Arama

Popüler aramalar

‘’Berabere kalıp 'yarın'ı kazanmak‘’

Beşiktaş Kulusiç’in attığı o golü ya da benzerini neredeyse her takımdan yiyor. Mesele, rakibi bu kadar geriye ittiğin ve oyuna hakim olduğun bölümde hücumunu çeşitleyip, maçı koparacak golleri bulamamakta...

31. dakikadaki Almeida-Holosko ikilisinin cılız hücumunu saymazsak Beşiktaş ilk kombine atağında golü bulduğunda dakika 36 olmuştu. Bunu şöyle de okuyabiliriz; ‘’Gençler bu kadar süreyi boşa harcadı.’’ Derken devreye Olcay Şahan ve bildik sınırlarını zorlayıp hem kesici hem top yapıcı gibi oynayan İbrahim Toraman girdi. Gençlerbirliği orta sahası bu iki oyuncuyu sadece ‘izlemeye alınca’ da Beşiktaş öne çıktı.

İkinci devre ise maç bildik bir ‘Beşiktaş maçı’na döndü. Gücü öne çıkarıp oyunu ileri taşıyan Beşiktaş devreye Almeida’yı da sokunca ardı ardına pozisyona girmeye başladı. Bunu da orta saha güvenliğini Necip - Veli ikilisine emanet edip Hilbert dahil zaman zaman ileriye beş kişiyi atmayla başardı... Gençlerbirliği de ülkenin alıştığı ve ‘kontrol oyunu’ diye anılan sıkıcı tarza inat Beşiktaş’ın özellikle Uğur Boral’lı kanadına sarktıkça maç maça benzedi. İki takım da maçı kazanmak için güçleri oranında ellerinden geleni yaptı. Ve sonuçta, futbolu diğer oyunlardan ayıran en güzel sonuç olan ‘beraberlik’ kazandı. “Bu da kazanç mı?” demeyin. İyi olan herşey gelecek için kazanımdır...

Son bir not; takım performansı akıl, bilgi ve oyuncu dayanışmasıyla yükselir. Eğer Beşiktaş kırmızı formayı ‘uğur’ diye giyiyorsa şampiyonluk yıllarındaki formaları hatırlamakta fayda var. Beşiktaş, ‘siyah beyaz’dır...

16 Aralık 2012, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hücumda sakinlik ve dayanışma eksikliği‘’

Yine de biraz da ‘canhıraş oynaması’nın doğal sonucu olarak çok fazla kart alıyor Beşiktaşlı oyuncular. Bu da bir sonraki maçta takım devamlılığı açısından şimdi sıkıntı yaratmıyorsa da yakın gelecekte yaratacaktır. Dün akşam ki maçta forvet hattı ile orta saha arasındaki mesafenin genişliği oyunun büyük bölümünde sonuca bireysel gayretlerle -Holosko- gitmeyi zorunlu kıldı. Sahanın diğer alanları gibi hücum hattı da ‘dayanışma’ gerektiren bir bölgedir. Buradaki oyuncu sayısını çoğaltmak sonuç açısından elzemdir.

En azından bu maçta Antalya’nın geri yaslandığı son bölüm hariç bunun başarılabildiğini söyleyebilmek güç. Antalya avantajı yakaladıktan sonra panik yapmadan, sahayı olabildiğince genişlettiği anlarda Beşiktaş müdafaasını arkasına sonuca yönelik ciddi sarkmalar yaptı. Eğer iki takım da maç boyunca girdikleri pozisyonlardan daha fazla sayıda gol çıkaramadıysa bu ‘son vuruş yetesizliği’ olduğu kadar, hücum çeşitlemesinin eksikliğindendi. Ve elbette kaleci faktörünü de atlamamak gerek. İki takım da lig maçındaki şablonlarına sadıktılar. Beşiktaş açısından maçta farkı yaratan Fernandes’in yokluğuydu denebilir. Fernandes’li Beşiktaş belki yine aynı uzunlukta koşular yapıyor ama fark işlevsellikte ortaya çıkıyor. Hücumdayken topa vurmak için bu kadar ‘kaotik durum’lar ortaya çıkmıyor. Mehmet Özdilek’in takımı ise oynama arzusu ve bu arzuyu bilinçle donatması açısından ligin maçları izlenesi bir başka takımı kuşkusuz. Böylesi maçlarda insan hayatı zenginleştiren futbola bir kez daha minnet duyuyor.

13 Aralık 2012, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kontrol oyunu ile zaman kaybetmek‘’

Dün akşam bir kez daha gördük, topla ilişkisi Avrupa seviyesinin hayli altında olan memleket futbolcusu iş hakeme gelince ‘Çakırcalı Mehmet Efe’ kesiliyor.İlk devresi ‘kontrol futbolu’ nedeniyle durgun bir atmosferde geçen maç, Mehmet Topal-Sezer değişikliğiyle canlanır gibi oldu. Değişiklik doğruydu da, çünkü İstanbul Belediye orta sahayı kullanma konusunda pek istekli görünmüyordu. Bu nedenle bu kadar ‘kesici’ye de gerek yoktu ve ciddi anlamda zaman kaybına neden oldu bu durum Fenerbahçe aleyhine.

Fenerbahçe için gereken ‘problem çözücü’lerden bir diğeri olarak düşünülen Krasiç de devreye sokullunca rakip alan ablukası bir süre bunaltıcı oldu ancak... Oyunu bu kadar öne yığmak her zaman işinize yaramaz tersine oyun alanını sıkıştırmak gibi bir risk de almış olursunuz. Ote yandan bu tip ‘saldırgan anlayışlar’ arkalarında geniş alanlar bıtakmaya mahkumdur. Eğer İstanbul Belediye oyuncuları bu maçtan 3-4 saat önce oynan maçta Manchester United oyuncularının neler yaptıklarına göz atmış olsalar bu maçtan galip bile çıkabilirlerdi.
Ve fakat yine de hücum anlarında oyunu genişletmeyi beceremeyen Fenerbahçe, bir yan topla problemini çözmeyi bildi. Yapması gereken tam da buyken boş yere problemi ‘göbekten çözme’ye çalıştılar ve maçı sıkıntılı bir halde sürdürdüler. Yendiler ama ‘iyi oynadılar’ denebilir mi varın kararı siz verin...

10 Aralık 2012, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hayal kırıklığı ama...‘’

Maçın son 10 dakikasına kadar Eskişehir’e, dişe dokunur bir pozisyonunun olmaması, Beşiktaş orta sahasının olağanüstü gayretine bağlıydı. Lakin maçın ilk devresinde Beşiktaş’ın ‘en çok koşan oyuncusu’ unvanına sahip oyuncusu Olcay Şahan net iki fırsatı harcayınca belki orada kopması gereken maç son bölüme de taşındı. Eskişehirspor, oyuncu kalibresi bakımından ligin hatırı sayılır takımlarından biri. 2-0 geriye düşmüş olmalarına rağmen, oyundan hiç düşmediler. Beşiktaş, Antalya’da uyguladığı formülü İnönü’de de uygulayabilirdi. Son bölümde rakip ceza sahası içerisinde birbirinden uygun fırsatlar da yakalamadı değil. Ancak topu Almeida’ya indirme konusunda ciddi sıkıntılar yaşadılar. Bu da onlara pahalıya mal oldu. Maç genel olarak pozisyon sayısı düşük, ancak ülke futbolu ortalamasının üzerindeydi. Her şeye rağmen Beşiktaş da Eskişehir de ellerinden geleni yaptılar ve ortaya izlenesi bir maç çıktı. Maç öncesi birkaç kısa not... Takımlar sahaya çıkarken, hemen arkamdaki kalın sesli arkadaşın, “Bıktım bu kırmızı formadan, böyle Beşiktaş mı olur” isyanına, yanındaki Eskişehir’in sarı formasını göstererek, “Sanırsınız Galatasaray alt yapısı çift kale maç yapıyor”la destek verdi. İlk 5 dakikada boş olan İnönü’nün kapalısı 10’uncu dakikayı geçtikten sonra ciddi anlamda dolmuştu. Gene ahval kaybedilen 2 puana rağmen, takımın oynama arzusu ve mücadele gücünden memnnundu. Kuşkusuz ki tüm İnönü, Oğuzhan Özyakup gibi bir oyuncu izlemekten, İbrahim Toraman’ın mücadelesine şahit olmaktan, Sivok’un samimiyetinden memnundur diye düşünüyorum.

08 Aralık 2012, Cumartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hem iddiasız hem arzusuz‘’

Fenerbahçeliler’in çok umut beslediği genç Recep Niyaz’ı dışarıda tutarsak Özgür Çek, Serdar Kesimal, Orhan Şam ve Henry Bienvenu gibi aynı zamanda ‘kendini ispat’ baskısı altında kalan oyuncularla takımı ileri taşıyabilmek zaten hayli müşkül görünüyordu. Oyun merkezi olan orta sahayı ‘düzenleyecek bir aklın’ gözle görünür eksikliği de düşünüldüğünde yük daha çok Stoch ve zaman zaman parlayan Krasiç’in kişisel gayretlerine kaldı. Yük dağılımının bozulmasıyla birlikte Fenerbahçe takım dengesi de bozulunca sakin kalmayı başaran Mönchengladbach etkili kontralarla sonuca gitmeyi bildi.

Son yarım saat için ‘Kuyt gücü’ ve ‘Baroni aklı’ sahaya dahil olduysa da Aykut Kocaman’ın takımını ileri sürmek isteği hayata geçemedi. Çünkü skor avantajını elinde bulunduran rakibi sakin kalmayı sürdürürken oyun hızını ayarlamayı da elden bırakmadı.

İddiasızlığın başka arzu eksikliğinin başka şeyler olduğunu bir kere daha gösterdi bize Almanya’dan gelen futbolcular. Oynama arzusu kültürel bir alt yapı gerektirir, ki bu ülkede yaşadığımız sorunların temelinde de daha çok bu sorun yatmaktadır kanımca.

Yine de bizim ligden farklı olarak dün akşam ‘oynama bilinci’nin hakim olduğu karşılaşmada sonuçtan bağımsız olarak ortaya izlenesi bir maç çıktığını söyleyebilirim.

07 Aralık 2012, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sırrı 'denge'de!‘’

Gel zaman git zaman kaynak kurudu... Ne var ki, sanki kaynak sonsuz gibi ‘göz boyayan’ harcamalar yapıldı. O dönemde transferden gözü dönmüş kitleler de “Bunlar yetmez Robinho da gelsin” türünden taleplerle inlettiler ortalığı. Deniz kuruduğunda işin aslı da ortaya çıktı!

‘Dünya markası’ palavrasıyla kolları sıvayanlar önce genetiği bozmakla giriştiler işe... Kapalı tribünü açıklara ‘sürgün ettiler’... Olmadı... Ardından gelenler, her mağlubiyette hakeme bağlamaya çalıştılar işi ve “PAF takımıyla çıkarız” diye efelenmeye kalkıştılar... Olmadı... Baktılar iş sarpa sardı, gözbağcılığa soyunup olmayan paralarla sükseli transferlere kalkıştılar... Olmadı... Sonunda gemiyi karaya oturtup ilk filikayla sıvıştılar.

Peki aslında Beşiktaş neydi ve neler yapsa daha iyi yapmış olurdu? ‘Kısa Beşiktaş tarihi’ bunun ipuçlarıyla doluydu ya göz atan olmadı.

Öncelikle Beşiktaş, ‘denge’ydi, sınırlarını bilmekti. Öte yandan efendi olmaktı, kendine ve rakibine saygı duymaktı. Şimdi gelinen noktada, biraz da hayatın zorlamasıyla iş kendi ‘dengesi’ni bulur gibi oldu. Yani Anadolu’da söylendiği gibi, “Eğrisi doğrusuna denk geldi...”

Başa, en başa dönüldü mecburiyetten. İyi de oldu... İyi niyete, samimiyete, güvene, dostluğa, arkadaşlığa dönüştü bu... Gençler ile ‘yaş almışlar’ın, ‘yıldızlar’ ile ‘gayretliler’in doğal dengesi çıktı ortaya... Git gide kendini belirginleştiren ‘takım dayanışması’ tekrar hatırlanır oldu. Her oyuncunun kıymetli olduğu, Necip olmadan Oğuzhan’ın, Oğuzhan olmadan Almeida’nın, Olcay’sız Fernandes’in o kadar da tat vermediği bir kere daha anlaşıldı. Bir iki maç, bir kaç şık hareket değil... Süreklilik için samimiyetle gayret gösteren sade ama gösterişli, genç ama olgun bir gösteriye dönüşebilirliğin sinyallerini vermeye başladı Beşiktaş. Tabii buna bağlı olarak ve elbette biraz da üst üste alınan galibiyetlerle ‘yendi’, ‘yenildi’ meselesi bir kere bırakıldı ve yavaş yavaş eğlence öne çıktı. Arada son Ankaragücü maçında tribünlerde olduğu gibi ‘bozulmuş genetiğin’ arızalarına rastlanmıyor da değil elbette ama ‘akıl’ ve ‘vicdan’ bu gibi arızaları da eleştirerek düzeltecektir diye umalım... Evet, biraz geç oldu ama durum fena görünmüyor, değil mi!..

Oğuzhan, menemene dikkat!


Ordu dönüşü, gece yarısı yapılan yenilenme idmanın ardından ‘menemen partisi’ verilmiş Beşiktaşlı futbolculara! Arsene Wenger, Japonya’dan İngiltere’ye geçtiği ilk yıl takımın ‘yeme içme alışkanlıklarını’ değiştirmeyle başlamıştı işe; sağlıklı ve performans yapacak vücuda uygun, ‘sağlıklı beslenme!..’ Wenger, menemene ekmek banan eski öğrencisi Oğuzhan Özyakup’u görse ne yapar bilemiyorum!.. Ben de bu vesileyle, yaşadığımız gezegenin en güzel menemenin, memleketim Samsun’a 30 kilometre uzaklıktaki Çakallı’da yapıldığını belirtip, karayoluyla Karadeniz’e gideceklere duyurayım istedim!

Alkol yasağı Adana’dan yola çıktı


Zaman zaman diğer kentlerde de hayata geçirildiğine dair duyumlar geliyordu ancak Adana Emniyet Müdürlüğü uygulamayı geçen hafta devreye soktu. Adanaspor - Konya Torku maçına gelenlerden 88 kişi ‘alkollü oldukları gerekçesiyle’ polis tarafından stada alınmadı.

Haberlerden öğrenebildiğimiz, uygulamanın, bir çok yanı muğlak ifadelerle geçiştirilen ve geçen sene neredeyse herkesin şikayet ettiği şu ünlü 6222 Sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun”a dayandırıldığı... Oysa yasada ‘stada alkollü girme suçu’nun açık seçik bir tanımı yok. Sadece şu söyleniyor, “Alkol ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde etkisinde olduğu açıkça anlaşılan kişi, spor alanına alınmaz.”

Haberlerde ‘ölçümün nasıl yapıldığına dair’ bir bilgi yok. Yani trafikteki gibi ‘üfleme yöntemi’yle promil ölçümümü yapılmış, bilemiyoruz. Eğer promil ölçümüne gidildiyse, “Stada giriş sınırı nedir?” diye bir soru geliyor akla. Yoksa polis ‘tipe bakıp’mı karar verdi kimin ‘alkol ya da uyuşturucunun açık etkisi altında olduğuna?’..

Öte yandan uygulama kadar konuya ilişkin yapılan açıklama da hayli problemli görünüyor! Adana Emniyet Müdürlüğü’ne göre ‘kentteki kamuoyu’ bu uygulamadan memnunmuş! Peki nereden anlaşılmış memnuniyet? Bireysel görüşmelerden, 155 Polis Hattı ve elektronik posta yoluyla yapılan geri dönüşlerden...

İnsan düşünmeden edemiyor; bu var olduğu farz edilen ve ‘sınırı belirsiz alkol kullanmış kişiler’den rahatsız olan ‘kamuoyu’, içki içen insanların toplu taşıma araçlarına binmesini, ana caddelerde yürümesini, park ve bahçelerden geçmesini de 155 Polis Hattı’na ya da elektronik postayla Emniyet’e bildirirse ne olacak? Bu insanlar toplumun dirlik ve düzeni gerekçesiyle kentlerden sürgün mü edilecek?

04 Aralık 2012, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Daha olgun bir Beşiktaş‘’

Merkezdeki ikili teke düşünce Ordu gibi her hattı birbirine yapışık oynayan bir takım için iş en azından ilk yarı kolaylaştı. Çünkü Beşiktaş’ın pas seçeneğini artıracak ikinci bir oyuncusu yoktu. Haliyle Beşiktaş da orta sahaya Ordu gibi tekniği düşük ama direnci yüksek oyuncuları yığınca maç o bölgede ‘göğüs göğüse mücadele’ye dönüştü. Böylesi oyunlarda da sonuca daha çok ‘yaratıcılık’ değil ‘hata’ etki ediyor. İlk açığı da Ordu buldu. Olcay ve Ersan’ın zincirleme hatasında zaten fırsat kollayan Stancu - Hasan Kabze ikilisi şipşak hücum düzeni kurup golü buldu. Ardından Fenerbahçe’de Gökhan Gönül’ün yaptıklarına benzer bir hamle yapan Sivok, İbrahim Toraman’a golü attırıp pozisyonsuz ilk devrenin dengeye gelmesine yardım etti.
İkinci devre Ordu, Beşiktaş’ı dişine göre bulmuş olmalı ki o birbirine yapışık hatlarını hücum lehine biraz gevşetir gibi oldu. İşte o bölümde Beşiktaş’a gün doğdu ve bir 10 dakika rahat rahat top yapıp, takımın tek problem çözücüsü durumundaki Oğuzhan’la da golü buldu. Aynı oyuncu akabindeki pozisyondaki şutunda golü yapsa maç orada kopabilirdi.
‘Büyük sorun çözücü’sü Fernandes’ten yoksun Beşiktaş, ligin ne yapması gerektiğini en iyi bilen takımlarından Ordu’yu, birazda iki hafta önce bu sahada oynanan Trabzon maçından esinlenerek geçmeyi başardı. Bu haliyle Beşiktaş, ajite hücumlarla değil sakinlik, temkin, kontrol gibi olgunluk gerektiren bir forma doğru hızla evrildiğini düşündürttü bana.

02 Aralık 2012, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Empati ödülünden küfür utancına‘’

Bu, “Maça motive olamadılar”la açıklanıyorsa o zaman şu sorular sorulmalı; “Peki futbol aklı? Tecrübe? Bunlara ne oldu?”

Ankaragücü, maçı ilk devre öteki alana yıkarak arayı açma formülünü son maçlarda başarıyla uygulayan Beşiktaş’a bu fırsatı tanımayınca oyun hızını da kontrol etmeyi gücü ölçüsünde başardı. Haliyle Beşiktaş’ın işi ‘kişisel sürpriz’lere kalmıştı, ki Holosko’nun ilk golü de böylesi bir sürprizdi!

Ama unutulan, rakibin sürprizleriydi ve genç Ankaragüçlüler de yaptılar yapacaklarını. Aklı unutan rakiplerine karşı güçleri oranında akıl koyup, Beşiktaş’ın başı bozuk akınlarına karşı akınlarını estetize etmeye gayret ettiler.
Sonuçta ‘güçlü’ olan kazandı, ama Ankaragücü en azından bu maçı benim gözümde kaybetmedi. Yapısal sorunları her adımda ortaya çıkan memleket futbolunda denetimsizliğin, kuralsızlığın, başı bozukluğun, ego mücadelelerinin son kurbanlarından Ankaragücü’nün genç oyuncuları futbolun insani ve romantik yanını öne çıkartırken övgüyü de hak ettiler.

Ancak Beşiktaş tribünleri için benzer şeyleri söylemek zor. Daha dün ‘Van üşüyor’ eylemiyle ‘empati ödülü’ alan bu tribünler, dara düşmüş insanları “Fırsat bu fırsat” diyerek intikam duygusu ile hakaret ve küfüre boğarken şu meşhur ‘Beşiktaş duruşu’nun nasıl bir utanca dönüştüğüne de hep birlikte şahit olduk.

Yeni İnönü Beşiktaş’ı büyütür mü?


Takımda işler iyi gidiyor gibi görününce ortalık yine Beşiktaşlı yöneticilerle doldu. Her gazeteyi ayrı bir yönetici demeci kapladı geçen hafta. Son olarak Başkan Fikret Orman yine şu stat konusunu gündeme getirdi
ve dedi ki; “İnönü’yü çok güzel yapmak, güzel görüntü yaratmak istiyoruz. Taraftarımıza uygun ve rakiplerle gelir farkını kapatacak bir stat amacındayız...” Biliyorsunuz yeni stat, yeni maliyet, yeni harcama demektir. Bu da
kapitalizmin kaçınılmaz kuralı olarak ister istemez ‘müşteri’ye yansıtılacaktır. Şu haliyle bile Beşiktaş taraftarı yüksek bulduğu bilet fiyatları nedeniyle maçlara, en azından kapalı tribüne gidemiyor. Çünkü,
yöneticiler kabul etse de etmese de Beşiktaş taraftarının ortalama sosyo ekonomik profili İstanbul’daki iki büyük rakibinden ayrışıyor. Hadi yönetici ve muktedir diliyle konuşalım, “Beşiktaşlı’nın alım gücü diğerlerine göre
düşüktür.”

O nedenle bu ekonomik sıkıntıyı stat üzerinden aşabilmeyi tasarlamak sadece ‘zamanın inşaatçı ruhu’nu göstermesi açısından ilginç bulunabilir. Haaa şu söylenebilir; “Biz zaten taraftar profilini değiştirmek istiyoruz!”
Bu daha samimi bir belirleme olur. Önermesi de şu olur; “Tribünü yenile, iyi yerleri pahalı sat! Merkeze paralı seyirci çevreye de gelebilen taraftar gelsin”. Böyle de olur elbette ama o, şu anki Beşiktaş mı olur işte onu da
bir düşünmek gerek. Ve dahası böyle bir model Beşiktaş’ı ileri taşıyabilir mi o da ayrı bir soru. Çünkü, biraz iktisata bulaşmış insanlar bilirler ki, kapitalizm temel dinamiği ‘eşitsiz gelişme yasası’dır. Yani küçük olan birer birim büyürken daha büyük olan ‘çarpan etkisi’yle büyür...

Bir kez daha ‘seyircisiz oynamaya’ itiraz

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören şike davası sürecinde “Şahıslarla kurumların ayrılması gerektiği” yolunda önemli bir içtihad geliştirdi. Lakin, iş tribünlere gelince uygulama farklılaşıyor. Onca
yetkiyle donanmış federasyon, olay çıkarıp suç işleyen ‘tüzel kişi’leri cezalandırmak yerine tüm taraftarları -bir anlamda taraftarlık kurumunu- cezalandırıyor. Öte yandan suç işlemediği halde tıpkı benim gibi taraftarların peşin ödediği kombine bilet paralarını kulüplerin haksız yere ‘iç etmelerine’ de göz yumuyor. Şike sürecindeki ‘içtihad’la bu uygulama çelişmiş olmuyor mu? Oluyorsa neden hala ısrar ediliyor?

29 Kasım 2012, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI