‘’Türk usûlü‘’
Stat yapımları için onca para döken 'devlet aklı' acaba tribünleri doldurma konusunda kafa yoranlara kulak verir mi? Yoksa 'holiganizm ve şiddet öcüsü'yle maça gitmeyi düşünenleri korkutmaya devam mı eder? Sanırım yine ikinci seçenek kazanır...
* Uzun süredir tribünde pas tutan Christian Baroni ile Emre Belözoğlu oyunu Fenerbahçe adına kurmak, yönlendirmek ve yönetmek için sahada ama en azından ilk 20 dakika fark yaratabildiklerini söylemek güç.
* Dirk Kuyt, ilk devre boyunca yine topun olduğu her yerde... Şaşırtıcı mı? Değil. Soru şöyle sorulmalı; sahadaki diğerleri neden kendi bölgeleri için aynı şeyi yapmıyor, yapamıyor?
* Randal Azofeifa, kendisini Kayseri'ye taşıyan Fuat Çapa'yı da kurtaran bir vuruş yapıyor uzaklardan. Sağ ayak içiyle sert gönderiyor. "O mu atıyor, Volkan Demirel mi yiyor" sorusunu yanıtlamak hayli müşkül görünüyor. Ben bu golü topu doğru adrese gönderene yazarım.
* Maç 20-30 arası hareketli ama dengeli değil. Ritmi 'oyuna hükmeden paslar'dan çok, iki takım oyuncularının sık sık kaptırdığı toplar belirliyor. Hücumlar daha çok 'başıbozuk' ve doğaçlama tonda... Bakalım ikinci devre sahaya 'akıl' hükmedebilecek mi?
* Caner Erkin'in sorunu esasen ülke futbolcu ortalamasını da gösteriyor. Gereksiz öfke, kontrolsüz akıl, bilinçsiz edim.. Sonuç; zarar. Hem takıma hem kendine hem oyuna...
İKİNCİ YARI; PARLA VE SÖN
* İkinci devre de ilk devre benzeri dengesiz arayışlarla başlıyor. Emre uzun toplarla arkaya adam kaçırmaya çalışırken, Baroni ceza sahası civarında sekenleri kolluyor. Kayseri Erciyes ise Sinan Kaloğlu'nun 'yalancı koşuları'nın yaratacağı efektlere bel bağlamış görünüyor.
* Emre yine bildik Emre. Al Emre'yi vur ilk devre kontrolünü kaybetmek üzereyken oyundan alınan Caner'e... Belki istemeden belki pozisyon gereği rakibine arkadan vuruyor. Hakem Halis Özkahya görüyor, oynatıyor, oyun durunca da durumun gereği olan o haklı sarı kartı gösteriyor. Emre o tanıdık halleriyle öyle bir itiraz ediyor ki, sanırsınız hakem dahil hepimiz o ara başka bir şeye bakıyor, başka işle ilgileniyoruz. Tamam belki bazılarımız kaçırmıştır ilk anda pozisyonu ama az sonra ağır çekim gelecek ve göreceğiz. Acaba Emre hepimizi 'şaşkın', teknolojiyi de şaşı mı sanıyor? Bu açıklıkta bir durumu bu öfke, inat ve ısrarla sürdüren birinin hayatın diğer alanlarında referans kabul edilmesi hayli zor olsa gerek diye düşünüyorum.
* 60. dakidan sonra Fenerbahçe cıvataları biraz sıkıyor ve rakibini oyunun son bölümünde paralize edeceğinin sinyallerini vermeye başlıyor.
* Ama Jorgacevic gününde. Hep dikkatli, oyuna konsantre ve iyi yer tutuyor.
* Fuat Çapa için bir 'hücum futbolu' ilizyonu yaratılmıştır öteden beri. Ben organize edilmiş bir atağını göremedim Erciyes'in. Kapılan toplarda örneğin, İbriçiç ya da Azofeifa'nın marifetlerine muhtaç olma dışında oyuna akıl koyma ya da hükmetme konusunda bir varlık gösteremediler doğrusu. Bu, bildiğimiz 'kalabalık savunma yap, bulursan kontraatağa çık' formülüne dayanan futbol... Ki, bu ülkede yıllardır bunu izlemekten bezdik!..
* 80'e doğru Fenerbahçe'nin de harı sönüyor. Erciyes oyunu 'vasatlıkta eşitliyor.' Biz de buca yıldır dinlediğimiz nakaratı bir kez daha dinlediğimizle kalıyoruz! Doğru. Bu kadar harcamayla ilk beklenti Fenerbahçe'nin fark yaratması. Ama ne yazık ki, ülkedeki hakim oynama biçimi her şeyi dipte eşitliyor. Acaba, insanların maç izlemek için stadyumlara gitmemesinin temel nedenlerinden biri de bu 'Türk usulü yavan futbol' olabilir mi?
* Ve önce ilk golde Sow'u sonra son saniyede Emenike'yi en arkada unutuyor Erciyes müdafaası. Böylece futbol değilse de Fenerbahçe ve taraftarları kazanmış oluyor.
‘’İğneyle kuyu kazmak‘’
* Maç başlarken merak ettiğim sorular var! 'Total futbol tasavuru'nun anayurdu yenilenen kuşağıyla, 'motivasyon eksenli kaos futbolu'na karşı nasıl oynayacak? Merak ediyorum, sürekli not ve istatistik tutan 'matematikçi Van Gaal'in takımına karşı daha çok oyunun duygu yanıyla anılan Fatih Terim neler tasarladı?
* İlk bakışta sağ kanattaki 'arkaya kaçıcı Olcan Adın' ilginç bir hamle gibi görünüyor. "7. dakika hamlesi gelecek dakikalar için umut verecek gibi duruyor" derken Robben kendisini bile şaşırtan basitlikte bir duran top golü atınca iş yine 'efsane/destan yazma mitolojsi'ne kalacak gibi duruyor.
* Fatih Terim takımlarının alameti farikası olan ilk 20 dakika 'total futbol'un hakimiyetinde geçtiyse de 20-27 arasındaki üç dört pozisyondan gol çıkarmak gerekiyordu. Ancak unutmamak gerekir ki, bu baskıdan gol çıkaramayınca ileride oynamanın yarattığı coşku 'geride unutkanlık' tuzağına düşme riski taşır ki, bunları yazarken Hollanda iki pozisyon buldu bile.
* Burak topu 44'te ayağından açınca sanırım tüm ülkede ve memleketlilerin olduğu gezegenin her yanında bir tür 'öfke patlaması' gerçekleşti.
* ilk yarı boyunca özetle; milli takım iğneyle kuyu kazıp, gayret sarf ederek pozisyon bulurken Hollanda sakin, basit ve işlevsel oynayarak gol aradı.
VE İKİNCİ YARI
* İkinci yarının başındaki Sneijder golünün yenmesi ya da diğer deyişle atılmasındaki ilke, üzerine en çok düşünülmesi gereken şeydir... Onların finalde duyduğu bireysel beceriye biz atak başlangıcında muhtacız. İşte futbol aklı da farkı da burada ortaya çıkıyor.
* Böylesi bir maçta Burak çıkarken gösterilen tribün öfkesi, futboldaki 'gerçek' ile 'ihtimal' arasındaki dengede 'ihtimal'e bel bağlamanın anlaşılabilir sonucu. Unutmayalım ki, 'mucize/efsane/destan sarmalı'na kilitlenmiş düşünme alışkanlığı hayalkırıklığının da sınırıdır.
* Tribün suskunluğu, oyunun en temel öğretisi 'eğlence'nin bu ülkede sadece kazanmakla eşdeğer tutulduğunun açık göstergesi. Tribün eğlenemeyince oyunu da ayağa kaldırmak mümkün olamıyor. Ve bu sarmal oynayanı da izleyeni de aşağı çekiyor.
