‘’Empatik/antipatik ilişkiler!‘’
Insanların çıkarlarından başka bir şey düşünmediklerini iddia edenlere bir soru sorar Frans De Waal, ‘İçimizdeki Maymun’ adlı kitabında. “(Eğer öyleyse) neden bir günlük bebek bir başka bebeğin ağladığını işittiğinde ağlamaya başlar?” Waal, yeni doğmuş bebeğin kimseyi etkilemeye çalışmadığını belirtip, “İşte” der, “Empati böyle başlar...”
Niye yaptım bu ukalalığı?
Şunun için.. Futbolla ve elbette hayatla ilgili problemlerde temel çözücü olan empatiye (acı çekenle hayalinde yer değiştirmek) sık sık başvurmak istesem de olan bitenler bir türlü buna müsaade etmiyor ne yazık ki! Okudukça, dinledikçe, öğrendikçe ülke futbolunda olan bitenle ilgili karamsarlığa kapılmamak mümkün olmuyor.
Karamsarlık için dünkü gazetelerdeki iki örnek haber yetti yine...
İlki, şu ünlü Kastamonu olayı... Kastamonuspor Kulübü Başkanı İsmail Dönmez, sahaya girip hakemin üzerine yürüyen Bakan hem de Spordan Sorumlu Bakan oğlu Hakan Başesgioğlu için, “Yaşının üzerinde olgun, çok mütevazı, çok iyi çocuktur” demiş. Tanımıyorum kendisini, gerçekten öyledir de, inanıyorum. Ancak, sahaya girerek hakemi bir kural hatasından kurtardığını söyleyen ‘mütevazı’ Hakan Başesgioğlu pek mütevazılığa yakışmayan bir dil tutturmuş özür dilemek yerine. Demiş ki, “Hırsızın hiç mi günahı yok? Hakem şartlanmış...” Ama devam etmiş; “Biz oturduğumuz kalktığımız yeri bilen birisiyiz.” Doğru, belki oturduğu kalktığı yeri biliyordur da Başesgioğlu, sahada durması gereken yeri bilmiyordur, olabilir mi?
Gelin şimdi sahadan dördüncü hakem tarafından çıkartılan ‘yönetici’ Hakan Başesgioğlu için ‘empati’ yapın bakalım. Anlayın onun durumunu, kendinizi onunla yer değiştirin. Eğer onunla yer değiştirebilirseniz kendinizi, 3 kırmızı 10 sarı kart çıkarmak zorunda kalan hakem Hasan Küpeli için nasıl yer değiştirecekseniz peki? Nasıl empati yapacaksınız Küpeli için?
İkincisi, şu “Ertuğrul Sağlam Skibbe’ye gitti” haberi. Galatasaray’ı UEFA’da zafere ulaştırmak için bir Türk bir Alman el ele vermiş. Sağlam, Skibbe’nin evine kadar gitmiş. İyi etmiş de, acaba bu ziyareti neden gazeteciler de öğrenmiş? Ziyaret önceden haber mi verilmiş, yoksa duyum mu alınmış? Ayrıca ne demiş olabilir Sağlam Kharkiv için Skibbe’nin Beşiktaş maçında görmediği/göremediği? “Sağı sağlam, soldan saldırın. Forveti yüksek aman dikkat edin” benzeri şeyler mi söylemiştir acaba? Sağlam’ın analizlerini doğru kabul edersek “Beşiktaş neden kendi liginde oynuyor?” diye soracak olanlara “Bizim futbolcular tutturamadı” mı denecektir yoksa? Ayrıca, analizlerin eve kadar gidip anlatılmasının/verilmesinin bu teknoloji çağında bir gereği var mıdır? Mail yapılamaz mıdır örneğin?
Yoksa ben kötü niyetliyim de ondan mıdır bütün bu sorular? Bir çıkarım mı vardır böyle düşündüğüm için? İnanın yok.
Bu ziyaret fazlaca ‘haber koktuğu’ için güçlük çektim haberle empati kurmakta. O nedenle bit yeniği aradım bu ziyarette.
Yine de, başarı dilemek için bir nezaket ziyaretiyse yapılan, bu örnek davranış için saygı duymamak da mümkün değil öte yandan...
‘’Anlamazdın (*)‘’
Bu yazı bir önceki gibi değil, doğrudan futbolla, bu ülkede futbolun ve hayatın nasıl algılandığı, daha doğrusu her şeyin nasıl anında ‘yanlış algılandığı’yla ilgili bir yazı.
Okuyanlar hatırlar, önceki yazıda SkyTürk’teki ‘Karşı Saha’da söylediklerim için Şansal Büyüka’nın ‘Maraton’da epey içerlemiş olduğunu yazmıştım. Hatta epey şaşırmıştı Büyüka.. Sağolsun, Erman Toroğlu, “Götürmüşlerdir hocamm” derken o, gazeteciliğimizden, insanlığımızdan sitayişle söz etti.
Peki, ben ne demiştim?
Aralıklarla yaptığım iki konuşmadan ilkini hülasa edersem, demiştim ki; “Gazetecilerin futbol adamlarıyla aynı ortamlarda olmaları kadar anlaşılır bir durum yoktur. Ne var ki, bizim ülkede futbola dair dil o kadar kirlenmiştir ki, herkes her şeyi yanlış anlayabilir ve tersten okuyabilir. O nedenle, önemli mevkiilerdeysek ilişkilerimize dikkat etmemiz gerekir, ki, ileride yanlış anlaşılabilecek sonuçlar doğmasın..” Örneğim de şuydu; “Ben biliyorum ki, Beşiktaş’ın hocası Mustafa Denizli ile Federasyon Başkanı Mahmut Özgener kadim dosttur. Ancak artık toplumsal pozisyonları değişmiştir. Üst üste iki yemekte buluşmak, belki bu yemekleri bir gelenek haline getirmek ve bunların kamuoyuna malolması, ileride Beşiktaş lehine kaldırılacak hatalı bir kaç ofsayt bayrağı ya da hakemin süzemediği hatalı bir kaç golde farklı algılara neden olabilecektir. Bunun dışında, bu sıklıkta yenen yemeklerden bazı hakemlerin kendilerine ‘görev’ çıkarmaları ihtimali de yok değildir. Çünkü, bu ülkenin futbol algısı, ben böyle düşünmesem bile, artık zehirli bir dilin avcunun içindedir. İşte bu dikkat edilmesi gereken bir şeydir.” İkinci bölümde ise; “Şansal Büyüka’nın yönettiği Lig TV’de yorumculuk yapan teknik direktörlerin sezon ortasında ligden takım almaları doğru değildir. Ahlaki olan sezonun bitmesini beklemektir, tersi durumun Lig TV’deki gücün olumsuz kullanıldığı izlenemi yaratacağına dikkat etmek gerekir” demiştim. Çünkü, federasyon odalarında ‘iş bekleyen’ teknik direktörlerden hepimiz haberdarız.. İşte buydu söylediklerim.
Dün Erman Toroğlu’nu okudum Hürriyet’te.. Ben ‘Maraton’un tekrarını izlediğimde duymamışım, atlamışım demek ki... Demiş ki Toroğlu, Büyüka’ya “Neden bu yemekleri daha sık yapmıyorsunuz?” yanıt ise “Dedikodular yapılıyor hocam” olmuş.
Tam da bundan bahsediyordum.. Şimdi sormazlar mı adama, “Canlı yayında dedikodu mu olur?” diye. İşte ‘kirlenme’ dediğim, ‘tersten okuma’ dediğim, ‘burnunun dibinde söyleneni anlamama’ dediğim buydu.
Geçen akşam Anadolu Hisarı’ndaki Dere Balık’ta oturduk laflıyoruz, ikisini yeni tanıdığım dört arkadaş. Ben Çağan Irmak’ın ‘Issız Adam’ına getirdim konuyu. Burcu’nun finale doğru kopup ağladığından, bir taş kalpli olmalıyım ki ‘o muhteşem ayrılığa’ ağlamadığımdan söz ederken bir soru çıktı ortaya, “Neden ağlıyoruz biz Çağan Irmak filmlerinde?” diye.
Yanıt Hakan Can’dan geldi, bence muhteşemdi. Noktaydı. Benim de ağladığım ‘Babam ve Oğlum’ için dedi ki; “Filmde kötü hiç kimse yok, tek bir karakter bile. Orada bizi ağlatan hayatın kötülüğüydü be abi...” Hiç düşünmemiştim, vuruldum.
Futbol da öyle mi acaba? İnsanlar iyi de, oyun mu kötü? Yoksa, oyun iyi de, hayat mı kötü? O nedenle mi hep anlaşılamama, ağlama sınırındayız?
(*) Bu yazıyı yazarken tekrar tekrar dinlediğim ‘Issız Adam’da Ayla Dikmen’in söylediği muhteşem şarkı.
‘’İndiragandici Cem Dizdar!‘’
Bu kişisel bir yazıdır, beni seven, önemseyen insanların aklında en ufak bir şüphe kalmaması için yazılmış bir yazı. Haliyle okunmasa da olur.
Memleketin zehirli atmosferi hele de futbol gibi, az düşünülen çok konuşulan, boş konuşulan bir alanda nefes almayı güçleştirdiğinden midir nedir, çoktandır elim yazıya gitmiyordu.
Pazar akşamı, güzide meyhanemiz Yakup’ta -Bilmeyenler için Asmalımescit’teki Yakup -2, 1’ini aramayın, yok çünkü- biri İspanyol diğeri Türk futbol adamı dostumla içerken, telefonum ardı ardına çalmaya başladı.
Her arayan, “İzliyor musun oğlum, Maraton’da sana sallıyorlar” diyordu. İzlemiyordum, çünkü katıksız futbol konuşuyorduk. Beşiktaş’tan girmiş Arsene Wenger’den çıkmıştık. İngiltere, İspanya, endüstriyel futbol, alt sınıflar, sınıf mücadelesi gırla gidiyordu masada.
Sabah gazetede izledim Maraton’un tekrarında adım verilmeden hakkımda konuşulanları. SkyTürk’te Berfu Haşıoğlu ve Eray Özer’le yaptığımız ‘Karşı Saha’da söylediklerimden içerlemişti Şansal Büyüka. Benim ‘Karşı Saha’da ne dediğimden ve Büyüka’nın neye içerlediğinden başka bir yazıda bahsedeceğim. O yazı herkes tarafından okunabilir, çünkü doğrudan futbolla ilgili olacak.
Büyüka’nın programda gizli özneyle bahsettiği şeylerde benimle ilgili bir “sallama” yoktu doğrusu. Dediğim gibi ‘içerlemeydi’ onunki. Yanlış anladığı, belki de kendisine yanlış aktarılan söylediklerim üzerine gayet anlaşılabilir şeyler de söyledi. Ama ben ‘Karşı Saha’da söylediklerimin doğruluğu konusunda hala ısrarlıyım.
“Sallama”, partneri Erman Toroğlu’ndan geldi. ‘Boş konuşan Çılgın Türkler’in filozofu Toroğlu, eliyle “indiragandi” hareketi yaparak benim ‘arkadan malı götürdüğümden’ bahsetti. O konuşurken aklıma ilk gelen rahmetli babam oldu. Duysa, arkadaşları “Erman Hoca söyledi, senin oğlan malı götürmüş” deseler, çok utanırdı böyle bir konuşmanın öznesi olmama.
Kim olduğum, ne iş yaptığım, nerelere gittiğim eşim, dostum, arkadaşım... Hepsi belli. Hayatta bir şeyleri hele de para, pulla ilgili şeyleri saklayacak kadar hünerli biri olamadım.
Futbol üzerine yazdığım, söylediğim her şey tam da Toroğlu ve benzerlerinin bu ‘zehirli dil’i üzerine oldu hep. Havamızı kirleten, bizi kendimizden utandıran bu dil üzerine.
Ne tuhaf değil mi? Bunca yıl doğramadık hakem, yönetici, idareci, taraftar bırakmayan biri beni ‘indiragandi’cilikle suçluyor.
Ne güzel! Televizyondan, gazeteden ona buna demediklerini bırakmayanlar tutumlarıyla ilgili ölçülü bir eleştiri de bile seni saha dışına atmak için kayarak kafadan ‘aşil tendonu’na çakıyorlar. Hem de en basit suçlamayla; “İndirmiştir bir şeyler hocammm” diyerek.
Neden böyle düşünüyorlar peki? Çünkü onların dünyasında bu işler hep böyle yürüdüğü, hep “indirildiği”, başka türlü bir davranışın da mümkün olabileceğini düşünemeyecek kadar dar görüşlü oldukları için...
Allahları var, cin gibiler. Argoya yakın bir dille zihin kirletmek konusunda ellerine su dökecek az sayıda insan var bu ülkede. Ve ne şanslılar ki, bizim sözümüzü dinleyenlerin sayısı onlarınkini dinleyenlerin yanında devede kulak bile kalmaz.
Yazının başında ‘okunmasa da olur’ dediğim şey ise, arkamdan “Bırak ya! Şöhret olmak isteyen budalanın teki. Aklınca bana sallayıp ünlü olacak” demesinden duyduğum korkudur. Yoksa bana sorsanız zımba gibi yazı oldu.
‘’Yabancı düşmanlığı!‘’
Geçenlerde kanallar arasında gezerken ntvspor’da Sergen Yalçın’a rastladım. Öfkeli ifadesiyle yabancı hocaların yararsızlığından, dünyanın parasını aldıklarından, Türk hocalara haksızlık yapıldığından dem vuruyordu. Artık kendisinin buna izin vermeyeceğini söyleyince, “Daha neler” diyerek kanalı değiştirdim. Yakın zamanda Ertuğrul Sağlam’dan önceleri de Yılmaz Vural’dan, türlü çeşitli hocalardan, televizyon yorumcularından duyduğum bu ‘sinik yabancı düşmanlığı’na dayanamadım çünkü.
Biliyorum ki, bilimin, bilginin vatanı, milliyeti, ırkı olmaz. Aspirini yutarken, Ferrari’ye binerken, x-ray’den geçerken, MR’a girerken kimse “Bu gavur icadı” demez.
Artık unutuldu, geçmişte ‘beyin göçü’ diye bir tartışma vardı. Biz “Bilimin vatanı olmaz” tezini savunanlar, sorunun bilim için yurt dışına gitmekte değil, egemenlerin elinde toplanan bilginin insanlığa yayılmıyor oluşunda, buna izin vermeyen dünya sisteminde olduğunu söylerdik. Hala aynı şeyi düşünüyorum.
Bu ‘yabancı hoca’ mızmızlanması, mızmızlananlar farkında olmasalar bile ‘yabancı düşmanlığı’nın yapı taşlarındandır. Kim bu ülkede oynanan futbola Brian Birch’ün, Jupp Derwall’in, Gordon Milne’in katkılarını inkar edebilir?
Ya, bu ülke kimliğini taşıyan hocaların büyük bölümünün kendini geliştiremiyor, futbola yenilik getiremiyor oluşuna kim itiraz edebilir. Bilimsel gelişmeler, tıp biliminin yeni olanakları ışığında yeni antrenman programları uygulayan kaç hocası var bu ülkenin? Yeni ve farklı maç stratejileri geliştiren kaç ‘yerli hocası’?
Bu cehalet dolu bakış yüzünden, “Hoca değil” diyerek neredeyse arkalarına teneke bağlanıp gönderilen ‘yabancı hoca’ları hangi önemli takımların başında gördüğümüzü bir hatırlayın bakalım..
Bütün bunları Sergen Yalçın gibi bir ‘idman kaçkını’nın ağzından duymak daha da komik kaçıyor. Lucescu’yu ‘yabancı’ saymıyor olsa gerek, ondan övgüyle söz ediyor Yalçın. Müthiş yeteneğini futbolculuk kariyeri boyunca yarım sezonu geçmeyecek maç sayısıyla sınırlı tutan, futbolcuyken gazeteci ve yorumculara ‘sallama’ konusunda en az oyunculuğu kadar maharetli olan Yalçın’ın şimdilerde masanın öte yanından söyledikleri de ayrıca ibret verici...
Bu ‘yabancı hoca’ alerjisi taşıyanlar nedendir bilinmez ‘yerlilerin’ ateşi attığı takımları küme düşmekten kurtaran Saffet Susiç, Gigi Multescu, Milorad Mitroviç gibi hocalardan da hiç bahsetmezler öte yandan.
‘Yabancı’ya itiraz edeceğim derken çoğunlukla ağızdan çıkanı kulak duymaz. Milliyetçi söylemin insanı götüreceği yerleri tahmin edebilmek için insanlık tarihinin en dramatik, en dehşet verici zamanlarını hatırlamak gerek. Tarih bu dilin ön ayak olduğu acılarla doludur. Faşizm, nasyonal sosyalizm, ırkçılık hep ‘öteki düşmanlığı’ üzerinden şekillenmedi mi?
‘’Deveye sormuşlar!‘’
Kuşkusuz ki, Beşiktaş’ın bugünlere gelmesenin tek sorumlusu Yıldırım Demiören ve ekibidir. Bu ekibe, istifa etme erdemini gösteren Ertuğrul Sağlam’ı da katıyorum. Evet, Sağlam “adam”lık retoriği üzerine inşa etttiği bir konuşmayla, kahramanca sayılabilecek bir çıkış yaptı. Sayılabilecek diyorum, çünkü her akıllı insan gibi o da Beşiktaş’taki ömrünün bir mağlubiyetle sınırlı olduğunu biliyordu.
O her ne kadar “Ben başarılıyım” diyorsa da, sanırım bu fikre kendinden ve menajer Sinan Engin’den (!) başka kimse katılmıyordur. Evet, Beşiktaş’a kötü futbol oynattığı için gitti Ertuğrul Sağlam, yoksa ‘yerli hoca-yabancı hoca’ ikileminden değil. İstifa konuşmasında bu fikri vurgu yapması konuya ne kadar hakim olduğunu göstermesi açısından ibret vericiydi. O sözler ağzından çıkarken Tigana ve Del Bosque örneklerini hatırlayacak olan “adam gibi bir adam”ın yüzünün kızarması gerekirdi.
Kötü futbol oynatan ve ciddi hiçbir başarısı olmayan Sağlam’ın “kahramanca çıkışı” büyük ihtimalle önüne yeni kapılar açacaktır. Nasıl mı? Milli takımdaki yardımcı hocaların kariyerlerine bir göz atılırsa ne dediğim daha iyi anlaşılır. Öte yandan, haberler doğruysa Sinan Engin de istifa etmiş ama yönetim kurulu kabul etmemiş. Benim bildiğim istifa tek taraflıdır. Yine haberlere göre Sağlam’a da “Kal” denmiş, ama o Sinan Engin gibi yapmayıp “adam gibi adam”lık yaparak gitmeyi tercih etmiş. Bir düşünelim, Engin’in istifası neden kabul edilmemiştir acaba? Sanırım futbolu çok çok iyi bildiğinden olsa gerek. 4 Eylül gazetelerinden okuduğumuza göre Engin, kulüp yönetimine şöyle bir yol göstermiş; “Ben Ertuğrul Sağlam ile en az beş yıllık mukavele yapılmasını isterdim. Böyle bir anlaşma bence hem hocamız için hem de camiamız için tam anlamıyla bir güven ortamının oluşmasına neden olur.” Gelin görün ki yönetim bu değerli görüşe aldırış etmemiş. Okuduğum başka haberlerden bazı yorumlar yapacağım ama eminim ki Sinan Engin sonra çıkıp ağzından çıkmayan sözler üzerine yorum yaptığımı söyleyecek. Soruyorum, bu takım başarılı mı? Başarılı ise hoca ile neden 5 yıllık mukavele yapılmadı ve yerine neden hoca aranıyordu? Yok eğer takım başarısız ise, Sinan Engin neden görevde ve yeni gelecek hocaya takımla ilgili Ertuğrul Sağlam’a veremediği ne tür görüşler verecek?
Bir de şunu anlayamadım. Engin’in, “Demirören’le geldim Demirören’le giderim” demiş. Sanırım Demirören göreve geldiğinde kendisi halen devam etmekte olan bir pasaport davası nedeniyle Beşiktaş’ta değildi. Hatta göreve gelişi çok sonra olmuş, geldiği hafta tribüne pankartlar gerilmiş, taraftar Demirören’e “Sinan’ı da al git” diye bağırmıştı.. Yoksa ben yine mi yanılıyorum?
‘’Parayı veren çalsın düdüğü‘’
Modern hayat bir sürü şeyi, atasözlerini bile değiştiriyor. Hani ‘Parayı veren düdüğü çalar’dı! O söz şöyle olmuş; ‘Parayı alan düdüğü çalar.’
Kim alıyor parayı? Yayıncı kuruluş, kulüp.
Kim veriyor? Taraftar.
Nasıl veriyor? Maça giderek, televizyonda maç izlerken gösterilen reklamlardaki ürünleri alarak.
Peki kimin dediği oluyor? Satıcının.
Futbol öncelikle bir eğlence. Bütün oyunlar gibi onun da ilk vaadi, ‘oynarsan eğlenirsin.’ Eğlenmek için oyuna katılmak gerek. Beşiktaş taraftarı da eğlenmek istiyor. Çünkü, uzun süreden bu yana işler baştan iyi gidiyor gibi görünüyor. Ancak durum böyleyken, birileri huzuru bozacak işleri resmen icat ediyor. Biliyorsunuz, futbol taraftarsız oynandığında suyu olmayan ham ayva gibi, boğazı tıkayan, kupkuru bir oyundur.
Hafta sonu İnönü’de Antep maçına gittim. Çıktığımda saat 12’ye geliyordu (yazıyla yirmi dört). Arabam Taksim’de. Oradan Anadolu yakasındaki evime gitmem bilemediniz 20 dakika. Ki ev, Anadolu yakasının ilk semtlerinden birinde. Peki, özel arabası olmayıp uzakta oturanlar ne yapacak? Yanıt açık; toplu taşıma araçlarında gece yarısı sürünecekler.
Peki bu hafta oynanacak İstanbul Büyükşehir Belediye maçında durum nedir? Yine saat 21.45’te oynanacak maç. Ama bir farkla, insanlar maçı izlemek için ‘dünyanın öte ucu’ sayılan Olimpiyat Stadı’na gitmeye çalışacak. Hadi bir-iki saat önce yola çıkıp gittiler diyelim, nasıl dönecekler, kaçta dönecekler? Orası kimsenin umurunda değil.
Lafa geldi mi ‘Beşiktaş’ın haklarını yedirmeyiz’ diye televizyonlarda kendi taraftarına kuru propaganda yapan yönetim bir şeyler yapıyor mu, bilemiyorum. Sonuçta bildiğim şey şu ki; Beşiktaş’ın hakkı demek her şeyden önce o tribünlere giden insanların rahat ve huzurlu maç izlemelerini sağlamak demek. Maç bitimi evine nasıl döneceğinin düşünen birinin tadı olur mu?
Adalet duygusu zedelenmiş toplumlarda, ‘toplumsal huzur’ açısından dikiş tutturmak güç oluyor.
Tribüne giden insanlara para uğruna olmayacak muameleleri reva görenler futbolun da ipini çekiyor.
Kombine satışlarında imzalanan sözleşmelerde taraftara ‘müşteri’ denir. Müşterisine bunu yapan yayıncı, kulüp, satıcı her kimse aslında alttan alta bir isyanı ateşlediğinin farkında mı, bilmiyorum. Bildiğim ve önerdiğim şey şu; şu maçı muassır medeniyet seviyesine ulaşmış toplumlarda olduğu gibi uygun bir saate alınsın. Alınsın ki, insanlar futboldan ve hayattan zevk alsın. Zevk alsın ki, kendilerini iyi hissedip, adam yerine konduklarını düşünsünler.
‘’Nobre'nin gecesi‘’
Herkesin istediği Nobre’nin bir gol atmasıydı. Çünkü maç içinde etrafımdaki herkesin ortak görüşü şuydu: “Hepsi ne istiyorlar bu adamdan. Kimse adama top atmıyor” Oysa ki Nobre, sahadaki en çalışkan oyuncudan daha da çalışkandı. Aldı verdi, gitti geldi... Herkesin istediğini sonunda, kiminin Zapotista, kiminin kısaca Zapo adını koyduğu Zapotocny yaptı. Nobre’ye verdiği gol pasıyla birlikte stat yıkıldı. Oysa ki, Gaziantepspor çok sağlam top oynuyordu. Özellikle de ilk yarı, topu Beşiktaş’tan daha iyi kullandı. Ancak pozisyona giremedikleri için, golü yapamadılar.
İlk yarının özeti yine tribünden geldi: “Saldır Beşiktaşım...” Çünkü Beşiktaş, 2. dakikadaki golden sonra birkaç cılız atak dışında hiç saldırmadı. İkinci yarıda da, özellikle ileri uca giden oyuncuların, müsait pozisyondaki Nobre’yi ısrarla ihmal etmeleri, belki de çok farklı bitecek bir maçın 3-0’da kalmasına neden oldu.
Oyun çok zevkli ve heyecanlı olmasa da, uzun zamandır üç golü bir arada görmemiş taraftarın ağzı kulaklarındaydı.
‘’Bir umudum sende!‘’
Uzun bir yazı yazmış Mehmet Demirkol, Milliyet Taktik’te benim “O küfürü yuttuk mu?” başlıklı yazım üzerine.
Zaten bildiğim, Fatih Terim’e dair yazdığı bir sürü doğruyu hatırlatmış. İyi de yapmış. Hatırlamakta, hiç akıldan çıkarmamakta yarar var böyle şeyleri. Hatırlamak aklımızı, öfkemizi ayakta tutar çünkü.
Yalnız, sanırım o yazıda muradımı doğru ifade edememişim ki, Demirkol, ona ve Uğur Meleke’ye - ki, ikisini de spor yazarları arasında ayrı yere koyarım- dönük sitemimi, Terim’e ve davranışlarına şaşırmış olmama bağlamış.
Bir ön hatırlatma. Mehmet Demirkol yakın arkadaşım, kadim dostumdur. Kahrımı çok çekmiş, beni çok toplamıştır yoldan, sokaktan. Ona soyadıyla hitap ediyorsam, spor basınında fazlaca içselleşmiş senli/benli jargonla kurulan ahbap/çavuş ilişkisinden ayrılalım isteğimdendir. “Adabınca polemik yapılabileceğini de yine biz gösteririz”e vurgu yapma ukalalığı da diyebilirsiniz buna.
Demirkol asıl konuya, yani küfüre, yazının son paragrafını ayırmış. Ona da itirazım var ya, yazının geri kalanındaki bıkkın, yılgın, “Yazdık da ne oldu? Terim bildiğini okudu, egosu şişti, futbolu yönetenler ona biat etti. Biz de vatan hainliğiyle suçlandık” yollu tespitlerine daha çok şaşırdım.
Sorun tam burada. Açık ve ilerici düşüncenin hastalıklı ama inatçı otoriter propangandayla teslim alınması hali bu. Yanlış olan inatçı, haklı ve doğru olan bıkkın. O nedenle hep ‘yanlış’ kazanıyor. Demirkol’dan beklediğim şuydu doğrusu; Terim’in kaç takımı aynı anda yöneteceği meselesini tartışmak yerine, bir takımı bile yönetmesinin ‘örnek karakter’ olarak çocuklar, gençler, büyükler üzerindeki yıkıcı etkisine bir kez daha ve daha da sert vurgu yapmasıydı.
Yazdıklarım aslında Terim değil, Mahmut Özgener ve Başbakan Erdoğan, yani futbolu ve ülkeyi yönetenler üzerineydi.
Federasyon Başkanı Özgener, ‘küfürbaz Terim’in elini sıkarken tribünden küfür eden hangi çocuğa, ne gerekçeyle ceza verecekti? Sorunum buydu. Ya Erdoğan, hangi ahlak kriterleri üzerinden nutuk çekecekti kongrelerde.
Muktedirlerin sırrı burada, bir şekilde bizi istedikleri meseleleri tartışır hale getirmeyi başarıyorlar. Böylece de ideolojik hegemonyalarını genişlettikçe genişletiyorlar. Siyasette de görüyoruz bunu. Düşünsenize, iktidardaki parti muhalefete ve basına muhalefet ederek güçleniyor. İktidardayken muhalefet... Tam Türkiye’ye özgü bir yöntem.
Gelelim küfüre. Evet, Terim bana küfür etmez, edemez. Ama Terim kimseye küfür etmemeli.
Demirkol’un ima ettiği gibi, küfür edenle edilen arasında zımni bir anlaşma da olabilir. Ama sorunumuz bu olmamalı. Sorunumuz öze dairdir.
Kieslowski’nin “Öldürme Üzerine Küçük Bir Filmi”nin sonunda biz, birini hunharca öldüren ve idam edilecek katilden yana buluruz kendimizi, ölüme karşı yaşamı savunmak adına. Demirkol’un da aksini düşünmediğini biliyorum. Sitemimi aminayene tabirle “geçirme” olarak algılamışsa çok üzülürüm. Onun için bir Karacaoğlan’la bitireyim; “Sabah olsun ben bu elden gideyim/Garip bülbül gibi feryad edeyim/Sen var iken ya ben kime gideyim/Şakı bülbül var uyandır yarimi/Ben kıyamam sen uyandır eşimi.”