‘’Kritik eşik bu maç mıydı?‘’
Siz iki takım arasında fark olduğunu söyleyeceklere kulak asmayın, o doğru ‘sınırlı’ bir doğru, böylesi bakış açıları rakiplerini yok sayma eğilimi taşıdığı için hayatı da futbolu da, anlamakta zorlanır. Onlara göre Celtic, Barcelona’yı ‘tesadüfen’ yenmiştir. Oysa durum böyle değildir. Celtic de iyi bir takımdır..
Ve bu seviyedeki her iyi takım gibi, her iyi takımı yenebilir.
Futbolun en önemli doğrularından biri, kazanma bilgisi edinmek ve bunu devamlı kılmayı becerebilmektir. Kocaman’ın takımı daha çok bunun peşinde izlenimi uyandırdı bende. Fenerbahçe’de bazı sorunlar yok mu? Var elbette... Örneğin hâlâ ceza sahası içinde ve önünde yeteri kadar yaratıcı ve problem çözücü değiller. Hâlâ bütün planları ‘tanıdıklara gol attırma’ gibi görünüyor. Oysa gol çeşitlemesi için gereken, sahneye o bölgeye ulaşan tüm futbolcuları çıkartmayı becerebilmektir. Evet, Sow topa temas ettiğinde, onu büyüleyip etkisi altına alıyor ama, bunu rakipleri de biliyor ve ona top aldırmamaya çalışıyor. Dirk Kuyt da öyle... Lakin hem onlar, hem de diğer oyuncular için seçeneklerin artırılması şart gibi görünüyor. Maçın son bölümünün, Fenerbahçe’nin ablukası altında geçmesine şaşmamak gerek. Çünkü oyunun böyle oynanmasının taşlarını, o anlara kadar döşemeyi becermişlerdi. Rakibin eksik kalması da cabası oldu. Fenerbahçe bu maçla, o kritik moral eşiği aşmış gibi duruyor. Bu gerçekleşirse, lige de hayatımıza da büyük renk gelir...
‘’Top yerine akılla oynamak!‘’
Bu durum erken penaltı ve golü getirmiş olsa da, Mersin İdman Yurdu derhal reaksiyon gösterip oyunu dengeye getirmeye uğraştı. Evet, topla daha çok Mersinli oyuncular oynadı ama ‘işlevsel oynayan’ rakipleri oldu. Çünkü Nurullah Sağlam ‘önlem planlaması’nı ‘Beşiktaş’ın beyni’ Fernandes üzerine yoğunlaştırınca, bu kez de iki haftadır “Hazırlanın geliyorum” diyen Oğuzhan Özyakup inisiyatif aldı. Oğuzhan, memlekette görmeye pek alışık olmadığımız ‘basit tek topla’ oyun hızını yükseltip ibreyi Beşiktaş lehine çeviren en önemli karakterdi kuşkusuz. Holosko biraz daha ‘bitirici’ olabilse maç çok erken kopabilirdi. Oğuzhan, fark yaratan oyunu ve attığı golün ardından Mersinli oyuncuların algılarına konu olunca da bu kez ortaya ‘esas oğlan’ Fernandes çıktı. Böylece organizatör sayısını artırıp oyununu çeşitlemeyi başaran Beşiktaş daha devre bitiminde maçı kopardı.
İkinci devre Mersin gol bulma zorunluluğundan dolayı rakip alana daha çok adam gönderdi. Ancak müdafaa göbeğindeki Sivok-Ersan ikilisini aşmak mümkün olmayınca eksik Beşiktaş’a rağmen Mersin oyunu çeviremedi. Hatta Beşiktaş her çıktığında neredeyse ‘mutlak gol’ler kaçırdı.
Son not yönetime; bilet fiyatlarında gidilecek indirim kapalıyı da bu ‘içler acısı yalnızlık’tan kurtaracaktır. Fahiş fiyatta eşitlik aranmaz! Tamam, kombine alan aldı. Kombinecilerin ödedikleri artık ‘feda’ya girer. Unutmayalım ki, dolu tribünlere Beşiktaş’ın olduğundan daha fazla futbolun ihtiyacı var... Ama bilet fiyatındaki indirim talebi de küfürle olmaz...
‘’Maça gitmeyenlere nasıl kızalım?‘’
Futbol iyi de olur, kötü de olur. Artık bu iş, bu ilgisizlikte oynayanların niyetine kalmış. Televizyon gibi bizi dünyaya, dünyayı bize bağlayan bir cihaz nedeniyle izlediğimizi “izlemeye doyamadığım bir maç” demek, herkes için imkansızdır diye düşünüyorum. Evet, Akhisar’ın gücü belli. Kapasitesi de öyle... Peki ya Fenerbahçe? İyi niyetle oynamaya çalışan bir takıma karşı, Fenerbahçe gibi bir takımın yapabilecekleri bunlarla sınırlıysa ülkede futbol üzerine konuşmak, yazı yazmak, kelam etmek nafile bir çabadan öte anlam taşımıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Böylesi sıkıcı bir maçı izlemek için yola düşüp, bilet alıp stada gitmek de elbette zorlu bir uğraş... Böyle düşününce insan gitmeyenleri de anlayabiliyor. Akhisar, elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Ne var ki bir takımın unutulmaması gereken oyuncusu, Dirk Kuyt, iki pozisyonda da en arkada unutuldu... Hollanda Milli Takımı ve Premier Lig tecrübesi olan bir oyuncu maç içinde 90 dakika ortalıkta görünmez. Önemli olan göründüğü pozisyonları takımının lehine çevirebilme becerisidir. Kuyt da bu beceriyi gösterdi. Maçın geri kalan bölümü eskilerin deyimiyle ‘ağırlıklı olarak bir orta saha mücadelesi şeklinde geçti’. Haliyle bu oyunu seven bizler için koca maç Fenerbahçe’nin kazandığı Akhisar’ın kaybettiği karşılaşmadan öte, çok önemli anlamlar taşımıyor.
‘’Potansiyel var, ama...‘’
Metin Diyadin’i ‘vizyon’suz olduğu gerekçesiyle gönderen Kasımpaşa, yöneticilerinin arzu ettiği vizyona uygun futbolu ne zaman oynar bilemem, ama bu haliyle maç kazanabilmesi bile hayli güç görünüyor. Tempo futbolu oynanamayan memlekette bütün iş beceriye kalmış durumda. Kimin becerili futbolcu sayısı fazlaysa, o diğerine üstünlük sağlıyor o kadar.Taraftarlar da “takım olduk, olamadık”, “takım olmak için birkaç haftaya daha ihtiyacımız var” türü geçiştirmelerle oyalanıyorlar. Bu maçta da farkı yaratan kuşkusuz ki Manuel Fernandes’di. Gerek topla ilişkisi gerek takımın temposunu ayarlaması, gerek arkadaşlarının saha içindeki dağılımını koordine etmesiyle Beşiktaş’a rengini veren tek karakter Fernandes. Onun dışındakilerin tamamı ‘ yardımcı oyuncu’ rolünde. Haliyle Fernandes’e alınacak önlem Beşiktaş’ı da sıradan bir takım haline getirmek için yeter gorünüyor. Maç boyunca Kalu Uche dışında yok hükmünde görülen Kasımpaşa’nın Beşiktaş’ın ayağına dolanması zaten mucize kabilindeydi. Beşiktaş da bu nedenle elini kolunu sallayarak istediği sonucu aldı. Bundan sonraki maçlardaki yükseliş eğrisini belirleyecek olan karşılaşmanın ‘zorluk derecesi’ olacak. Trabzonspor maçının ikinci yarısında yakaladığı tempoyu bu maçta göremediysek de Beşiktaş’ta bu potansiyelin var olduğu ancak yolunun daha çok uzun olduğu apaçık ortada. Yine de galibiyet her şeyin önündedir.
‘’Tek devre yetmez!‘’
Bütün maç boyunca gol atmak için neredeyse parmağını bile oynatmayan Trabzonspor’dan gol yemek gibi bir tuhaflığa düşen Beşiktaş için “Koca bir ilk yarıyı heba etti” desek yanlış olmaz. Yarı boyunca dağınık, düzensiz, ne yapmaya çalıştığı belli olmayan bir Beşiktaş izledik. Evet, pas yaptılar ama hem pas hem takım hızı o kadar düşüktü ki, tribünde hepimiz başka hadiselerle ilgilenip, farklı konularda sohbete daldık.