* Tüm maç boyunca kanaatimce temel fark şuydu; biz bir pozisyon kurgularken ya bireysel becerinin belirleyiciliğine ya da bir kaç oyuncunun aşırı eforuna ihtiyaç duyarken Hollanda 'total futbol tassavuru'nun da getirisiyle 'topu oynatarak' arayış içindeydi. Bu esasen milli takımın değil ülkedeki hakim oynama biçiminin sıkıntısıdır. Ve tahmin edilebilir ki, bu ülkede üzerine en az düşünülüp konuşulan konu budur.
* Ve finalde yanımda oturan Gökhan Kamil Yılmaz maça noktayı şöyle koydu; "N'olacak abi gücün bu kadar. Ne olmasını bekliyoruz ki?" Bu, ülkede sonucun böyle olacağını ağırlıklı olarak sezenlerin ama 'ihtimal' olarak umut edenlerin maç sonundaki ortak kanaatidir sanırım.
‘’Umut gecesinden hızla tutulmuş notlar‘’
Arda’nın kolu kendine ‘zimmetlenen çocuğun’ omzunda, sanki Bayrampaşa Altıntepsi’den bir arkadaşının çocuğuymuşcasına onunla güle eğlene sohbet ediyor. Bu hürmet, bu naiflik, bu muhabetle büyüyen ve yaşayan birisi her koşulda büyük futbolcu olur, Arda Turan olur.
* Futbolda farkı arka oyuncular yaratıyor. Gökhan Gönül/Caner Erkin ikilisi milli takımın olduğu kadar Fenerbahçe’nin de en ayırt edici üstünlüğü. 22’de Umut golünde kafa vuruşu kadar kıymetli olan o topun Caner tarafından kafaya indirilmesi de değil mi? Hatta golden daha fazlası?
* İkinci yarı başlar başlamaz yaratılan ilk pozisyon bize en eski doğruyu hatırlatıyor; futbol basit bir oyundur ancak zor olan basit oynamaktır. Umut basit oynuyor, Gökhan Töre basit oynuyor, Burak da en iyi bildiği o gösterişli vuruşunu çıkarıyor.
* Sadece dayanıklılık ve oyun disiplini üzerine kurulu görünen Estonya ile farkımız ‘topla kreatif’ oyuncu sayısındaki farkta. Arayan, araştıran bizimkiler ancak eksik olan bunu bir disiplin içinde yapamıyor oluşları. Hayatımızın her alanında yaşadığımız ‘toplumsal sıkıntılar’ futbolda da kendini gösteriyor. Az ‘toplumsal’, çokca ‘bireysel..’
* Hollanda maçından gelen haber bugün için sevindirici elbette.. Ancak bunu salı günü için düşünürsek ‘vites yükselterek’ FIFA sıralamasında ilk sekize girmeye çalışan bir futbol makinasına karşı dün akşam oynanan oyun umut verici mi, işte işin o yanı benim için büyük bir soru işareti...
‘’Müthiş maç mı ?‘’
Bu ülkede futbol, 'takım tutma' ve oyunu bu 'takım tutma' hadisesine saplanmadan açıklamaya çalışma hattına geçmedikten sonra doğru verilerle tartışılamayacak ve sanırım bu nedenle de gelişemeyecek. Ligin 'en değerli' dört takımından ikisi karşılaşıyor ve maçtaki pas kalitesi amatör karşılaşma seviyesini aşamıyor. Ne sahayı kullanabiliyorlar ne de topu! Tek fark para. Fenerbahçe bütçe olarak daha yüksek değerli oyuncularla dolu ve haliyle ilk yarı boyunca daha baskın görünüyor, ancak bu sadece 'görüntü.' Orta sahasında top yapıcı Alper Potuk, Samuel Holmen ve kesici Mehmet Topal, Trabzonsporluların hatasına bağlı bir performans çizgisindeler. Tek olumlu şey Dirk Kuyt, Pierre Webo ve Moussa Sow takım topu kaptırdığı an müdafaa önündeki yerlerini anında alıyor. Ancak bu durumun dezavantajı da şu; hücuma yerleşirken zaman kaybı oluyor ve Trabzon müdafaası dengeyi kuruyor. Alper şaşırtıcı derecede olumsuz pas tercihleri yapıyor ve oyunu hızlandırma konusunda gereken etkiyi gösteremiyor.
