‘’Adaletin terazisi‘’
Adalet terazisinin hassas tarttığını ezberlettiler bize. Ne var ki, büyüdükçe öğrendik; yasal olan her zaman hukuki olamayabiliyor ve terazi şaşıyor. Çünkü, yasalar her zaman ‘doğru’ olmayabiliyor. Bunu en son Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker de dile getirdi. Türkiye, bugün hemen her alanda tam da bunun sıkıntılarını yaşıyor. Yasalar arasında hukuka uygun düşmeyenler olduğundan, adalete olan güven daimi bir sarsıntı halinde ülkede. Toplumun ezici çoğunluğu her gün bir biçimde haksızlığa uğradığını düşünerek koyuyor başını yastığa...
***
Son olarak Beşiktaş tribünleri için dağıtıldı adalet. Buna göre, 36 insan ‘olağan şüpheli’ ilan edildikleri için 1 yıl boyunca İnönü’ye giremeyecekler. Gerekçe olarak, Wolfsburg maçında Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’e edilen küfürler gösteriliyor.
Biz, maçı kapalı tribünde izleyenler bu gerekçenin doğru olmadığını biliyoruz. Çünkü, 1 yıl yasaklı olanların önemli bir bölümü zaten yönetimi protesto edenlerden değil, protestolar yükselirken ‘nötr’ kalan gruplardan...
Hepimiz biliyoruz ki, bu bir iktidar oyunu. Daha ortada küfür yokken tribünleri ‘temizleyeceğini’ açıkça ilan eden Yıldırım Demirören değil miydi? İşte yine, koltuğa oturduğundan bu yana yaptığı onlarca yanlış gibi bir kez daha yanlış kaleye attı (attırdı) golü... Tribünün sesine kulak vermek, ne istediklerini anlamak yerine yine burnunun dikine gitti...
***
Bu ‘yasak kararıyla’ en temelde, suçun şahsiliği ilkesi de çiğnenmektedir. Eğer gerekçe gerçekten küfürse, o maça dair yayıncı kuruluş kaseti bir kez daha izlensin... Görülecektir ki, yasaklıların çoğu yönetim aleyhtarı tezahüratlara katılmamıştır. Ayrıca o tribünden çıkan sesi değil 36, 536 kişi çıkarabilirse ben artık hiçbir şey bilmiyorum...
Yapılmak istenen esasen şudur; tribüne gelip de yönetime muhalif olacaklara gözdağı... Eğer amaç gerçekten suçu cezalandırmak olsaydı, Denizli maçında tribünlere saldıranlar tespit edilip hakim karşısına çıkarılırdı. O maçta üzerine saldırılan insanlardan önemli bir bölümü daha sonra ‘tribün teröristi’ muamelesi görerek küfür gerekçesiyle cezalandırılıyorsa, bu adalete olan güveni sarsacaktır.
Çünkü tribünlere gidenler neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu, aslen ne yapılmaya çalışıldığını bilecek kadar zeka ve vicdan sahibi insanlardır.
***
Kendimi önemsediğimden değil ama bu seçim atmosferinde Demirören ile ilgili olumsuz şeyler yazmamaya özen gösteriyordum. Ola ki, seçimde oy kullanacak insanlardan bazılarının tercihinin değişmesine neden olabilir yazdıklarım diye...
Ne var ki, varılan noktada söylemem gerek ki; kendi taraftarlarına bu muameleyi gösteren, gösterilmesine izin veren, eleştirilmeyi göze alamayan, eleştirilerden faydalanmak yerine hiçbir hesabı olmadan bu takımı seven, takımın daha iyi olması için akıl yürütenleri önemsemeyen birinin Beşiktaş’ı bir kez daha yönetmesine gönlüm razı gelmiyor.
‘’Hakan! Kutlu olsun‘’
İnsan hep bir şeyler yaparak ‘büyürse’ de bunun tersi de doğrudur. İnsanı büyütenler arasında yaptıklarımız kadar yapmadıklarımız da önemli yer tutar. Bazen bir şeyi yapmazsın, hayatın makası orada değişir. Sen yapmazsın, başkası sana bakıp yapmaz, bu yapmama hali çoğalır, itiraz büyür ve hayat o itiraz üzerinden düzelir, güzelleşir.
Tanımam ama televizyon gördüğüm Nurullah Sağlam, gayet ‘sağlam’ birine benziyor. Yan mahallenin abilerinden biri gibi benim için... Kalecileri Özden’in, ki hayatta hepimiz zaman zaman formsuz olabiliriz, olmadık işler yapması sonucu 2-3 yenildikleri Bursa maçının ardından soyunma odasına giren Denizlispor Kulüp Başkanı Ali İpek, hocayı da oyuncuları da baştan ayağı ‘boyamıştı’ hatırlarsanız. Maçın ardından her onurlu adamın yapabileceği işi yapan Sağlam, ayrıntıya girmeden istifasını açıklamıştı.
Ve ben beklemeye koyuldum... Bundan sonra ne olacak?
Şu oldu, Ankaragücü’nün eski hocası Hakan Kutlu Denizli’ye yeni hoca oldu. Oldu ama yaptığı olmadı.
Bir kere meslektaşına karşı olmadı, şık durmadı.
İkincisi eğer Ali İpek, Denizli’ye hoca bulamasaydı, Hakan Kutlu ya da o teklifi kabul etmeyen ber başka hocanın yapmadığı bir şeyle belki de bu ülkede futbolun makası değişecekti.
Üçüncüsü... Sağlam’la birlikte o soyunma odasında bulunan ve o sözleri yemek zorunda kalan genç futbolcuların Hakan Kutlu’nun tutumunu nasıl değerlendirdiklerini merak ediyorum. Ve bundan sonra Kutlu’ya olan saygı seviyelerini!
Futbolcular sözleşmeleri gereği takımı bırakamayabilirler ya da buna cesaret gösteremeyebilirler. Onlara ufak itirazlarla hayatın değişebileceği umudunu vermek hocaların işidir. Kötü giden bir maçı döndürebilme umudu neyse, bu da odur.
Antep’i uzatmada 4-1 yendikleri maçtan sonra sadece bir idman yaptırdığı Denizlispor için, “Bu takım böyle oynarsa çok can yakar” dediğini okudum Kutlu’nun. Ve bir kere daha şaşırmadım... Ne yardımcı hocaları Özcan Bizati’nin demecinde ne Kutlu’nun o bir kaç kelimesi içinde Nurullah Sağlam’a çakılmış bir selam vardı.
Ali İpek tipi yöneticilerin altında çalışmak, Nurullah Sağlam’a yapılana rıza göstermek anlamına da gelir. Eğer kendimize bu tip bir muameleyi uygun görüyorsak zaten konu kapanmıştır. Bunun ‘eve ekmek götürmekle’ uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Eve ekmekle birlikte saygınlığında götürüleceğini unutursak, hatırlamak istemezsek futbol hayatımıza sandığımız kadar çok şey katmıyor demektir.
Bir de Denizlispor taraftarı olsaydım, “Hep böyle adamlar mı yönetecek hayatımızı?” sorusunu aklımda mıh gibi tutar, bu soruya yanıt arardım her maça gidişimde...
‘’Tansiyonum düştü‘’
Futbol, ‘yüksek tansiyon’dur. Düşük olunca tadı olmaz, sahaya bakasın gelmez. İlk 15 dakika, “Ulan ne maç oluyor be!” dedim ama devamı balon gibi söndü. En azından benim için öyle. Çünkü Beşiktaşlı gözüyle izledim maçı. O denli söndü ki maç bir ara, ben bile ‘hakem hatası’ konuşur hale geldim!
Maç, tansiyon maçıydı ama Galatasaraylılar ‘atmosfer idmanı’ yapmamışlardı. Daha başlamadan kaptan Arda’nın yükselttiği tansiyon Galatasaray’ı ‘tüketti’. Oysa bu oyun yetenek, beceri bilgi istediği kadar ‘sinire hakim olmayı’ da gerektiriyor. Keita, oyundan attırabileceği Carlos tarafından oyundan atıldıysa bunda Arda’nın o ilk ‘eylem’inin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.
Maçın adamı kuşkusuz ki Alex diyecek herkes. Öyle ya iki gol attı. Ama oyuncunun terlemeden maç bitirdiği bir ülkede bundan daha doğal tespit olamaz. Golleri o attı ‘aslan payı’ da ona gidecek.
Benim için ise maçın adamları, Fener’i yöneten adam Cristian Baroni ile ‘İngiliz efekt’li Colin Kazım’dır. Kanımca maçın çözücüsü, Kazım’ın Galatasaray müdafaasında yarattığı tedirginlik oldu.
Maç bitince düşündüm... Keşke, emeğiyle geçinen kameramana o attığı şey için atan vatandaş bir özür telefonu açsa. Keşke, şu sahaya bir şey atmama konusunda insan aklı ve vicdanı elleri kontrol edebilse. Keşke Ersun Yanal, hiçbir şey söylemeden “Teknik analiz yapıyorum” diye konuşup kafamızı şişirmese... Bütün bunlar tansiyonumu normalin çok altına düşürüyor...
‘’'Kuru temizlemeci'!‘’
Biraz tarih bilenler dünyanın ‘insan temizliği’ işinden çok çektiğini de bilir. Kendinden olmayanı imha etmek, eski bir ‘insan geleneğidir’. Hayvanlar aleminde ‘imha yoktur’, yaşamak için gerektiği kadar avlanmak vardır.
Anlaşılıyor ki, Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören de soyunmuş ‘temizlik’ işine. Oysa, Denizlispor maçında yaşanan rezaletin ardından henüz ağzından derli toplu bir açıklama duyamadık. Bu konuda ağzını ilk açtığında ‘temizlik’ten söz etmesi pek manidardır. ‘Temizlik’ten söz ettiği kalabalık, tam da ‘Kartalcell’ markasının reklamını yaparken gösterilen tribünlerdir, boşaltılmış stada ‘Ruhumuz Burada’ yazanlardır.
Hukukun en bilinen ilkesidir, ‘suç şahsidir.’ Eğer tribünlerde suç işleyen biri/birileri varsa cezasını verecek olan metinler bellidir; yasalar. Yasanın üzerinde kendine güç vehmetmek, sorunları çözmek yerine tam tersine içinden çıkılmaz hale getirir. Stata giden insanlar palto, pantolon olmadığı gibi, Demirören de ‘kuru temizlemeci’ değildir. Yapılacak bir ‘temizlik’ varsa o kolluk güçleri ile mahkemelerin işidir.
Yıldırım Demirören’in yanıt vermesi gereken sorular ortada durmaktadır.
Şimdi... Denizli maçının görüntüleri ortadadır, suç da suçlu/lar da kolaylıkla tespit edilebilinir. Bu konuda çalışma yapılmış mıdır? İddialar vardır...
Kimi gruplara maç öncesi hatırı sayılır miktarda bilet verildiği yolunda gazetelerde haberler çıkmıştır. Bu iddialar soruşturulmuş mudur?
Tribünde dayak yiyen insanlara “Size saldıranlar kimlerdir?” diye sorulmuş mudur?
Malum, Beşiktaş tribünleri iki yıldır çeşitli dönemlerinde Demirören’i istifaya çağırmaktadır. Protestonun en doğal hak olduğu bilinirken, temizlenmek istenenler acaba “Yeter Yıldırım Demirören” diyenler midir?
Temizlenecekler hangi yöntemlerle, nasıl belirlenmiştir? Nasıl temizlenecektir? Stata mı alınmayacaklardır? Hangi gerekçelerle, kim almayacaktır? Bu ‘temizlik işlemi’ hangi yasaya dayandırılacaktır?
Yoksa bütün bu “temizleyeceğiz” nidası, “PAF takımıyla çıkarım” nidasının bir benzeri midir?
*****
Forza Forum’a özgürlük!
Son olaylar Beşiktaş’ta kimyası bozulmaması gerekenlerin bile kimyasını bozmuş. Bundan Beşiktaş forzabesiktas.com sitesi de nasibini almış. ‘Forum’ bölümünün “Çarşı kendine karşı” sloganı yazılarak tartışmaya kapatılması ciddi bir problemdir. Eğer bir mesele üzerine kendi içinden ya da dışından söyleyecek sözü olanlara tartışmalar kapatılırsa en önemli şey olan, kendini eleştirebilmek imkansızlaşır. “Kendine karşı” olmak kendini tartışmaya kapatmakla değil tam tersine, açmakla mümkündür. ‘Çarşı’ gibi artık anonimleşmiş bir adın kulüp yönetimine ya da muhalefete yakın gibi görünmesinin önüne geçilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. ‘Çarşı’yı demokratik katılıma kapatmak olacak iş değildir. Kim, kimi sonsuza kadar susturabilir ki? Yapılan yanlıştır ve forum üyelere derhal açılmalıdır.
*****
Yumrukları güçlü ‘Sayın Yazıcı’!
Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı da ‘temizlik’ işine el atmış görünüyor. Onun hedefi gazeteci arkadaşımız Erhan Telli. Korumalarına tutturmuş Erhan’ı. Tekme, yumruk girişmiş. Yetmemiş, polislere de emir vermiş, “Alın bunu” diye. Neden? Erhan’ın haberini beğenmemiş. Erhan, haberinin arkasında durduğunu açık açık söylerken, haberi düzeltemenin yolu da belli iken ağız burun girişmek! ‘Temizlik’ kültürü işte böyle bir şey; ‘beğenmedin imha et!’ Boynuna kravatı takıp, şeref tribününe kurulunca ‘Sayın’ olduğunu düşündüğümüz bir çok insan çöreklenmiş futbola ve hayatımıza. Ne yazık ki, eğlencemiz de, hüznümüz de, hayatımız da bu tür ‘sayın’ların ellerinde. Hiç umutlu değilim ya, Erhan şikayetçi olmuş ‘Sayın İbrahim Yazıcı’dan... Merakla bekleyeceğim hukuki sürecin nasıl işleyeceğini? Hayatta hala umut etmeye değer bir şeyler kaldı mı diye..
*****
OKU OKUT! Çupilerin İslam!
İçinde her şey var; futbol topu, çimen, çamur, kenar çizgisi, korner bayrağı. İçinde her şey var; sen, ben, tribün, geçmişimiz, geleceğimiz. İçinde her şey var; yenen, sevinen ama ille de yenilen, üzülen.
İçinde her şey var; hayat, insan... ‘Futbolun Sait Faik’inden, İslam Çupi’den ‘Mağlubu Anlatmak.’
Adı bile okumaya değmez mi?
*****
‘Duruş’a bak duruşa!
Beşiktaş Teknik Direktörü Mustafa Denizli’yi en sert eleştirenler arasında, ‘altında çalışan’ A2 takımının hocası Sergen?Yalçın ile alt yapı ‘patronu’ Gökhan?Keskin de var. “Birlik olalım”ı dilinden düşürmeyen yönetim de, “Artık takımı destekleyeceğiz” diyen taraftarlar da ikisi konuşurken ‘ağızlarına bakıyorlar’. Ne dersiniz, ‘temizlik’ işine yine yanlış yerden mi başladı Demirören?
‘’Cisse'nin hayatı ve eserleri!‘’
“Futbol basit oyundur” derler. Doğrudur. Ama bir şey atlanır, esasen zor alan ‘basit’tir. Erkin Koray bir gün bir barda çalan yetenekli genç kadın müzisyeni dinlemeye gitmiş. Gitarı gayet başarılı çalan genç kadın iki-üç parçadan sonra sahneden inip Koray’a yaklaşarak, “Nasıl çalıyorum ama Baba” demiş. “Çok iyi” demiş Koray. Hakikaten de iyi çalıyormuş. Derken iki-üç parça sonra aynı şey tekrar edince, Erkin Baba çakmış mideye kroşeyi; “İyi çalıyorsun, ama benim çaldığımı çalamazsın.”
Futbol da biraz böyle, kimse öteki gibi oynayamıyor ve genellikle basit oynayanlar sevilmeyen, hakir görülen oyuncular oluyor. Oysa futbolun yükünü, ağırlığını o basit oynamak zorunda olan orta sahalar çekiyor.
Korkarım, basit ve sade oynadığı için şimdilerde Fenerbahçe’de oynayan Cristian Baroni, geçmişte Maldonado’nun gördüğü muameleyi görecek yakında...
Beşiktaş’ta da benzer bir isim Eduard Cisse aynı akıbete uğradı... Basit, sade, işini yapmaya dönük oynayan Cisse’ye hocalar da dahil kimse ısınamadı. Ta ki Fabian Ernst’le birlikte oynayana kadar. İşte tam o dönemde Ernst’in varlığıyla birlikte, aslında o zamana kadar gayet sönük bir futbolcu gibi görünen Cisse bir yıldız gibi parladı. Evet, Beşiktaş’ın şampiyonluğunda Tello’nun ve Yusuf’un ‘patlamalı’ futbolunun katkısı da çok büyüktü. Fakat Ernst’in varlığıyla birlikte aklını, yeteneğini alabildiğine oyuna koyan Cisse’nin katkısı, sanırım en az onlar kadar değerliydi. Biraz ‘gamsız’ görünse de, soğuk, sakin, dengeli tarzıyla şimdilerde Beşiktaş’ın çok ihtiyacı olan biri gibi durmuyor mu Cisse? Bizim işimiz kolay... Maç bittikten sonra konuşuyoruz. Ne var ki, bizi bir teknik direktörden ayıran şey de bu, bizim sonradan gördüğümüzü o önceden görmek zorunda olduğu için koltuklarımız ayrı... Mustafa Denizli’nin de dost sohbetlerinde hayıflandığı bir isimmiş Cisse okuduğum kadarıyla... O nedenle takımımızda oynayan ve işini yapmaya çalışan her oyuncuya ‘ilerlemesi’ için katkı yapmak, bizim mutluluğumuz için onun kendi yıldızını parlatmasına destek vermek, ona yeni fırsatlar tanımak gerek, değil mi?
********
Evet! ‘Irkçılığa Hayır’
Manchester United maçında UEFA yetkililerinin İnönü’ye astırtmadığı pankartlardan birinde ‘No Racism’ yazıyordu. ‘Irkçılığa Hayır’ diyen bu pankartın içeri alınmama gerekçesi pankartın dibine atılan ‘Çarşı’ imzasındaki ‘A’ harfiydi. Tuhaf... Irkçılığın en ağır gadrine uğrayan coğrafyadan gelen birileri ‘Irkçılığa Hayır’ demeyi bir ‘A’ harfi nedeniyle ‘uygunsuz’ buluyor. Bu pankartın içeri alınmaması bile futbolu ve hayatımızı kimlerin yönettiğini göstermesi açısından ibret verici, değil mi? “Futbola siyaset sokmayacağız” safsatası altında buz gibi siyaset yapanlar her fırsatta gözlerimizi bağlamak için ardımız sıra koşturuyor. Onlara inat tribüne gerilemeyen pankartı kendi meşrebimce buraya geriyorum; ‘IRKÇILIĞA HAYIR/ NO RACISM...’
********
Tolunay Kafkas’ın ‘geri’ futbolu!
Beşiktaş’ın oynadığı son Kayseri maçı kimseye değilse en azından bana gösterdi ki, bu ülkede futbol oynamaya çalışmamak bir marifet sayılıyor. Tamam, Beşiktaş iyi oynayamıyor, kabul... Ya maçlarını, memlekete yapılan en son ve en modern statta oynayan Kayserispor, onlar neden oynamıyor? Koca bir ikinci devrenin neresinden baksanız yarıya yakınını yerde yatarak geçiren ve oyunu oynayarak değil, oynamayarak soğutmaya gayret eden bir takımın maçını izlemeye neden gitsin Kayserili? Evet, oynamadan da kazanılır bazen, ama bu modeli tercih edenlerin esasen yapmak istedikleri ‘kaybetmemektir.’ Bendeki imgesi her zaman iyi ve ileri olan Tolunay Kafkas’ın bu tercihinin, futbolu da, hayatı da ‘geri’ye mahkum ettiğini düşünüyorum. Sanırım yanılmıyorum.
********
OKU OKUT! Hemen başla!
Bir hesaba göre memlekette 13 bin antrenör, 700’e yakın da teknik direktör var. Sürekli futbol oynanıp, futbol konuşulan bu ülkede gezegenin en şöhretli hocalarından Jose Mourinho ile ilgili çıkan iki kitap 2000 adet satabilmiş değil. Okumayan, araştırmayan, kendini geliştirmeyen bu ‘hoca ordusu’nun oynatacağı futbol üzerine kafayı ellerin arasına alıp epey bir düşünmek gerek...
********
Mekan; ÇADIR Sahne; KIRIKA
Geçer girmezdim Beşiktaş’taki Çadır’a... Ses düzeni biraz problemli, ama sahnede KIRIKA var, tam takım. 10 numaraları Salih Nazım Peker’in kaptanlığında Yunan iki yabancı oyuncusuyla 7 kişilik KIRIKA, zeybeklerle rebetikolara verkaç yaptırarak gol arıyordu. Ben de kadeh elimde “KIRIKA Gol Gol Gol” diye tezahürattaydım. Afişlerini gördüğünüz yerde girip dinlemeniz, ruhsal menfaatiniz icabıdır.
‘’Messi ile Arda niye ‘mantarladı'?‘’
Futbol sadece ‘iyi futbolcu’yla oynanan bir oyun olsa, bugün Armando Diego Maradona ile Fatih Terim’in yüzünde güller açıyor olacaktı. Çünkü, Arjantin Milli Takımı’nda ‘yılın futbolcusu’ Lionel Messi, Türk Milli Takımı’nda ‘yılın futbolcusu’ Arda Turan vardı. Sadece ikisi olsa, yine anlaşılırdı. Messi’nin oynadığı takımda ayrıca Fernando Gago, Javier Zanetti, Javier Mascherano, Sergio Aguero da vardı. Arda’lı Milli Takım da ise Emre, Tuncay, Semih, Hamit, Servet gibi birbirinden önemli oyuncular.
Evet, iyi futbolcu insanı izlerken büyülüyor, doğru. Haşin görünüşlü teknik adamlar, futbolcu üzerinde daha çok çaba sarf etmeleri için olumlu etki yapabiliyor, bu da doğru. Bir ülke için bir teknik adam ‘ilahi’ bir varlık gibi algılanabiliyor, eyvallah.. Ama bütün bunlar ‘kazanmak’ için her zaman yeterli olmuyor. Çünkü, iyi oyuncu kadar hatta ondan daha da fazla ihtiyaç olan şey, takım olabilmekten geçiyor. Bu da, iyi teknik adam işi. İyi teknik adam olabilmenin ölçüsü iyi futbolcu seçmek elbette. Ama daha da önemlisi iyi bir ‘takım oluşturabilmek...’
Bu yazarı okuyanlar bunları okumaktan sıkıldı belki ama Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’daki ‘Torba Suat’ repliğini hem futbol hem de hayat için ısrarla yinelemekte sonsuz yarar var; “İstediğin kadar yetenekli ol! İyi bir takımın yoksa havagazı, mantarlarsın!.. Hayaaaat, futbola fena halde benzer... Neymiş?..”
Saracoğlu kale arkası çok pahalı
Fenerbahçeli arkadaşlar, kale arkası tribününün 55 lira olmasından dertliler. Haklılar, ‘kale arkası’na gidecek sınıftan insanlar için çok para. Eşitsiz olan hayat zaten zayıfa, güçsüze, yoksula daha acımasız. Eğlencede bile. “Parası olmayan maçı kahvede izlesin” demek iyi durmuyor. “Yatırım yaptık, nereden çıkaracağız parayı” diye sormak, “Hem transfer diyorsunuz, hem üç kuruş olsun istiyorsunuz?” demek de... Futbolcu pahalandıkça stada ancak ‘cebi paralılar’ girebilecekse, ‘cebi delik’ olan o oyuncuyu, ha tuttuğu takımın formasıyla ha başka formayla televizyondan izleyecekse, onun için ne fark edecek? Fenerbahçe yönetimi en azından ‘kale arkası’ biletlerde makul bir fiyat belirlemeli derim. Unutmamak gerek ki, “Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban..”
Hayat fena halde futbola benziyor!
İstanbul ve Tekirdağ’da iki gün içinde 32 insanın ‘öldürülmesi’nden sonra yapılan açıklamaları okuyup, dinlemişsinizdir. Haniyse suçu Tanrı’ya atacak kadar pervasızlaşan dili. “Doğayla savaşılmaz” türünden üst perde akıl vermeleri. Bu felaket değildi, planlı bir kıyametti. Dere yataklarını doymak bilmez para hırsı nedeniyle imara açanlar, hukuka karşı yürümenin bin bir yolunu bulanlar, buna izleyici kalanların elbirliğiyle oluşturduğu kıyamet. Siz “Bu ölümlerde benim de sorumluluğum var” türünden konuşmaya yaklaşan birini duydunuz mu? ‘İstifa müessesesi’nin kapısını aralamaya niyetli birini? Burada konumuz genellikle futbol oluyor ya, alın bu yaklaşımı takımınızı yönetenlere uygulayın. Ne kadar birbirlerine benziyorlar değil mi? Ne de olsa aynı ülkenin yöneticisi hepsi. Biz de aynı ülkenin yönetileni. Sahi suç kimde? Bir konuşalım isterseniz...
BİR KİTAP / Kırmızı Beyaz Siyah
Yeminle benim de yazım var diye söylemiyorum. Gerçi iyi yazmışım geçmişimi, doğup büyüdüğüm şehri ama yazıların çoğu benimkinden daha iyi, daha doyurucu. Mehmet Yılmaz’ın derlediği ‘Samsunspor’ kitabında futbola, hayata ve bu ülkeye dair çok şey bulacaksınız, emin olun...
BİR İNSAN / İsmail Köybaşı
İdmanını yaptıranlar da, idmanları izleyenler de İsmail Köybaşı’nın çok yetenekli olduğunu söylüyor. Fatih Terim’in en kritik maçta en önemli hamlelerinden biri olması da durumu teyit ediyor. Bu ülkede iyi başlayıp vasat bitiren çok adam gördük. Ahmed Arif kılavuzu olsun isterim; “Bir umudun sende / Anlıyor musun?”
‘’Futbolcunun teri taraftarın vicdanı‘’
Birçok konuda olduğu gibi futbol konusunda da kafalar çok karışık. Bu kafa karışıklığı eğlenirken de, öfkelenirken de olur olmaz biçimde ortaya çıkabiliyor. Kafası karışık olanların hedeflerine koyduğu kişi-kişiler de ‘gerçek hedef’le ilgisiz olabiliyor.
Hazırlık maçında, Rodrigo Tabata için Beşiktaş tribününde yapılan küfürlü tezahüratı Mustafa Denizli, “Çocuklar kendi aralarında eğlence yapmış. Tabata zaten anlamamıştır bile!” diye değerlendirirken anlayışlı, babacan bir tavır göstermiş.
Ülkedeki tribünlerin ortalama dili düşünüldüğünde ortada şaşılacak bir durum da yok gibi görünüyor. Ancak yine de, bu saçma sapan ‘eğlence olmayan eğlence’ üzerine düşünmek, gözden kaçanı ele geçirmek açısından önemli diye düşünüyorum.
Profesyonel futbolun transfer anlayışıyla ilgili eleştirilerimi saklı tutarak söylersem, taraftarın pahalı oyuncuya sırf kazandığı para üzerinden gösterdiği tepkiyi öteden beri anlayamam. Oyuncunun futbol eğlencesine katkısıyla aldığı para arasında doğru orantı olacak diye bir kural olmadığını ortalama bir futbol izleyicisi bilir. Bilir ama yine de buna uygun davranmaz Tabata örneğinde olduğu gibi. Kaldı ki, bahsi geçen paranın Tabata’yla bir ilgisi yoktur. O para iki -sonradan üç olduğu ortaya çıktı- kulüp yöneticileri arasındaki bir alışveriştir.
Eğer bir duruma itiraz edeceksek, bu itiraz kaç yıldır irrasyonel bir transfer politikası izleyenlere yöneltilmelidir. Komik olduğu düşünülerek, biz eğlenelim diye sahada ter dökecek oyuncuya bu nedenle küfür etmek saçmalıktan öte bir şey değildir.
Bu ülkede ‘tribün kültürü’nden bahsedeceksek eğer bu, doğru ve yaratıcı bir eğlenceyle, doğru özne/lere yöneltilmiş itirazla mümkün olacaktır. Tabata’ya onca parayı sayana itiraz etmeyip, itirazımızı oyuncuya yöneltirsek bunun bizim eğlencemize ne gibi katkısı olur? Sonuçta çıkıp oynayacak olan o oyuncu, onu izleyecek olan da biziz. Bize ne, onun kaç para aldığından?
“Profesyonel futbol, dünyanın aynası” diyor Eduardo Galeano ve devam ediyor; “kazanmak için oynanıyor, keyif almak için değil ve giderlerin hesabı, dünya futbolunu yöneten bürokratların bu faydasız hayali manevralarıyla alay ediyor.”
Biz oyundan, bu oyunun daha eğlenceli olmasından söz edeceksek itiraz edeceğimiz insanlar futbolcular, hakemler değil oyunu para etrafında kurgulayarak oyun olmaktan çıkaran, onu bir ‘iş’e döndürmeye çalışanlar olmalıdır.
Profesyonel futbolun kafalarımızı karıştıran tuzağına düşmemek için, her konuda olduğu gibi futbol için de akıl ve vicdanın rehberliğinde yolculuk etmek insanlığın selametinedir. Galeano’yla bitireyim; “Neyse ki futbol profesyonel futboldan ibaret değil. Topun hala neşeyle yuvarlandığını görmek için sokaklara, plajlara, küçük arsalara çıkmak yeter.”
‘’Tribündeki çocuklara kulak vermek gerek‘’
Kavramların yalan yanlış kullanıldığı bir ülkede yaşadığımız malum. İşte ‘ideoloji’ de bu yanlış kullanılan kavramlardan biri. Herkes kendine göre dolduruyor tanımın içini. Biliyorsunuz, artık ‘ideolojik’ bulunan pankartlar statlara sokulmayacak. Bu kararı alanlarla ‘ideoloji’nin ne olduğunu ne olmadığını ayrıca tartışırız da, bildiklerini hiç sanmıyorum. Onlara kalsa toplumdaki bir aksaklığa itiraz eden, iktidarların karşısında olan her şey ideolojik. Çevrecilik ideolojik, insan hakları savunuculuğu ideolojik! Suların akmadığı, şehri pislik bastığı ya da bir yakınları kayıp olduğu zaman görmek gerekir ‘ideolojiyi’ ya, konumuz İnönü Stadı ile ilgili bugün.
İstanbul’a yapılması planlanan üçüncü köprüye itiraz eden bir grup Beşiktaşlı bir pankart hazırlıyor ve bu pankart son Gaziantep maçında içeri alınmıyor. Ne yazıyor pankartta; “Üçüncü köprü olsan üstünden geçmem İstanbul.” Çevreciler, mimarlar, şehir plancıları toplanmış bir üçüncü köprünün İstanbul’u mahvetmek anlamına geldiğini söylüyor. Fakat ‘büyüklerimiz’ tribüne giden çocukların kendi hayatlarına ve şehirdeki insanların hayatlarına sahip çıkmaya çalışmasını ideolojik buluyor nedense. Nedir burada ideolojik olan? Nedir yanlış olan? Çocukların hayatlarımıza sahip çıkma duyarlılığı göstermesi mi? Bu şehirde ve bu ülkede yaşayan insanları önemsemeleri mi ideolojik? Bu çocuklar sahip çıkmazsa bu ülkede yanlış olana, kötü gidene kimin çocuğu sahip çıksın istiyoruz? Onları yasaklamakla değil kulak vermekle, ne dediklerini anlamaya çalışmakla düzeltiriz hayatımızı da dünyayı da...
Maça! Maça! Maça! Maça!
Bugün Adana’ya gidiyorum. Adana Demirspor-Livorno maçını izlemeye. İkisinin de hatrı var bende. Köy öğretmeni olan babam vesilesiyle bindiğim trenlerin, gittiğim Samsun Demirspor maçlarının, demiryolu işçilerinin hatrı Adana Demirspor’un ki... İnsanı yutan bu düzene karşı insani olanı savunan, dayanışmayı yücelten ve bunları yaparken de aynı zamanda futbol oynayarak eğlenmeyi beceren Livorno kentinin liman işçilerinin hatrı da Livorno’nunki... Livorno gösterdi ki, futbol, endüstriye tapan burnu büyükler dışında, ‘sıradan ve sahici’ insanların da oyunu aynı zamanda. Bir Türkiye İkinci Ligi takımı olan Demirspor’un çağrısına “İşçiler! Emekçiler! Onlardan yana olanlar! Hazırlanın top sektirmeye, eğlenmeye geliyoruz” demeyi beceren kaç takım kaldı ki şu dünyada?
‘Hesap lütfen diyen yok ki’
Gaziantepspor Başkanı İbrahim Kızıl, “Rodrigo Tabata transferi için kimseye hesap vermem” demiş. Haklı elbette. Sorun hesap vermekte değil zaten, sormakta... Hesabı soracak olan Federasyon ve Maliye ‘uyuyunca’, İbrahim Kızıl da rahat rahat koyuyor postasını hepimize...
Beşiktaş Camiası’ndan biri değilim!’
Beni Beşiktaş’a sahip çıkmamakla suçlayan demeyeyim, ama eleştiren arkadaşım Orhan Yıldırım’a hatırlatmak isterim ki, sapla samanı karıştırıyor. ‘Yanlış örnek, örnek değildir’ bilinir. Hüseyin Cimşir’in bedavaya gitmesi ya da Mehmet Topuz’un Fenerbahçe’ye transferi Beşiktaş’ın iyi yönetildiğini değil, Fenerbahçe ile Trabzon’un da doğru yönetilmediğini gösterir. Bir kere daha hatırlatayım, ben bu ‘Beşiktaş Camiası’ denen şeye dahil değilim. Beşiktaşlı’yım, kendimce iyi de Beşiktaşlı’yım, ama ‘camia’dan değilim. Haliyle yanlışı görmezlikten gelemem. Tabata iyi oyuncu olabilir, ama transferi dramdır. Hakem meselesine gelince... İşler kötü giderken herkes ‘hakem hatası’ görür. Vardır da! Ama ben öteki takıma ya da hakeme değil, bizim takıma ve futbola bakmayı tercih ederim.
Oku okut! Four Four Two
Çok konuşan, az okuyan insanlar ülkesinde zihin açıcı röportajlar, futbolcuların insan yönlerini anlatan yazılar ve fotoğrafların bulunduğu ‘Four Four Two’dan çok şey kaptığımı, okuyanın da çok şey kapacağını söyler, gözümüzü kırpmadan alabileceğimiz bir dergi olduğuna kalıbımı basarım.