Arama

Popüler aramalar

‘’Beklendiği kadar işe yaramaz‘’

Ronaldinho kadroya katılırsa nasıl bir etki yaratır?

Bir zamanlar Milliyet’te yazarken şöyle bir lakırdı etmişim; “Güzel oyunumuz, oyuncusu az, izleyeni çok olan bir gösteriye dönüşebilir ‘marka değeri’, ‘kârlılık’ gibi kavramlarla anılır oldu. Evet, arada bir ‘Ne güzel goldü’ dediğimiz de olmuyor değil ama o içten arzu da derhal biraz daha forma satmak için kullanışlı bir malzemeye dönüştürülüyor.” Aylardır sayfaları işgal eden ‘Ronaldinho transferi’ haberlerini oturtacağımız bağlamlardan biri bu; ‘forma satışı’ ve ‘marka değeri’! Gerçekleşmesi zor görünen ancak gerçekleştiğinde de beklendiği kadar işe yarayacağını düşünmediğim bir transfer girişimi olur bu. Sonucun nasıl olacağına dair bir örnek gerekirse, bir başka ‘görünür’ Ricardo Quaresma’da yaşanan ‘marka değeri/görünürlük/fayda/zarar’ sarmalını hatırlamak yeterli olur. Bu haberlerin bir başka ayağı ise takım değil de ‘yönetici görünürlüğü!’ Her Ronaldinho fotoğrafının bir kıyısında aylardır ikinci başkan Ahmet Nur Çebi’nin de fotoğrafına rastlıyor, adını okuyoruz değil mi? Meselenin bu yanını da gözden kaçırmamak gerek...

Manuel Fernandes’le sözleşme yenilenmeli mi?

Doğrusu ben Fernandes’in tartışıldığı kadar takıma katkı sağladığını düşünmüyorum. Öncelikle ‘devamlılığı olan’ bir oyuncu değil, ki Beşiktaş’ın bir futbolcuda en çok ihtiyacı olan şey bu. Çünkü, kadro dar ve haliyle her oyuncudan maksimum verim almak zorunlu. Beri yandan diğer bir ‘devamsız öğrenci’ Oğuzhan Özyakup’un olmadığı kadrolardaki performansı da yanlış düşünmediğimin göstergesi olur sanırım. Fernandes, basit ve işlevsel oynamak yani ‘topu oynatmak’ yerine ‘topla oynamayı’ tercih eden ve bu nedenle takımın ritmini düşüren bir oyuncu. Evet, top ayağındayken göze hoş gelen, ‘kreatif işler’ yapıyor ama ne kadar işlevsel o tartışılır. Yine de tüm handikaplarına rağmen makul şartlarda anlaşılırsa kalmasında fayda var çünkü en azından alışkanlıklar düzeyinde takımın önemli parçası ve şimdilik yerine birini bulmak zor. Bence esas sorun Fernandes değil de Hugo Almeida’da. O olmazsa Beşiktaş ileride ne yapar, işte büyük problem bu.

Takım, ikinci yarı iç saha maçlarını nerede oynayacak?

Bu sorunun yanıtı aslında basit; Kasımpaşa. Çünkü Olimpiyat Stad’ı kışın hem takım hem taraftar için zor koşullara gebe. Biraz ‘komplo teorisi’ gibi görünebilir ama şöyle bir analiz hiç akıl dışı değil; Beşiktaş yöneticileri önce Gezi, ardından da son siyasal gelişmelerle birlikte tribünde oluşan hükümet aleyhtarı muhalefetten fazlaca rahatsız oldu. Ve devam etmekte olan stat yapımı için epeyce kaygılandıklarından adı Recep Tayyip Erdoğan olan bir stattaki olası olumsuzlukları bertaraf etmeye çalışıyorlar. Bu nedenle Ahmet Nur Çebi, belki de murad ettiği bu değildi ancak hiç gereği yokken ve maç tekrarı kararında tek muhatap Türkiye Futbol Federasyonu iken Kasımpaşa için içinde ‘ezik’ kavramını barındıran cümleler kurdu ve manasız bir polemik ortamı yarattı. Ardından da bu “Nerede oynayacak” tartışması başlatıldı. Tek maç için bilet satılmayıp kombine satma uygulamasındaki ısrar da bu yöndeki şüpheleri güçlendiriyor. Öte yandan unutmamak gerekir ki, Beşiktaş’ın bu iki stat dışında bir yerde oynaması hukuki sorunlara neden olur. Öyle ya, sezon başında taraftarlarla yapılan sözleşmelerde Kasımpaşa için bir, Olimpiyat Statı için iki kombine verilmişti. Şimdi sözleşmeler ortadayken bir başka stata hicret etmek mümkün görünmüyor. Bir başka şehirde oynamak ise imkansız. Ayrıca, diyelim Şükrü Saracoğlu’nda anlaşıldı. Bu kez de kombinelerde “Tek mi çift mi?” sorunu ortaya çıkacak ki, işin içinden çıkmak zor görünüyor.

İlk yarıyı zirvenin uzağında bitiren Beşiktaş’ın ikinci yarıdaki şansı ne kadar?

Beşiktaş son maçların ikinci yarılarında çok ciddi tempo kaybına uğradı. Bunun kondisyonla ilgisi olduğunu sanmıyorum çünkü koşu mesafeleri çoğunlukla rakiplerin önünde çıkıyor. Ancak Slaven Bilic’in de belirlediği gibi takımda bir ‘sürat’ ve ‘kuvvet’ sorunu yaşandığı açık. Orta saha oyuncularının kronikleşen ‘devamsızlık sorunları’ gerek hücum gerekse müdafaa hattı için ciddi sıkıntı yaratıyor. Maçların ikinci devrelerindeki kopuşları buna bağlıyorum. Yedek kulübesindeki oyuncu varlığının yetersizliği bir başka olumsuz etki. Atiba’nın ister istemez ‘joker oyuncu’ya dönüştüğü bir takımda ‘omurga oluşturmak’ da imkansızlaşıyor. Bir diğer kronik sorun sakatlıklarıda parametreler arasına ekleyince işler iyice zorlaşıyor. Kendi adıma tüm ‘olumlu algısı’na rağmen Slaven Bilic’in fark yaratabildiğini söyleyemem. İbrahim Toraman gibi ligin gediklisi bir oyuncunun kullanılabileceği onca maçta göz ardı edilmesi, Pedro Franco’nun bir dakika bile süre alamaması büyük handikap! Bu sorunlara el atılmalı. Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ritmini yakalayabilmek bu halde zor görünüyor. İkinci devre orta sahaya yapılacak bir transfer ve Almeida sorununun çözümü ilk üç sıra için Beşiktaş’ın kısa vadeli gerçekçi hedefi olarak görünüyor.

02 Ocak 2014, Perşembe 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Nazire yapar gibi!‘’

İlk 30 dakika daha doğrusu golü bulana kadar ağır aksak giden oyunun temposunu Antalya belirliyor. İbrahim Dağaşan başta olmak üzere Antalyalı oyuncular top ayaklarına ulaştığında, 'düşüne taşına' paslaşıp tempoyu iyice aşağı çekerken ağır Trabzon müdafaasının hatasını kolluyorlar. Ancak yeterli hıza ulaşamadıklarından o nekledikleri hata da bir türlü gelmiyor. Sonunda Sol Bamba bir yüksek tpu sektirebileceği en kötü yere doğru kafayla uzaklaştırıyor ve orada bekleyen Zeki de en iyi vuruşunu yapınca Antalya golüğ buluyor.

Gol sonrası Trabzon hafif tempoda kıpırdayınca maçın yüzüne de renk geliyor. Kaleci Fornezzi iki gollük vuruşu çıkartıyorsa bile Malouda'nın üçüncü gollük vuruşu olan penaltıyı doğru köşeyi bulmuş olsa da kurtaramıyor.

Zaplıyorum bir sonraki kanala... New Castle United-Arsenal oynamıyor, tek kelimeyle 'uçuyorlar.' Arsenal deplasmanda 0-1 önde. Tempo, hız, pas, mücadele ne ararsan var... Düşükten de düşük yoğunluklu Trabzon-Antalya maçına geri döndüğümde bir Müslüm Gürses şarkısı düşüyor aklıma: ''Hakkımız değil mi bizim de gülmek/Bizi bu fark yaraları öldürür...' İki oynama biçim arasında bu kadar fark olmak zorunda mı? Fark makul ve kabul edilebilinir bir seviyede olamaz mı?

İkinci yarıda da 'düşüne taşına oynama hali' aynen devam ediyor. Ancak roller ilk yarının tersine işliyor. Trabzon arıyor, Antalya fırsat kolluyor. Tabii bu arada Fornezzi'nin takımı lehine muazzam katkısı da devam ediyor.

Trabzon'da Malouda/Bosingwa ikilisi akıl koyarak oynamaya gayret ediyorlar. Lakin takımlarında onlara katılacak oyuncu sayısı sınırlı olduğundan herkes gibi onlar da vasat görünüyorlar. Bir tek Olcan Adın oyuna hız, tempo katma konusunda öne çıkıyor. Ancak o da takımın parçası olarak değil 'solo atarak' yapmaya çalışıyor tüm bunları. Ve bu durumu Emre'ye indirdiği gol pasıyla taçlandırıyor.

Maç 2-1 bitiyor, kurtuluyorum. Ve sevinçle iki ileri Chelsea-Liverpool maçına zaplıyorum..

30 Aralık 2013, Pazartesi 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Eldeki kadro bu‘’

Beşiktaş’ın ‘kadro mühendisliği’nin sorun yarattığına defalarca vurgu yapmıştım.Yedek kulübesi bu kadar sınırlı sayıda yetenekli oyuncu barındıran, en iyilerinin bu sıklıkta sakatlandığı bir takımda işleri yoluna koymak kuşkusuz ki zor olacaktı. Bu maç bunu bir kez daha gösterdi.

Sormak gerek... Atiba/Fernandes/Oğuzhan üçlüsünün olmadığı bir takımın kaptığı toplarla oyuna hükmedebilmesi için orta sahada kiminle oynamalı? Herhalde ‘top a∫ığı’ Gökhan Töre ya da yegane özelliği boş alanda topla buluştuğunda hamlelenmek olan Olcay Şahan’la değil! Ancak eldeki kadro başka bir plana imkan vermeyince ortaya da ister istemez böylesi oyunlar çıkıyor.

Maç başlayıp ilk 20 dakikayı izledikten sonra önümdeki kağıda şöyle bir not düşmüşüm; “Bu maç ancak Gençlerbirliği oyuncularının yapacağı büyük kazalarla Beşiktaş’a döner.” Ligin ilk dört haftasının aldatıcı olduğunu çoğu Beşiktaşlı tahmin etmek istemiyordu ancak durum oydu. Hele ki bu maçtan önce oynanan Elazığ maçının ölçü olması mümkün bile değildi. Ancak, unutmamak gerekir ki, ‘galibiyet aldatır.’ Bu da öyle oldu.

Beşiktaş, Veli/Necip orta saha savunma hattıyla topu ele geçirme konusunda büyük efor harcarken, topu kaptığı anlarda ise onu işlevsel kullanma konusunda herhangi bin plana sahip görünmüyordu. Bunun da nedeni, varsa o planı hayata geçirecek oyuncuların olmayışıydı. Geriye sadece, ‘kişisel performans’lar kalıyordu ve Mehmet Özdilek de ona hem ‘yakın oynatıp’ hem de olası gedikleri garanti oyuncularla kapatarak çözüm üretmişti. Örneğin, esasen müdafaa önü oyuncu olan Gosso’nun Beşiktaş’ın yegane saldırı kanadı olan sol tarafını kapatması gibi.

Beşiktaşlılar’ın topu kendi aralarında paylaşmasına izin vermeyen Gençlerbirliği oyuna hükmedemediyse de öne geçtiği ‘vasat oyun’un rakibine dönmesine de izin vermedi.

Son haftalarda ikinci yarıları oynayamama konusunda ciddi bir sabıkaya sahip olan Beşiktaş bu maçta da aynı sıkıntıyı yaşadı. Özellikle Mustafa Pektemek/Ömer Şişmanoğlu oyuna dahil olduktan sonra sadece ‘ileri uzun top’ ya da ceza sahası çevresinde yakalanan duran top pozisyonlarına bel bağlanıyorsa bu işte bir iş olmalı.

Bogdan Stancu 47. dakikada o akıl almaz golü kaçırmasa bu düzendeki Beşiktaş’ın iyice dağılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bir takımın en iyi oyuncusu topla buluştuğu kısa anlarda onu takımı lehine ‘verimli hale’ getirmeye çalışan en uçtaki Hugo Almeida’ysa ve ona top indirecek farklı planlarınız yoksa bu takımı iyileştirmek en azından kısa süre mümkün olmayacaktır.

En arzulu olanı Uğur

Uzun zaman futboldan uzak kalmış olmasına rağmen Beşiktaş’ın en arzulu oyuncusunun Almeida ile birlikte Uğur Boral olması şaşırtıcı değil mi? Bu tecrübeyle açıklanacaksa takımdaki gençlerin kafalarını ellerinin arasına alıp eni konu düşünmeleri gerekir. Gosso’nun orta sahaya kat ettiği anları fırsak kollayıp rakibin sağ kulvarına sızan Uğur, sınırlı sayıdaki olgun atakların baş aktörüyse Beşiktaş’ın işi hayli zor.

Olcay’ın yaptığı

Dakika 57. Hakem Özgür Yankaya faulu çalmış ki o pozisyonda karar tartışılabilir - ve ‘düdüğü bekle’ diye de not düşmüş. Kaleci hazırlanırken Olcay Şahan’ın topa vurmuş olmasını nasıl açıklamalı bilemiyorum. Gerçi Olcay, maç sonu “Hakem oyna” dedi gibisinden birşeyler söyledi ama ‘düdük işareti’ni bizim gibi o da görmüş olmalı. Beri yandan ‘top yapıcılar’ın olmadığı bir takımda Olcay’ın hele de Gökhan Töre çıktıktan sonra tüm samimiyetine rağmen yegane ‘top yapıcı’ olarak kalması Beşiktaş’ta hem ‘kadro’nun hem de işlerin çok çok zor olduğunun açık göstergesidir diye düşünmek gerek.

Toraman’ı bir kez daha düşünmek

Beşiktaş’ın kadrosu sınırlı... Beri yandan elde cezalı iki oyuncu var... Belki Sezer Öztürk kullanılabilir durumda değil ama Serdar Kurtuluş’un bu denli yetersiz kaldığı bir takımda İbrahim Toraman’a duyulan ihtiyaç - Atiba’nın yokluğu da düşünüldüğünde - gün gibi açık. Bu ligin tecrübeli oyuncularından İbrahim Toraman’ın gerektiğinde müdafaa önü, gerektiğinde stoper ya da sağ bek olarak kısa vade çözümler için işe yaracağını bir kez daha düşünmek gerek.

Hugo Almeida şart!

Bu maç bir kez daha gösterdi ki, Hugo Almeida bu takımın olmazsa olmazı. Fernandes’le sözleşme yapılmayabilir belki ama Almeida gibi hem takıma hücumda herkesten çok yarar sağlayan hem de Dünya Kupası’nda sükse yapma ihtimali olan bir oyuncuyla anlaşılma yolunun bulunması, Beşiktaş’ın menfaatine olacaktır diye düşünüyorum.

28 Aralık 2013, Cumartesi 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Zevkli maç‘’

İlk beş ve 20-30 arasında Trabzonspor maçta ağır basan taraf. Gol arıyor, pozisyon üretiyor. Hele 23. dakikada Gökhan Zan'ın bedeninin özelliklerini aşan 'çuvallamasında' Gustavo Colman karşı karşıyada topu dışarı atınca Roberto Mancini'nin yerinde olmak isteyen biri var mıdır acaba? 30. dakikada Mustafa Yumlu'nun arkaya aşırdığı topa 'foto finiş'le yetişemeyen Henrique maçın ritminin Trabzon'a dönmesini de engelledi.

Sonrası... Sonrası malum... Galatasaray vites yükseltiyor. Baskı "Gol her an gelecek" dedirtiyor ama o gol gelmiyor. 33'te Sneijder deniyor olmuyor... 40'ta yine Sneijder deniyor bu kez Onur şahane çıkarıyor. İlk yarı 0-0 bitiyor ama maç diyor ki; her an gol olabiliir, bekleyin... Bekliyoruz...

İkinci yarı ilk yarının izini sürerek başladı. Galatasaray, Sol Bamba'nın kurduğu direniş hattını aşmak için her yolu deniyor. Ancak Trabzon pusuya yatmış bekliyor. 59'da Yusuf-Henrique işbirliği sonuç alamadı. Ancak 60. dakikada Sneijder/Drogba/Sneijder/Burak şans golüne 67'da Olcan'ın şahsi gayretiyle verdiği yanıt oyuna renk üstüne kattı. Tam oyun dengeye gelir mi diye düşünürken Melo-Sabri-Selçuk-Burak bandının çalıştığı anda gol geldi.

Evet, Galatasaray maçı koparmıştı ve Trabzon'un işi 'kişisel beceriye' kalmışken 74. dakikada Drogba-Sneijder-Burak saldırısında top 'resmen ortada kaldığında' oralarda sarı-kırmızı formalı kimseler yoksa biraz da bunu iki ceza sahası içinde oynamaya alışmış Selçuk İnan'ın o an için pozisyona gücünün yetmemesine yani 'yokluğu'na bağlamak gerekmez mi?
Bir oyuncu, Onur Kıvrak, birçok maçta olduğu gibi bu maçta da takımının en iyisi ise bu işte bir iş olmalı. Sol Bamba ve Onur Kıvrak takımlarını ayakta tutuyorsa Mustafa Reşit Akçay'ın ve Trabzon yönetiminin biraz daha ders çalışması gerekir sanırım.

Galatasaray farklı kazanacağı bir maçı Onur Kıvrak'ın üstün performansı nedeniyle 2-1 tamamlayabildi. Ancak oynama düzeninde yarattığı gelişme, dahası Wesley Sneijder'ın ligin ikinci yarısında göstereceği yükseliş ligin düğümünü çözecek önemli hamlelerden biri olacaktır. Şampiyonlar Ligi ve Türkiye Kupası'ndaki performansları "yorulurlar" benzeri fazlasıyla fuzuli analizlerin tersine onları ligin tepesine doğru itecektir.

23 Aralık 2013, Pazartesi 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu dizilişle en iyi skor‘’

O ehliyetsizlerden biri de Okan Buruk. Kağıt üzerinde teknik sorumlusu İrfan Saraloğlu Elazığ’ın ama ‘gerçek hoca’ ehliyetsiz Buruk. Kimse de sormuyor; “Neden ehliyetini almadın bunca zaman?” diye. Ki, ‘ehliyetsiz sürücü, diplomasız doktor’ sayısı bir ile sınırlı da değil. Böylesi çapaçul bir düzende oyunun, oyuncunun geliştirilebileceğini düşünen birileri var mı aramızda?

Beşiktaş takımının ‘omurgası’nın yarısı ya sakat ya cezalı. Sahadakilerin yarısı da ön çapraz bağ sakatlığı yaşamış oyuncular ki bunlardan dördü aynı sakatlıkla iki kez boğuşmuş. Yedek kulübesine bakıyorsun oyuna dahil edildiğinde ibreyi bir milim kıpırdatacağına inanılan tek oyuncu yok. Haliyle Biliç, oyunu son 15 dakikaya kadar tutabilecek bir düzenle oynattı takımını. Bu nedenle daha önceki maçlarda gördüğümüz ilk devresi tempolu bir Beşiktaş yoktu sahada. Attığı ilk gol için, “Elazığ müdafaası yedi” demek daha doğru olur. Elazığ’ın 5-6 pasta attığı gol içinse, “Beşiktaş’ın Uğur Boral-İsmail Köybaşı koridoru başta olmak üzere defans değil ‘eşlik edici’ tarzları neden oldu” demek yanlış olmaz kanaatindeyim.

Bu haliyle ligde kalması zor görünen Elazığ karşısında, Kasımpaşa maçında yaşananların daha ağır bir travmaya dönüşmemesi için bu maçı mutlak kazanmak zorundaydı Beşiktaş. Bunu mevcut dizilişle alabileceği en iyi skoru alarak başardı. Şimdi önünü görebilmesi için Fernandes ve Almeida’nın sözleşmelerinin bir biçimde halledilmesi gerekiyor. Ve elbette başta sağ bek olmak üzere onarılması gereken bir-iki mevkii üzerine de eni konu çalışmaları...

22 Aralık 2013, Pazar 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kim yazdı kim bozdu?‘’

Bilirsiniz bu ülkede birisi çıkıp “Ben devleti yönetiyorum sen kim oluyorsun” dediği zaman akan sular anında durur ve likit özelliklerini kaybedip hafif kıvamlı katı hale geçerler! Bu “Ben devletim” umacısıyla yakın zamanda Prof. Canan Karatay’ın nasıl dolandırıldığını hepimiz okuduk. Ne demişti hoca ‘devlet’ (polis) sözünü duyduğu an için; “Adeta hipnotize oldum..”

İşte devleti bu çerçevede ele alınca 6222 sayılı yasa daha iyi anlaşılır hale gelir. Hatırlanırsa bu ‘anti-holigan yasaları’ -ki 6222 sayılı olanı da buna dahil- kurgulanırken ‘maça gidecek masum bireyi koruma’ gerekçesiyle yazılmıştı! En azından iddia oydu. Ancak özellikle sporla ilgili olan düzenlemeler ‘suçun şahsiliği ilkesi’ne dayandırılmak yerine tüm kalabalığın toplu olarak cezalandırılarak terbiye edilmesi hattına oturtulunca iş amacından uzaklaştı. Sahaya atlayan biri/birileri için tüm tribün cezalandırılma yoluna gidilince -saha kapatma gibi- kişisel suç ‘düşmüş oldu.’ Çünkü bir suçtan iki ayrı cezalandırılma mümkün olamayacaktı. Öte yandan benim gibi kombine parasını peşin verip maça gidemeyenlerin hakkını koruyacak uygulamaların yokluğu da mağdur sayısını daha da kalabalık hale getirdi.

Hatırlanırsa bu suçlar için öngörülen abartılı ve uygulamaya konulması güç cezalar yazılıp yasalaşmadan önce bir çok kişi duruma itiraz etmiş ancak hepsi ‘devlet baba’ tarafından kulak ardı edilmişti. Çünkü, o gün yasa yoluyla terbiye pek makbul bir yöntemdi. Ancak gelin görün ki, ne sahaya atlayana ne oyuncu/hakem kovalayana ceza verilmeyince bu kez de cezayı bir başka ‘suçlu/kabahatli’ye uygulamak mümkün olmadı, olamadı. Öyle ya, hukukun ‘eşit suça eşit ceza’ ilkesi türlü gerekçelerle hayata geçirilmemişti.

‘Devlet büyükleri’nin meseleyi ele alış biçimleri ise hem sorunluydu hem de süslü demeçler ve içi boş sloganların ötesine geçemiyordu. Yasanın özellikle İstanbul’un üç büyüklerinin (Tanıl Bora bu üçlüyü ‘oligarşi’ olarak adlandırıyor) kalabalık taraftar topluluklarının aleyhine işletilemiyor oluşu adalet duygusunun iyiden iyiyi zedelenmesine yol açtı.

Her hafta yapılan manasız hakem tartışmaları ışığında zaten her koşulda hakkının yendiğini düşünen geniş bir mağdur kalabalığı oluştukça da abartılı cezalar hepten işlemez hale geldi. Haliyle bundan sonra işletilmesi de en azından ‘teamüller açısından’ pek mümkün görünmüyor.

17 Aralık 2013, Salı 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu kadroyla zor‘’

Onun yokluğunda sadece Olcay/Ramon Motta hattına mahkum kalan ‘tek kanatlı’ Beşiktaş ilk yarıda Oğuzhan/Fernandes/Atiba üçlüsünün basit ve seri oynadığı anlarda topu öne taşımayı başardı. Hatta biraz dikkatli olabilseler attıkları dışında birden fazla gol de bulabilirlerdi. Ancak belirleyici olan ilk yarıda yapılanlar ya da yapılamayanlar değil daha çok ikinci yarıdaki tutum olacaktı. Öyle ya; 2-3 haftadır ikinci yarılar konusunda kötü bir şöhrete sahipti Beşiktaş. Maçın ikinci yarısının hemen başında yenen beraberlik golü de derinde yatan ürkekliği yeniden su yüzüne çıkartmış olmalı ki, ilk yarıya göre oynama biçiminde gözle görülür bir çözülme yaşandı. Oysa Kasımpaşa daha çok ‘solo performansları’na güvendiği oyuncuların marifetlerini sergilemesine bel bağlamış görünüyordu. Ancak Beşiktaş sindikçe onlar da yüklendi ve her hafta başka bir düzensizliği onarmaya çalışan Beşiktaş’ı kıstırdılar.

Oyun zaten dağılmıştı ama Kasımpaşa tribününden sahaya atlayıp Fernandes’e tekme atan vatandaşın başlattığı ve Ramon ile Almeida’nın atılmasıyla sonuçlanan süreç maçın da bitimi oldu. Slaven Bilic ikinci yarı oynama konusunda ne tür bir tedavi uygular bilinemez ama bu kadro yapısı ve bu yedek kulübesiyle işler hayli zor görünüyor.

16 Aralık 2013, Pazartesi 01:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sorun aslında bildiğiniz gibi değil‘’

Pekala Atiba ya da Serdar Kurtuluş da olabilirdi! Beşiktaş’ın en azından ilk yarıdaki şansı, Sivas kadrosunda birbirine benzer özellikte çok oyuncunun olmasıydı. Bu nedenle de Sivas hücumda oyununu çeşitlendirmeyi bir türlü başaramadı ve ibre hep Beşiktaş ’tan yana oldu.

Beşiktaş, ilk devre boyunca ‘basit ve işlevsel’ oynayarak bir gol attı ayrıca çok net 3-4 pozisyon yakaladı. Ancak bu pozisyonların ilk 30 dakikaya yığılmış olmasının büyük bir sorun olduğu maç bitimi daha net anlaşıldı. İlk devrenin son 15 dakikasında oyunun dengeye gelmesi devre arasına gidilirken Beşiktaşlılar’ın aklında sanırım, futbolun yazılı olmayan kuralı “Atamayana atarlar”ı getirmiştir. Öyle de oldu zaten.
İkinci yarı Beşiktaş maç boyu boşboş koşturduğu Almeida’yı yorduğu için ikinci yarı ne bu oyuncuyu topla buluşturdu ne de varlığından yararlanabildi. Elbette ritmin düşüklüğünde topsuz oyun sevmeyen Fernandes’in ‘toptan bir türlü vazgeçmez tutumu’nun rolü vardı. Beşiktaş bu nedenle oyuna bir türlü hız kazandıramadı. Da Costa’nın golünün ardından Beşiktaş silkinecek diye bekleyenler oldu fakat bence buna ne niyeti ne de hali kalmıştı.

Ülke oynama vasatını aşamayan, disiplinsiz, iki takım açısından da oyun düzeninin olgunlaşamadığı bir maç izledik. Bu kadro yapısı ve bu oynama haliyle Beşiktaş’ın daha çok çalışması gerekir diyeceğim ama ortada bir çalışma sorunu olmadığı da net... Öyleyse sorunun oyuncuların önemli bölümünde ‘modern zamanların futbol bilgisinin eksikliği’nden kaynaklandığını söylersem, yanlış bir tespitte mi bulunmuş olurum?

10 Aralık 2013, Salı 01:30
YAZININ DEVAMI