‘’Beşiktaşlı güzeldir‘’
Denizli maçında galip gelinmesine rağmen Beşiktaş’ın oynadığı oyun kimseyi tatmin etmeyince basın sözcüsü Mete Düren, artık oynanan futboldan çok alınacak sonuçların önemli olduğunu söyledi.
Futbolu seven birisi olarak elbetteki tuttuğum takımın şampiyon olmasını istiyorum. Geçen yıl Beşiktaş Denizli’de tur atarken ben de Kamburun Bahçesi’ndeki süs havuzundaydım dizime kadar suyun içinde. Doğrusu Düren’in sözlerini sadece ‘en sonda’ sevinmek için her maçta kendimizi iyi hissetmemize gerek olmadığı biçiminde mi okumalıyız, karar veremedim? O zaman sadece ‘son maça’ gidelim olsun bitsin.
Düren’in açısından bakıldığında doğru gibi görünen şey benim durduğum yerden hiç de öyle görünmeyebiliyor. Maça giderken üzüntü olasılığı zaten bir cebimde. Ancak diğer cebimde de her zaman umudumu taşıyorum. Eğlenmek, kendimi iyi hissetmek, hızlı, pozisyonlu, heyecanlı bir karşılaşma izleme vaadi taşıyan ikinci cebimdeki şeydir beni stada götüren, ilki değil.
* * *
Artık ligin sonuna yaklaşıyoruz. Bu hafta Kasımpaşa maçına gidecekler de televizyon başına geçecekler de hep ikinci ceplerindeki yoklayacaklar bitene kadar.
Benim türümdeki bir Beşiktaşlı için ‘son’ o kadar da önemli değildir. Aslolanın menzil değil ‘yürüyüş’ olduğunu biliriz. Zaten iyi yürüdüğümüzde menzile de varırız, türümüz bunu bilir. Hani bir zamanlar tribünde yazardı ya “Sevinmek için sevmedik” diye, tıpkı onun gibi.
Hem iyi oynayıp hem kazanmayı bilmek, Beşiktaş’a yakışan budur. “Kötü oynarken de kazanmayı bilmek” gibi bir klişe de vardır malum. Ama o klişe doğru değildir. Çünkü oradaki problem sizden çok rakibinizdedir. Siz kötü oynayıp kazanmamışsınızdır o daha kötü oynayıp yenilmiştir. Elbette iyi oynayan takımlar da yenilir zaten öyle olmasa maçlara niye gidelim değil mi?
* * *
Bu cuma takımı Kasımpaşa’ya eğlenceli bir biçimde uğurlamak için taraftarlar arasında hazırlık yapıldığı duyumları alıyorum. Eğlenceyi tertipleyen arkadaşlardan istirham ediyorum; geçen yıl yapılan meşale rezaleti tekrarlanmasın, küfürlü tezahüratlara geçit verilmesin, bu maçla ilgisi olmayan rakip takımlara -Fenerbahçe, Galatasaray, Bursa vb.- ileri geri konuşulmasın.
Unutmayalım ki, Beşiktaşlı ağır adamdır, kalenderdir, kadir şinastır, mizah sahibidir. Beşiktaşlı öfkelidir ama saygılıdır. Beşiktaşlı her şeyden önce güzeldir güzel. Bütün bunları bozmamaya özen gösterelim lütfen!
‘’Tribün açılımı gerek‘’
Sakin bir gün geçirmenin imkânsız olduğu Türkiye’de dalaşmak için bahaneye gerek yok. Her konuda kendinize bir düşman bulmanız o kadar kolay ki... En basit durumlarda bile ‘aklı selim’i terk eden insanlar karşısındakini imha etmeye hazır bir ‘zırhlı’ya dönüşüyor. Doğruyu arayanın değil, çok bağıranın haklı olduğu bir iklimde başka ne olması beklenir ki?
Dün Diyarbakır-Bursa maçında, öfke akla ve vicdana hükmettiğinde ne tür sonuçlara yol açabilir bir kez daha gördük. Bir kentin adına karşı duyulan manasız öfkenin bir avuç futbolcuya yöneltilmesi, linç atmosferi için çok şey gerekmediğini yeniden hatırlattı bize. İşte el birliğiyle tedavi etmemiz gereken şey bu ‘linç atmosferi’dir. O nedenle Diyarbakır’da yaşananları sadece futbolla ilişkilendirmek meselenin özünü ısrarla görmezden gelmeye çalışmaktır. Ve ısrarla bu yapıldığı, sorun konuşulmadan demeyelim ama çabucak geçiştirildiği için biteviye büyüyerek yinelenmektedir.
Futbol konuşmayı ‘oyun oynamak’ kavramından uzaklaştırıp, ‘haklı’/’haksız’ ikilemine indirgeyen dilin işlerin bu noktaya gelinmesinde kuşkusuz ki payı vardır. Ancak dahası, toplumda genel olarak kendine ‘adil davranılmadığını’ düşünen insanların öfkesini yatıştıracak hiçbir adımın atılmaması, siyasetçi dilinin gittikçe hiddet ve tehdit içeren bir söyleme kayarak sürekli restleşmeler üzerinden yürümesi, yükselen gerginliğin ısrarla ‘normalleşme’ olarak adlandırılması gibi çeşitli nedenler de bu linç atmosferinin tahlili için çok önemsenmeli.
Peki, şiddet içeren bu dile karşı neler yapılabilir? Kanımca Diyarbakır’da ya da başka bir şehirdeki tribünlerde yaşanan benzer olayları “terbiye etme” üzerine kurulu devlet diliyle çözmek mümkün değildir. Mümkün olsa şimdiye kadar bir parça yol alınırdı. Bence gerekli olan bu alanda da bir ‘tribün açılımı’dır. Ama resmi yöntemlerle değil. Çünkü futbolun başındakilerin çoğunun bu meselenin çözümüne dair polisiye tedbirler dışında en küçük bir fikirleri olduğuna inanmıyorum. İnanmıyorum diyorum çünkü henüz hiçbir ipucu görmedim.
Maça giden insanları aklı ve vicdanı olan birileri olarak algılayan, buna uygun bir dil ve üslup geliştiren bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Yoksa en kolayı olayları kınamak, lanetlemektir. Elbette suç işleyen cezalandırılacak, olaylar kınanacak ve lanetlenecektir evet ama çözüm için daha fazlası gerekmektedir.
Memleketin kadim sorunları gibi futbolda şiddet de, büyük sorundan ayrı düşünülemez. O nedenle tribünler için geliştirilebilecek bir dil, total şiddetin çözümü için de bir umut yaratabilir. Çünkü sonuçta bu şiddet, eşitsizlik ve zedelenmiş adalet duygusundan beslenmektedir. Bu iki temel sorunun da aramadığınız kadar muhatabı vardır bu ülkede ve tribünlerde. Yola oradan koyulmak, talepleri kaydetmek ve doğru, bilimsel çözümleri aramak... Arkası mutlaka gelecektir...
‘’Bu işte bir iş var?‘’
İçeri girdiğimizde maçın 10. dakikasıydı. Oysa her zamanki gibi kapıya maçtan 10-15 dakika önce geldik. Görülmedik bir şey, kuyruk var. Bekledik, ilerleme yok. Öne hamle edip nedenini sordum. Dediler ki; “Abi kapılar bozuk.” Dört turnike birden pert olmuş. Kime sorduysam tatmin edici bir yanıt alamadım. Bağırış çağırış, küfür kıyamet... Velhasıl güç bela girdik içeri. Bu normal değil, altını çizelim. Kapılardan kim sorumluysa İnönü Stadı’nda bilsinler ki o kişiler görevlerini yapmıyor.
Galatasaray maçı Beşiktaş açısından bakıldığında iyiydi, Beşiktaş elinden geleni yaptı. Çok pozisyona girdi ama gol yapılamadı. Olabilirdi, olmadı. Futbol böyle güzel bir oyun, insana kazanamadığı ya da kaybettiği zamanlarda “Şimdi ne yapmamız, nasıl davranmamız gerek” soruları çerçevesinde çok şey öğretiyor. Sizi bilmem, eldeki oyuncu kalibresi düşünüldüğünde Beşiktaş takımı bana göre ‘iyi yönetiliyor.’
Tribün coşkusu bir derbi maç için bana kalırsa ‘yeterli değildi.’ Kapalının performansı beklediğimden düşüktü. Öyle ki, bir ara neredeyse yeni açık ‘işi ele almaya niyet etti’ bile denebilir. Performansın eskiye göre düşük kalmasında kalabalığın önemli bölümünün ‘yönetimi protesto’ edip etmeme konusundaki kararsızlığının etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanki “Yeter Yıldırım Demirören yeter” diye bağıramama duygusu havada asılı kalmıştı. Akıllar işin bu yanında olunca da önemli miktarda insan kendini eğlenceye, tezahürata veremedi.
Bilindiği gibi Beşiktaş tribünü kamuoyunda genel adı olan ‘Çarşı’ ile anılır. Ancak kalabalık içinde başka adlar taşıyan irili ufaklı gruplar da vardır ama genel kabul ‘Çarşı’ yönündedir. ‘Çarşı’yı ‘Çarşı’ yapan ise malum, ‘karşı’ olma halleridir. Bu ‘karşı olma’ ruh hali hafif sıyrıklar almış olmalı ki o gün maçın devre arasında halimizi hatırımızı sormak için yanımıza gelen kapalının göbeğinden bir arkadaş benim yüzlerce kelimeyle zor bela anlatabileceğim durumu üç beş kelimeyle halletti. Dedi ki; “Abi, tribün patates olmuş be...” Ben bu kadar şahane bir durum tespiti duymamıştım ne zamandır.
Bir de not düşmek gerek; şu futbolcuya, annesine, sevgilisine, rakip takımın ileri gelenlerine, tarihsel simalara küfür etmek hakikaten iş değil. Artık şu kültürün ciddi bir eleştirisinin yapılması, rakip oyuncuya lazer tutma saçmalığının mahkum edilmesi zamanı geldi de geçiyor bile...
Maçtan çıktık, zaten üzgün ve sıkıntılıyız. Herkes “Neden yenemedik”e bir gerekçe arıyor. Kimi “Nobre yerine Bobo ile başlanmalıydı” diyor, kimi “Çift forvet çıksak bitirmiştik işi “diyor... Lakin insanlar yürüyemiyor. Çünkü yol iki sıra yan yana durmuş minibüslerle ve yatay olarak konumlanmış köfte arabalarıyla tıkalı. O ara siyah renkli bir protokol aracı da çapraz giriş yapınca binlerce insan yolun ortasında kala kalıyor. Ben bu arabasıyla o kalabalığın arasına dalanlara öteden beri imrenirim. Bunlar korkusuz insanlar olurlar. İç sesleri demez mi ki, “Velev ki, Beşiktaş İnönü’de yenildi beni kim kurtarır yığınların öfkesinden?” Bu işin doğrusu, stat boşalana kadar o yolun 10 dakika trafiğe kapanmasıdır. Kimsenin siniri bozulmaz, burnu da kanamaz.
‘’Kulak ver ve dinle...‘’
İl Güvenlik Kurulu Toplantısı haberini okuyup, dinlemesem hafta sonu bir derbi maçı olduğunu fark etmezdim. “Şu kadar güvenlikçi, bu kadar koruma, şu kadar polis görevlendirilecek”i söylemek yerine görevlendirme yapmakla yetinilse tansiyon da gereksiz yere yükselmeyecek. Hoş yine yüksek değil ama bu tür duyurular ister istemez insanı zihnen alarme ediyor.
Şimdi bu maç için olağanüstü güvenlik önlemi alındığını duyuran büyüklerimize teşekkür ederiz. Lakin Ankara’daki büyüklerimize, Türk Telekom-Beşiktaş basketbol maçında tribüne saldıranlar arasından kaç kişi hakkında yasal işlem yapıldığını sorsak ayıp olur mu?
Hal böyle olunca, yani adalet tecelli etmeyince vatandaştaki ‘büyüklere ve hukuka güven’ hayli zedeli hale gelebiliyor.
Maçın bir özelliğinin de Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören için “aşağı tükürsen, sakal yukarı tükürsen bıyık” türünden olduğu haberleri okudum bazı gazetelerde. Hani takım yenilirse, -Allah korusun aklıma bile getirmiyorum ya- tribünden yükselecek protestolar karşısında başkanın zor durumda kalabileceğini yazıyordu haberler.
Protesto edilmek çoğunlukla insanı ‘bozsa’ da doğruyu bulabilmesi için fazlasıyla şarttır. Eleştiri insanı at gözlüğünden, deli gömleğinden, ‘ben bilirim’cilikten kurtaracak yegane şeydir..
Tribün asla kötülük istemez
Eğer bizim için yükselen karşıt seslere kulak verir, onların da doğru şeyler olabileceğini düşünebilirsek, kendimizi geliştirebilmek için muazzam fırsatlar yakalamış oluruz. Yıllardır o tribüne giderim, kimsenin Beşiktaş’ın kötülüğünü istediğine şahit olmadım. Öfkeyle davranan, yapmaması gerekeni yapan insanlara rastladım elbette ama maça gelmek için onca zahmete katlanan birinin kötü niyetli olduğunu düşünmek bana her zaman delice gelmiştir.
Evet, futbolun doğrularından anlamıyor olabilirler, hayat bu, çok çabuk demoralize oluyor olabilirler ama bu ‘kötü’ oldukları anlamına gelmez.
Bunca yıldır eleştirileri ve ardından gelen protestoları rüküş bir para savurganlığıyla savuşturmaya çalışan yönetim için bundan sonra yapılması gerekenler kanımca şudur; doğrulara kulak vermek, kendi dışında olanları anlamaya çalışmak, farklı düşüncelerden kulüp için iyi ve olumlu sonuçlar elde etmeye bakmak...
Bu ülkenin en farklı taraftar damarına sahip bir kulüpte, taraftarının ‘yanlış’ olduğunu düşünerek doğruya ulaşmak bana kalırsa mümkün değildir. Taraftarlarıyla arasındaki kanalları demokratik bir işleyiş içinde çalışır hale getirmesi Beşiktaş yönetiminin, zaten çok özgün olan kulüp kimliğini daha da yetkinleştirecek, farklılaştıracaktır diye düşünüyorum.
‘Beşiktaş hayattır’ var ya...
Bunun için paneller, forumlar, tartışma ortamları, yazışmalar yapmak futbola da, hayata da, Beşiktaş’a da tahmin edileceğinden çok şey katacaktır.
Gelelim maça. Rakiplere küfür etmeksizin ama mizahı, desteği, coşkuyu da elden bırakmaksızın bu maçı bitirebilirsek, hani o dillerden düşmeyen “Beşiktaş hayattır” var ya, işte o bir kere daha gerçek olacak. Çünkü hayat ‘öteki’ olmadan hayat değildir...
‘’Yorucu 'yorumcu'!‘’
Memleketin tuhaflıkları kaçınılmaz olarak futbola da aynen yansıyor. ‘Futbolun marka değeri’ni dillerinden düşürmeyen muktedirler, ‘gizil güçleri’ olduğunu iddia ederek “Düdük astırırım adama” diye posta koyan Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’yi duymazlıktan gelebiliyor pekâlâ. Ya da zaten yapabilecekleri hiçbir şey yok da iş taraftara gelince varmış gibi yapıyorlar.
Bir başka tuhaflık da taraftarı olduğum takımla ilgili. Beşiktaş’ın deplasmandaki maçlarını Lig TV’ye para ödeyerek izleyenler arasında ben de varım. Lakin televizyondan izlediğim maçlarda deyim yerindeyse ‘buhran geçiriyorum.’
Benim Lig TV sözleşmemde “Yorumcu olarak Sanlı Sarıalioğlu’nu dinlemek zorundasın” diye gizli bir madde var da ben mi gözden kaçırdım? Futbol bilgisi haniyse ‘tepik oyunu’ndan 5 yıl sonrasında donup kalmış birisini dinliyoruz diye üste para vermeleri gerekirken bir de para alınıyor cebimizden.
Bir memleketin toprağı iyileri hep dibe çeker kötüleri hep mi yukarı iter! Bu kadar mı olur?
Hafta içi idmanını izlemediği bir oyuncunun iyi mi kötü mü olacağına hoca değil de yorumcu mu karar verecek?
Hadi verdi, gider eşine dostuna, yakın çevresine anlatır. Peki ama bizden ne isteniyor, biz neden bu anlamsızlığın kurbanı olmak durumundayız? Yok mu bize kurtaracak kimse?
Eğer spikerin yanına bir yorumcu şartsa, bu futboldan anlayan, dünyayı an be an takip eden o kadar insan varken, neden Sanlı Sarıalioğlu? Sadece eski Beşiktaşlı diye mi?
Kimseyi işinden ekmeğinden etmek gibi bir derdim yok. Elbette Sarıalioğlu’nu dinlemek isteyen, onun düşüncelerini merak eden, ona önem veren insanlar da olacaktır. Lâkin bu ayrı bir düzlem! Bu ‘tercih’ düzlemidir. Köşe yazısı yazar, televizyondan yorum programı yapar anlarım. Çünkü o zaman okumamak, zaplayıp geçmek gibi haklarım vardır ki, bu zamana kadar hiç düşünmeden kullandım bundan sonra düşünmeksizin kullanırım.
Beşiktaş maçı izlerken yorum diye “Bu taraftar da bıraksın artık bu protesto işini” türünden hepimize üst perdeden akıllar veren biri için neden para ödeyeyim?
Böyle biri ‘yorumcu’ değil, olsa olsa ‘düşünce adamı’dır.
Düşünce adamında da en azından benim aradığım ‘orijinal düşünce’dir. Kendini fikrini ‘düşünce’ diye ağzına ilk geldiği anda söyleyen, ‘sıfır numara’ espriler yapanlar için neden para ödeyeyim?
Bir sürü şöhretli talk showcu’yu, Recep İvedik serisini şimdiye dek izlemedim. Çünkü o duruma mecbur değilim. İzleyen oturur izler ona da bir şey söyleyemem.
‘Futbolun marka değeri’ni bu ve benzeri anlayışlarla yükselteceğini sananlar neyin ne olduğunu hâlâ anlamamışlar demektir.
Evet, futbolu ve Beşiktaş’ı seviyorum ama rica ediyorum benim hassas duygularımı daha fazla rencide etmeyin lütfen!
‘’Taraftarın oyunu neşe...‘’
Beşiktaş’ta kongre bitti Yıldırım Demirören yine kazandı, hayırlıııı, uğurlu olsun!.. Ama son maçta “Yeter Yıldırım Demirören yeeeeter”i bir kaç kez daha duymak zorunda kaldıysa, “Demek ki kongreyi kazanmak her şeye yetmiyormuş” diye bir kez daha düşünmelerini öneririm kendilerine. Doğrusu ben işin bu protesto yanına takılmadım. Bunlar gelip geçici olabilir, biliyorum.
Beni daha çok şaşırtan son maçın ardından tribündekiler için yazılanlar oldu.
Şaşırdım... Çünkü tribünde olanları ‘anarşi’ gibi gören yazılar kaleme alındı bir kaç yerde. Bu bakış açısını tanıyoruz, politika üretmeyi parlamento ile sınırlı tutan, bunun dışında kalan pratiği ‘anarşi’ ilan eden sağcı bakış açısına hayli yakındır bu dil. Farklı olanları tribünden ayıklamak -Demirören de temizlemek demişti hatırlarsanız- türünden sözler sarf etmek bir demokratın kullanacağı kavramlar olamaz.
“O zaman kongreye ne gerek var?” diye soranlara tersten sorarsak, “O kongrelerin içeriğinin demokrat olduğunu iddia edecek, kongre üyelerinin önemli bölümünün şeffaf usüllerle seçilip sandığa gittiğini söyleyecek birini tanıyor musunuz şu dünyada?” diye, sanırım başlarını iki yana sallayacaklardır. Kongre, taraftarın değil muktedirin oyunudur. Taraftarın oyunu futboldur, eğlencedir, neşedir.
Taraftarı olduğumuz takımı yönetenleri beğenmiyoruz ve değişmeleri için elimizden geleni yapıyoruz. Kongre üyesi değiliz, olmayacağız da. “Bu hayatı değiştirmenin başka yolu yok” diyecek olanlara diyoruz ki, “Arayıp bulacağız o yolu.” Olmadı, ‘yeni bir yol açacağız.’
Tribündeki protestoları eleştirirken sık kullanılan bir deyim vardır, “Çarşı’yı ve gerçek Beşiktaş taraftarını bunlardan ayırıyorum” diye. Bildik, ‘ite ite kırdırma’ dilidir bu. Direnişteki TEKEL işçileri için de “Bunlar gerçek işçi değil” deniyor, hatırlayın...
‘Resmi taraftar’ kalabalığının dışında kalanlar ise sanırım kullanıldıkları ima edilen marjinaller olsa gerek. Nerede oturuyorlar bilmiyorum.. Kimler, onu da bilmiyorum ama ben ruhen o ‘marjinal gruba’ dahilim.
Anlaşılamayan şu ki, bir kez daha tekrarlıyorum, protestocu taraftarlar takımla, futbolcuyla, yönetimi yağ ile su gibi ayıracak kadar akıllı insanlardır. Çünkü bu zamandan muhalif olmak, hani öyle böyle değil, epey bir maça ister. Kimse takım yenilsin diye özel olarak haince bir tutum içinde değil tribünde. Herkes takım her gol attığında sevgilisini ağzından öpmüş kadar mutlu oluyor. Ama onlar da tıpkı benim gibi -hâlâ söylüyorum kim olduklarını bilmiyorum ama onlardanım- bu yönetimin Beşiktaş’ı iyi yönetemediğini, yönetemeyeceğini, Beşiktaşlıyı lâyıkıyla temsil edemediğini, edemeyeceğini düşünüyor. Ben de, elim yansın diye değil, dünya aydınlansın diye bunları söyleyip, ateşle oynuyorum. Bedeli elimin yanmasıysa, varsın yansın. Zaten her yanımız yanık içinde değil mi?
‘’Tek günahkar Toroğlu mu?‘’
Tarzını da beğenmem, dilini de... Hele ki memleket ve gezegen için önerdiği yaşama tarzını asla. Mizahın incelikle değil sadece kabalıkla yapılabileceğine ikna olmuş bir toplumun ikonaya dönüştürdüğü Erman Toroğlu ile neredeyse tüm konularda taban taban zıt şeyler düşünürüm. Ancak bugün onun söz hakkını savunmak zorundayım. ‘Futbolun buyurganları’ istemediler diye Toroğlu, ‘Maraton’ koşamayacak artık. Oysa daha düne kadar kendisinin de dâhil olduğu hayli kalabalık bir insan grubu futbola onun yön verdiğini düşünüyordu. Ancak bu düzende güç, bilgi değil de para ya da paranın kontrolüyle ölçüldüğünden ‘ipi çekildi.’
Hem de saçma sapan bir gerekçeyle... Neymiş? Statlardaki küfre ilham veriyormuş onun dili. Futbol ihalesine bu kadar para yatırıldığına göre herkesin terbiyeli, edepli olması gerekiyormuş. Çünkü verilen paranın kârlı biçimde geri dönüşü için nizam, intizam şartmış. Meğer bu düzensizliğin, edepsizliğin ana kaynağı da Toroğlu’ymuş.
Bunca yıldır karşılarında olan ve ağzının içine baktıkları biri için bunları söyleyenleri tanımıyor olsak, her birini birer ahlak timsali sanabiliriz.
Kulüp yöneticileri ve futbolun işletmecileri, işin içine giren para biraz daha büyüyünce birden ahlâk kumkuması kesildiler. Hani dersiniz, üst üste iki maç kaybedince derhal hakem doğrama tezgâhının şalterine el atanlar onlar değil, biziz. Baksanıza parayı veren hemen düdüğü çalmaya başladı. “Artık sahaya şişe atılmayacak, küfür edilmeyecek” dedi ihalenin ikinci günü dükkân sahibi. Hem bizim oynadığımız, izlediğimiz maçı bize satacak, hem de bize ‘ahlak bilgisi’ öğretmenliği taslayacak. Peki, sorsak hazretlere, “Bunca yıldır yediğiniz haltların hesabını nasıl kapatacağız” diye, bir yanıt verebilirler mi acaba?
Örneğin, Almanya’daki şike raporları için şimdi Toroğlu’nun kuyruğuna teneke bağlamaya çalışan yetkili ve etkililer ne yaptılar acaba?
***
Futbolun dilinin kendilerini işin sahibi sananların şimdi mızmızlandıkları yere gelmesinde elbette Erman Toroğlu’nun da payı var. Başta da söyledim, ne düşündüklerine ne diline katılırım. Ama onu ‘günah keçisi’ ilan ederek aradan sıyrılmaya çalışan ikiyüzlülere karşı da uyanık olmak gerektiğinin altını kalın kalın çizerim...
Gönül isterdi ki, futbolun izleyicisi Toroğlu’nun ciddi bir eleştirisini yaptıktan sonra kurdukları yeni dille onu egale edebilseydi. Olmadı, becerilemedi. Kabul etmek gerekir ki, bu meselede Toroğlu’ndan kaynaklanan bir problem varsa eğer bunda “Dur bakalım akşam Erman Hoca ne diyecek” diye onun kılavuzluğuna kayıtsız şartsız gönül indirenlerin de günah defteri epey kabarık. Hatta yeterince güçlü bir dille itiraz etmeyi beceremediğim için benim bile...
Bütün bu gerçekler ışığında Toroğlu’nun kurban edilme biçimine de gönül razı olmuyor. Bunca yıldır onun reytinginden yararlananların şimdi sütten çıkmış gümüş kaşığa dönüşme gayretleri riyakârlığın daniskasıdır.
Toroğlu ‘Maraton’a devam etmelidir. Çünkü Türkiye’de futbolun da futbolun dilinin de doğru düzgün bir eleştirisi yapılamadan, Toroğlu’nu sansürleyerek ancak futbolun gerçekleri, derin ilişkileri ve gerçek yönetici ve yön vericileri maskelenmiş olur. Bu maskeyi düşürmek de futbolu samimiyetle seven, iyi ve cesur insanların görevidir...
‘’Kendi Beşiktaşımın gerçek sahibiyim!‘’
Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören, ki tribünlerdeki ünlü ‘kuru temizleme’ harekatıyla da tanınmaktadır, onlarca veciz çıkışından birini daha yapmış ve buyurmuştur; “Beşiktaş’ın gerçek sahibi 22 bin kongre üyesidir..”
Haliyle ben ve benim gibi, iktidar olma meselesiyle derdi olan ve iktidar hırsının bizzat ‘iktidarın’ kendine yaradığını düşünen bütün Beşiktaşlılar’ı, Beşiktaş’ın ‘gerçek sahipliği’nin dışına koymuştur. Ben ve tanıdığım bir sürü iyi insan, iyi Beşiktaşlı, değil ‘kongre üyesi’, kulübe üye bile olmadığımız için, sinek kadar değeri olmayanlar sınıfına dahil olmuş oluyoruz doğal olarak Demirören’in gözünde. Oysa iş lafa geldiğinde sık sık “büyük Beşiktaş taraftarı”ndan söz edenler tahmin edebileceğiniz gibi Demirören gibi ‘iktidar’la alış verişi olanlardır. “Yeni forma yaptık koşun alın” diyen de keza o ve ekibidir.
* * *
“Kombineler tükenmeden kapın” dediği insanların ya da televizyon başında avuçlarının içi terleyerek, tırnaklarını yiyerek, sandalyede hop oturup hop kalkarak, sigara üstüne sigara yakarak Beşiktaş’ı izleyen milyonlarca insandan hiçbiri ne üye, ne kongre üyesidir. Demek ki, o kadar insan Demirören’in gözünde Beşiktaş’ın sahibi sayılmıyor da İnönü’yü bile dolduramayacak bir kalabalığı oluşturan ‘22 bin kişi’ sayılabiliyor.
Bu ‘gaz verme’ halini iyi biliriz hepimiz. Şarkıcılar vardı eskiden gazinolarda, müşterilere “Beni siz yarattınız” diyen. Bu dil fazlasıyla o dile benziyor . O nedenle o 22 bin kişiden biri olmadığım için şimdi kendimi daha iyi hissediyorum ve o 22 bin kişi için üzülüyorum. İradeleri dışında da olsa, bizim gibi kulübe üye olmayan ama samimiyetle Beşiktaş için iyi şeyler isteyen, bunu her fırsatta dile getiren insanlarla sanki karşı karşıya duruyorlarmış gibi oldu bir anda. Oysa biliyorum ki onların bu bahiste hiçbir dahli yok. O nedenle ‘biz’ şanslı, ‘onlar’ şanssız durumda kaldılar ister istemez.
* * *
Hâlbuki... Beşiktaşlı hırslı değil azimlidir. Kısa vadenin değil, uzun upuzun ve iyi bir yaşam vaadinin insanıdır. Hedefi ne olursa olsun ‘kazanmak’ değildir, öncelikle oynamak ama kazanmak için oynamaktır. Ötekine saygılıdır. Samimidir... Kendidir... Farklıdır... Farkını akılla, merhametle, bilgiyle ortaya koymaya gayret edendir. Bütün bunlar en azından benim, bizim için böyledir, böyle olmalıdır.
İktidar hırsımız olmadığı için hatta iktidarlarla meselemiz olduğu için bizi Beşiktaş’ın gerçek sahibi saymayanlar da Beşiktaşlıdır. O nedenle nasıl “futbol asla sadece futbol değildir”, her Beşiktaşlı da asla sadece Beşiktaşlı değildir. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, ben, Cem Dizdar, kongre üyesi değilim ama hayatta başka bir çok şey olduğum gibi “hakiki bir Beşiktaşlıyım” ve kalbimdeki, aklımdaki, ruhumdaki Beşiktaş’ın gerçek sahibiyim...