‘’'Kahraman'a değil, takıma dik gözünü!‘’
Maccabi Tel Aviv maçının frapan sonucu en azından gazete sayfalarında bir kez daha “Biri gelir ve dünyayı değiştirir” biçiminde özetlenebilecek ‘batıl inancı’ hortlattı.
Neredeyse tüm sayfalar ve yorumlar Ricardo Quaresma merkezliydi. Bu kez oynamıştı ve işi çözmüştü!
Quaresma’nın futbolun eğlenceli yanının temsilcilerinden biri olduğu su götürmez. Topla kurduğu ilişki futbolun nasıl estetize edilebileceğini göstermenin yanı sıra tribüne giden ya da televizyon başına geçenlerin bu oyundan yeni ilhamlar alabilmesi için de türlü fırsatlar sunuyor.
Tribüne giden ortalama insan sayısının stat koltuk sayısının yüzde 50’sini aşamadığı bir ülkede insanları bu oyuna çağıracak özel karakterlerden biri Quaresma.
Ne var ki Beşiktaş’ın derdi ‘eğlenceli futbolcu’ değil daha çok ‘eğlenceli futbol.’ Yani temel sıkıntı, ‘herkesin bir takım halinde oynadığı bir oyun’a dönüştürememe hali. Kaleci Rüştü de dahil aklı başında yöneticilerin ve taraftarların ezici çoğunluğunun “Takım olmayı başaramadık” diye özetlediği durum anlayacağınız...
Bu takım olamama ya da ‘gözünü kahramanın büyüsü’ne dikme hali Beşiktaş’ın içine öylesine işlemiş ki, Maccabi’ye attığı dördüncü golün anonsunda stat hoparlöründen şuna benzer abuk bir bağırtı yükseldi: “Beşiktaşımızın dördüncü golü... Quaresma’nın ortasında Egemen...”
Hani sanırsınız Egemen Korkmaz o ortaya rakip defans oyuncusunun uzanmış tekmesine rağmen uçup kafa atmadı da, top gelip onun kafasına çarptı...
Bakışlarını Quaresma’nın ‘cambazlıklarından’ ayıramayan gözler tüm pas trafiğini yöneten Fernandes’e bu alanı yaratan Aurelio’nun attığı gol ve ilk golün asisti dışında takıma olan katkısını da haliyle es geçti...
Geçmişte de böyle olmuştu... 100. yıl kadrosundaki Federico Guinti’nin ‘takım oyunu’ içindeki yükü ve ilk bakışta görünmeyen ışıltısı da uzun süre güme gitmişti.
Bir futbol takımını kaleciden forvete bir bütün olarak algılamak yerine bir kaç yıldız oyuncu üzerinden açıklama hastalığının tedavisi henüz bulunamadı. Bu nedenle Barça’lı Messi ya da Real Madrid’in kanadı Di Maria’nın Arjantin milli takımını ‘uçuramamaları’ da anlaşılamıyor.
Evet, Quaresma’yı ‘oynayabildiği anlarda’ izlemek kuşkusuz ki zevkli. Ezdiği top, isabetsiz şut gibi istatistiklerine bakıldığı zaman esasen ‘takıma’ verdiği ortalama katkı da ortada.
O nedenle derim ki, geçmişinde ‘çoluk çocukla’ iyi bir takım olan Beşiktaş’ı hatırada değil hafıza tutmak gerek. Şampiyon olduğu için değil, bir takım olarak ‘başka bir dünyanın, başka bir oyunun da mümkün olabileceğini gösterebildiği için...’
O nedenle, “Bir ki üç gol yetmez dört beş altı olsun”lu marşlara geri dönmemek için ‘kahraman’ yerine ‘takımı övmek’ daha alımlı, gösterişli ve yakışıklı bir yoldur.
Müşteri velinimetimizdir!
En son Nihat Özdemir taşırdı ‘taraftarın bardağını...’ Zaten bir bağlama teli kadar gergin olan Fenerbahçe taraftarının büyük bölümü de tepki koydu Özdemir’in “Dekoder alın” çağrısına...
Daha önce Kulüpler Birliği adına açıklama yapan BJK Başkanı Yıldırım Demirören yapmıştı benzer bir çağrıyı... Ancak onun çağrısında “Kombine kart ve forma alın” diye iki de ‘ek masraf’ vardı.
Nedense, taraftarların takımlarına olan bağlılıklarının paraya tahvil edilmeye çalışılmasının insanlarda alerjik reaksiyonlar yaratacağını göremiyor yöneticiler. Esasen herkese ait olduğu için ‘bedava’ olması gereken futbol izleme etkinliği ısrarla ‘satılan bir mal’a dönüştürülmek isteniyor. Müşteri değil taraftar olmak için direnen yığınlar da bu “Para harcayın” diyen dilden haniyse nefret ediyor.
Yöneticiler en azından kapitalizmin temel işleyiş yasalarını biliyor olsalar bu üretim tarzının planlarını bu kadar açık seçik değil daha ‘sinsice’ hayata geçirdiğini de biliyor olurlardı!
Şöyle eni konu bir düşünsünler bakalım insanlar neden dekoder, kombine kart ve her formayı satın almıyor!.. Yanıt için biraz okumak gerek değil mi!..
‘’Al sana 'marka'‘’
Gördünüz mü, modern zamanların en büyülü kavramlarından biri olan ‘marka değeri’ başımıza ne işler açtı? Daha düne kadar ağzını açan “Ama marka değerini düşürmemek gerek” diye devam ettirmiyor muydu sözü? Şimdi başına gelenlerden şikayetçi olan futbolun muktedirleri ya da rakiplerinin düştüğü durum karşısında iştahı kabaran ve kendini gelinen durum karşısında galip sayan futbolun diğer muktedirleri, daha düne kadar ‘marka’ diye yırtınmıyorlar mıydı?
UEFA da sonunda noktayı “En değerli markamı koruyacağım” diyerek koydu hatırlarsanız.
