‘’Şampiyon, gece semte dön!‘’
“Beşiktaş” denildiğinde zihnimize ilk olarak bir futbol takımı, siyah-beyaz renkler, ele avuca sığmaz bir taraftar topluluğu geliyorsa da, derin bir nefes çekip, bir es verdikten sonra tekrar düşündüğümüzde gözümüzün önüne gelen Boğaz’ın kıyısındaki o semttir.
Resmi kayıtlara ilçe diye geçtiğine bakmayın siz, bir semttir Beşiktaş. Çarşısıyla, hamamıyla, pazarıyla, camisi, kilisesi, iskelesiyle, bakkalı çakkalı, meyhanesiyle bir semt.
Bugün adını o semtten alan takım memleketin bir başka ilinde şampiyon olmak için çıkıyor sahaya. Biz, o takımı tutanlar zaten aklımıza ‘kötü’ bir şey getirmiyoruz da, takımı tutmayanların bile ortak kanaati Denizli’den semte bir şampiyonun döneceği.. Biz o gün deplasmana gitmeyenler, semtin güzide meyhanelerine, birahanelerine; Kazan’a, Hasbi’ye, Babalık’a, Olta’ya, Canım Ciğerim’e artık nerde ilişecek bir yer bulduysak oraya çöküp izleyeceğiz maçı. Her zaman olduğu gibi öğlende başlayacak marşlar, şarkılar. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç önümüze ne konulduysa artık, içip gülüp bekleyeceğiz başlama vuruşunu.
“Gün doğdu hep uyandık”ın “Semtimiz erkek semti” bölümü gelince, biz erkekler yanımızdaki kadınlardan utanma belası volümü bir parça düşürecek olsak da, “İşte biz kötü günde hep omuz omuzayız”a gelince iş, gırtlağımızı patlatana kadar bağıracağız hafiften efelenerek... Aksini düşünmek aklımın ucundan geçmiyor, içimden geçen şu; maç bitiminde şampiyon olmuş futbolcuların duşlarını aldıkları gibi atladıkları uçakla İstanbul’a dönmeleri, artık saat kaçsa, semte inmeleri... Eskiler der ya, “Demir tavında dövülür” aynen öyle. Beden uykuya düştükten sonra neşe uçar, keyif kaçar. Elbette sabah daha bir iyi uyanırız ertesi güne ama hiçbir şey ‘ilk anı’nın yerini tutmaz, tutamaz. Ben futbolcu olsam, o gece saat kaç olursa olsun “eve dönmek” isterdim. Bütün sezon karşında oynadığımız insanların bu kez karşısına geçip karım ve çocuğumla birlikte zıp zıp zıplamak, onlarla birlikte semte özgü Boğaz havasını solumak isterdim. Öteden beri resmi eğlencelerden hoşlanmam. Pazar günü işe gider gibi kravat takıp maça gelen adamların bizim eğlencemizi anlayabileceğine ihtimal vermem. Büyük ihtimalle bir gün sonra düzenlenen ‘resmi eğlence’ye katılmam, Mustafa Sandal’ı görmem. Onu bunu bilmem, ben işi bu gece semtte bitiririm. Haaa, benim için ihtimal bile olmayan öteki durumda ne mi olur? Aklıma bile getirmem ama elbette hayat zehir olur. Ama şunu da bilirim ki, hayatımız aynı zamanda bir hayal kırıklıkları toplamıdır. Yine şunu da bilirim, o zaman daha bir başka anlam kazanır marşın, “İşte biz kötü günde hep omuz omuzayız” bölümü... Ertesi gün halsiz düşsem de, takarım Ezginin Günlüğü’nü, Hüsnü Arkan’ın şahane sesinden dinlerim “Anladım bu hayat artık bize hiç gülmeyecek” diye başlayan ‘Ayrılık Treni’ni... Şarkının finali hazırlar beni bir sonraki sezona, yeni bir yarına; “Ama olsun acılar, adam eder adamı...”
‘’Elinize sağlık arkadaşlar!‘’
Bir futbol maçını izlemek için statlara gidenler kimlerdir? O gün oraya maç izlemeye gelenler hayatta futboldan başka hiçbir şey olmadığını düşünemeyecek insanlar mıdır? Çoğalttıkça çoğaltılacak bu sorular, “Nasıl bir demokrasi istiyoruz?”un da yanıtlarını barındırır içinde.
Demokrasi her gün, her yerde yaşanan ve sorgulanarak geliştirilen bir şey olsun istemeyenler, hayatı kalın çizgilerle birbirinden ayırmaya çalışırken, biz de bu ‘oyun’a gönüllü olarak katılıyoruz. Sanıyoruz ki, demokrasi 4 yılda bir sandığa attığımız oydan ibaret.
Galatasaray maçı öncesi, bu ülkede yaşayanların futbol üzerinden kendisiyle ve hayatla kurduğu bağı sorgulamalarına yol açacak birbirinden kafa açıcı ‘işler yapan’ Çarşı grubu, üç pankart hazırlıyor. İkisi Prof. Türkan Saylan, biri de üniversitelerde özlük hakları mücadelesi veren asistanlarla dayanışma için.
Ne var ki, “Türkan Saylan onurumuzudur”, “Alkışlar Türkan Hoca için” ve “Asistan kıyımına son, Çarşı 50D’ye de karşı” yazılı pankartlar, polis incelemesine takılıyor. Bir gün önce federasyonun onayından geçen Türkan Hoca’yla ilgili pankartın da aralarında olduğu üç pankart ‘sakıncalı’ bulundukları için tribüne gerilemiyor.
Nedenleri malum, pankartlar ‘politik’ bulunuyor ve politikanın da futbolda yeri olmadığı düşünülüyor.
Oysa öyle mi, futbol gerçekten politik değil mi? Değilse, neden ‘polis’ ve ‘jandarma’ yıldönümü kutlamalı pankartlarla takımlar sahaya salınıyor. Neden insanlardan vergi isteniyor o pankartlarda, neden ormanlara saygılı davranmaları öğütleniyor? Kulüp yönetimleri için yapılan seçimler aynı zamanda bir demokratik süreç değil mi?
Tribün, adını koyuyor gündelik pratiğin. Cenazesinde on binlerce insanın yürüdüğü Prof. Saylan için kendi kavlince saygı duruşunda bulunuyor Beşiktaş taraftarı. Belki aralarından çoğu, ölen kişiyle aynı dünya görüşünü bile paylaşmıyor, örneğin ben. Ama bu, yaşadığımız hayat biraz daha güzel olsun diye elini taşın altına koyan birini, hastaları için yıllarca çırpınmış bir doktoru, kendi çocukları ve adını bile bilmediği bir sürü çocuk için ‘saçını süpürge etmiş’ bir annenin hatırasını yad etmemize engel mi olmalı?
Ya da hakları için mücadele eden, bu dünyanın bilgisine bir parça bilgi katmak, üniversiteli çocuklarımızın ufkunu açmak için gece gündüz çalışan üniversite asistanlarını, yalnız olmadıkları konusunda futboldan bir selamla cesaretlendirmek, onaylanmayacak bir ‘politika’ mı?
O pankartların gerilmesine engel olunsa da, akla gelen doğru düşünceler, iyi duygular şu evrende ortak sesimiz olarak mutlaka dile geliyor. Bu yazı ortak sesimize küçük bir nefesle katkıda bulunmak için yazıldı. O pankartları yapan çocuklar; gerememiş olsanız da aklınıza, elinize sağlık.
‘’Çıkın eğlenin!‘’
Sadece ve sadece ‘kazanma’nın anlamlı olduğu zamanların içinden geçiyoruz. Bu, “Kazan da nasıl kazanırsan kazan” bakışı hem hayatımızı hem de bağlısı olduğumuz oyunu çürütürken biz iyimserler, yakın gelecekte bunun tepetakla gideceğini, oynamanın, eğlenmenin bu ‘kayıtsız şartsız kazanma arzusu’nun önüne geçeğini düşlüyoruz.
Eduardo Galeano yazmış.. Kimden duyduğunu hatırlamıyor ama söylemek istediğimi en iyi özetleyen de bu... Artık anonim hale gelen bu deyiş 2006 Dünya Kupası sırasında söylenmiş; “Oyuncular örnek tavır sergiliyorlar. İçki içmiyorlar, sigara kullanmıyorlar ve oynamıyorlar...”
