Arama

Popüler aramalar

‘’Cenk'e insafsızlık‘’

Bir kurmaca olan oyunun - haliyle de futbolun - insanları etkinlik ve mutlululuk vasıtasıyla geliştirdiği genellemesi yapılırsa da pekala ‘hasta ettiğini’ de söyleyebiliriz. ‘Kazanma hırsı’ insanın aklını, vicdanını körelttikçe bunca bilgiye(!) rağmen ‘insafsızlık’ artıyorsa bu noktada durup biraz düşünmek gerek.

Beşiktaş taraftarlarının önemli bölümü geçmişte Vedran Runje’ye yapılana benzer bir tavrı şimdilerde kaleci Cenk Gönen’e göstermekten geri durmuyor. Pür dikkat ve ajite halde kalecilerinin hata yapmasını gözlüyorlar... Hayli kalabalık bir grup Cenk’e karşı insafsızca aportta bekliyor... Hatalı bir degaj, iki hamlede kontrol ettiği bir top ya da yenilen gol Cenk’e yüklenmek için yetiyor da artıyor...

Oysa oyunun olmazsa olmaz paydaşlarından taraftarlığın en önemli gücü, kendi oyuncularına ilham verip onları yüreklendirerek yukarı doğru itmektir. Yoksa insan kızmak, küfretmek, kendi oyuncusunu aşağı çekmek için neden taraftar olur, neden onca zahmete katlanıp stada gider ki?

Futbol bize sadece ‘kazanmayı’ değil aslında bu hayatı nasıl yaşayabileceğimizi de öğretiyor. Tabii görebilirsek.. Daha az yetenekli olan, daha tecrübesiz, bir yanı daha eksik olanımızla dayanışarak nasıl hep birlikte yükselebileceğimizi gösteriyor. Futbol bir çok şey olduğu gibi bir yanıyla ‘eksik tamamlama’ oyunudur da. Hepimizin birbirimize muhtaçlığını anlatır futbol. “Yanındakinin açığını kapatırsan, kazanırsın. Bu kadar basit” der ama nedense biz duymamak için direniriz.

O nedenle Cenk’in açığını kapatmak oyunun emridir! Taraftar da bu oyunun parçası olduğuna göre kalecilerini yükseltmek için elinden geleni yapmakla yükümlüdürler. Bundan önce defalarca yapılmış ve hiçbir işe yaramamış bu zalim tarzdan derhal vazgeçmek gerekiyor. Bir dönem Galatasaray’da Sabri Sarıoğlu’na, şimdilerde Fenerbahçe tribünlerinde Selçuk Şahin’e, İnönü’de Cenk Gönen’e ve daha nicelerine... Yeter artık!..

19 Mart 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sıkıntılı süreç...‘’

İlk yarı boyunca ne yaptığını bilmez halde oynayan Beşiktaş’ın bir de sol arka kanadı olmayınca Kasımpaşa için işler kolaylaştı. Neredeyse tüm yarı boyunca tehlike anları Beşiktaş ceza sahası civarındaydı. Sol bek sorunu Aybaba’yı sürekli deneme-yanılma yöntemine zorluyor. O mevkiye çözüm üretilemeyince takımın balansı da bozuluyor. Öyle ki, Emre-Necip değişikliğindeki stoper karmaşasında tüm stoperler alışkanlık olarak müdafaa göbeğini savunma telaşına düşünce, neredeyse üçüncü golü de yiyorlardı.

İkinci yarı Necip-Almeida katkılı Beşiktaş daha derli toplu oynamaya başlayınca Kasımpaşa da o aksayan sol tarafı yıpratamaz hale geldi. Yine de organize ataktan çok bireysel beceriye bel bağlamış olmak Beşiktaş’ı ileri taşımaya yetmedi. Kasımpaşa, Olcay’ın zorunlu olarak orta saha arkasına düşmesiyle hücum alternatifi azalan Beşiktaş’ın bu durumundan yararlanmayı beceremedi. Taa ki 78’e kadar... İkinci yarının ilk ‘kaçak pozisyonunda’ Halil Çolak’ın kaleciyle burun buruna kalıp golü yapması o ana kadar can havliyle saldıran Beşiktaş’a havlu attırdı.

