjan boşalsın diye neden gönderilememektedir? Sıkı bir sözleşmesi mi vardır yoksa? Acaba Beşiktaş takımı gerçekte ‘yanlış oyuncu’ tercihleriyle kurulmuş olabilir mi?

Geçen sezon Gordon Schildenfeld’i kim görüp, almıştır? Kim, neden göndermiştir?

Demirören kötü sözleri için benim ve Giresun’dan Rize’ye kadar uzanan geniş akraba topluluğumun da dahil olduğu Türk halkından özür dilemiştir. Acaba benden ve akrabalarımdan değil de, o kötü sözü sarfettiği insandan, onun yakınlarından örneğin annesinden özür dilese daha doğru olmaz mıydı?

Fulya ve stat projeleriyle ilgili sorulara ise yer kalmadı.

Ben basın toplantısından Beşiktaş’ın yapısal sorunlarına dair yeni açılımlar bekliyordum. Bir tür özeleştiri yani. Ama anladım ki, herkes suçlu, bir tek yönetim suçsuz ve de çaresiz. Belki bu yazıdan da şu sonucu çıkaracaklar olabilir; bu kadar soru sorduğu için aslında gizli bir Fenerli/Galatasaraylı olan ve Beşiktaş’a sızmayı başaran ‘uykudaki ajan Cem Dizdar’ da ‘kulübü yıkmak isteyen hainler’dendir. Herşeyin aslında tam tersi anlam içerdiği, “ak” denildiğinde “kara”nın anlaşılmasının gerektiği bir ülkede bu da olabilir mi? Olur mu olur!

29 Aralık 2008, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Güllüoğlu ‘İmam Çağdaş'a karşı!‘’

Yunanistan’da da yemiştim ya, bizdekinin bırakın kapısından geçmeyi, semtine giremez. Almazlar... Öylesi ancak arka mahallelerdeki pastanelerde bulunur.. Bir de bayram öncesi Eminönü’nde, genellikle bordo renkli bir Kartal’ın bagajında... En şekerlenmişinden, en hamurundan.
Milliyet’te birlikte çalıştığımız arkadaşım Tahir Özyurtseven, ‘kökten Antepli’dir. Sordum; “Hocam, memleketin en iyi baklavacısı hangisidir?” Dedi ki; “Eskilerden Güllüoğlu, yenilerden İmam Çağdaş..” Yani Tahir, tam bir ‘Antep derbisi’ tarif etti farkına varmaksızın...
Derbi gelmiş kapıya dayanmış, ben de mevzuuyu baklavadan açayım istedim.
Çünkü, Mustafa Denizli, Fenerbahçe maçı öncesi “En büyük rakibimiz Galatasaray’dır. Onların ilerideki ‘baklavası’ -Arda-Kewell, Lincoln, Baros- Fener’den iyi” gibisinden bir şeyler söylemişti. Ve eklemişti; “Ama bizim baklavamız -Tello,Holosko, Nobre, Delgado- daha iyi...”
Galatasaray’ın ‘baklavası’ malum, son iki maçın birinde 5, birinde 14 dakikada işi bitirdi. Beşiktaş’ın ki, sondan bir önceki Fenerbahçe maçında oyuna çok iyi başladı, “Ha oldu ha olacak” derken durduk yerde Cisse kızarınca, ‘şekerlendi.’ Baklavanın geri kalanı ayakta kaldı maç boyunca, ama pek varlık gösterdiği söylenemez bir iki pozisyon dışında. Son Ankaragücü maçında ise, neredeyse Galatasaray baklavasıyla aynı dakikalar içinde maçı koparıp tribündeki taraftarına bir bayram sonu hediyesi verecekti ki, olmadı. Ve ikinci yarıda biraz korkudan, biraz rakibin direnişinden varlık gösteremedi, tek golle yetindi.
Ne var ki, ‘baklava derbisi’nde Beşiktaş’ın önemli bir kozu var elinde. Baklavanın önemli bir ayağı olan Tello büyük ihtimalle sahada olacak. Galatasaray‘da ise baklavanın önemli bir dilimi, Kewell, yok... Haliyle Denizli’nin tanımı üzerinden düşündüğümüzde enterasan bir denge oluştu denilebilir. Tam baklava Beşiktaş, bir dilimi eksik gibi görünse de taraftarı önünde oynayacak Galatasaray... Eğer Beşiktaş, mezarlıktan geçerken tırstığı için ıslık çalanların ruh haline bürünmezse ‘baklava avantajı’nı kullanabilir. Yok eğer Ankaragücü maçının ikinci yarısındaki gibi yapıp, “Devre arası gelmişken şu işi kazasız belasız atlatalım” derse o zaman baklava böreğe dönebilir.
Ama neresinden bakarsak bakalım, sıkı bir maç izleyeceğimiz konusunda en ufak bir endişem yok.. İki usta, Denizli ve Skibbe, baklavaları açtılar. Bize düşen de tribündeysek tribünde, kahvedeysek kahvede, meyhanedeysek meyhanede baklavanın şerbetini hazırlamak. Sonra, pazartesi günü kim yenildiyse artık onu aşağılamadan, incitmeden, ama galibiyetin keyfini de ihmal etmeden hep birlikte baklavayı afiyetle yemek...