Trabzonspor’un bir parça dermanı olsaydı bu maçın ardından çoğu kişi Samet Aybaba’nın Batuhan Karadeniz ve Uğur Boral tercihlerini tartışıyor olurdu, şüpheniz olmasın. Öte yandan, Trabzon’un tek şansı ceza sahası çevresinde kazandığı serbest vuruşlarken biz tribündekiler Beşiktaşlı oyuncuların o manasız kenar faulleri neden yaptıklarını anlamakta epey zorlandık. Anlayamadığımız bir başka şey de şuydu; koca takımda problem çözme becerisi olan tek oyuncu kuşkusuz ki Manuel Fernandes. Bu maçta görüldü ki takımda bu beceriye sahip bir oyuncu daha var, Oğuzhan Özyakup. Bu oyuncu neden daha fazla süre almaz hepimizin merakına mucip oldu. Sezon başında tutturulan “takımı gençleştireceğiz” iddiasını hayata geçirmek için biçilmiş kaftan gibi duruyor bu genç oyuncu. İkinci yarı Fernandes, Oğuzhan ikilisine maça daha kişilik koyan İbrahim Toraman da katılınca oyunun rengi değişti. İkinci gol ha oldu ha olacaktı ama ülkenin bence en iyi üç kalecisinden biri olan Onur Kıvrak sahne alınca golleri Almeida, Olcay atamamış gibi göründü. Oysa o pozisyonlar düpedüz ‘kurtarıştı.’
Evet, ikinci yarı oynanan, daha doğrusu oynanmaya çalışılan oyun tribündeki Beşiktaşlılar’a umut verdi kuşkusuz. Ancak bu kimseyi fazla heveslendirmesin... Zaten Beşiktaş İnönü’de bu seviye oyunu her zaman tutturabilir. Bu takımın derli toplu oynaması için yapması gereken daha çok şey var. Dün akşam gördüğümüz, gayrete bir parça ‘akıl’ iliştirmekti. Esas gerekli olan ‘bilinçli oyun’ ve sorumluluk alacak oyuncu sayısını artırabilmekte...
‘’Suçlu değil, sorumlu aramak!‘’
Bu hızdaki top çevirmeyle -ki bu noktada pas yüzdesi de önemini yitiriyor- yeterli gol pozisyonu yaratmakta sıkıntı yaşandığından ne yazık ki iş ‘yeteneğe’ kalıyor. Bu hızdaki oyun yapısında da yetenekli oyuncu ancak oyun içinde kendini ‘unutturabilirse’ etkili olabiliyor. Örnek, Caner’in ‘unutulup’ golün gelmesi...
Bütün ilk yarı boyunca Mevlüt’ün golünün ardından gelen kısa dönemli baskıyı hariç tutarsak yine ülke ‘oyun hızı ortalaması’ tuturulunca Macarlar önce baskıyı kırdı, ardından kontrolü ele geçirdi. Kimse oyuna itiraz edemeyince Macarlar da ‘üst düzey’ bir takıma dönüşmüş oldu!
Şimdi elbette ki herkes ‘sorumlu’nun peşine düşecek. Ve kuşkusuz ki kimse gelinen noktadaki payına sahip çıkmayacak. Sorunun bu ülkedeki kolaycı, kısa vadeli beklentilerden kaynaklandığını anlamayacağız, anlamak istemeyeceğiz.
Sorumluluk mevkiinde oturan elbette ki Abdullah Avcı. Lakin sorunu buradan çözmeye çalışmak yeni bir çözümsüzlüğün ilk adımı olacaktır. Ülkedeki futbol seviyesi üzerine sahici tartışmalar yapmayıp ‘kişi hedefli’ polemikleri sürdürmek yumağı ancak büyütür. Öte yandan başta federasyon yetkilileri olmak üzere sorumluların da ciddi bir öz eleştiri yapmasının zamanıdır.
‘’Bilinç yeteneği yendi!‘’
Romanya ‘vasat mı değil mi’yi belirlemek benim haddim değil ama rahatlıkla ‘akıllı’, ‘bilinçli’ bir takım olduğunu söyleyebilirim.
Unutmayalım, sürekli kendine propaganda yaparak gelişemiyor insan. “Biz daha yetenekliyiz” gibi ispatı problemli bir bakış açısı gerçek eleştiriyi kapı dışarı ettiği için olmuyor, olamıyor ne yazık ki... Evet belki de bizim oyuncularımız daha yetenekli ancak farkı yaratan ‘bilinç’ ise orada durup hep birlikte düşünmek gerekmiyor mu?
Evet kuşkusuz ki yetenek önemli! İkinci devrenin başında Rumen oyuncular girdikleri pozisyonlarda bir de ‘yetenek’ farkını ortaya koyabilseydiler dakika 60’ı gösterdiğinde maç zaten bitmiş olurdu.
Yenilen golde elbette Volkan Demirel’e ‘Hatalısın’ da denebilir ama oyunun genel hali, “O olmasa bir başkası olurdu” değil miydi?
Nihayet 65’ten sonra, elbette Abdullah Avcı’nın değişikliklerinin de etkisiyle, oyun dengeye geldi. Ne var ki oradada ‘yetenek’ ortaya çıkamadı. Fatih Terim takımlarının son bölümlerde oynadığı ve ‘kaotik futbol’ diye tanımlanan durum da -bu nasıl bir oyun planı bir türlü kavrayamadım, o da ayrı ya- ortaya çıkmayınca haniyse gol kaçırmadan yeniliverdik.
Demek ki, akıl ve bilinçli gayret olmadan ‘yetenek’ tek başına mutlu olmak için yetmiyormuş. Ve yine unutmayalım ki, bu oynama ya da ‘oynayamama’ sorunu ülkede oynanan futbolla birebir ilgili yoksa milli takım burada sadece sonuç...
‘’Quaresma mitolojisi‘’
Bu konuda demeç vermeyen yönetici kaldı mı, merak ediyorum doğrusu!.. Ama sorun -sözleşme ortadayken artık bu konu niye sorunsa- hâlâ ortada duruyor gibi görünüyor.
Son olarak yönetici Tamer Kıran’ın ağzından verilmiş haberlerde Quaresma’nın 750 bin Euro indirim yaptığını, bunun da ‘FEDA’ anlamına geldiğini okuduk. Lakin kimi haberlere göre de Quaresma cephesinde ne indirim var ne de Portekiz’den dönüş...
Sözleşmeli oyuncusunu ‘indirim’e yanaşmadığı için cezalandıran anlayış, takım üç hafta üst üste maç kaybedince yine aynı ipe sarılmış görünüyor.
İşin tuhafı şu ki, Beşiktaş kamuoyunun önemli bir bölümü Quaresma takıma katılırsa işler düzelecek beklentisine girmiş görünüyor. Yani ‘Quaresma mitolojisi’ hortladı, hortlayacak.
Aylardır ciddi idman yapmayan, geçmiş dönemlerdeki performansı da ortada olan oyuncunun Beşiktaş’ı ‘uçaracağını’ ummak kuşkusuz ki ham hayal... Ancak kabul etmek de gerekir ki, oynadığı maçlarda ne yaptığı belli olmayan, rakibine maçın herhangi bir bölümünde üstünlük kuramayan, koşmaktan öte bir şey yapamayan onu da verimsiz koşan bu Beşiktaş’a en küçük katkı bile olumlu sonuç doğurabilir. Hiç yoksa kısa vadede rakiplerin Manuel Fernandes ve Hugo Almeida dışında düşünecekleri biri daha olabilir sahada.
Ben hâlâ indirim yapmadığı için cezalandırılan Quaresma’nın kendi başına ‘idman yapıyor gibi görünmesi’nin Beşiktaş’a ne gibi bir fayda sağladığını anlayabilmiş değilim. Sezon başından bu yana izlediğim Samet Aybaba’nın Beşiktaş’ının ne oynamaya çalıştığını da anlayabilmiş değilim. Aybaba’nın transfer tercihlerinin neredeyse hiçbiri şimdiye değin vasatı aşamamışken ve parası da ödenmek zorundayken indirim inadını bırakıp Quaresma’yı takıma katmak en azından mitolojik beklentinin daha sonra yaratacağı gerilimi ve yıkımı engellemek adına faydalı olacaktır.
Dikkat! Dayak geri döndü
Üç puanla ligin dibine demir atan Elazığspor’un teknik direktörlüğüne ‘kötü öğretmen’ Yılmaz Vural getirildi. Geçmişte futbolcularını döven ve hâlâ oyuncuyu dövmeyi ‘eğitim ve öğretimin’ ayrılmaz parçası gören Vural, iki hafta önce Radyospor’da yine dayağı savunurken, geçen yılki Süper Final’in son maçında kırmızı kart gören Fenerbahçeli Dia için de “Onu öyle bir döverim ki!” diyordu. Yani, dayağın, şiddetin içselleştirilip normal bir eğitim aracı olarak kabul gördüğü bu coğrafyada ‘pederşahi tutum’ bir kez daha kazandı. Ama Elazığ kadrosunun gerek yaş ortalaması gerekse Vanja İveşa, Fabio Bilica, Sedat Bayrak gibi kalıplı oyuncularını düşününce ‘dayakçı hoca’nın işi bu kez zor görünüyor! Yine de ‘dayağın cennetten çıkma olduğu’ inancının güçlü olduğu bu topraklarda Aydın Karabulut gibi gençlere dikkatli olmalarını öneriyorum.
Sorununu kafa atarak çöz!
Dedim ya, dayak ve şiddet kolay içselleşitiriliyor bizim buralarda. Antalya’daki turnuvaya gelen dünyanın en çok kazanan sporcularından Tiger Woods’u izleyen Cihan Haber Ajansı kameramanı Cihat Ünal ‘çizgiyi aşınca’ Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu da sorunu kendisine kafa atarak çözmüş! Evet, Ünal geçilmemesi gereken güvenlik çizgisini aşınca oyuncunun konsantrasyonu bozulup çevredeki birilerine isabet edecek top nedeniyle yaralanma riski ortaya çıkmış olabilir. Ne var ki, bu kadar ‘nezih ve elit’ bir spor dalında federasyon başkanının ‘sorun çözme’ biçiminin bu denli ‘avam olması’ irkiltici. Öte yandan spor gibi bir kültür alanının sorunları dayakla, şiddetle çözmeye çalışan birileriyle kuşatılmış olması ise korkutucu.
Bakalım bu vizyon tutacak mı?
‘Tuttuğunu altın eden’ Metin Diyadin, oynatmaya çalıştığı futbol nedeniyle değil de ‘yetersiz bulunan vizyonu’ gerekçesiyle Kasımpaşa’dan gönderilmişti. Önce ‘uygun vizyon’ Ada’nın kavgacı, hırçın çocuğu Roy Keane’de bulundu! Ama sanırım ‘Kasımpaşa’nın vizyonu’ Keane’e uymamış olmalı ki, o iş yattı. Ardından da Kayseri’yi bırakan Şota Arvaladze -ki kendilerini pek severim - ‘uygun vizyon sahibi’ olarak takımın başına getirildi. Arvaladze ile Diyadin’in ‘vizyon farkı’nı pek kavrayamadım doğrusu ama bu vesileyle Yılmaz Vural’ın ‘dayağı savunduğu’ röportajında söylediği farklı şeyleri de hatırladım. Şöyle diyordu; “Bugün Türkiye’de kötü futbol varsa sorumlusu hak etmediği halde Süper Lig’de takım çalıştıran teknik adamlardır. Bugün iş bulmak için iyi teknik adam olman gerekmiyor. Biat edeceksin ya da arkan güçlü olacak.” İnsan düşünmeden edemiyor, “Kimdir acaba bu hocalar?” diye... Bir de acaba burada ‘kötü futboldan sorumlu olan’lar sadece teknik direktörler mi olmalı? İşin içine ‘vizyon sahibi’ yöneticileri de katmak gerekir mi?









