Kasımpaşa dengeli, sakin, gücü oranında ne yaptığını bilerek oynayınca istediğini aldı. Beşiktaş ise arzulu ancak bir türlü olgunlaştırmayı başaramadığı oyunlarından birini daha oynadı. İki hafta deplasmana çıkacağı düşünülürse ilk üç için sıkıntılı bir sürecin başladığı da söylenebilir...

Maç çıkışı taraftarın ruh hali bir tür kabullenişti: Bu takımla ve bu şanssızlıkla bundan fazlası olmazdı. İlk üç Beşiktaş için en ideal sonuçtu.

17 Mart 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’İstedikleri oldu yenilmediler‘’

Doğrusu ben kendi adıma diğer takımlar düşünüldüğünde kadronun o kadar da sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Ancak kuşkusuz, art arda gelen sakatlıklar devamlılık sağlama ve oynatmak istediği oyunu olgunlaştırma konusunda Samet Aybaba’nın elini hayli zora soktu.

Memleket futbolunun vasatı aşamayan kalitesine bir de ‘üsttekilerin’ şaşırtıcı puan kayıpları eklenince Beşiktaş bir anda ligin zirvesine ulaştı ve haliyle devreye ‘tedbir’ zorunluluğu girdi. Özellikle ilk devre en çok eleştirilen yanları, ‘çok gol yiyor’ olmalarıydı. Bu zaafı gidermek için tedbirler devreye girince de ister istemez vites düşürdüler. Çünkü artık önemli olan oyundan öte puan olmuştu. Dün de maça damgayı bu ‘tedbirli oynama hali’ vurdu.

Trabzonspor’un içinde bulunduğu kriz de onları ‘yenilmeme konusunda’ daha duyarlı yapmıştı. Yenilgi halinde tribünde oluşacak reaksiyon önceki maçlara benzemeyecekti kuşkusuz. Çünkü ‘ligin boyu iyiden iyiye kısalıyordu.’ Bu durum onları da ‘tedbirli oynamaya’ zorlayınca ortaya memleketin ortalaması olan o tanıdık durum yani ‘vasat futbol’ ortaya çıktı. İki takımın da kuralı şuydu; “Bekle, gol yeme, yakalarsan atarsın!”

Kilidi çözmek için doğaçlamalarına muhtaç olunan Fernandes ve Oğuzhan’ın Trabzonlu oyuncuların yakın temasına uğramaları, Holosko’nun bir ara delecek gibi olduğu sağ kanadı Tolunay Kafkas’ın erken tahkim etmesi işi, Olcay Şahan ve Niang’ın şansla karışık pozisyonlarına bıraktı. Onların bazıları da Onur Kıvrak’a takılınca aslında iki takım da istediğini aldı; yenilmedi.

Belli ki Beşiktaş’ın Gökhan Süzen takviyesine rağmen ne yaptıysa onaramadığı sol kanadı sezon sonuna kadar ayağına dolaşacağa benzer. Trabzonspor için ise işler hayli zor görünüyor. Hani ateş nerede barut! Görülüyor ki ikisi de yok. Haliyle bu durumda ‘aydınlık için bir umut’ belirmediği gibi zevkle izlenebilecek bir oyunun ortaya çıkması da mümkün olamıyor.

10 Mart 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bir bilet hikayesi‘’

Son örnek Galatasaray taraftarları. Schalke 04 maçı için Veltins Arena’da Galatasaray için ayrılan yaklaşık 2500 bilet anında ‘buharlaştı’. Kimi, 1500 adetin loca sahiplerine gittiğini, kimi bir grup biletin yöneticilere verildiğini iddia etti. Kulüp ise itirazın iyiden iyiye yüksek perdeye ulaşması üzerine tüm biletlerin turizm acentası tarafından taraftarlara dağıtıldığını açıkladı. Artık kim inanırsa!..

Galatasaray taraftarlarının bir bölümü öfkeli. Bazıları otel, uçak paralarını ödediği halde bilet bulamamaktan yakınıyor. Düşünün ki, ‘paralı taraftar’ı bile mağdur eden bir durum söz konusu.

5 yıllık kombine!


Bu, işin sadece bir maçlık bölümü! Elbette bu zincirleme bir süreç... Bir de hadisenin ‘kombine bilet’ boyutu var ki o daha da çetrefil. Merakta kalmayın, kulüpler yakında tıpkı localarda olduğu gibi ileride kullanacakları garanti para için 3-5 yıllık kombineler satmaya başlar. Parayı bastıran girer tribüne...

Parası olmayan, bir iki maç için, o da kale arkasının dip köşesine, o da para denkleştirebilirse kafası kopmuş tavuk misali bilet bulmak için yırtınır.

Futbol bize toplumsal eşitsizliğin geldiği durum ve toplumsal algı bozukluğu için şahane fotoğraflar veriyor ama görebilen kaç kişi?

Tuttuğu takımın hiç giremeyeceği ‘modern stadyumu’ için böbürlenen taraftar tıpkı, kredi kartı borcunu ödeyemeyen ancak izlediği kanalda alt banttan geçen borsa rakamlarıyla işlerin iyi gittiğine inanan yoksul gibi...

Futbola ruhunu veren taraftarlar kale arkalarına kovulurken, endüstrinin tek derdi satış yapmak. Ve her satılan mal taraftar için “Biz büyüğüz” tatminini sağlıyor, o kadar!..

Biliyorum, “Ne var bunda, dünyanın düzeni böyle” diyeceksiniz. Ya da, “Para olmasa yıldız oyuncu nasıl izlenecek?” Futbolun beşiği İngiltere’de bile taraftarların tribün geleneği olan dede/baba/çocuk/torun devamlılığı bu endüstriye kurban giderken olan biten ‘normal bulunacak’! Demokrasinin temel öğelerinden ‘fırsat eşitliği’, güç ve para lehine lağvedilirken “Takımım büyüdükçe büyüyor” sanılacak. Halbuki büyüme de ‘eşitsizdir’. Güçlüler çarpan etkisiyle yukarı çıkarken yukarı çıktığını sananların önemli bir bölümü geriler küçük bir bölümü ise ‘yerinde sayar’. Hayatı da futbolu da düşünürken bu formülü akılda tutmakta fayda var...

08 Mart 2013, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bir derbi böyle geçti...‘’

Yıllardır kapalı tribünün aynı bölümüne giden biri olarak ‘birinci arama noktası’nda kimseciklerin olmamasına şaşırmış halde G kapısına yürüyorum. Durum ‘olağanüstü’. Uzun zamandır ilk kez kapı önü, peteğe polen yetiştirme telaşındaki arılar misali alt alta üst üste. Yaşıma hürmet mi yoksa bir parça ‘televizyon tanınırı’ olmanın faydası mı bilemiyorum, kapı önündeki gençler “Sen önden buyur abi” diyerek yana çekilince itiş kakış yaşamadan turnikeye ulaşıyorum. Ulaşınca anlıyorum ki, bana sağlanan kolaylık saygı ya da ‘tanınırlık’tan değil, kalabalığın ‘biletsiz’ oluşundan! Ne var ki maç başlamadan bir iki dakika sonra kapıdaki ‘biletsiz ama saygılı’ gençlerin çoğunun çevremde olduğunu fark edince, meziyet ve kararlılıklarına imrenmiyorum dersem yalan olur. Nasıl olmuşsa hepsi bir biçimde içeri girmeyi başarmış!

Biber gazı sıkıldı

Saat 19.00. Ama ne hakemler ne futbolcular! Ortalıkta kimse görünmüyor. Nedenini merak edip sorunca çevremdekiler durumu şöyle açıklıyor: “Polis dışarıdaki olayları bastırmak için ortalığı biber gazına boğdu. Soyunma odalarını da gaz basmıştır ondan olabilir. Biz bile burada gözümüzü açamadık bir süre.”

Tribün hınca hınç dolu, neredeyse bir koltuğa üç kişi tünemiş vaziyette bekliyoruz başlama vuruşunu. Çoğunluk ellerindeki ‘akıllı telefon’larla yaşadıklarını ölümsüzleştirme telaşında. Belki bir daha hiç bakmayacakları fotoğraflar çektirip ‘anı’ topluyorlar kendi kavillerince. Maç başlıyor... Küfür kıyamet... Kimi Fenerbahçeli oyuncuların faullerine, kimi pas yapamayan Beşiktaşlı futbolculara, kimi hakeme... Yani ‘Erşan Kuneri’ misali aşçı bahçıvana, bahçıvan şoföre, şoför uşağa sonra hepsi uşağa durumu... Tam önümüzde bir iki ofsayt pozisyonu oluyor Beşiktaş aleyhine. Hepimiz görüyoruz aslında; ofsayt.. Ama çoğunluk “Değildi” diyerek başta önümüzdeki yan hakem olmak üzere duyulmamış küfürler ediyor sağa sola. Tam çaprazımızda demirlere tutunmuş vaziyetteki kızıl saçlı kadın hepimizin ilgisini çekecek desibelde çığlıklar atıyor zaman zaman.. En önde her maçta soyunan bu maçta da başta üstü çıplak olan ‘ciğerci’, bu kez üşüyor giyiniyor ilerleyen dakikalarda.

Zeki Demirkubuz’un yorumu!


Üç yaşlı abi var bir kaç sıra önümüzde. Uzun yıllardır tribüne gelmediklerinden midir nedir, içinde bulundukları ortama hayli yabancı duruyorlar. Devre arasında Dirk Kuyt’ın kendi kalesine attığının belli olduğu golün ardından yaşanan sevinç abileri hayli ürkütüyor. Havada küfür kaplama ‘analizler’ uçuşurken abiler sakin, edeplice izliyorlar maçı... Yıllardır tribündaşım olan Zeki Demirkubuz bir ara maçtan kopuyor ve şuna benzer son derece zihin açıcı bir tahlile dalıyor: “Abi bu Egemen geçen sene bizde, bir sene önce Trabzon’da, daha önce Bursa’da... Bu nasıl bir oyun? Geçen sene buranın kahramanıydı şimdi hain muamelesi görüyor neredeyse! Hiçbir şey kalıcı olmayınca, derinlik de mümkün olmuyor. Oyunun tadı tuzu iyiden iyiye kaçtı...” Zeki anlatana kadar işin bu yanını düşünmemişim. Haklı... Bu oyun bir sevgi öznesini, çok kısa sürede bir nefret nesnesine dönüştürüyorsa demek ki ağır biçimde sakatlanmış durumda.

Maç 2-2’ye geliyor. Ve tribündekiler geri kalan zamanı elleri yüreklerinde izlemeye geçiyor. Hele ki uzatmadaki üst üste gelen kornerlerde... “Ha yedik ha yiyeceğiz” duygusuyla gerilen bünyelerden yükselen elektrik havada asılı duruyor... Veee... En son Olcay’ı görüyoruz Fenerbahçe ceza sahası içinde... Olanlar oluyor..

Sevinçten küfürler edildi

Havadaki elektrik patlamaya dönüşüyor. Görüntüdeki sesleri silin, geriye toplu bir ‘çıldırma ayini’ kalır herhalde. Herkes vücudunun yapamayacağı bir hareketi gerçekleştirmeye çalışıyor. Biri nedense koluma yapışıp beni devirmeye uğraşıyor! Bir başkası diğerinin yanağını ısırmaya çalışıyor. İki kişi üzerimden aşıp ayaklarımın dibine yığılıyor. Gözüm o üç abiye takılıyor bir ara. Korku içindeler. Fiziksel olarak o enerjiye ayak uydurmaları mümkün değil, oradan kaçmaları ise hiç mümkün değil. Çaresizler... Hakemin bitiş düdüğü duyulmuyor ama maçın bittiği belli oluyor. Yaşlı abiler kazasız belasız kurtuluyor. Bu sefer küfürler sevinçten ediliyor. İnsan şaşırıyor, mutluluk neden daha nezih ifadelerle çoğaltılamıyor diye... Öte yandan “Bu kadar insanı böylesine mutlulukla kucaklaştıran kaç duygu var acaba” diye de düşünüyor tabii...Dışarı çıkıyoruz. Ağızlar kulaklarda. Ancak ilerlemek mümkün değil kapalının önündeki yol araçtan, köfteci el arabasından geçilmiyor. Az ileride iki kocaman TOMA -bir tür polis aracı- kenara park etmiş. Yürümek mümkün değil. Küçük bir otomobil içindeki kadın sürücü aracın içine kaybolmak istercesine siniyor. Otomobili yumruklayan, tokatlayan, camını öpen.. Her geçen tuhaf bir hareketle korku içindeki kadının korkusuna korku katıyor. Gece bitiyor. Bir Fenerbahçeli, bir Galatasaraylı dört Beşiktaşlı arkadaş geceye Beyoğlu Ocakbaşı’nda bir süre daha maç yorumlarıyla devam ediyoruz. Sonra biz de sıkılıp, “Karaburun ne güzel yerdir be abi” muhabbetine dönüyoruz...

05 Mart 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Son saniyede olsa da...‘’

İçeriye girmiş bu kadar insan için bilet basıldı ve satıldıysa, Beşiktaş borçlarının ciddi miktarını ödeyebilir sanırım. Bu kadar başıbozuk bir stat organizasyonu yapmak herhalde büyük marifet gerektirir! Maçın ilk bölümü tahmin edilebileceği gibi iki takımın ‘Kontrol’ tercihi nedeniyle sıkıcı geçti.

Fenerbahçe’nin gol öncesi saldırgan tarzı oyuna ritm kazandırınca ortalık şöyle bir canlandı. Daha akılcı ve akıllı oynuyor görüntüsündeki Fenerbahçe, Beşiktaş’ın agresif tarzına ayak uyduramayınca, denge de yer değiştirdi. Pozisyon fukarası ilk yarının son bölümlerinde yükselttiği tempoyla oyuna ağırlığını koyan Beşiktaş, bulduğu golle ikinci yarıya en azından moral üstünlüğü ele geçirmiş olarak çıktı.. Bu sezon maçların son bölümünde sıkıntı yaşayan Beşiktaş bu kez kendini bu dilimde zorlamayan bir rakibe karşıydı. Gökhan Süzen ile Emre’nin yer değişikliği müdafaa tadilatı açısından işe yararken ikinci golün de başlangıcı oldu.
İkinci yarıyı enerjik, agresif ve de arzulu oynayan Beşiktaş son saniyede de olsa alacağını aldı. Özellikle Fernandes ve Olcay’ın üst düzey çabasına, Holosko ve Hilbert’in yıpratıcı koşuları da eklenince denklemin çözümünde Beşiktaş öne çıktı. Temposu çoğunlukla olduğu gibi yine düşük kalan Fenerbahçe’de hafta içi Aykut Kocaman’ın “Yenilen büyük kırılma yaşar” sözü akla gelince, en azından ligde işlerinin artık çok zor olduğu rahatlıkla söylenebilir.

04 Mart 2013, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Beşiktaş'ın tuhaf işleri‘’

Yıldırım Demirören yönetiminin son 2 aylık döneminin ibra edilmemisiyle birlikte yönetim eline 103 milyon TL için bir 'hibe kozu' geçirmiş gibi algılanıyor. Dün Avukat Ali Rıza Dizdar, Fanatik'te "Eğer elde belge varsa ve mahkemeye vermiyorsa bu yönetim suç işliyor" diyordu. Sanırım "103 milyonun hibesi için alttan alta pazarlık yapılıyor" türü şantaj algısını değiştirmenin tek yolu var. O da, yönetimin kendinden önceki dönemle ilgili yaptırdığı denetimde herhangi bir usulsüzlük tespit edilip edilmediğinin açıklanması. O denetim raporları açıklanmadıkça bu tür şüpheler öyle ya da böyle sürekli dile getirilecektir.

* * *
Kongrede Fikret Orman konuşuyor; "Yeni statla beraber kartı olmayana bilet satmayacağız." 'Taraftar kartı' olmayana bilet satmamak muradı hayli aşan bir ifade. Bilindiği gibi maça gitmek tıpkı 'seyahat özgürlüğü' gibi anayasal hak. Yani, her vatandaş istediği maça biletini almak koşuluyla gidebilir. Temel ilke bu. Ancak özel durumlarda güvenlik gerekçesiyle tribünde 'grup oluşturmak', yerel idare tarafından kısıt altına alınabilir. Haliyle 'Beşiktaş Taraftar Kartı'na sahip olmayan bir Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon, Diyarbakırspor ya da her hangi bir takım taraftarı biletini almak koşuluyla stata girme hakkına sahiptir. Bırakın hayatımızı kuşatmış olan bu 'kimlikçi, ayrımcı dil' bari statlara girmesin... Umarım bu mesele benim anladığım gibi değildir!

* * *

Öte yandan, 'taraftar profili'ni değiştirmek için incelikli bir politik çizgi izleyen Beşiktaş yönetimi son olarak Fenerbahçe maçı için bilet fiyatlarına 'çaktırmadan' yüzde 25 zam yaptı. Örneğin 120 liralık biletler bir hokus pokusla 150 liraya fırladı. Neden? Maç önemli! Eeee, hangi maç önemli değil ki? Bazı maçlar önemli değilse, o zaman kayıp puanlara neden bu kadar yanıp yakılınıyor!

'DÜRÜST'ÇE BİR HATIRLATMA!

İşlerin sarpa saracağının hissedildiği noktada memleket futbol yöneticisi - takım adı fark etmez - hakemleri taraftarlara hedef gösterip, 'kurtarma filikası'yla güvenli sulara doğru yolculuğa çıkar. Bu şaşmaz bir gerçektir. Son olarak Galatasaray İkinci Başkanı Ali Dürüst, Ordu maçının ardından ''Hakemin bütün kötü yönetimine rağmen tahriklere kapılmayan taraftarlarımıza teşekkür ediyorum" dedi.

Aşina olduğumuz bir kavram 'tahrik.' Ve tuhaftır, onu 'hafifletici sebep' haline dönüştürerek el birliğiyle meşrulaştırdığımızın farkında olamıyoruz bir türlü. Ali Dürüst de öyle yapıyor. Hakemi 'örgütlü bir karşı faaliyet'in unsuru olarak gösterip tüm derdinin maç idare etmek değil de, Galatasaray'ı imha etmek olduğunu ima ediyor alttan alta! Ve taraftarlarını da gelecek günlerin olası olumsuz sonuçlarına karşı ajite ediyor.
İşler iyi giderken hakemler için 'gık çıkmayanlar', ayakları bir parça tökezlendiğinde derhal hırçınlaşıp, o bildik provokatif bir dile meylediyorlar. Bu bugün Galatasaray için böyleyse emin olun yarın bir başka takımla gündeme gelecek. Üstüne üstlük bu tür girişimleri engelleyeceği iddiasıyla hazırlanmış bir de kanunu var bu ülkenin!

Peki, hakemlerin 'kötü yönetimi'nden bu kadar rahatça söz edebilen Ali Dürüst'ün onca yıldır yönetiminde bulunduğu Galatasaray'ı 'doğru yönettiği' ileri sürülebilir mi? Örneğin, mali konularda... O kadar ödemeye rağmen son olarak hala 200 milyon doları aşan bir borçtan söz ediliyor ve "Şu kadar borç temizledik" diye övünülüyordu malum!

Beri yandan hakemin 'kötü yönetimi'nden şikayet ettiği maçın oynandığı stadın zemini de sanırım kendilerinin sorumluluk alınında! Stat hizmete girdiğinden bu yana üç kez 'el atılmak' zorunda kalınmasına rağmen Olimpiyat adayı bir ülkede tablo hala böyleyse, burada hakem yönetiminden önce konuşulması gereken bambaşka şeyler olmalı değil mi?..

27 Şubat 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’'Düğüm futbolu'yla üç puan!‘’

Son üç dört dakika hariç ilk yarıda birbirlerini kilitlemeye çalışan iki takımın oynadığı şu ‘düğüm futbolu’nu izlemek için stada gidenlere ‘’Allah sabır versin’’ demek en doğru dilek olur sanırım...

Neyse ki iki takım da ikinci yarı, kendilerini birilerinin izlediklerini nihayet hatırladılar. Belli ki devre arasında ‘Oynatma’ komutu ile ‘Oyna’ talebi yer değiştirmişti. Önce Beşiktaş, ardından Sivas rakip alana inince maç da izlenir hale geldi. Rıza Çalımbay, Beşiktaş’ın tempoya dayalı ‘baskı oyunu’nu hız düşürerek uzun süre engelledi... Ne var ki, maçın en diri oyuncusu Olcay Şahan, pozisyonu başından beri sürükleyen Hilbert’e öyle bir gol attırdı ki 10 kişi kalan Sivas’ın direnci orada kırıldı.

Neredeyse oynadığı her maçta ağır eleştiriler alan kaleci McGregor bu maçı Beşiktaş’a çeviren oyuncuların başındaydı. Sıkıntılı yedek kulübesine rağmen Beşiktaş, Olcay, Veli, İbrahim Toraman’ın fevkalade enerjisi, Fernandes’in zaman zaman aksasa bile yaptığı hız ayarı, Niang’ın güçsüz de olsa tehditkar dalışları ile zor da olsa üç puanı almayı başardı.

Fakat benim için en şahanesi, uzunca bir sürenin ardından sahada SİYAH BEYAZ formalı bir Beşiktaş görmüş olmaktı.

24 Şubat 2013, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI