‘’Bu dizilişle en iyi skor‘’
O ehliyetsizlerden biri de Okan Buruk. Kağıt üzerinde teknik sorumlusu İrfan Saraloğlu Elazığ’ın ama ‘gerçek hoca’ ehliyetsiz Buruk. Kimse de sormuyor; “Neden ehliyetini almadın bunca zaman?” diye. Ki, ‘ehliyetsiz sürücü, diplomasız doktor’ sayısı bir ile sınırlı da değil. Böylesi çapaçul bir düzende oyunun, oyuncunun geliştirilebileceğini düşünen birileri var mı aramızda?
Beşiktaş takımının ‘omurgası’nın yarısı ya sakat ya cezalı. Sahadakilerin yarısı da ön çapraz bağ sakatlığı yaşamış oyuncular ki bunlardan dördü aynı sakatlıkla iki kez boğuşmuş. Yedek kulübesine bakıyorsun oyuna dahil edildiğinde ibreyi bir milim kıpırdatacağına inanılan tek oyuncu yok. Haliyle Biliç, oyunu son 15 dakikaya kadar tutabilecek bir düzenle oynattı takımını. Bu nedenle daha önceki maçlarda gördüğümüz ilk devresi tempolu bir Beşiktaş yoktu sahada. Attığı ilk gol için, “Elazığ müdafaası yedi” demek daha doğru olur. Elazığ’ın 5-6 pasta attığı gol içinse, “Beşiktaş’ın Uğur Boral-İsmail Köybaşı koridoru başta olmak üzere defans değil ‘eşlik edici’ tarzları neden oldu” demek yanlış olmaz kanaatindeyim.
Bu haliyle ligde kalması zor görünen Elazığ karşısında, Kasımpaşa maçında yaşananların daha ağır bir travmaya dönüşmemesi için bu maçı mutlak kazanmak zorundaydı Beşiktaş. Bunu mevcut dizilişle alabileceği en iyi skoru alarak başardı. Şimdi önünü görebilmesi için Fernandes ve Almeida’nın sözleşmelerinin bir biçimde halledilmesi gerekiyor. Ve elbette başta sağ bek olmak üzere onarılması gereken bir-iki mevkii üzerine de eni konu çalışmaları...
‘’Kim yazdı kim bozdu?‘’
Bilirsiniz bu ülkede birisi çıkıp “Ben devleti yönetiyorum sen kim oluyorsun” dediği zaman akan sular anında durur ve likit özelliklerini kaybedip hafif kıvamlı katı hale geçerler! Bu “Ben devletim” umacısıyla yakın zamanda Prof. Canan Karatay’ın nasıl dolandırıldığını hepimiz okuduk. Ne demişti hoca ‘devlet’ (polis) sözünü duyduğu an için; “Adeta hipnotize oldum..”
İşte devleti bu çerçevede ele alınca 6222 sayılı yasa daha iyi anlaşılır hale gelir. Hatırlanırsa bu ‘anti-holigan yasaları’ -ki 6222 sayılı olanı da buna dahil- kurgulanırken ‘maça gidecek masum bireyi koruma’ gerekçesiyle yazılmıştı! En azından iddia oydu. Ancak özellikle sporla ilgili olan düzenlemeler ‘suçun şahsiliği ilkesi’ne dayandırılmak yerine tüm kalabalığın toplu olarak cezalandırılarak terbiye edilmesi hattına oturtulunca iş amacından uzaklaştı. Sahaya atlayan biri/birileri için tüm tribün cezalandırılma yoluna gidilince -saha kapatma gibi- kişisel suç ‘düşmüş oldu.’ Çünkü bir suçtan iki ayrı cezalandırılma mümkün olamayacaktı. Öte yandan benim gibi kombine parasını peşin verip maça gidemeyenlerin hakkını koruyacak uygulamaların yokluğu da mağdur sayısını daha da kalabalık hale getirdi.
Hatırlanırsa bu suçlar için öngörülen abartılı ve uygulamaya konulması güç cezalar yazılıp yasalaşmadan önce bir çok kişi duruma itiraz etmiş ancak hepsi ‘devlet baba’ tarafından kulak ardı edilmişti. Çünkü, o gün yasa yoluyla terbiye pek makbul bir yöntemdi. Ancak gelin görün ki, ne sahaya atlayana ne oyuncu/hakem kovalayana ceza verilmeyince bu kez de cezayı bir başka ‘suçlu/kabahatli’ye uygulamak mümkün olmadı, olamadı. Öyle ya, hukukun ‘eşit suça eşit ceza’ ilkesi türlü gerekçelerle hayata geçirilmemişti.