Modern futbolun belki de kilit kavramı ‘oynamamak.’ Bunun içinde oyunculara öğretilen ve yapmaları istenen şey, ‘oynatmamak.’ ‘Oynatmamak’ evet ama üstüne bir de oynamayınca işin tadı tuzu kaçıyor. Oynatmazsan, oynamazsan bir biçimde kazanıyorsun maçı da, kupayı da. Sonuçta iki oynamayan bir biçimde maçı berabere bitiriyor ve iş, o saçma sapan penaltılara kalıyor. Geçmişte bunun yerine para atışıyla belirlenirdi galip.
Penaltılar, oynamaya, iyi olmaya çalışan futbolcuya değil, bir tür kas ve sürat karışımı haline gelene yardımcıdır daha çok.
Oysa ki, futbol eğlencedir. Biz izleyenler için de, sahada oynayanlar için de...
O nedenle bugün İzmir’de oynanacak maçta eğlenmek, eğlenerek oynayanları görmek istiyoruz sahada. Keyfimizi bozmak, neşemizi kaçırmak için oynamayın... İşi penaltılara hatta uzatmaya bırakmayacak gibi oynayın. Futbolcu gibi oynayın, sanatçı gibi oynayın, hünerli oynayın, cesaretli oynayın, güle oynaya oynayın.
Oynayın ki, futbola, hayata ve geleceğe daha bir güvenli uyanalım ertesi sabah.
Bir taraf üzülecek elbet. Ama oynamadan kaybedişin ardından gelen üzüntüyle, oynamış olarak kaybedişin ardından gelen üzüntü gece ile gündüz farkı gibidir.
Şimdi biri uzak, biri yakın iki hatıra... Uzak olan Nevio Scala’dan... Beşiktaş, İnönü’de Barcelona karşısına çıkıyor. Soyunma odasında hücum ve savunma taktikleri havada uçuşuyor. Takım sahaya çıkarken, Scala arkadan sesleniyor; “Çocuklar, durun bir dakika! Şimdi size kaç gündür ve az önce anlattıklarımı unutun. Çıkın sahaya, eğlenin. Eğlenmenize bakın...” Tribündeyim o maçta, kesin favori Barcelona’ya Beşiktaş üç attı o gün. Onlar da eğlendi, tribündeki bizler de... Yakın ve tersi bir örnek; arkadaşım Emre Oral anlattı... Los Angeles Lakers, sakat Yao Ming’in yokluğunda Houston Rockets önünde kesin favori. Fakat Houston maçı alıp götürüyor. Normalde sinirden kudurması gereken Lakers’ın hocası Phil Jackson takımı biraz da gazlamak için molada konuşuyor; “Bugün o günlerden biri işte. Siz çıkıp şutunuzu atın, savunmanızı yapın. Gerisini boş verin...” Maç bitiminde favori Lakers yeniliyor. Ama kimse yenilgiye takılıp kalmıyor. Çünkü...
Daha oynanacak çok maç, yaşanacak uzun bir hayat var. Yeter ki eğlencemiz eksik kalmasın, afiyetimiz bozulmasın...
‘’Derbinin ardından...‘’
Son yazıda ‘umut etmek’ten bahsetmiştim. Hep kapımızın önünde beklediğinden, onu içeri almak için gayret ve inat etmek gerektiğinden... Sanırım haklıydım. En azından gelinen noktada haklı olduğum söylenebilir.
Unutulmasın ki, hepimiz aslında, ilkin “geleceğe dönük” yaşarız. “Geçmiş”, gelecek tasavvurunun arkasından gelir. Gelecek önümüzdedir, geçmiş ardımızda. Bugün ise onu düşündüğümüz anda geçmiş olur.
Son yazıda Fenerbahçe maçının ardından gelen taraftardaki ve doğal olarak oyunculardaki ‘yıkım’dan da söz etmiştim.
Yıllarca Fenerbahçe için bir gerilim nedeni olan Beşiktaş maçları, Lucescu’nun gönderilmesinin ardından epeydir tersine dönmüş görünüyor. Uzun zamandır aynı gerilimi, Beşiktaş yaşıyor.
Fenerbahçe maçlarındaki gereksiz gerginlik, oyun içinde tuhaf acemilikleri, ‘dengesizlikleri’ de beraberinde getiriyor. İnönü’de oynanan son maçta Beşiktaş, beklemediğim ölçüde gergindi. Dışarıdan bakıldığında rahat gibi görünüyor olabilirlerdi ancak rahatlık acemiliğe değil, lakaytlığa yol açar. O maçta durum tersiydi, lakayt değil acemiydi oyuncular, çünkü gereğinden fazla gergindiler. Bu da beklenmeyen ama kaçınılmaz olan sonucu getirdi.
Fenerbahçe’yle oynanan son lig maçından önce genel kanı, inanış, algı şuydu; “Fenerbahçe ligde yatacak, Beşiktaş kupayı onlara verecek.” Ben futbolun her zaman sürprizini, yeniliğini, gericiliği er geç muzipçe mahkum eden ilericiliğini severim.
Mustafa Denizli’yle birlikte “en yeni”yi bulamadı elbette Beşiktaş. Onun için biraz daha zamana, yeni bilginin derlenmesine, dünya futbolundaki genel eğilimin idareci, teknik adam ve futbolcular tarafından algılanmasına ihtiyaç var. Ancak, takımın havasındaki epey zamandır gözlenen değişiklik, en azından bu sezon için işlerin rotasına girmek üzere olduğunu gösteriyor.
Artık İnönü’deki Fenerbahçe maçı geride kaldı. Bazen en ‘azılı rakiplerinizi’ yenmeden de hedefe ulaşıp, şampiyon olabilirsiniz. Bu tıpkı, namağlup ya da gol averajıyla arkada kalmak gibi bir durumdur, doğaldır. Eğer tersinin olduğunu düşünüyorsanız, yani ezeli rakibini yenmeden şampiyon olmayı anlamsız buluyorsanız o zaman ligdeki diğer takımlara karşı küçültücü, aşağılayıcı bir tavır içindesiniz demektir ki, bu şu meşhur ‘Beşiktaşlı duruşu’na pek uymaz sanırım. Bütün spekülasyonları boşa çıkarmak, bundan sonraki Fenerbahçe maçlarına daha bir güvenli çıkabilmek için şu kupa maçı önemli bir dönemeç. Beşiktaş bu maçta rahat, güvenli ve alabildiğince eğlenceli olmalı, oynamalı. Çünkü bu maç, moral değerler açısından aynı zamanda lig şampiyonluğunun da düğümü niteliğinde. Ne demek istediğim daha iyi anlatabilmek için, Ernst Bloch’tan bir alıntıyla bitireyim; “Çöküşten kurtulma yolunu bulamayanlarda korku, umudun önüne ve karşısına geçer...”
‘’‘Umut' kapıda‘’
Futbol yazısına benzemeyecek bu yazı, baştan belirteyim. Okuyacaklar ona göre okusun...
Biraz zihnimizle, biraz ‘iç’imizle ilgili olacak...
Genel olarak hepimizle, özel olarak Beşiktaşlılarla hatta Sivaslılarla ilgili. Ben Beşiktaşlı olduğum için elbette ‘bizim çocuklara’ niyet ederek yazıyorum ama, bir yazı onu okuyan herkes için yazılır...
***
Fenerbahçe maçından çıktığımızda, o koca kalabalığın ortak duygusu nedir diye sorsanız bana, tek kelimeyle ‘yıkım’dı derim.
Yüzü asık, kimseyle konuşmak istemeyen, başka şeylerden dem vurmaya niyetli epey öfkeli, hayli kırgın bir kalabalık indi sokağa o akşam. Hayal kırıklığına sarılıp uyudu o gece ‘bizim çocuklar...’
Daha genç olanlarımız öfkeli, yaşlılar buruk ama vakurdu ya, en önemli şey yitmişti; ‘umut.’
Geçen yıl da sonlara doğru benzer bir filmi izlemişti insanlar. Bir ara ligin tepesine kurulmuş ama çabuk terk etmişti takım zirveyi. Sonra da bir averaj ‘allem kullemi’yle ligi Sivas’ın üzerinde bitirmiş, UEFA’ya gidebilmişti Beşiktaş. Herhalde zihinler en çok, “Yine mi?” sorusunun yanıtıyla meşgul bu aralar.
Zihin böyle işliyor; geçmişte yaşanan kötü deneyimleri bugüne bir lanet olarak tercüme ediyor.
Bunu yaparken, aynı zamanda geçmişten getirdiğimiz iyi ve güzel hatıraları da sakatlıyoruz ya bunu göremiyoruz. Böyle olunca da umutsuzluk gitgide güç kazanıp, bizi elden ayaktan düşürüyor. Bugünle kurduğumuz coşkulu bağı gevşettikçe gevşetiyor...
Bunları her ne kadar futbol için yazıyorsam, sanırım hayatın diğer etkinlikleri için de işleyen kurallar bunlar. Bir yandan her sabah ışıltısı büyük bir umutla aydınlatıyor hayatımızı, öte yandan ‘aklın kötümserliği’ karartmak için umudu aynı sabah başka bir noktadan koyuluyor yola. Oysa daha 4 maç, kazanılabilecek 12 puan var.
Bu ihtimal ‘umut’un ta kendisidir.
Eğlenmek, öğrenmek ve kazanmak için hala zaman, hala fırsat varken ‘enseyi karartmak’ da neyin nesi?
Önceki akşam hep birlikte izledik, ‘umut’un son ana kadar kapının eşiğinde durduğunu. Katalan halkının takımı Barcelona’nın, İngiliz burjuvasiyle, Sovyetler Birliği emekçi sınıflarının onlarca yılda yarattığı değerin üzerine çöreklenen Rus oligark Roman Abramoviç’in koalisyonundan oluşan Chelsea’yi, İniesta’nın beni bile ayağa fırlatan uzatma dakikası golüyle devirdiğini gözlerimizle gördük... Günün ‘umut’u, gecenin bir yarısı, o son dakikaya kadar sinip beklemişti İniesta’nın onu ortaya çıkarmasını. Tam da, şampiyonluk umudu kapıda beklerken onun bizi yarına taşıması için elimizden geleni ardımıza koymamamız gerekir. Bu sıkıcı yazıyı kallavi bir Adorno alıntısıyla bitireyim; “Geçmişin tek umudu, yıkıma savunmasızca maruz kaldıktan sonra, onun içinden farklı bir şey olarak çıkma olasılığıdır. Ama umutsuz ölen kişi bütün ömrünü boşa yaşamıştır...”
‘’Utanç!‘’
“İsrail’e bayılıyorum. 1 kişiye 100 kişi alıyor...” Böyle demiş Erman Toroğlu.
İnsanın kanı donuyor değil mi?
Ama işte futbol dediğimiz de böyle bir oyun. Yıllardır, “Acaba ne diyecek” diye pür dikkat kesildiklerimiz, insanı çileden çıkaracak kadar derin konulara gülüp geçmemize neden olacak kadar meseleleri sıradanlaştırıp, hafifletebiliyorlar. Onlar futbol konuşur gibi yapıp ellerindeki paslı eğeyle vicdanımızı taşlaştırırken, bizler de umarsızca ve arsızca ağızlarının içine bakmayı sürdürüyoruz.
Evet, futbol konuşuyoruz. Bu ülkede, başka ülkelerde de aynısı yapılıyordur bilmiyorum, futboldan anlaşılması gerekenin skor/sonuç olduğu kafalarımıza vura vura ezberletilmeye çalışılıyor. Toroğlu’nun yaptığı gibi...
Her şeyin sayılara karşılık geldiği bir hayatı yaşadığımıza inandırmak istiyorlar bizi. Tıpkı futbolda olduğu gibi.
Toroğlu’nun, rahatlığın ve kabul görmüşlüğün verdiği pervasızlıkla zikrettiği o rakamlara karşılık gelenin, örneğin o ‘1’in, İsrail’de yaşayan bir asker/erkek/kadın... 100 olarak telaffuz ettiğinin, Filistin’de yoksulluk içinde yaşayan erkek/kadın/çocuklara karşılık olarak kullanıldığını gözden kaçırıyoruz ister istemez.
Aslolanın ‘kazanmak’ olduğu öğretilirken, o şeyi ‘kazanırken’ kıyılan cana, heba olan emeğe, sönen umutlara, bir kavuşma anında yüzde donan gülümsemeye, parkta oynayan çocuk neşesine karşılık gelen ‘rakam’ın henüz bulunmadığı aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Bu mesele ‘İsrailli Yahudi’, ‘Filistinli Müslüman’ meselesi değil. Bu mesele ‘insanlık’ meselesi.
Hafife almayın Müslüm Gürses’in söylediği şarkıyı. Orada, Ali Tekintüre’nin sözlerindeki “Yeryüzü, gökyüzüdür meselem”deki kadar derin bir ‘mesele’ bu.
Öldürülen insanlar için ‘almak’, gibi kavramları kullanan insanların futboldan ve haliyle hayattan ne anladıklarını, hızla düşünüp süratle konuştuklarında daha da iyi anlayabiliyoruz.
Kanı, canı, umudu, geleceği ve geçmişi, acısı ve sevinci olan insanları rakam haline getirme, onları bir alışveriş, değiş tokuş malzemesine dönüştürme, bir insanın ‘hayattan koparılması’ durumunu aritmetik ilişkisine çevirme hali utanılacak bir şey değilse, ben bu hayattan da futbol denen oyundan da zerrece bir şey anlamıyorum.
Bazen umudumu yitiriyorum ama şahane çocuklar da var şu hayatta, yüzümüzü yere getirmeyen. Onlardan birinin, ODTÜ’den Hasan Türk’ün karaladığı iddiasız ama şahane şiiri, biraz ışık olur belki dünyaya ve Filistinli çocuklara; “İçimdeki çocuk, uyansana/ Yetmedi mi güzellik uykun hala/ Ben güzele böyle hasretkenÖ/ Çocuk,/ Yüzüme vursana bir rüzgar, İstanbul’da/Yorgun ayaklarıma çarpsana, Fethiye’de bir dalga/Misket oynasana benimle Çorum’da,/Uçurtmam olsana çocuk,/Hani rüzgarım?/Büyük olmak boğuyor beni çocuk,/Şu kravatı/Biraz açsana.”
‘’Bugün mönüde komplo var!‘’
Ülkenin gündemi sağlıklı bir insanın bile dudağını uçuklatacak kadar yoğun, gergin. Ama şükür hala dudaklarımız sağlam. İngiliz filozof Thomas Hobbes’un “Herkesin herkesle savaşı” dediği türden bir gerilimin içinde ülke. “Yaşamanın tek ihtirası korku oldu” da diyen Hobbes’u haklı çıkarmak için çırpınıyoruz adeta.
Ekonomik ve politik gündemi gergin bir ülkenin spor gündemi eğlenceli olur mu? İzin vermezler elbet.
Futbol üzerine konuşanların, futbol üzerine okuyan/dinleyenlerin en çok merak ettiği ‘hakem komplo’ları olunca, futbol evrenimizde huzur mümkün mü?
Sokakta futbol konuştuğum üç kişiden ikisi kararını vermiş; “Beşiktaş kupayı verecek, Fener de ligde Beşiktaş’a yatacak.”
Benim duyduğum bu yaygın ‘komplo teorisi’ni iki başkan, Yıldırım Demirören ve Aziz Yıldırım duymamış olabilir mi? “Olamaz”sa biraz dikkat etmek gerekmez mi şu yemekli toplantılara?
Ben adımın Cem Dizdar olduğunu bildiğim kadar eminim iki başkan arasında ligin ya da kupanın geleceğine dair bir anlaşma yapılmadığına. Ancak, büyük kalabalığın böyle düşünmesinin de haklı gerekçeleri yok değil, değil mi? İnsanların böyle düşünmelerine neden olan ‘komplo teorisyenleri’ listesinin ön sıralarında iki başkanın da adı var.
Yıllardır zihnimizin derinine işledikleri bu bakış açısı ortadayken, Paper Moon yemeğinin masum bir “Kupa finali İstanbul’da oynansın” görüşmesi olduğuna insanları inandırmak güçtür.
Öyle ki, kendileri bile eminler ki böyle anlaşılacağından, haberlere göre, Sivas Başkanı’na “Vallahi tezgah yapmıyoruz” anlamına gelen bir telefon açma ihtiyacı hissetmişlerdir.
Hayat da olduğu gibi futbolda da aslolan samimiyettir, inandırıcılıktır. Mustafa Denizli’nin gelişinin ardından eski haline dönmek için ufaktan kıpırdanan Beşiktaş algısı, Demirören’in bu girişimiyle yine hafif bir sallantı geçirmiştir.
Denizli’nin vakur duruşu, futbola yakışan görgülü, mizahi dili çocuklarımızın bu oyun üzerinden bir şeyler öğrenebilecekleri umudunu beslememize yol açarken, ayrık otu misali, ‘muktedir yemekleri’nin oyunun önüne geçmesi ‘herkesin herkesle savaştığı’ türden bir duruma yol açmaktadır.
Gerek yoktur, federasyon kupa finalinin İzmir’de oynanacağına karar vermiştir. İtiraz edilecekse iki kulüp birer komite oluşturur ve sağlanan konsensüs federasyona iletir, olur biter. Bu, “Kulübün her şey bizden sorulur” türünden bir tiran havası hem diğer yöneticilere ayıp etmektir hem de kamunun zihninde yanlış anlamalara yol açmaktadır.
Kulüp başkanları sadece kendi kurumlarını değil, taraftarlarının sosyal pozisyonlarını da düşünmek zorundadır. Kimse maç bağladığı sanısı yaratan bir takımın gönül rahatlığıyla taraftarı olamaz.
‘’‘Yaz' dediler yazdım...‘’
Öfkeli insanlar “Yaz bunları, yaz” dedi, yazıyorum... Onlar için...
- Abi, biz ne yaptık. Güle oynaya geliyorduk stata birden vurmaya başladılar. Gaz sıkıyorlar abi, kimseyi göremiyorsun...
- Hocam, küçücük çocuklar vardı aramızda, kadınlar. Kaçamıyor kimse o kalabalıkta biz de mecburen giriştik, kendimizi korumak için..
- Cem bey, 53 yaşındayım ben böyle zulüm yaşamadım. Kaldık ki ben ters yönden Kabataş’tan geldim statın önüne. Nefes alamıyordum.
- Abi, kim ne yaparsa yapsın yine geleceğiz bu stata, dövseler de, yaksalar da geleceğiz, bunu böyle bilsinler...
Bunlar sadece stata girmeden duyduklarımdı. İçerdekilerin öfkesi dışarıdakilerden beter, biri gidip biri geliyordu; “Abi yazın bunları, söyleyin televizyonda...”
Bir genç yaklaştı yanıma gözleri hala nemli ama daha soğukkanlı, alçak ve kontrollü bir sesle konuşuyor; “Tabii çoğu ilk kez yaşıyor bunları, başlarına ilk kez geldi. Belki 1 Mayıs’ta işçilerin, memurların, bizlerin yaşadıklarını bir nebze olsun anlamışlardır.”
Maça ya da bir gösteriye giden kalabalıklarla polis arasındaki ilişki, bir “koruma”, “kollama” ilişkisidir.
Fanatik’teki o fotoğrafta polislerin kollarında tuttuğu o gence, uçan tekmeyi yapıştıran polis, o anda kimi, o çocuktan koruyordu ki?
Ya da zaten kontrol altına aldıkları o genci, kollarına giren polisler karateci polisten koruyamıyorsa, kimden koruyabilirlerdi ki?
O çocuk bu hayatta kime güvenecek, hangi hukuka sığınacak, kimden yardım isteyecek ki?
Ya o futbolcuların ellerindeki “küçük polisler” ve taşıdıkları teşkilatın kuruluş yıldönümünü kutlayan pankarta ne demeli? Bu ülkede yaşamak gittikçe komik ve acıklı bir hal alıyor.
Bir düşünün, o maçı Kayseri kazansaydı, o atmosferde, o statta neler olurdu?
Bir düşünün, bir gazeteci televizyon ekranlarına, “Polis de gaz sıkmak zorunda kaldıysa, saygı duymak gerekiyor” diyorsa, yazılacak ne kalır geriye?
Bir düşünün... Çocuklarını hiç acımadan sopadan geçiren bir ülkede, eğlenmek isteyen binlerce insanını kimyasal gaza boğan bir ülkede, bir futbol maçından kocaman bir düşmanlık yaratan bir devletin avuçlarının içinde, mutlu olmak, yarına umutla bakmak mümkün mü?