18 Aralık 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Umut ve isyan!‘’

“Beklenti bedene ait, umutsa ruha” der John Berger. Epeydir gergin olan Beşiktaş taraftarının isyanı Ankaraspor maçında bir protesto patlamasıyla su yüzüne çıktı. Neden Berger’le başladım yazıya, açıklayayım...
Gerek yöneticiler gerekse teknik adamlar sezon başında hiç sektirmez, açıklarlar; “Çok iyi transferler yaptık, çok iyi takım olduk.” Bu açıklamaların taraftarın ruhuna verdiği umut, bedeninin beklentisini de yükseltir ister istemez.
Beşiktaş’ta da öyle oldu. Şampiyon olmak için sevmemişlerdi doğru ama, şampiyon olacakmış gibi bir takım da izleyememişlerdi epeydir. En son belki 101. yıldaki sezonun ilk devresinde.
Ertuğrul Sağlam’ın ilk yılında da lig, kupa, Şampiyonlar Ligi gibi beklentiler boşa çıkınca iyiden iyiye demoralize oldu insanlar. Yönetim de, kendine yönelen tepkileri savuşturmak için bir hamle daha yapıp Mustafa Denizli’yi getirdi takımın başına, ama... Takımı başka akıl kurmuş, dümen başkasına verilmişti. Eldeki malzeme Denizli’nin kafasındaki topu oynayabilir miydi? Ben dahil çoğunluğun merak ettiği de bu soruydu. İzlediğimiz kadarıyla bu takım topu rakip sahada tutuyordu ama örneğin Delgado gibi ayağına mahir oyuncularını kullanamıyordu. Kimine göre neden ödenmeyen futbolcu paralarıydı, kimine göre zaten oyuncuların çapı bu kadardı. Bana göre iyi kanat oyuncularının yokluğuydu...
Ama kesin olan bir şey vardı ki, Beşiktaş her geçen maçta biraz daha kafaları karıştırıyordu, “Acaba bu yıl da hüsran mı olacak?” diye. Ve son maçta o beste patladı; “Ne zaman şampiyonuz desek/Kursağımızda kalıyor/Söylesene hoca/Takım niye oynamıyor?” Evet, herkesin yanıtını aradığı soru buydu; “Takım niye oynamıyor?”
Futbol ulemalarına kulak verirseniz, kafanızı karıştıracak ve işe yaramayacak 1000 çeşit ‘analiz’ okur/duyarsınız. Sorunun yanıtını vermek en başta Denizli’nin görevidir kanımca. İnsanlar, bir şeyin neden olmadığını da öğrenmek gibi çok temel bir ihtiyacı dile getiriyorlarsa, bu ihtiyacın da eli yüzü düzgün açıklamalarla giderilmesi gerekir.
Son maçtaki protestonun en açık hedefi yönetimdi. İkincisi Delgado gibi göründü ama ‘sağduyu’ duruma el koyup Delgado’ya sahip çıktı derhal. Türkiye’deki futbol evreninde çok değerli bulduğum, çok önemsediğim Denizli için söylenen beste ise henüz sitem boyutunda ve yanıt bekleyen tondaydı.
Bütün bunlara rağmen ben maçın bitiminde çok kuvvetli bir ‘üçlü’ ya da hep birlikte söylenecek “Gün doğdu hep uyandık” bekliyordum. Hani, “Ne olursa olsun hep burdayız” dedirtecek türden isyan, sevgi, bağlılık içeren bir şey. Çok gergindi insanlar ve beklentim bir sonraki maça kaldı.
Sadece kendim için istemedim bu finali. Gözlerini dikmiş eski açıktan kaç maçtır hepimize bakan dört pırıl pırıl göz, tertemiz iki yüz için, Arda Kızılay ve Erhan Meşakkat için de istedim. Hiç kimseye değilse, artık aramızda olmayan o iki çocuğa, Arda ile Erhan’a, küfür etmeden, kardeşçe, dayanışarak, eğlenerek, gülerek ama isyan edilecek hiçbir şeyi de ıskalamadan yaşanacak bir hayat borcumuz var, değil mi?

12 Aralık 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Lincoln için 'vur emri'!‘’

Biraz Sky Türk’teki ‘Karşı Saha’da anlatmaya çalıştım düşündüklerimi ama en iyi özetleyen -elbette tersinden ve tam da korktuğumu belirttiğim yerden- yine Erman Toroğlu oldu.
Lincoln’ün Hacettepe maçında top sektirmesine ilişkin değerlendirmeler, bilinçaltımızda yuvalanmış vahşiyi, faşizmi küt diye koydu yine önümüze. Futbol, yine aynayı tuttu suratımıza, iki yüzlü ahlakımıza...
Lincoln’ü, başta Ahmet Çakar olmak üzere, futbolun resmi ve hakim dilini savunan hemen herkes ahlaksızlık, terbiyesizlikle suçlarken, Toroğlu önceki gün Hürriyet’te gidebileceği kadar ileri gitti. Forvet oyuncularını küstah olmamaları, terbiyesizlik yapmamaları konusunda uyarırken, futbolculuk günleri hatırına düşmüş olmalı ki, defans oyuncularının cin gibi olduklarını hatırlatıp, ‘gereğini yapacakları’nı söyledi. Yani bana göre dedi ki; “Aralarından Hrant Dink’i (Casio Lincoln) ensesinden kurşunlayacak bir Ogün Samast mutlaka çıkacaktır.”
Ona ve benzerlerine göre, Brezilyalı Lincoln bizim anonimimize uymakla yükümlüydü. Yani... Burada top oynuyorsan müslüman, Türk ve sünni gibi sevinmeli, o kimlik gibi eğlenmeli, o kimlik gibi yemeli içmeli, o kimlik gibi düşünmelisin. Alevi, Kürt, Hıristiyan, ateist, Ermeni, Rum, komünist, liberal ya da benim gibi olmayan her kimsen, o zaman kırarım bacağını, sıkarım kafana! Bu ülkede başka türlü eğlenemez, başka türlü düşünemez, benim ahlak diye bellettiğim dışında davranamazsın.
“Bir futbolcu bir ülkeye gidiyorsa oranın şartlarına uymaya mecburdur. Zaten ya uyar. Ya da onu uydururlar.” Aynen böyle, “Kodumu oturturlar adamı” diyor Toroğlu.
Kalabalıkların yanlış kodlanmış hassasiyetleri kaşındığında “Valla, tam düşündüğüm gibi konuştu” diyeceklerini bildikleri için bu kadar cesurlar.
Hepimizi ‘hakem hataları masalı’yla oyalayıp, futbolu iki yanlış çalınmış düdük, üç yanlış kaldırılmış bayrağa, dıgırık bir ‘piero’ya indirgeyenleri konuşuyorsak bütün hafta boyu, bu aklımızı, hafızamızı ve vicdanımızı günden güne kaybettiğimizdendir.
Haftada 120 çocuk yakınlarınca cinsel istismara uğradığı gerekçesiyle ‘resmen’ Adli Tıp’a giderken gıkı çıkmayan iki yüzlü kalabalık, ‘buralı’ olmayan ve sadece eğlenmeye, işini yapmaya çalışan biri üzerinden kirli vicdanını temize çekmeye çalışıyor. Onu, Lincoln’ü ahlaksızlıkla suçlarken, içlerinden bazıları da “vur emri” çıkartabiliyor.
Sevgisiz bir umursamazlık hayatımızı kuşatırken, vahşi ve imha edici bir hayatı savunanlardan gözlerimizi ayıramıyorsak, ne futbol ne de hayat üzerine yeni bir şey umut edebiliriz. Ne diyordu Adorno; “Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz...”
Çok karamsar ve öfkeli oldu yazı, biliyorum. Ama Lincoln, bir kazaya uğrarsa her şey daha karamsar olacak, onu da biliyorum. Gonca Özmen’in bir şiirinden bir bölümle bitireyim de, yazının tadı tuzu bir parça yerine gelsin bari; “Bir yağmuru koymak var bir sabahın yanına/Bir yağmuru şimdi üzgün boynuna/Nehirlerin dinlediği seslerdik/İçimizden sular geçti/İçimizden sessizlikler, dalgınlıklar/Baktık acımız bir perde/Kapattık...”

04 Aralık 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI