‘’Tutarlılık!‘’
Temel problem; tutarsızlık
Beşiktaş’ın bugününü anlamaya çalışırken Yıldırım Demirören yönetiminden devralınan ‘yıkıntı’yı ihmal etmemek gerek. Fakat şunu da unutmamak gerek ki, ‘yıkıntı’yı onarırken geliştirdiğiniz yöntem bundan sonra yapacaklarınız ve iddialarınızı gerçekleştirme konusunda ciddi ipuçları verir. Başta belirteyim, Beşiktaş kulübünde son yıllarda çok temel bir problem var; tutarsızlık! Bu kulüp bu sorunu aşamıyor ne yazık ki. Geçmişteki tutarsız ve yalpalama halindeki seyir bugün de devam ediyor. Takımdaki temel sorun, çok başlı yönetim ve ‘kronik tutarsızlık’ halinin çözümü engelleyici özelliği. Örneğin, sezon başındaki Sezer Öztürk ve Michael Eneramo transferlerinin hangi gerekçe ve ölçütlerle yapıldığını hâlâ kimse bilmiyor
Sorunlara çözüm aranmadı
Sezonun ilk devresinin sonuna doğru maçların ikinci yarılarında Beşiktaş paralize oluyordu. Buna çözüm aramak yerine, devre arası Ronaldinho haberleriyle geçiştirildi. Ve şapkadan çıka çıka, Galatasaray’da sahaya çıktığında hocası da dahil tüm tribünü tedirgin eden Dany çıktı! Bu da gösteriyor ki, Beşiktaş’ta memleketin sorunlu
bölgeleri sağ/sol bek ve stoper mevkiileri için enine boyuna bir çalışma yapılmamış. Dany için böyle düşünmemin nedeni son maçta neden olduğu penaltı değil, onun artık fazladan kanıt gerektirmeyen dengesiz tarzı! Lakin gelin görün ki, böylesi savruk bir oyuncu sadece ‘hızlı olduğu gerekçesiyle’ bu ülkenin önemli takımları
arasında gidip gelebiliyor
‘Mucize doktor’ neyi değiştirdi?
Peki ya, Jermaine Jones? Ligin sadece ikinci yarısında takıma katkı vermesi için kiralanan ancak uzun süredir sakat olan ve ne zaman sıhhat bulacağı bilmece olan bir
oyuncunun transferi nasıl açıklanabilir? Bu oyuncu problem çözmesi gerektiği en kritik maçta sahada olamayacaksa hangi maç/maçlar için takıma dahil edilmiş
olabilir? Üstelik bu takım ligin ilk yarısında sürekli sakatlıklarla boğuşan bir takım ise! Şimdi size fazlaca soyutlama yapıyorum gibi gelebilir ama Beşiktaş, ‘sağlıklı
oyuncu’ ve ‘verimlilik’ parametreleri üzerinden düşünüldüğünde bile iyi yönetilmeyen, zararda bir takım. Bu başlığı başka bir yazıda uzun uzadıya ele alırız. Son maçta iki kaleci çeşitli gerekçelerle ‘hafıza kaybı’ yaşadı. Ki Cenk Gönen’in yaşadığının hayli ciddi olduğunu hepimiz gördük. Ben kendi adıma Ertuğrul Karanlık’a, Fenerbahçe
döneminin ardından Moussa Sow ile medyada yaşadığı tartışma nedeniyle hep uzak oldum. Tıp etiğini hiçe sayıp doktor/hasta ilişkisini medya malzemesi haline
getiren biri için fazla söze gerek yok. Ve sormadan edemiyorum; geçen yıl da benzer sayıda sakatlık yaşamış Beşiktaş’ta doktor İsmail Başöz yerine ‘mucize doktor’ olarak anılan Karanlık’ın getirisi nedir acaba?
Hilbert’in alternatifi Serdar!
Beşiktaş ile ilgili yazılması gerekenler hayli fazla ama, şu ‘sağ bek’ sorunu hayli elzem görünüyor. Çünkü ‘takım mühendisliği’ sorununun en açık görüldüğü yer bu bölge. Geçen yıllarda bu takımın sağ beki Roberto Hilbert şu anda Bundesliga 2.’si Bayer Leverkusen’de banko oynuyor. Peki o mevkiiyi kimle kollamak istedi Beşiktaş? Serdar Kurtuluş!.. Olmadı Atiba Hutchinson... Devamında ise Dany ve stopersiz kalınca Necip! Şimdi sorarım size, bir bölgesi böylesine belirsiz bir takım, balans tutar mı?
Başarı varsa, insanlar neden mutsuz?
Bilic, “Necip sağ bekte Sneijder’i oynatmadı” mealinden bir şeyler söyledi. Maçı bir daha izleyin. Atak sayısı sınırlı Galatasaray’ın, iki ciddi atağında başrol Sneijder’in. Birinde ceza sahasından attığı şut Atiba’ya çarptı, diğerinde Burak soldan akarken Sneijder ceza sahası içinde bomboştu ve Necip en az 10 metre ardındaydı!.. Bilindiği gibi sağ bek sadece savunmacı değil aynı zamanda ‘kanat açığı’dır da. Elinizde Almeida gibi ‘yüksek top’ avantajı olan bir oyuncu varken, kenar oyuncunuz olmadığından onu sürekli byerden toplarla oyuna dahil etmeye çalışırsanız, sonuç böyle olunca, “Şu iyi oynadı bu iyi oynadı” demek zorunda kalırsınız. Evet, Beşiktaş
Galatasaray’ı ön bölgeden uzak tuttu ancak kendi de o bölgeye gidemedi. Eğer bu ‘başarı’ ise doğru, Beşiktaş başarılı! Peki o zaman bu kadar insan neden mutsuz ve umutsuz?
‘’Biri 'Al sana Dany' dese!...‘’
İlk olarak şunu belirlemek gerek; Beşiktaş’ın neredeyse her hafta değişik kadro ve farklı dizilişle sahaya çıkma zorunluluğu bir oyun modeli ezberleme ve onu disiplin içinde geliştirmesine de engel oluyor. Bunda en büyük etken ise takım yapısı oluşturulurken sağ ve sol beke seçilen oyuncuların deyim yerindeyse ‘geçiştirilmiş’ olması. Örneğin sağ bekte Serdar Kurtuluş, Atiba, Dany ya da Necip türünden geçici çözümler takımın ritmini olumsuz etkilemekten öte direkt olarak bozuyor! Galatasaray’daki performansı belli olan ve ‘dengesiz oyunuyla meşhur’ Dany’nin tribünden gelen tüm itirazlara rağmen stoper için tercih edilmesi de başka bir sancılı durum. En azından neden olduğu penaltıda böyle düşünenleri haksız çıkarmadı Dany.
Deplasman karnesi iyi olan Beşiktaş’ın maçın genelinde bundan önceki deplasman çizgisine ulaştığını söylemek mümkün. Galatasaray’ın iki kenar oyuncusu Alex Telles ve Veysel’i geri itme konusunda uzun süre başarılı oldularsa da Veysel’in penaltı pozisyonundaki ısrarlı mücadelesini engelleyememek onlara pahalıya patladı.
Galatasaray, biraz da Burak’ın savruk ve kontrolsüz oyunu nedeniyle hücumda istediği oranda etkili olamadığı maçta yine de istediği sonucu almayı başardı. Bunda kenar yönetiminin oyuna yaptığı yerinde müdahaleler kadar Beşiktaş’ın gole en yakın ismi Almeida’yı yüksek değil de sürekli alçak toplarda buluşturmaya gayret etmesinin etkisi de yok değildi. Şampiyonlar ligi hedefli Beşiktaş, yedek kulübesinde oyun ritmini değiştirecek oyuncusu olmamasının ıstırabını bu çok kritik maçta bir kez daha yaşadı. Tekrarlamakta fayda var, oynanan oyunun seviyesini birazdan daha fazla ‘takım mühendisliği’ belirler ve bu durum Beşiktaş’ta hayli sıkıntılı. Son not olarak da şunu belirteyim... Sahadaki Beşiktaşlı oyuncuların yüzüne lazer tutmaya çalışan ‘dünyadan habersiz vatandaş’ futboldan ve hayattan ne denli bihaberse, öteden beri büyük muhabbet beslediğim Semih Kaya’nın korner kararı vermesinde hakeme yaptığı yardım da o denli muazzamdı.
‘’Doğru oyun kaza kurbanı‘’
İki takım arasında gerek oyuncu kapasiteleri gerek tarihi derinlik gerek ‘kulüp genetiği’ açısından farkın bu denli açık olduğu durumlarda oyunu dengede tutmak öncelikle kendi analizinizi doğru yapabilmekten geçer. Taraftarları beğensin beğenmesin Mustafa Reşit Akçay eldeki kadroya bakıp bu analizi doğru yapmıştı. İlk hedef, doğru ve etkili müdafaa oynayabilmekti.
Dün Trabzonspor, stoper dengesini bozan o saçma sapan ‘kaza golü’ dışında oyun ritmini ve hızını kendi kapasitesine göre ayarlama konusunda Juventus’tan daha başarılıydı. Bu anlamda müdafaa yapma konusunda doğru ve etkiliydi. Kuşkusuz ki rakibinden ‘daha iyi oynamadı’ ama olanakları doğrultusunda ‘daha doğru oynadı.’
Öyle ki, yasak olduğu defalarca vurgulanmış hatta Fenerbahçe bu yüzden ağır biçimde cezalandırılmışken 61. dakikada marifetmiş gibi tribünde meşale yakıp maytap atma saçmalığına kadar Hami Mandıralı’nın planı küçük hatalar dışında gayet iyi işledi. Düşünün ki Onur bizim lig dahil en iş düşmeyen maçlarından birini oynadı.
Mandıralı, takımı yenik durumdayken Bourceanu/Yusuf değişikliğiyle daha önce yaptığı Emre/Henrique hamlesini 67. dakika itibarıyla daha işler hale getirmek istedi. Henrique’nin vuruşunda ya da devamında top çizgiyi aşmadan Yusuf yetişmiş olsa bu plan da tutmuş olacaktı. (Ağır çekim görüntü 6 hakem uygulamasını adalet dağıtımı için elzem görenleri bir kez daha utandırmıştır sanırım!) Gerek o saçma kaza golü gerekse uzatmada yay üstünde unutulan Pogba’nın mahir vuruşuyla gelen ikinci gole rağmen Trabzon’un son bölüme taşıdığı etkili oyunuyla gerek sahadaki gerekse tribündeki Juventuslular için yeni bir ‘korku efekti’ yarattığı açık.
Şimdi hep birlikte düşünmemiz gereken soru şu; bizim takımlar nasıl oluyor da Avrupa’da daha heyecan verici olabiliyorlar? Bunun temel nedeni bizim ülkedeki ‘vasat oyun bağımlılığı’ olmasın!
‘’Bi susun diyen yok mu!‘’
“Kirlilik içinde meseleyi ‘takımdaşlık faşizmi’ne indirgeyen yöneticiler doğruları istedikleri gibi gözden kaçırıyor”
“Taraftar ise, ‘Bu yıl olmadı bir sonraki sezon yıldızlarla ya da yeni statla uçacağız’ palavrasıyla avunmayı sürdürüyor”
“Ülkede hala iki ön libero, ikişer sağ ve sol bek çıkmıyorsa, kafa ve ayaklar yerine çenelerin boş yere çalışmasındandır”
Malumunuz futbol, endüstriyel bir faaliyete dönüşeliberi sahadan çok medyada oynanıyor. Stadyumların insan kapasitesinin sınırlı olması gibi nedenler, hele de bizim gibi üç takım çevresine kümelenmiş geniş kalabalıkların olduğu bir ülkede işi iyiden iyiye bir ‘medya oyunu’na çeviriyor. O nedenle dikkat edin ortalık içi boş slogandan, fuzuli demeçten, zeka içermeyen sataşmadan geçilmiyor. Çünkü bu ülkede futbolcuların değil ‘yöneticilerin oyunu’nu izliyoruz çoktandır. Beri yandan ‘oyunun değeri’ni de sahada oynayanlar ile onları stadyumda izleyenler değil, futbolu yönetenler belirliyor. Düşünün bir, Alper Potuk’un sadece bonservisi 7.250 milyon euro artı Henri Bienvenu takası.. Hadi bir de dünyadan örnek verelim; Gareth Bale’in bonservisi 99.5 milyon euro. Bunları hangi eli yüzü düzgün iktisat doktrini açıklayabilir ki?
Durum bu kadar ‘akıl dışı’ iken bu ‘demeç kirliliği’ni ‘akıl içi’ verilerle analiz etmeye çalışmak başlı başına tuhaflıktır. Ne derler bilirsiniz; ‘Yanlış hayat doğru yaşanamaz...’
Taraftar inanıyor!
Futbol geldiğimiz noktada tam da bu ‘akıl dışı’ yapısı nedeniyle yöneticileri futbolculardan daha görünür kılıyor. Bu görünürlüğün yegane aracı da medya olduğu için ‘güçlü görünen yöneticiler’ bu çok sevdiğimiz oyunu alabildiğine işgal ediyor. Üstüne üstlük ağızlarını her açtıklarından açık seçik belli oluyor ki çoğu oyunun dinamiklerinden de bihaber! Peki taraftarlar? Onların takım tutma hadisesini bir ‘kimlik mücadelesi’ne çevirdikleri açık. Tuttukları takımın yöneticilerinin ağzından çıkan her olur olmaz sözü kayıtsız şartsız doğru kabul edip, bu hastalıklı hali çoğaltıp yaygınlaştırıyorlar. Bu noktadaki temel motivasyonları ise ‘gelişme/ilerleme’ değil “Önce rakip bir tökezlesin hele” oluyor. Haliyle böylesi bir atmosferde ne futbolcunun gelişimi üzerine akıl yürütülüyor, ne hakemlik kurumu üzerine doğru düzgün bir tartışma yapılabiliyor, ne takım olgusu ve ihtiyaçlar rasyonel olarak incelenebiliyor ne de futbolun gündelik hayatımızla bağı doğru olarak kurulabiliyor.
Kayıkçı kavgası...
Bu kirlilik içinde meseleyi ‘takımdaşlık faşizmi’ne indirgeyen yöneticiler de doğruları istedikleri gibi gözden kaçırmayı başarıyor. Taraftar ise, “Bu yıl olmadı bir sonraki sezon yıldızlarla ya da yeni statla uçacağız” palavrasıyla avunmayı sürdürüyor. Neticede, her sezon benzeri şeyleri tartışıyor benzeri kayıkçı kavgalarını izliyorsak... Bütün bunlar olup biterken ülkede hâlâ eli yüzü düzgün iki ön libero, ikişer sağ ve sol bek çıkmıyorsa bu, kafa ve ayaklar yerine çenelerin boş yere çalışmasındandır. Ve taraftarlar, “Bi susun da şu oyunu zevkle izleyelim abi” diye yüksek perdeden itiraz etmeyi başaramadıkça bu yönetici tiyatrosu - haliyle onları taklit eden futbolcu dalaşısürüp gidecektir.
Arkadaşlar! Tufaya düşmeyelim..
Başladığı günden bu yana tek bahis kuponu doldurmamış dahası nasıl doldurulduğunu bilmeyen biri olarak, yaklaşık iki haftadır 10’a yakın mail aldım. Çoğu, “Abi bu sen misin?” bazıları da “İnsanları dolandırmaya utanmıyor musun?” diyordu. Facebook hayatımıza girdiğinde iş gereği bir sayfa açmış ancak bir ay sonra bana uymadığını anlayarak derhal uzamıştım! Anlaşılıyor ki biri/birileri ‘Cem Dizdar’ diye sayfalar açıp kupon ve hayal ticareti yapıyor. Kolay yoldan para kazanma heveslisi insanlar da bu yola sapıyor. Nihayetinde bir bölüm insan kandırıldığını anlayıp “Bu sen misin?” diye soruyor. Soruyu başta sorsalar bu tuzağa düşmeyecekler. Belki bu işi kurgulayan vatandaşın(ların) adı ve soyadı da Cem Dizdar, onu da bilemiyorum. Neyse... Diyeceğim şu; ben bahis işinden zerrece anlamam. Facebook ve Twitter’da yokum.. Uyanık olun, kolay para kazanacağız diye tufaya düşmeyin!.
‘’Bir çileli maç daha!‘’
Gerek ‘Beşiktaş’ın iş bitirici yöneticileri’ gerek onlara kulak veren İl Güvenlik Kurulu bir maçı daha zehir etti bize, sağ olsunlar! İçeri girmek için stat kapısında bir o kapıya bir bu kapıya koşturanlar, “Yaz bunları yaz” diye bağırıyordu. Duymamazlık olmaz, yazıyorum...
Sezon başında parayı ödeyip kombine alırken bir şeyi göz önünde bulundurdum, bu stata geldiğimde sahada olan biteni görebileceğim bir yerde oturmak. O nedenle de Doğu tribünü alt tarafı seçtim.
Dün Kavacık’tan Salih, Gökhan Kamil ve Harun’la neşe içinde geldik Olimpiyat’a ama orada koptuk. Çünkü Gökhan Kamil’le Harun biletle alt tribüne, Salih’le ben de kombinelerle bu gözlerle sahayı göremeyeceğim üst tribüne! Üst tribüne ‘kovulan’ “Büyük Beşiktaş’ın büyük taraftarı”nın çoğu tıpkı benim gibi ‘yer mağduru!’
Parmağında gösterişli bir Türk bayrağı kakmalı yüzük bulunan eli telsizli görevliye anlatıyorum derdimizi, ama o çözüm üretmek yerine ‘sorunun bizzat kaynağı’nı adres göstererek bana akıl veriyor; “Sağır sultan bile duydu kombinelerin G kapısından gireceğini! Kulübe şikayet dilekçesi yazın!!” İyi de G kapısının üst tribün olduğunu biz ‘sağır sultanlara’ kim söyledi ki! O zaman bana niye alt tribün kombinesi sattı bu kulüp?
Batı üst tribünde herkes üst üste alt alta. Orta ve alt tribün ne halde bilmiyorum. Bu da statlarda devlet değil ama ‘insan güvenliği’ne ne denli önem verildiğinin açık göstergesi!.. Ha bir de ‘vatandaşlık numarası’ vererek alınan bilet komedisi var ki, onu yazmaya sayfalar yetmez!..
‘’Sağlam ve güvenli!‘’
Öyle ki; bu nedenle ilk yarı boyunca toplam 28 faul yapıldı ve bu nedenle de oyun sık sık durdu. Haliyle ‘lig alışkanlığı’na uygun pozisyonlar açısından durağan bir maç izliyordu ki, Beşiktaş’ın ‘sağlam kolonu’ Veli Kavlak sahne aldı. Almeida’nın gol vuruşuyla biten pozisyonda defansın arkasına sinmiş Olcay’a muazzam bir pas atarak gerektiğinde marifetli bir orta saha oyuncusuna da dönüşebileceğini gösterdi. Bu gol düğümlü maçın da çözümü oldu. Beşiktaş az ve öz gittiği Kasımpaşa ceza sahası içinde ilk yarı bitmeden iki gol daha bularak işini kolaylaştırdı.
Lakin takım Beşiktaş olunca temkinli olmakta her zaman fayda olduğunu bir kez daha kanıtladı üçüncü gole ciddi katkı koyan Serdar Kurtuluş. Yersiz bi’ faulle kendini attırarak esasen direnci kırılan Kasımpaşa’ya yeniden umut ve cesaret verdi.
Beşiktaş bu sağlam ve güvenli düzende bir iki maç daha oynayabilirse ilk gerçekçi hedefi olması gereken Şampiyonlar Ligi için epeyce yol alır. Samet Aybaba’nın geçen sezon söz ettiği ‘gizli hedef’ için ise oyununu biraz daha olgunlaştırması gerekir. Kuşkusuz ki, öndeki rakiplerini gözlemeyi de ihmal etmeyecektir.
Maç bitimi yazıyı tamamlarken NTV’den dostum Emek Ege, nükteli bir soru sordu; “Fernandes acaba Beşiktaş’ın el freni miydi?” Fernandes’in yokluğunda Beşiktaş’ın daha ‘dayanışmacı’ daha ‘sosyalist’ bir takıma dönüştüğünden söz etmek için bence biraz erken. Bilic sezon sonuna kadar sıkışan oyunlarda ondan yararlanacaktır kuşkusuz. Fernandes’in Beşiktaş’taki geleceği de daha çok bu ‘ihtiyaç anları’nda yapacaklarına bağlı görünüyor.
‘’Fernandessiz iş bölümü‘’
Maçın 10. dakikasına kadar ‘rakibi tartan’ ardından da oyuna tüm ilk yarı boyunca hükmeden Beşiktaş bunu neye borçluydu? Kuşkusuz ki, basit ve işlevsel oynama ısrar ve disiplinine. Bunda da Manuel Fernandes gibi topla kreatif ancak yine ‘topa tutkuyla bağlı’ olduğu için takım hızını düşüren bir oyuncunun kenarda oluşunun büyük etkisi vardı. Fernandes’in olmadığı orta saha topu paylaşma, oyunu hızlandırma konusunda hayli marifetli göründü. Rakip müdafaayı bol pasla savurup topu kenarlara indirme konusunda sıkıntı yaşamayan Beşiktaş golü de böyle buldu. Oğuzhan merkezli bir baskın anında sağ kanattaki boşluğu Atiba’dan daha hızlı kat eden Gökhan Töre, tıpkı geçen hafta Fernandes’e attırdığı goldeki gibi topu yine sol ayak dışıyla bu kez Olcay’ın kafasına servis etti.
Merak edilen Beşiktaş’ın çoğu maçta olduğu gibi ikinci yarı yine el frenini çekip çekmeyeceğiydi! Öyle olmadı. Topu ilk devreye göre bir parça daha az paylaşma başarısı gösterdilerse de rakiplerinin kullanmasına da izin vermediler. Ömer’in golüyle de zaten iştahsız rakiplerine oyunlarını iyice dikte edip, maça uzun süre hakim oldular.
Başta orta sahada Atiba/Veli seti, arkada oynadıkça güvenleri gelen Pedro Franco/Ramon Motta hattı maçın en göze batan ikilileriydi. Merkez oyuncu Oğuzhan’ı beslediği iki kenar Olcay/Gökhan ise hücum üstünlüğünü hep Beşiktaş’ta tutmayı başardı. Ta ki Sapara’nın golüne kadar. O andan sonra yaşanan paralize olma hali Beşiktaş’ta çözülmesi gereken en temel sorunun ‘gol yeme paniği’ olduğunu bir kez daha gösterdi. Çünkü, oyunu olgunlaşmış takımlar güven sorunu yaşamadıklarından böylesi durumlara en azından Beşiktaş’ın düştüğü sıklıkta düşmezler.
‘’Düşme potasına diş geçirmek!‘’
Hayır, “Rakibi tarttı” diyeceğim ama Hikmet Karaman takımının kalburüstü sayılacak tüm oyuncularını yanında oturtmayı tercih etmişti! Haliyle ‘tartacak’ bir Erciyes yoktu ortalıkta.
Neyse ki, önce ilk yarının sonunda ‘slalomsever Gökhan Töre’nin pası, ardından ikinci yarıda yine aynı oyuncunun dikine koşusu sonuç verince maçın dengesi Beşiktaş’a döndü. Üstüne bir de o ana kadar ortalıkta görünmeme konusunda özel çaba sarfeden Fernandes/Oğuzhan ikilisinden küçük olanı, bir göründü pir göründü ve maç kopar gibi oldu.
Lakin 70’ten sonra yine tipik bir Beşiktaş vardı sahada. Sadece ligin dibindeki takımları yenebilen Beşiktaş, oyunun son bölümünde topa sahip olma konusunda yaşadığı paralize olma halini bir kez daha yaşadı. ‘Şampiyonlar Ligi’ adayı kalesini savunmaya gayret ettikçe hem beceremedi hem oyunla ilgisi koptu.
Elinizde Almeida gibi yüksek bir oyuncu var ve ceza sahası içine kenardan top taşıyacak kanadınız yok... Bu duruma rağmen bir ‘ön libero’ daha alıyorsunuz. Amacınız Atiba’yı sağ bek yaparak kanat oynatmaksa, biri kalkıp “Peki bu Hilbert/Serdar değiş tokuşu kimin fikriydi?” diye sorsa, ne yanıt verirsiniz!
Erciyes gibi hayli ‘kırılgan bir takım’ karşısında son 10 dakikayı berabere kalma riskiyle oynayan bir takım için fazla iyimser şeyler yazabilmek mümkün olamıyor ne yazık ki...
Bir de sormak gerek... Başkanı’nın 15. dakikada gelebildiği ve ikinci yarısında ortalıkta görünmediği bir stada o takımın taraftarı hem de bu ‘düşük yoğunluklu oyun’ ortadayken hangi motivasyonla gelsin. Hasılı, bu yıl ‘Gezi direnişi’ sonrası ‘taraftarsız tribün’ düşleniyordu. Bu, hem manasız cezalar hem düşük seviyeli oyunlar hem de sürekli değiştirilen statlar yüzünden gerçeğe dönüştü. Hayırlı olsun!