‘Devlet büyükleri’nin meseleyi ele alış biçimleri ise hem sorunluydu hem de süslü demeçler ve içi boş sloganların ötesine geçemiyordu. Yasanın özellikle İstanbul’un üç büyüklerinin (Tanıl Bora bu üçlüyü ‘oligarşi’ olarak adlandırıyor) kalabalık taraftar topluluklarının aleyhine işletilemiyor oluşu adalet duygusunun iyiden iyiyi zedelenmesine yol açtı.
Her hafta yapılan manasız hakem tartışmaları ışığında zaten her koşulda hakkının yendiğini düşünen geniş bir mağdur kalabalığı oluştukça da abartılı cezalar hepten işlemez hale geldi. Haliyle bundan sonra işletilmesi de en azından ‘teamüller açısından’ pek mümkün görünmüyor.
‘’Bu kadroyla zor‘’
Onun yokluğunda sadece Olcay/Ramon Motta hattına mahkum kalan ‘tek kanatlı’ Beşiktaş ilk yarıda Oğuzhan/Fernandes/Atiba üçlüsünün basit ve seri oynadığı anlarda topu öne taşımayı başardı. Hatta biraz dikkatli olabilseler attıkları dışında birden fazla gol de bulabilirlerdi. Ancak belirleyici olan ilk yarıda yapılanlar ya da yapılamayanlar değil daha çok ikinci yarıdaki tutum olacaktı. Öyle ya; 2-3 haftadır ikinci yarılar konusunda kötü bir şöhrete sahipti Beşiktaş. Maçın ikinci yarısının hemen başında yenen beraberlik golü de derinde yatan ürkekliği yeniden su yüzüne çıkartmış olmalı ki, ilk yarıya göre oynama biçiminde gözle görülür bir çözülme yaşandı. Oysa Kasımpaşa daha çok ‘solo performansları’na güvendiği oyuncuların marifetlerini sergilemesine bel bağlamış görünüyordu. Ancak Beşiktaş sindikçe onlar da yüklendi ve her hafta başka bir düzensizliği onarmaya çalışan Beşiktaş’ı kıstırdılar.
Oyun zaten dağılmıştı ama Kasımpaşa tribününden sahaya atlayıp Fernandes’e tekme atan vatandaşın başlattığı ve Ramon ile Almeida’nın atılmasıyla sonuçlanan süreç maçın da bitimi oldu. Slaven Bilic ikinci yarı oynama konusunda ne tür bir tedavi uygular bilinemez ama bu kadro yapısı ve bu yedek kulübesiyle işler hayli zor görünüyor.
‘’Sorun aslında bildiğiniz gibi değil‘’
Pekala Atiba ya da Serdar Kurtuluş da olabilirdi! Beşiktaş’ın en azından ilk yarıdaki şansı, Sivas kadrosunda birbirine benzer özellikte çok oyuncunun olmasıydı. Bu nedenle de Sivas hücumda oyununu çeşitlendirmeyi bir türlü başaramadı ve ibre hep Beşiktaş ’tan yana oldu.
Beşiktaş, ilk devre boyunca ‘basit ve işlevsel’ oynayarak bir gol attı ayrıca çok net 3-4 pozisyon yakaladı. Ancak bu pozisyonların ilk 30 dakikaya yığılmış olmasının büyük bir sorun olduğu maç bitimi daha net anlaşıldı. İlk devrenin son 15 dakikasında oyunun dengeye gelmesi devre arasına gidilirken Beşiktaşlılar’ın aklında sanırım, futbolun yazılı olmayan kuralı “Atamayana atarlar”ı getirmiştir. Öyle de oldu zaten.
İkinci yarı Beşiktaş maç boyu boşboş koşturduğu Almeida’yı yorduğu için ikinci yarı ne bu oyuncuyu topla buluşturdu ne de varlığından yararlanabildi. Elbette ritmin düşüklüğünde topsuz oyun sevmeyen Fernandes’in ‘toptan bir türlü vazgeçmez tutumu’nun rolü vardı. Beşiktaş bu nedenle oyuna bir türlü hız kazandıramadı. Da Costa’nın golünün ardından Beşiktaş silkinecek diye bekleyenler oldu fakat bence buna ne niyeti ne de hali kalmıştı.
Ülke oynama vasatını aşamayan, disiplinsiz, iki takım açısından da oyun düzeninin olgunlaşamadığı bir maç izledik. Bu kadro yapısı ve bu oynama haliyle Beşiktaş’ın daha çok çalışması gerekir diyeceğim ama ortada bir çalışma sorunu olmadığı da net... Öyleyse sorunun oyuncuların önemli bölümünde ‘modern zamanların futbol bilgisinin eksikliği’nden kaynaklandığını söylersem, yanlış bir tespitte mi bulunmuş olurum?
‘’Transfer değil taraftar!‘’
Beşiktaş’ta fark yaratabilecek oyuncular sınırlı. Oğuzhan gibi, maça direkt etki edebilecek isimler transfer edilmeli. Ancak transfer yapacak bütçe var mı?
Siyah-Beyazlılar, taraftarıyla bütünleşmiş bir takım. Tribünler takımı ileri itecek güçte. Onların dönüşü Beşiktaş algısını da tazeleyecek.
1- Beşiktaş lige fırtına gibi girdi ve şampiyonluğun 1 numaralı favorisi olarak gösterildi. Ancak sonrasında yaşanan düşüş ortada. Siyah-Beyazlılar nasıl bu duruma geldi ?
Aslına bakılırsa Beşiktaş ilk dört maçından sadece birinde, Bursa karşısında oyununu tam anlamıyla rakibine dikte edebilmişti. Diğer üç maçta ise kazanılmış olmasına rağmen öyle ahım şahım bir oyundan söz edilemez. Orada sonucu daha çok ‘dağınık oynayan rakiplerinin zaafları’ belirledi. Elbette ki, rakibin zaaflarından yararlanmak oyunun gereği, ancak bu hayli yanıltıcı oldu. Beşiktaş oyunu olgunlaştıramadan favori görülmeye/gösterilmeye başlandı. Bu da pahalıya patladı. Galatasaray maçında hayal edilen performansın altına düşen oynama düzeni, taraftarı hayalkırıklığına uğrattı. Travmatize olan bir grup taraftar da sahaya inince zaten henüz oturmamış olan işleyişte sert bir kırılma yaşandı. Öte yandan bilinir, Türkiye’de zaten “oynamaya değil oynatmamaya kurgulu” bir futbol düzeni hakim. Özellikle İstanbul takımlarına karşı rakiplerinin kontratağa dönük defansif karakterli oyun planları ilerleyen haftalarda iyiden iyiye öne çıkmaya başladı. Bu durumda da zaten yedek kulübesi zengin olmayan Beşiktaş ister istemez bocalamaya başladı ve bugüne gelindi.
2- Devre arası yaklaşıyor ve transfer dönemi açılacak. Siyah-Beyazlı takımın hangi bölgelerde sıkıntıları var? Beşiktaş’ın ne gibi takviyelere ihtiyacı bulunuyor ?
Beşiktaş iki sezondur defans hattını oturtamadı. Hilbert sonrası Serdar sağ bekte sıkıntı yaşıyor, yaşatıyor. Motta fark yaratabilecek bir oyuncu değil. Handikaplarına rağmen güvenilebilecek tek isim Sivok. Franco’yu kim hangi gerekçeyle transfer etti anlamak güç. Keza Eneramo da öyle. Kerim Frei gelecekte yararlanılabilecek bir ‘potansiyel oyuncu.’ Ancak Oğuzhan gibi oyuna direkt etki edebilecek isimlere ihtiyaç var. Kiralık döneminde en azından bu sezonu ilk iki içinde bitirmeye katkı verecek sağ/sol bek ile Fernandes’e alternatif bir orta saha, işlerin yoluna girmesine yardım eder. Ancak tabii transfer için yeterli bütçe var mı ona bakmak gerek.
3- Galatasaray derbisinde alınan 4 maçlık ceza, Sivasspor karşılaşmasıyla tamamlanıyor. Bundan sonra oynanacak olan karşılaşmalarda taraftarın tribünde olması, Beşiktaş’ı nasıl etkiler ?
Kuşkusuz ki, taraftarsız Beşiktaş sahada yavan kalıyor. Kimileri taraftarın ‘olumsuz etkisi’nden söz eder. Kesinlikle yanılıyorlar. Konu Beşiktaş olunca taraftar kavramı, zaman zaman takımın bile önüne geçebilir. Hele ki Gezi direnişinde oluşan atmosfer Beşiktaş’ı neredeyse Çarşı ile özdeş hale getirmişken...
Bu nedenle tribünün dönüşü hiç kuşku yok ki hem Beşiktaş algısını tazeleyecek hem de takımı daha arzuyla öne itecek, gerisi de Slaven Bilic ve ekibinin saha içi planlamasına kalacaktır...
4- Türkiye Kupası maçlarına PTT 1. Lig takımları damgasını vurdu, Süper Lig ekipleri ise tel tel döküldü. Ortaya çıkan sonuçlar sizi ne kadar şaşırttı ?
Çoğu insan gibi beni de şaşırtan üç gün yaşadık. Galatasaray’ın kıl payı tutunduğu kupada Fenerbahçe, Trabzonspor ve Beşiktaş ile birlikte 8 Süper Lig takımının kupa dışı kalmasını şaşırtıcı bulmamak mümkün değil. Ancak olan biteni anlamaya çalışmak ‘şaşırmaktan’ daha önemli. “Futbol iyi oyuncuyla oynanır” biçiminde hayli kabul gören bir önerme vardır. Kısmen doğrudur. Ancak bu üç gün gösterdi ki, futbol koşmadan, mücadele etmeden, topa sahip olmadan, topa sahip olduktan sonra onu takım arkadaşlarıyla paylaşmadan oynanmıyor. Yaşananlar şunu anlatıyor; iyi oynamak için takım olmak gerekiyor. Oyuncu profili ne kadar gelişmiş, rakip takım oyuncularına göre ne kadar ‘şöhretli’ olurlarsa olsun, bir arada sadece idman yapmış, sahada sınırlı maçta yer almış oyunculardan kurulu takımlar düzenli takımlara karşı sıkıntı yaşar. Yani, ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ filminde kaleci Torba Suat’ın miniklere öğütlediği gibi; “İstediğin kadar yetenekli ol. İyi bir takımın yoksa mantarlarsın...”
‘’Son pişmanlık neye yarar!‘’
Bu güzel oyun bize der ki, "Hayatı değiştirebilmek için elinden ne geliyorsa yap. Ama disiplinle yap, bir planla yap, bir metotla yap."
Dün akşam Buca, tıpkı Fethiye gibi, tıpkı Balıkesir gibi, güçlü görünene karşı aklın, yöntemin ve dayanışmanın gücünü göstererek, ‘güçlü Beşiktaş’ın önüne geçmeyi başardı. Sade oynadı, herkes işini yaptı ve istediğini aldı.
Beşiktaş ise, dağınık, savruk ve kendinden emindi. Oysa ki önünde 2 gün içinde benzeri örnekler vardı. Örneklerden ders alınmayınca Beşiktaşlılar’ın tıpkı Fenerbahçeliler, tıpkı Trabzonsporlular gibi hiç de arzu etmedikleri bir sonuç ortaya çıktı.
Bunun nedeni, bu kupanın hafife alınması ise, bu oyuna karşı sevgimizde bir problem vardır. Yok eğer sorun düzensizlik ise, o zaman oynama halimizde çok büyük bir problem vardır. Son oynanan Fenerbahçe maçının ikinci yarısı, oynama halinde de ciddi bir problem olduğunu gösteriyor. Bu, kupanın hafife alınmasıyla birleşince sevinen Buca oldu.
Yol hala yakın. Müslüm Gürses’ten dinlediğimizde bir kez daha meftun olduğumuz parçayı bir kez daha dinlememek için, “Son pişmanlık neye yarar” dememek için, futbolun ve hayatın daha ciddiye alınması gerekir. İlgiyle, akılla ve ruhla. Sanki Beşiktaş, bu düzenle üçünü birden kaybedecek gibi görünüyor. Yol yakınken, hakiki bir özeleştiri işlerin yoluna girmesi için elzem görünüyor.
‘’Teori pratik olabilir sanki‘’
Fatih Terim ne denediyse müdafaa göbeğini onarmayı bir türlü başaramamıştı ancak 'Süper Lig'in denklemi'ni bildiği için işi bir biçimde rakip ceza sahası içinde bitirmeyi beceriyordu. Bu onun pratiğinin gücüydü. Mancini ise Terim'e göre daha teorik oynatıyor. Ne varki 'futbolda teori', disiplin ister, yüksek mevkii bilgisi içerir, takım içinde güçlü dayanışma gerektirir. Galatasaray'da bunları görebilmek şimdilik kaydıyla pek mümkün değil gibi. Örneğin Selçuk... 'En geniş alanda her şeyi yapmaya çalışınca' hem kendini çok yıpratıyor hem de düzen açısından kaotik durumlara yol açıyor. Bazen bu kadar efor harcamadan da sonuç almak mümkündür. Tüm bunlara birde yenilen goldeki gibi müdafaa sorunları eklenince işin ucu kaçıyor ve toparlamak zor oluyor. Oyun ilk yarı boyunca hep Kasımpaşa'nın talep ettiği ritm ve hızda oynandıysa bunda Galatasaray'ın bu 'teorik düzensizliği'nin payı büyüktü.
Babel 42'de bir adım daha sürüp şutlasa maçın ikinci yarısı Galatasaray ve Mancini adına zordan öte zor geçebilirdi.
İKİNCİ YARI
Galatasaray 'teorik olgunluğa eriştiremediği oyunu'yla bir türlü tempo üretemezken hemen devre başında 'kaygan zemin kayar' kuralı gereği Umut Bulut'la yaklaştığı gole de yine yanlış ayakakkabı ve problemli zemin eşleşmesi nedeniyle kavuşamadı.
Oysa Kasımpaşa tam tersi, topu her ele geçirdiğinde hem daha iyi paylaşmayı sürdürürken Castro ve Scorione gibi oyuncularla kreatif çalımlarla rakibin hem dengesini hem de sinirini bozdu. Dakika 55'e gelmişti ki, Galatasaray gözle görülür biçimde vites yükseltti. 60. dakikada Drogba işçiliği Burak Yılmaz golü de bu yüksek vitesin ürünü oldu. Ancak golde çalımı yiyen Yalçın'ın ardından kademeye girmeye çalışan El Yasa'nın yine 'zemin kaynaklı kayıp düşmesi'nin payı da çalım kadar önemliydi.
Unutmayalım, 66. dakikada Drogba gibi büyük bir ustanın kalenin ağzının içinden topu dışarı atması da futbolu sevmemize neden olan 'ihtimaller'e dahildir.
Galatasaray bir 15 dakika kadar oyunu daha düzenli oynadıysa da başta Babel olmak üzere arkada buldukları hemen her boşlukta Kasımpaşa forvet hattı ciddi tehlikeler yaratmayı ihmal etmedi. Ancak Melo neredeyse tek başına bu atakların çoğunu tek başına savuşturuken Eray İşcan da yavaş yavaş Galatasaraylılar'ın daha da güveneceği bir kaleciye dönüşmeye başladı.
Şu notu da düşelim; Burak Yılmaz sanki artık kafa topu çalışması yapmıyor gibi. Geçen sezon attıklarını kariyeri açısından yeterli mi görüyor acaba? Bir de elbette kafa topu kadar şu kendini yere atmamaya da daha çok çalışması gerekir. Gerçekten zarif durmuyor bu tip davranışlar.
Sonuçta iki günde İstanbul'da oynanan ve berabere biten iki zevkle izlenir maça tanıklık ettik. Dileyelim ki, çıta gittikçe yükselsin ve 'hayat bayram olsun...'
‘’Dengeyi tutturamamak‘’
Çünkü Meireles-Mehmet Topal setini orta sahada sadece Veli Kavlak’la karşılama fikri matematiksel olarak ‘elitsizliğe’ denk düşüyordu. Dakika 30 olduğunda Raul, Veli’yi imha etmeye çalışınca denklem eşitlenmekle kalmadı, Beşiktaş sahada sayısal üstünlüğü de ele geçirdi. Ne var ki; sağ bek olmadığını dile getiren Serdar Kurtuluş’un ‘çizgiyi bozduğu’ pozisyonda Fenerbahçe’nin ileri ikilisi Sow-Emenike bir kez daha çalışınca denge bir kez daha bozuldu. Ancak ilki gibi yine ‘geometrik doğru’lardan oluşan iki Almeida golü devreyi matematiksel olarak olması gereken yere getirdi. İkinci yarı eksiğine rağmen Fenerbahçe yüklenirken Tolga avantajlı Beşiktaş’ı maça tutuyorsa “Bu işte bir olmalı” diye düşünenler haksız sayılır mı? İkinci yarı oyunu öne taşıma sorunu yaşarken Fikret Orman’ın “Almeida değil Fernandes’i tutmak istiyoruz” mealindeki sözlerini hatırladım. Eğer bunu teknik ekip söyletmişse tuhaf, kendi düşünüp söylediyse daha da tuhaf... En azından maç bana bunu düşündürttü.