Gelinen noktada UEFA’ya bir şeyler söylemek kolay. Şunları sorabiliriz;
“Fenerbahçe ile benzer durumda olan iki takımdan biri olan Beşiktaş, Avrupa Ligi’nde oynuyor. Aynı soruşturmada bazı yöneticilerinin adı geçen, bu yıl sana daha önce gönderilen listeye göre Şampiyonlar Ligi’nde oynattığın ve o ligden elenen Trabzonspor’u hangi marka değerini koruma adına yeniden Şampiyonlar Ligi’ne kabul ettin? Benfica’lı biri kalkıp dese ki, ‘Ya benim ‘marka’m ne olacak?’, ne yanıt verirsin?”
Elbette bu noktada tüm bu sorular anlamını yitirmiş görünüyor. Çünkü hüküm kesildi... Çünkü, bu sorular hukuk bazlı bir tartışmanın konusuydu. Oysa içine düşülen badirede hukuk değil, hukukun alt kategorilerinden biri olan ‘kanaat’ iş gördü.
Bilindiği gibi, bu ‘kanaat’, o ‘kanaat’e varacak kişinin durduğu yere, aldığı pozisyona göre farklılıklar gösterir.
Düşünün gerek UEFA gerek TFF en başta takındıkları ‘masumiyet karinesine saygı’ tavrından çok uzakta bir yere serdiler kilimi sonunda...
Futbolun muktedirlerini anlayabiliyorum. Onlar arasındaki çelişki ancak şimdiki gibi birbirlerine karşı olduklarında ortaya çıkar. Menfaatler aynılaştığında, örneğin havuzdan akacak para, ya da düşman ortaklaştığında, örneğin şiddet yasasının öznesi ilan edilen ‘holiganizm’e karşı, çelişkiler anında düzleşir...
Hadi onları anladık... Bu işten öyle ya da böyle çıkarları ve bir gelecek beklentileri var... Ya tribüne giden hatta tribüne dahi gidemeyip maçları kahvede, birahanede izlemek zorunda kalanların diline yapışan o ‘marka’ya ne demeli!
Bu marka işi taraftar açısından, kredi kartı borcunu ödeyemeyen ‘modern fukara’nın televizyonun alt yazısındaki borsa rakamlarına bakıp ‘işlerin iyi gittiği’ni düşünüp, rahatlamasına benziyor fazlasıyla. Sanıyor ki, futbolun bu türlü işleyişi tuttuğu takımın markasını yükseltiyor. Ah be adamım, o ‘marka’ senin kuyunu kazıyor göremiyor musun? Senin de farkında olmadan kapıldığın o ‘marka’ sevdan, örneğin, emeğinle kazandığın parayı takımdaşlık yutturmacası altında sana 15 liralık formayı 100 liraya aldırmalarına yarıyor.
Yeri geldiğinde stada bile sokulmayan sen, sokakta üzerinde gurur duyduğun formanla gezerken farkında olmadan o forma üzerindeki farklı ‘marka’ların tanınırlığına tanınırlık, kârına kâr katıyorsun... Sen sadece takımının ‘marka’sını yükselttiğini düşünüyorsun ama o iş öyle değil...
Sonunda gördüğün gibi ‘marka savaşı’ gelip senin mutluluğunun, umudunun, beklentinin, samimiyetinin başına patlıyor. İşin içine ‘marka’ girince senin esas ihtiyacın olan hukuk da bacadan çıkartılıyor.
Yani benim güzel kardeşim, kabahatin hepsi değil ama çoğu sende diyesi geliyor insanın! Durum biraz Cahit Sıtkı’nın Abbas’a söylediğine benziyor; ‘Marka’ diyordun al işte sana ‘marka’!
‘’Her durum yeni bir fırsattır‘’
Uzak değil, seneler seneler evveldi!... Televizyonlarda ‘teşvik primi’nin ‘normal’ olduğunu söyleyen kerli ferli yöneticilerin başlattığı tartışmalar açtı yolu. Bunu futbol yorumcuları ve rakibin rakibine para göndermenin akıllıca bir iş olduğunu savunan geniş bir ‘futbolsever kalabalık’ takip etti... Kanımca bu kitle hâlâ yerli yerinde duruyor da, işin içine gerek yasa gerek ahlâk girince ‘teşvik’ ulu orta savunulamayacak bir hâl aldığı için radyonun sesi biraz kısıldı!
Ne olursa olsun, kazanmanın her şey olduğu bir dünyada tersini düşünemez hale gelen insanlar, “Madem kazanmak için oynuyoruz, yasanın yasaklamadığı her şeyi yapabiliriz” diye düşündüler/düşünüyorlar... Haksız da sayılmazlar! Öyle ya, gündelik hayat bu bakışı destekleyen binlerce örnekle doluyken; tersini, ancak ahmaklar ve romantikler savunabilirdi!..
Akıl ile vicdanın aynı şey olduğunu bilmeyenler olduğu gibi bu ikiliyi ısrarla birbirinden ayrı tutmaya çalışanlar da vardır. Yasal olanın ahlâki olmak zorunda olmadığı anlarda ‘akıl’ ile ‘vicdan’ı ayrıştıranlar işte bu ‘kör alan’a sığındılar. O nedenle de ‘teşvik primi’ kavramı yakın zamana kadar yasanın engel koymadığı bu karanlık alanda gezinip, zihinlerde palazlandı.
Kanunen yasak olmayan, ancak gayri ahlâki bir içerik taşıyan ‘teşvik primi’, oyunun bütün ruhunu bozup onu ‘güçlü’nün egemenliğine sunarken, bu ahval şerait içindeki taraftar da, durumu analiz edip karşı pozisyon almak yerine ahlâki ‘renkdaşlığa’ feda etti. Bu kafa karışıklığının yarattığı kazanmaya endeksli gösteride de ‘piyasa aklı’ duruma tamamen egemen hale geldi.
Çoğumuz, son günlerde yaşananlar karşısında “Peki şimdi ne yapılmalı?” sorusuna herkesin kabul edeceği anlamlı bir yanıt bulamıyor. Çünkü, kafalar karışalı çok zaman oldu ve aklı su üstünde tutabilmek neredeyse olanaksız hale geldi.
Yine de, futbolun içine düştüğü durum güç savaşları ve hukuki boyutun ötesinde taraftarlık kavramı açısından yeni olanaklar da sunuyor. Takıma kayıtsız şartsız bağlılık mı, bizden olmamasına rağmen doğru olandan yana tavır koyabilmek mi?
Süreç, taraftarlar arasındaki ‘suni gerilimleri’ ortadan kaldırmak için iyi bir fırsat yaratıyor. Beri yandan daha da önemli bir şey oluyor; yaldızı hızla dökülen şöhretleri için oyunun kolunu kanadını gözünü kırpmadan budayan ‘futbol uleması’nın sözünün etkisizleştirilmesi için kapı bir kez daha aralanıyor.
Al sana ‘Kanaat önderi’!
Uzak değil, seneler seneler evveldi!... Bıçkın tarzı, nedense bu ülkede dobralık sanılarak hüsnü kabul gören kaba üslubu, terminoloji değil jargon kullanımıyla girdi ekranlardan hayatımıza. Neredeyse her konuda bir fikri vardı ve ‘pat danadak’ söylüyordu... Öyle ki, yüzümüze baka baka “Kodumu oturtan Genelkurmay Başkanı isterim” bile dedi... O denli dobraydı yani!
Futboldaki son gelişmeler üzerine yine ‘dobra bir senaryo’ kaleme aldı. Özetle diyordu ki, ‘herkesin yaptığı yanına kâr kalacak.’ Kendisi bir ‘kanaat önderi’ olduğu için futbolun da ‘kanaatlerle’ anlaşılması, yönetilmesini istiyordu besbelli. Öyle ya, daha şike ve teşvik primi soruşturmasının iddianamesi yazılmadan birilerinin bir şey yaptığı ve yaptıklarının da yanlarına kâr kalacağı ‘kanaatine’ çoktan varmıştı.
Kanaatle yürütüyordu işi. Bunca yıldır dilinden ‘eyyamcı hakem’, ‘pis kokan pozisyon’, ‘gizli bir emeli olan bayrak’, ‘işin içinde iş var’ türü cümleler düşmemişti. Bizim de onunla aynı kanaatte olmamız için demediğini, yazmadığını bırakmadı.
Soruşturmada neden bir hakemin adının geçmediğini açıklarken bile, “Yaptığımız işin kıymeti bir kez daha ortaya çıktı” diyerek aslan payını kapmaya çalışıyordu. Bunu söylerken bile ‘hakem’ denen insanın aklı, vicdanı olabileceği, kararlarını bilgi ve ahlâka bağlı olarak verebileceği ihtimalini kenara koyup alttan alta “Biz uyardık yanlış yola sapmadılar” demeye getiriyordu.
Kaleme aldığı son senaryoda hukuk bilgisini de konuşturmuştu. Şöyle bir not düşmüştü yazısının içine; “UEFA, ‘Deliller yeterliyse mahkeme kararını beklemeden federasyon karar verebilir’ der.” (Finaldeki küçük ayrıntıya dikkat; ‘verir’ değil, ‘verebilir’.)
Şimdi “Delil nedir, nasıl toplanır, bir suç nasıl delillendirilir?” gibi boyumuzu aşan tartışmalara hiç girmeden pazartesi günü Milliyet gazetesinde Mustafa Anıklı’nın hukukçularla yaptığı ‘yuvarlak masa’ tartışmasını okumanızı öneririm. Bir yanda spor hukuku üzerine yıllardır dirsek çürüten beş hukuk adamının kılı kırk yaran tavrı, öte yanda ‘kanaat önderi’ bellenenlerin paldır küldür hesap kesmeye gayret eden o tanıdık hoyrat dilleri... Fazla iddialı olmasın ama bu yeni durumu bir yol ayrımı olarak görebiliriz; ya medeniyet ya barbarlık...
Lucescu ülkeyi derhal terk et!
Uzak değil, seneler seneler evveldi!.. 2004-05 sezonunda Beşiktaş 8 puan önde giderken bir anda tepe taklak olmasının ardından takımın hocası Mircea Lucescu, “Benzer olaylar Çavuşesku döneminde Romanya’da da yaşandı” demişti hatırlarsanız...
Evet, uzak değil, seneler seneler evveldi!.. Memleket futbol meraklılarının o zamanlar ağzı açık dinlediği ‘zamane bilgelerinden’ biri, şu mealde köpürüyordu o günlerde ekranda; “Ben ülkeme hakaret ettirmem. Çavuşesku’nun Romanya’sına benzetmesinin hesabını vermek zorunda. O Çavuşesku’nun Romanya’sını bilmeyen yok. Galatasaray’ın Steaua Bükreş ile yaptığı maçta hakemi satın aldığını ve turu nasıl elinden aldığını bilmeyen yok. Lucescu o ülkeyi Türkiye’ye yakıştırıyor. Derhal bu ülkeyi terk etsin. Böyle bir benzetme olabilir mi?”
Uzak değil, aradan seneler seneler geçti! Lucescu ülkeyi terk edeli çok oldu. Biz yine kendimizle baş başa kaldık. Çavuşesku’nun Romanyası’nı bilmem, ama bu aralar yaşadıklarımız sanki o zamanlar herkesin ağzı açık dinlediği ‘zamane bilgesi’ne ‘ülkeyi terk edin’ çağrısı yapmak için yeni adresler sunuyor gibi. Acaba bir çağrı daha gelir mi ‘abi’den?
‘’Sılaya dönüş...‘’
Doğduğum yere, Samsun’a her gittiğimde artık hayatta olmayan babamın yatağında, annemin mis kokan çarşaflarında yatarım. Betonarme mağlubu memlekete her dönüşümde içim sıkılsa da büyüdüğüm eve adım attığımda içimi kaplayan huzur, dışımı kaplayan hep güvendir. Eve dönüş böyledir, huzurlu güvenlidir...
Tarih hatırlamam, ne zamandı bilmiyorum; Necil Ülgen “Gel bizde yaz” demişti bir vakitler. İlk öyle başladım futbol yazmaya Fanatik’te. Başlarda disiplinliydim. Ama sonraları gerek tembelliğiyle meşhur bedenimin işi koyvermesi, gerek o zamanlar çalıştığım gazete Milliyet’teki işlerin yoğunluğu beni periyodu belli olmayan bir ‘spor yazarı’na çevirdi. Eh biraz gençtik o zamanlar, şimdi bir parça daha olgun...
Ardından Milliyet Spor’da yazmaya başladım haftada bir. Orada yazdığım son yazıda “Bakalım bu Karadeniz karabatağı nereden çıkacak?” diye sormuştum kendime. Kafamı çıkardığım yer hâlâ yerli yerinde duran eski ‘evim oldu.’ Yine Fanatik’teyim... İyi arkadaşların, becerikli çocukların, bana her daim destek olan akıllı dostların arasında...
Yayladan dönüşte bir zamanlar evin bahçesine gömdüğü kemiği toprağı eşeleyerek çıkarmaya çalışan köpek misali, bir kez daha eşeleyeceğiz futbolun toprağını kendi kavlimizce...
Kendimi utandıracak, birilerini kıracak bir şeyler yazmamaya özen göstereceğimden emin olabilirsiniz; ama insandır, sürç-ü lisan etmeden duramaz, bilirim! O zaman uyarın, eleştirin. Ara sıra dilim dolaşır da birine haksızlık edersem bunu niyetimin kötülüğüne, kendimi beğenmişliğe ya da kibrin pençesine düşmeye bağlamayın lütfen. O anlar ‘düşünsel olarak yetersiz kaldığım anlardır.’
Kırıp dökmek yerine elimden geldiğince onarmaya dikkat edeceğim. Ne de olsa yarım gün öğretmenlik, yarım gün marangozluk yapan bir babanın oğluyum.
Eve döndüm, mutluyum!
Bu 'imparator' benzetmesi iyi durmuyor
Bu ülkede futbol etrafına kümelenmiş karakterler arasında üzerine en çok yazı yazılmayı hak eden isimlerin başında kuşkusuz ki Fatih Terim gelir. Son maçta stat “İmparator Fatih Terim” diye inlerken şu soru geldi aklıma... Terim hakkında benim bildiğim iki kitap -Biri Metin Tükenmez diğeri Necati Kola- dışında bir şeyler yazılmamış olması, aralarına kendimi de dahil ettiğim bu ülke futbol yazarlarının yetersizliğine bağlanabilir mi?
İlk gençliğimde rockçu arkadaşlarımın Pink Floyd için söylediği “Ya çok sevilir ya nefret edilir” dilemması ne yazık ki bu ülkede Terim için hep geçerli oldu. Eli yüzü düzgün eleştiriler yapmak yerine daha çok fırsatı geldikçe bir hesaplaşmaya dönüştürüldü onunla ilgili görüşler, duygular, hisler... Sanırım hâlâ değişen bir şey yok... Futbolun boğazına elma düğümlenmişken, rakiplerinin çoğunun başı ‘şike ve teşvik operasyonu’yla dertteyken şu günlerde, en rahat durumda görünen Galatasaray’da yaşanan ‘Terim tartışması’ da bunun açık göstergesi kanımca...
Hepimiz biliyoruz, bu ülkede yöneticiler, hatta eski yöneticiler futbolculardan ya da hocalardan rol kapma konusunda usta ötesi ustadırlar. Bu aralar çoğunun başının belada olması da biraz bu tutkularıyla ilintili kuşkusuz...
Öte yandan yönetim kurulundaki bazı yöneticilerin transfer politikaları için gelir/gider dengesi üzerinden yürüttükleri itirazları “Odam belli, sıkıntısı olanlar gelsin görüşelim” türünden, bulutlar mevkiisinden karşılayan Terim de, yangına körükle gitme konusunda hayli mahir insanlarla dolu ülkemizde bu akımın iyi bir temsilcisi olduğunu bir kez daha gösterdi... Yetmedi, Galatasaray terbiyesinden bahsettiği konuşmasını “Herkes haddini bilecek” türünden keskin bir sloganla taçlandırdı... Galatasaray terbiyesi ve ‘had bildirme’... Sanki yan yana iyi durmuyorlar gibi geldi bana...
Dedim ya; Terim’i Pink Floyd gibi nefret/sevgi ikilemi içerisinde tanımlamaya alışkın olanlar, gelişmelerin ardından gazeteye hemen çaktılar başlığı; “TERİM KÜKREDİ ASLAN SAKİNLEŞTİ...”
Kanım o ki, insan kendisi için yaratılan bu algıya itiraz etmeyi becerdiğinde, hayattaki ‘gerçek yeri’ne oturur. İmparatorlar çağı kapanalı çok oldu. Evet bir metafor olarak kullanılıyor ‘imparator’ ama yine de insanlığın büyük acılar yaşadığı dönemleri de çağrıştırıyor hızla... ‘İmparator’ çığlıklarına mağrur ve anlayışlı bir edayla yanıt vermek yerine, bu tanımı terk etmeyi öneren bir model, insanların futbola ve hayata başka gözle bakmasını da sağlayacaktır.
Bu aynı zamanda geçmişte tekrar tekrar gördüğümüz üzre, gelecekteki muhtemel ‘yıkım dönemleri’ndeki travmanın insani biçimde tedavisini ve hallinin de yolunu döşer.
“Sevilen önderlerin kusursuz olduğu görülmüş müdür hiç?” diyen John Berger’le bitirelim bu bölümü; “Bizlerin insanca yaşaması ve ölmesi için şeylerin adının doğru konulması gerekli. Sözcüklerimizi yeniden sahiplenelim...”
Taraftarın hamuru aynı undandır!
Liverpool maçında Seyrantepe Stadı’ndaydım. Son şike ve teşvik operasyonlarının ardından tribünlerde Fenerbahçe’yi ‘ti’ye alan sloganlar atılacak mı sorusunun yanıtını, en az maçta görmeyi umduklarım kadar merak ediyordum.
Ben ve arkadaşlarım geri dönüşün zorluğunu göze alamayıp 65’inci dakikada stadı terk ettik. O dakikadan sonrayı bilmiyorum, ama o ana kadar bir iki kere atılan ve orta boy bir katılıma mazhar olan “Kümede kal Fenerbahçe” sloganına tribüne gelen insanların çoğunluğu teveccüh göstermedi. İyi de oldu... Çünkü...
Biliyoruz ki, farklı takımları tutsalar da ‘taraftar’ın hamuru aynı undandır; takımına bağlılık, bağlı olduğu şeye beslediği sevgi ve bir şey ait olmanın verdiği huzur. Rengi ne olursa, hangi takımı tutuyorsa tutsun, iyi bir taraftar için durum üç aşağı beş yukarı böyledir.
Galatasaraylılar’ın zor günler geçiren en büyük rakiplerini rencide etmemeye gösterdikleri gayret, tribün ortalamasında taraftar hamurunun iyi undan yapıldığını gösteriyor kanımca.
“Ama geçen yıl Saracoğlu’nda aynı sloganlar atılmıştı” diye hatırlatmaya gerek yok. Biliyorum...
Bazen komşunun çocuğuyla iyi geçinemeyiz, ama ikimizin de annelerimize duyduğumuz şey aynıdır; sevgi... Hiçbir şeye değilse bile, bu kıymetli duyguya hürmet ve ‘başkalarının acısına bakmayı bilmek’... Futbol hiçbir işe yaramıyorsa sadece bunu öğrettiği için bile kıymetli bir oyun olarak anılmayı hak etmiyor mu sizce!
Peki! Kupa niye gönderildi?
Kimi gazeteler Tayfur Havutçu dönene kadar Beşiktaş’ın dümeninin Roland Koch’ta olduğunu yazıyor; kimi Mourinho’nun kefil olduğu Carlos Carvalhal’in takımın başına geçeceğini... Bu arada kulüp yönetiminden de “Tayfur hocamızla devam edeceğiz” açıklaması yapılıyor...
İnsan ister istemez düşünüyor...
Önce Çarşı “Aklanın gelin”, ardından Beşiktaş Yönetimi “Arkadaşlarımız aklanana kadar Türkiye Kupası’nı geri veriyoruz” demişti.
Eğer hoca ile ilgili bir şüphe yoksa ve yola onunla devam edilecekse; sormak gerekmez mi:
“Kupa niye gönderildi?”
Unutulmuş bir eski dost!
Galatasaray-Liverpool maçının devre arasında dev ekranlarda Ali Sami Yen’i anarken ‘Kısa Galatasaray Tarihi’ gösterime girdi. ‘Baba Gündüz Kılıç’ ile ‘Taçsız Kral’ -ki bir ara başında tacıyla göründü ekranda- Metin Oktay da belirdi ekranlarda. Metin’in arka direğe gönderdiği o enfes aşırtma golünü de Fatih Terim’in oyuncularıyla birlikte UEFA Kupası’nı kaldırışını da bir kez daha gördük hep birlikte. Ama o kısa tarihte Galatasaray’ın kazandığı ‘Süper Kupa’yı kaldıran Mircea Lucescu’yu göremedik. Belki gösterdiler de ben o ara ilgimi kaybettim, fark etmedim diye yanımdakilere de sordum, onlar da görmemişler. Transfer döneminde her başı sıkışanın kapısını çaldığı Lucescu’nun da o ‘kısa tarih’te yer alması gerekmez miydi?
Di Maria'dan Q7'ye öğütler!
Geçen yıl Beşiktaş’ın ‘saman alevi’ misali zaman zaman yükselip çoğunlukla düşük ateşli oyununda gözler hep Ricardo Quaresma’da oldu. Bu yıl da farklı olmayacak eminim... Hepimiz bir trivelasını, bir bacak arasını ya da sağdan içeri kat ederken atacağı ‘sürpriz şut’u bekleyeceğiz merakla... Lakin Quaresma geçen yıl ‘en çok isabetsiz şut atan oyuncu’ istatistiğinde bir numaradaydı. Skoru ise 59 aut!
Jose Mourinho; gittiği takımlara yanında götürdüğü, ancak her seferinde hayal kırıklığına uğradığı Quaresma’dan vazgeçeli çok oldu. Mourinho’nun kanatlardan birindeki yeni gözdesi Arjantinli Angel Di Maria... Di Maria mevkisinin özelliklerini anlatırken, sanki Quaresma’nın ‘neden kaybettiğini’ de anlatıyor. Dinleyin...
“Bazı kanat oyuncuları sürekli çalım atıp fantastik hareketler yapmayı amaçlar. Ancak unutmayın ki, önemli olan kaç çalım attığınız değil, takım arkadaşlarınıza kaç tane gollük pas verdiğinizdir. Onları gol pozisyonuna sokacak paslar atmanız, performansınız açısından her şeyden daha önemlidir. Unutmayın; süratli kanat oyuncuları rakibe çalım, iyi kanat oyuncuları takım arkadaşlarına gollük pas atar...”
(İstatistik de Di Maria’nın anlattıkları da Four Four Two dergisinin Haziran-Temmuz sayılarından alınmıştır.)
Cem Dizdar
2‘’Çocuklara kıymayın efendiler!‘’
Hayatımızı ve İstanbul’u yönetenler, İstanbul takımlarının arasındaki maçlarda rakip taraftarı tribüne almama kararına varmıştı, hatırlarsanız. Elbette onların, kitle ruhunu, eğlencenin - hele de kitlesel eğlencenin-bireydeki yaratıcılığını, birey iktidar gerilimini ve de ‘sıradan insana’ ait bir sürü karmaşık davranış biçimi üzerine düşünüp, anlamaya gayret etmelerini beklemek iyi niyet olurdu.100’e yakın Fenerbahçe taraftarı İnönü Stadı’na sızıp ‘korsan’ koyunca, onları stada almama kararına varanlar o an ne düşündüler, çok merak ediyorum. Örneğin, İstanbul Valisi de tıpkı benim gibi, “Eyvah! Şimdi katliam çıkacak” diye düşünmüş müdür dersiniz? Demek ki, yasaklamak tek başına çözüm değilmiş. Birileri sizi dinlemeyip yasağınızı delebilir ve hiç de istemediğiniz sonuçlar doğabilir. Oysa yönetici, bir durumu denetleyip, kontrol edebilen kişidir.İki sezon önce Beşiktaşlılar’ın Saracoğlu’nda sokmayı başardıkları ‘Korkak tavuk Ortega’ pankartı bir eğlenme biçimi olarak ne kadar zekice ve mizahiyse, pazar günü yapılan da o denli isyankar ve o denli mizahiydi. Elbette, bu görüşüme katılmayanlar çıkacaktır.“Bu kalkışma kötü sonuçlanabilirdi” diyecekler olacağı gibi, sonuca bakıp “Bakın bir şey olmadı” da diyecekler çıkacaktır. Ben, insana güvenenlerden olduğumdan ikinci gruptayım... Doğrusu ya, tribüne sızan o grubun taşkınlık yapmaya niyetli olduğu yolunda da bir izlenim edinmedim. Onlar çok sevdikleri takımlarını desteklemek için bir yasağı delmenin kendilerince bir yolunu bulmuşlardı. Beşiktaş formalarıyla içeri girip, küçük bir ‘korsan’ koyup, sonra da emirlere uygun stadı terk ettiler.Anlayamadığım, kuzu kuzu giderken neden acımasızca coplandıklarıydı. Zaten gözaltına alınmaya da bir itirazlarının olduğunu sanmıyorum. Parasını verip içeri ‘sızmış’ bu çocuklar için şöyle düşünsek ne kaybederiz; “Bir yaramazlık yapıp koyduğumuz yasağı muzipce delmişler. Belki de biz onlar için yanlış düşünüyor, onları anlayamıyoruz. Bu oyuna, bu takıma bu kadar bağlıysalar biraz hoşgörelim onları. Neden kötü niyetli olduklarını düşünüyoruz. Biz güçlüyüz ve hoşgörmek muktedirlerin ‘erdemidir’...”Ama ne yapıldı, para ödeyerek stata girme hakkını kullanan çocuklar için ‘Otoriteye kafa mı tutulur?’ yorumu yapılıp, çoğu coptan geçirildi.Yapmayın, çocuklara kıymayın efendiler... Problem bir yasağa başkaldırmakta değil, koyulan yasağın olumsuzluğundan ‘olumlu sonuç’ çıkarmayı becerip becerememektedir. Ülkemizin en derin fobisi olan ‘bölünme korkusu’nu yenebilmek için futbolda da yapılacak çok basit şeyler var; rakip taraftarı tribüne alıp, kimsenin burnu kanamasın diye güvenliği sağlamak... Yani ‘bölüp’ ayırmak değil, kaynaştırmak ve saygıyla dayanışmalarını sağlamak.. Bırakın çocuklar güle oynaya, ağlaya üzüle ama efendice yan yana maç izlesin.Benim gönlümden geçen ise bambaşkaydı... Beşiktaş taraftarının Fenerliler’e bir kontenjan ayırıp hep birlikte içeri girmeleri ve bir ilki daha gerçekleştirecek adımı atıp, ‘Bakın biz adam gibi yan yana oturabiliyoruz. Sandığınız kadar kötü çocuklar değiliz’in mesajını vermeleriydi. Umarım bu daha sonraki maçlarda hayata geçirilir de, bu korkuyu hep birlikte yeneriz.
‘’Q7 olmadı ikinci el X5 bakalım‘’
Yuvadaki yavru kuş misali ağzını açmış, mühim bir transfer beklemeye alışmış/alıştırılmış taraftarlar, gündelik hayatın “Kullan at” kuralını futbola da katıksız uygularlar. Futbolcuların biri gelir biri giderken, her gelen çok değerli, giden ise zerre kadar önemsizmiş gibi algılanır.
Beşiktaş’ın sezon bitmeden Ricardo Quaresma için yaptığı transfer girişimi vesilesiyle yazdığım yazının ardından bir çok arkadaştan tepki mailleri gelmişti.
Çoğu yazının meramını farklı yorumlamışsa da -ya da ben muradımı tam anlatamamıştım- aralarında benim bu işleri bilmediğimi söyleyenler de vardı, ki hakikaten bilmem, “Taraftarın hayallerini yıkma” diyenler de...
Hayırlısı oldu...
Gelinen noktada bu transferin büyük ihtimalle gerçekleşmeyeceği ortaya çıktı. Yöneticilik açısından bakıldığında gerek transfer yönteminin yanlışlıkları, gerek hedeflenen isim açısından operasyonun en başından hayli acemice yürütüldüğü belliydi.
Öte yandan bu kadar parayı gözden çıkarmaya değer miydi, o da ayrı konu.
Quaresma olmadı, bence daha hayırlı oldu. Mesele tersten okunduğunda “Beşiktaş’ın elinde ciddi bir para kaldığı, kâra geçildiği” bile söylenebilir.
Korkum, Quaresma’nın pazarlığı sıkı tutup ederinden bir ya da bir kaç milyon Euro fazla para kapmaya çalışıyor olması. Yönetim üzerindeki taraftar baskısı göz önüne alındığında bu da hiç ihtimal dışı gibi durmuyor.
Yine de şu söylenebilir; başarısız transfer girişimi nedeniyle yönetimin taraftar nezdinde zaten deniz seviyesinde olan itibarı iyiden iyiye suya gömülme eğilimine girmiştir. Bu acemice girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanan yöneticilerin şimdi yeni bir ‘dolma’ hazırlamaları gerekiyor.
Başka yol yok mu?
Çünkü... Bu ülkeye ve özellikle de Beşiktaş’a ‘önemli oyuncu’ getirmek hayli zor. Nedeni de, kulübün oyunculara ve geldikleri takımlara para ödememe konusundaki sabıkası... ‘Önemli oyuncu’ için mesele direkt olarak ‘para peşin kırmızı meşin’e dönmüş durumda.
Peki ‘önemli oyuncu’ alınamıyorsa başka yol yok mudur? Vardır elbet, yeni ve devrimci bir modele geçmek... Elde iki de başarılı örnek var. Ya Barcelona modeli, ki Beşiktaş bu modelin neredeyse Türkiye şubesi sayılır, ya Arsenal modeli... Arsene Wenger’in yaptığı gibi becerikli çocukları 15-16 yaşındayken takıma katmak ve bunda ısrar etmek. Bunun içinde gerekli olan şey; “iyi bir yönetici dili...”
Taraftarına ‘devrim’ için yola çıktığını anlatabilen yönetici hem kulüp maliyesini geliştirir hem de memleket insanının futbola ve hayata bakışına yeni açılar kazandırır.
Peki yöneticiler buna kalkışır mı, hayır. Çünkü kimse Arsenal’in başkanının, yöneticilerinin adını google’a girmeden öğrenemez... Ama taraftarlar bizim yöneticilerin adını anabalarının adından daha çok telaffuz etmek zorundadır her zaman.
Hal böyle olunca bu yöneticiler yöneticiler de “Q7 olmadı, ikinci el bir BMW X5’e bakar sonra da gider LPGli bir Hyundai Elentra alırız. Yeter ki, farları xenon
olsun” derler...
İbretlik bir transfer hikayesi
İnsan okudukça öğreniyor, öğrendikçe de siniri iyiden iyiye bozuluyor. Dün Fanatik’te masabaşı kotarılmış müthiş bir haber vardı. Real Madrid’li Gonzalo Higuain senelik 3.5 milyon Euro’ya kulübüyle anlaşmış. Aynı haberde geçen sezon ligde 3 gol atan Nihat Kahveci’nin yıllık 3.5 milyon, tek gollü Nobre’nin ise 2.2 milyon Euro’ya oynadıkları yazıyordu.
Bu haber bile Beşiktaş’ın ne denli ehil ellerce yönetildiğini, ne denli ‘isabetli transferler’ yapıldığını göstermesi açısından yeter de artar ama daha çok da kulübün, Başkan Yıldırım Demirören’e olan borçlarının kaynaklarını gösteriyor gibi geldi bana... Yanlışı yapıp bir de haklı çıkmak bu olsa gerek...
10 yabancı hayırlara vesile olsun!
Federasyonun, “Süper Lig takımları 10 yabancı ile sözleşme imzalayabilir” kararı kimlerin baskısıyla çıkmıştır, bir tahmin edin bakalım... Takımları oynayamayan ama kapı gibi sözleşmeleri olan yabancılarla dolduran başarılı yöneticiler hangi takımlar da var, bir düşünün... Örneğin Şanlı Beşiktaşımız, ciddi bir kontenjan sıkıntısı yaşıyordu, bu aşılmış oldu.
Şimdi iş bir ‘kurtarıcı futbolcu’ bulmaya kaldı. Oysa biliyoruz ki, futbolda ‘mesih’ inancına yer yoktur. İyi bir takımınız yoksa sizi kimse kurtaramaz...
Eğer kontenjan meselesinden, çok genç, gelişme eğilimi yüksek yabancı oyuncular yerine sönmeye yüz tutmuş ama isim sahibi kırpılmış yabancılara para akıtarak yararlanacaklarsa, kimse heveslenmesin sonuç şimdiden belli derim...
Ferguson + Wenger= Bir + Bir
Haberi olmayanlara duyurulur!... Memleketin en güzide müzik dergisi ROLL kendince gerekçelerle harakiri yapıp, kapatılmıştı. Onun yerine, aynı ekip BİR+BİR adında şahane ötesi bir dergi yayımlamaya başladı...
Derginin üçüncü sayısında Alex Ferguson ve Arsene Wenger’le yapılmış iki söyleşi var. Önerim, dergiyi alıp iki söyleşiyi de benim yaptığım gibi altını çize çize okumanız. Futbol nedir, futbolcu kimdir, bu hocalar nasıl hocalar? Ahlak, dayanışma gibi kavramlar futbolun ve hayatın neresindedir, birbir anlatıyor mübarek adamlar. İnsan bu adamları dinleyip/okudukça şu güzide memleketimizdeki ‘futbol aklı’nın ne kadar sığ ve kısır olduğunu bir kez daha idrak ediyor ve hüzünleniyor... Ama öte yandan ne çok şey de öğreniyor...
‘’Bursa'nın verdiği ilham‘’
Biz küçükken en büyük ceza, sokağa çıkamamaktı. Herkes oynarken işlediğin bir ‘suç’ yüzünden top peşindeki arkadaşları camdan izlemek büyük bir iç sıkıntısı ve evdekilere duyulan kocaman öfkeydi. Şimdi büyük kentlerde kapının önüne bile çıkamayan çocukları düşünüyorum da, futbol denen oyunun verdiği ilhamdan nasıl da mahrum yavrucaklar. Futbol, üç direk arasından geçirilen topun getirdiği puanlardan, kaldırılan kupalardan çok daha fazlası bir oyundur. Tersi olsa, sadece gol ve puan olsa bu kadar çok insan bu oyunu ne izler ne oynardı emin olun. İnsanlar, farkındalar ya da değiller bilemiyorum, ama esasen yaşamlarına dair ‘ilham’lar bulmak için futbolun etrafına kümeleniyorlar diye düşünüyorum.
Dayanışma, akıl ve duyguyla
Bursaspor’un yaptığının önemi bu memlekette şampiyon olmayı başaran beşinci takım olmasından öte tam da bu ‘ilham’la ilgili bana sorarsanız. Zayıf gibi görünenin içindeki cevherin açığa çıkarılması, o cevherle çok güçlülerin yaptığını yapabilmek, dahası onların ‘oyununu bozmak.’ “Arkadaş bu problem başka türlü de çözülebilir” demek Bursa’nın yaptığı biraz da... “Para, güç, fiyaka her şey değildir, aslolan onca para dökmeden de, akılla, duyguyla, dayanışmayla, arkadaşlıkla, bağlılıkla, inatla, arzuyla yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmaktır.” Bursa’nın bana verdiği ilham tam da budur. Bursa sadece Bursalılar için değil, memleketin ve gezegenin dört bir yanındaki ‘sınırlı güce sahip’ insanlara, gruplara başka bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğinin ipuçlarını da vermiştir bu şampiyonlukla. Ama tabii bunu okuyabilene...
Tekrarlanmasa da olur!
Bu işi bir daha tekrarlar tekrarlayamaz, ben işin bu tarafına hiç takılmam. Önemli olan yapılmış olmasıdır, yapılma biçimidir. Olanakların ve duygunun bireşimiyle neler yapabileceği tarihte bir çok kez olduğu gibi bir kez daha gösterilmiştir. Buna “şans”, “tesadüf”, “rakiplerinin gafleti” diyenler de çıkacaktır elbette. Bütün bunlar doğru bile olsa bu yapılanın değerini bir gram bile düşürmez. Bursa, iyi bir takım olmak, dahası birlikte eğlenmek için şimdiye kadar ezberletilen şeylere sanıldığı kadar da ihtiyaç olmadığını gösterdi. Futbolcuların yeteneklerini geliştirmeye çalışarak, uygun yere takıma uyacak oyuncular bularak, tribün eğlencesini diğer tribünlerden farklılaştırarak, hedefe pekala ulaşılabiliyormuş. Bunları gösterdi. Şimdi bu futbol çok acayip bir oyun. Sürekli başkaları için bir şey yapıyorsun. Müdafaa hücum için, orta saha hem geri hem ileri için, taraftar futbolcu için, futbolcu tribündekiler için sürekli bir şeyler yapıyor. Başkalarını bilmem, ben futbolun bu yanına, ‘dayanışmacı’ yanına bakarım. Bursa’nın bu yıl ‘dayanışma’yla nelerin başarılabileceği konusunda insanlara muazzam ilhamlar verdiğini düşünüyorum. Tabii dediğim gibi, bunu okuyabilene.
‘’Feyk ulan feyk (G.O.R.A.'dan)‘’
‘Beşiktaş’ın gerçek sahipleri’nin oylarıyla seçilen yönetim, daha sezon bitmeden ilk hamlesini yaptı ve Ricardo Quaresma’yı transfer etmek için görüşmelere başladığını İstanbul Borsası’na bildirdi. Bu nafile hamleye spor dilinde ‘fake’ (feyk) denir. Ve dilimize; ‘yanıltıcı hareket’, ‘yapmayacağı işi yapacakmış gibi yapma’ olarak çevrilebilir. Ya da ben böyle çevirmeyi uygun gördüm de diyebiliriz...
Çünkü aynı gün Bilal Meşe Milliyet’te ilginç bir Beşiktaş haberi yaptı. Kulübün vergi borcu ödenmediği için Avrupa kupaları için gerekli UEFA lisansını alamama tehlikesini ve futbolculara ocak ayından bu yana ödeme yapılmadığını anlatıyordu haber... Mustafa Denizli’nin, kapısını aşındıran futbolcular yüzünden bir sonraki sezon ‘devam etme’ kararını gözden geçirdiği de belirtiliyordu.
Beşiktaş gibi ‘marka’ bir takımın para sıkıntısı çekmeyeceği herkesin malûmudur. Bu tür mali konular öyle ya da böyle halledilir.
Ancak... Sahaya çıkarken futbolcularının eline ‘Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır’ pankartı tutuşturup, ‘ele verir talkını’ tarzını benimsemek de bu topraklarda yeşeren yöneticilere has bir haslet olsa gerek. Hem vergini hem futbolcuların parasını ödeme sonra da “Biz Quaresma ile görüşüyoruz” diye hava yap... Hayır, Quaresma da matah bir şey olsa anlayacağım. Hani “ayranı yok içmeye” derler ya, o misal...
Yakında sezon bitiyor ve yöneticiler, menacerler için ‘transfer fırtınası’ mevsimi yaklaşıyor. Messi’den Ronaldo’ya, Kun Agüero’dan Steven Gerard’a kadar getirilmeyen kalmaz ülkeye. Millet yemez ama, hayal tatlıdır ‘yer’ gibi görünür. İnanmak ister palavraya... Yöneticilerin sığınağı da işte bu ‘hayaller limanı’dır. Yönetilir gibi yapılan kulüp aslında yönetilememektedir. Örnek olarak bakınız; Galatasaray yöneticisi Haldun Üstünel’in “Transferde hata yaptık” özeleştirisi...
Sonunda taraftara da Müslüm Gürses’in o şarkısına kulak vermek düşer; “Boş hayaller kurdum inandım sana / Mutluluk yerine dert verdin bana...” Korkarım Beşiktaş taraftarı bir sonraki sezon bu şarkının sözlerinin devamını öğrenmek zorunda kalacaktır...
İnsan faşist olmaya görsün!
Tuttuğumuz takımın galibiyeti elbette ki maça gitme faaliyetinin özüdür. Ama aynı zamanda futbol bize, çevresine ördüğü ilişkiler vasıtasıyla ‘insanlık durumları’nı değerlendirme şansı da tanır. Kimiz? Kimden yanayız? Neyi, nasıl bir hayatı savunuyoruz? Bunları da gösterir futbol. Tabii görebilene. Bu nedenle de seyre değer bir oyundur.
Lazio tribününe doluşmuş insanlar örneğin. Takımları gol yediğinde aymazca sevinebiliyorlar. “Roma şampiyon olmasın da ne olursa olsun!” Gerekçeleri ilk bakışta haklı gibi görünebilir. Tarihsel ve düşünsel olarak yenildikleri İnter’e yakın, Roma’ya düşmanlık derecesinde uzaktırlar.
Ama takımı gol yediğinde sevinen birisi aynı zamanda hayata ve takımına anlam kazandıran futbolu öldürmektedir, bunu görmez. “Efendi gibi yenilmek” de var bu oyunda ama ideoloji böyle bir şey insana “deli gömleği” giydiriyor. Takımına gol atıldığında “gooool” diye ayağa fırlayan adam bize, bir yerde herhangi bir gerekçeyle biri öldürüldüğünde “Ohhh” çeken adama dair önemli ipuçları verir. Sakın bunlar birbiriyle kıyaslanamaz şeyler diye düşünmeyin. İnsan faşist olmaya görsün; düşmanı kaybetsin diye insanlığı olduğu gibi oyunu da öldürmeyi göze alabilir...