Trabzon, Malouda'ya kilitli görünüyor... Oynadı oynuyor, oynamadı bekliyor. İkinci devre Adrian ortaya çıkmadan farkı da yaratamayacak diye düşünüyorum. Olcan sol bekte oynamakta hücum sezgisini yitirmiş gibi. Bir Paulo Henrique çalışıyor ama onun da en yakın arkadaşı 15-20 metre uzağında.
İlk devre sonunda yayıncı kuruluşta maç anlatan arkadaşlar yüksek volümde ilk yarı kalitesinden söz ediyorlardı. Son 5-7 dakikayı -ki o da şuursuz bir baskı - dışarda tutarsak sanırım televizyon başka bir maçı yayınlıyor bizim olduğumuz yerde.
Gelelim ikinci yarıya...
Yayıncı kuruluşta maçı anlatan arkadaşlar ilk yarıda ne gördülerse aslında ikinci yarıda da o vardı; plansız oyun, savruk hücum. Kim adına? Fenerbahçe. Trabzonspor futbolcu kalibresine göre oynarken bekledi ki, rakibi plan değiştirsin. Ersun Yanal, sürekli artık her şeyin değiştiği yolunda röportajlar veriyor ancak şu oyunla neyin değiştiğini tespit etmek pek mümkün olamıyor. İnsan sormadan edemiyor, Baroni oyuna etki edecek bir oyuncu değil mi ya da etki edecek bir ritme kavuşturalamadı mı? Bu maç için Fenerbahçe aleyhine eksik olan, 'oyun aklı'ydı. O da Baroni'yle tesis edilebilirdi.
Trabzon ise sol tarafta nedense Yusuf Erdoğan gibi 'fark yaratacak' bir oyuncuyu sağ tarafta pasifize etti ki, maçın en heyecan vuruşlarından birinde yine o vardı.
Maçın en iyisinin Didier Zokora olduğu düşünülürse varın gerisini siz düşünün.
Netice itibarıyla heyecanı yüksek, oyun becerisi açısından vasatı aşamayan bir maç daha izledik. Üstelik bunlar ligin en sükseli takımlarından ikisi arasında geçti.
Maç biterken esasen ilk devreden memnun olmayan ancak yayıncı olmanın zorunlu sonucu olarak vasatı aşamayan bir maçı öven arkadaşlar bu kez 'sportmence bir mücadele' klişesine sığındılar. Lakin aynı anda ortalık karışmıştı. Ekranda Fenerbahçeliler Didier Zokora'ya 'dalıyordu'. Böylece sportmence 'mücadele' retoriği de taca çıktı.
Ardından hemen 'Maraton'da yayın başladı... Şansal Büyüka'nın ligin bu haftası için açılıştaki ilk sözü "müthiş mücadele"ydi. Oysa iki maçı tam, iki maçı da fasıllarla izlemiş biriydim... Oyun fukarası bu tarz için 'müthiş mücadele' tanımını zekama hakaret ediyorlar diye düşünüp kapatacaktım ki, Hakan Şükür aynı telden topa girdi. "Ya Basta" dedim kendime. Türkçesi "Yeter artık" gibi bir şey. Olay mahallini hızla terk ederken iki gündür başta Premier lig ve Bundesliga olmak üzere iki üç maç izlemiş biri olarak, "Bunlar seni kandırmaya çalışıyorlar ancak sen bu tuzağa düşme" diyerek olay mahallini hızla terk edip, Kavacık Dörtyola doğru yola çıktım...
‘’Böyle hücum planı olur mu!‘’
Oysa Eskişehir müdafaası belki on kez çıkarken yakalandı. Ancak kapılan topların tamamı olgun bir atağa dönüşemeden eriyip gitti.
Öte yandan Ertuğrul Sağlam gibi bir hocanın Veysel Sarı’nın aksadığı sağ kanadı maç boyunca onaracak bir plan geliştirememesi de ilginçti. Beşiktaş hem golü ordan buldu hem de maç boyunca cılız da olsa ataklarını oradan geliştirdi.
Bu maç istisna sayılamaz. Bu ligin ‘hız ortalaması düşük’ olduğundan maçların çoğu yavan ve zevksiz. Şu maç televizyon başında ‘yavaşlatılmış tekrar ve ayrıntılı gösterimlere’ rağmen bu kadar sıkıcıysa buz gibi havada stada gidenlerin çektiklerini varın siz düşünün.
Beşiktaş ağır, Eskişehir ondan ağır... E peki bunca idman neden yapılıyor, bu kadar teknik eleman neden istihdam ediliyor?
Bunca gereksiz polemik futbolu geliştirecek gerçek tartışmaları da geri itiyor.
Ve son notlar... Serdar Kurtuluş ve Eneramo hangi metrik değerler gözetilerek takıma dahil edildi merak ediyorum.
Erkan Zengin ve Erman Kılıç’ı toptan koparan Veli/Necip ikilisi ne denli faydalıysa diğer ikili o denli sıradan. Fernandes ve Gökhan Töre daha basit ve işlevsel oynarsa takım bir parça hızlanır. Olcay’ın ceza sahası içinde pozisyonu ve golü düşünmek yerine penaltı kolaycılığına kaçması da belki son dakikadaki pozisyonla iki puana mal olabilirdi, değil mi?
‘’Biri olmayınca!‘’
Tüm planı da orta sahadaki ‘tek usta’lı düzen olunca Samet Aybaba’nın bu duruma kolayca önlem alması da zor olmadı. Olcay ve Veli’deki anlaşılamaz düşüş orta sahayı aynı zamanda ‘güçsüz’ bırakınca Aybaba için işler hücum yanında da tıkırında gitti.
Lamine Diarra’nın Atiba/Escude kıskacından çıkıp Sivok’un uzağına kaçarak attığı gol, o çok sözü edilen “Müdafaa çalışacağız”ı da doğrulamamıza el vermiyor. Hele ki ondan bir tane daha yemişsen. Beşiktaş oyuna neredeyse hiç bir anında irade koyamadı. Maç öncesi 3 puanla ligin dibinde olan bir takımla tepe adayı bir takım arasındaki bu denli şaşırtıcı farkı kim bekleyebilirdi? Antalya, iyi oynadı dahası rahat oynadı. Rakibini bu denli ‘rahat oynatan’ Beşiktaş’taki temel sorun ise kanımca 60’lı dakikalarda oyuna hücum yönünde etki edecek yedek kulübesinde oyuncu olmamasıdır. Yedek kulübesi ağırlıklı olarak ‘oyunu çeşitleyecek’ değil de ‘tutacak’ futbolcularla dolu olunca bu tip sonuçlar da kaçınılmaz oluyor. Ancak gerçek sorun, ‘takım olgusu’nun Oğuzhan’ın yokluğunda işleyiş sıkıntısı çekmesi ve bu maç özelinde diğer rakiplerin de bu düzene çalışacak olması. Çünkü Fernandes kreatifliğine bu denli muhtaçlık takımı hayli kırılgan yapıyor. Bakalım Biliç bu sorunu nasıl aşacak?
‘’Hayal kırıklığı notları!‘’
* Maça bir saat 10 dakika var. Herkes koşar adım içeri girmeye çalışıyor. Maç başlamış da geç kalmış gibi acele ediyor insanlar.
* Kombinemizin olduğu kapı biletlilere ayrılmış nedense! K kapısına yönlendirliyoruz.
* Giriyorum. Kapıya dizilmiş çevik kuvvet polislerinden bana en yakın ve bence en genç olanı, “Cem bey, Çarşı yandaki kapıyı patlattı. Biz iyi niyetliyiz ama yapılan doğru değil. Bunu da yazar mısınız?” diyor. “Yazarım” diyorum, yazıyorum.
* Olimpiyat stadı tuvaleti pislik içinde. Kolera, tifo geliyor aklıma.. “Kendi halkına olimpiyat yapamayan başkasına nasıl yapacaktı” diye düşünerek kıyıdan kıyıdan uzaklaşırken arkamda iki genç konuşuyor; “Asgari ücretle çalışıyoruz kardeşim. Taa İzmit’ten geldik bilet de yok. Tabii ki kıracağız kapıyı!!”
* Tribün ‘uçuyor.’ Sanki ligin sondan üçüncü maçı ve Beşiktaş yenerse şampiyon olacak türünden bir hava asılı olimpiyatın üzerinde.
* Maç öncesi stadın tamamına yakını “Her yer Taksim” ve “Sık bakalım”la yıkılıyor.
* En güzel pankart Güney kale arkasına gerili; “Bana ne abi! Çocuklar ölmesin..”
* İlk devre Fernandes ve Almeida daha dikkatli olsa maçın kopması işten bile değil. İlk devrenin ilk ve son beşinci dakikası hariç Beşiktaş topa da oyuna da hakim.
* Galatasaray tüm devre savruk olan hücumlarını 40-45 arası düzene sokuyor ve Tolga’ya sezon başından bu yana ilk kez iş düşüyor.
* Gökhan Töre karşı karşıyayı kaçırıyor, Tolga biri ilk devre Burak’ın iki mutlak gollük vuruşunu kurtarıyor.
* Beşiktaş golünün mimarı Serdar basit ötesi bir hata yapıyor. Bruma’yı tanımıyor, riske giriyor, risk pahalıya patlıyor Drogba maçı skor olarak da dengeye getiriyor.
* Oğuzhan’ın yokluğu hissediliyor. Fernandes tek kalınca ‘su yüzüne çıkamıyor.’
* Drogba bu koşu performansıyla bu ligde bu kadar rahat gol atıyorsa ya Beşiktaş müdafaasında ya da genel olarak bu ligde ciddi bir sorun var diye düşünüyorum kendi kendime.
* Maç bitiyor, bir anons; ‘Arkadaşlar lütfen sahaya girmeyin...’ Derken, tüm stat sahaya iniyor, soyunma odasına bir ordu koşuyor... Felaketin eşiğinden dönülüyor.
‘’Kilit orta sahada‘’
Sarı-Kırmızılılar her zamanki gibi ilk 20-25 dakikada baskıyla oyunu domine edip, Beşiktaş’ın düzenini bozmaya çalışacak. O nedenle maçta ağırlıklı olarak sonucu orta sahada oyuna irade koyacak blok belirleyecek.
Beşiktaş taraftarının uzun yıllardır görmedikleri bir başlangıçla lige giriş yapan takımlarının gidişatından heyecan duydukları aşikar. Özellikle ligin dişli takımlarından Bursaspor karşısında ortaya konan baskılı, kararlı, ısrarcı ve yaratıcı oyun tüm Beşiktaşlılar’ı meftun etti.
Öte yandan Galatasaray’ın ligdeki puan durumu, Şampiyonlar Ligi’nde alınan frapan mağlubiyetle birleşince ortalama Beşiktaşlı algısının, “Onları en kötü zamanlarında yakaladık” biçiminde tezahür edeceğini tahmin etmek de zor olmasa gerek. Ancak, aynı zamanda rehavet ve işlerin maç içinde kötü gidebileceği anlarda tribün öfkesini de beraberinde getirebilecek bu algının tuzağına düşmemek gerek.
Oğuzhan’ın yeri doldurulabilecek mi?
Galatasaray ise teknik heyetinden oyuncusuna, idarecisinden taraftarına kadar hiç kuşku yok ki bu maçı ‘onarım sürecinin başlangıcı’ olarak görecektir. Haliyle Fatih Terim ve tüm takım hazırlığını buna göre yapacak. Elbette Pepe’nin darbesiyle sakatlanıp Real Madrid karşısında oyundan çıkmak zorunda kalan Didier Drogba’nın derbi de olmama ihtimali Galatasaray için handikap gibi duruyor. Ancak Terim’in o bölgeyi onaracak Umut Bulut gibi bir oyuncusu var. Ne var ki Beşiktaş’ın, Oğuzhan Özyakup’un yerine ikame edecek bir oyuncusu var mı, orası meçhul! İki sezondur takımın ‘işler halde’ olduğu her maçta Oğuzhan’dan söz ediyor olmamız tesadüfi değil. Onun basit ve işlevsel hamleleri Beşiktaş’ın takım olarak hızlanmasının temel dinamiğini oluştururken takımın en gösterişli oyuncusu Manuel Fernandes’in de daha görünür hale gelmesine yol açıyor. O nedenle kanımca Beşiktaş, Oğuzhan’ın yokluğunda oyun düzeni açısından, Galatasaray’ın Drogba’dan yararlanamamasından daha fazla zarar görecektir.
Önder Özen’in etkisi çok büyük
Beşiktaş’ın büyük şansı ise başarılı olmuş ‘Arthur Zico/Önder Özen tandemi’ni bu kez ‘Slaven Bilic/Önder Özen tandemi’ne çevrilmiş olması. Hiç kuşkunuz olmasın ki, Beşiktaş’ın şimdiye değin rakipleri üzerinde bu denli kudretli baskı kurmasında Önder Özen’in bu lige ve bu ülkedeki oynama biçimlerine dair derin bilgisi yatmaktadır. Bu bilgi Slaven Bilic gibi oyunu da hayatı da tam da tarif edilmesi gerektiği yerden tarif eden birinin yöntemleriyle birleşince ortaya herkesi memnun eden bir takım çıktı.
Melo tek kalıyor, yük stoperlere biniyor
Tahmince Galatasaray her maçta olduğu gibi bu maçın da ilk 20-25 dakikasını yine baskıyla domine etmeye çalışacak ve Beşiktaş’ın algısını, düzenini bozmaya gayret edecektir. O nedenle maçta ağırlıklı olarak sonucu orta sahada oyuna irade koyacak blok belirleyecek. Real Madrid’in sertlik içeren oyunu nasıl Galatasaray’da çözülmeye yol açtıysa Beşiktaş başta Attiba Hutchinson ve eğer oynayabilirse Veli Kavlak ile bu hattı tahkim etmeye çalışacak ve topu Fernandes’e geçirip sonuca gitmeye çalışacaktır. Galatasaray’ın direnç noktası gibi görünen Felipe Melo’nun o bölgede ‘tek kalıyor olması’ yükü fazlasıyla stoperlerin olduğu bölgeye bindiriyor ve bunun ceremesini de son maçta fazlasıyla çektiler. Real Madrid karşısındaki sonucu bireysel hatalara bağlamak yerine ‘yerleşim ve parselasyon sorunları’nda aramak kanımca daha doğru olur ve çoğumuzun gördüğünü Bilic de bir kenara not etmiştir.
Bu maç bu çileyi kaldırır be mirim!
Olimpiyat Stadı hafta sonu tıklım tıklım dolacak gibi görünüyor. Benden bilet isteyen eş dost sayısına bakarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Nasıl oluyor bilmiyorum ama stadın önüne gelenler bilet bulamamışlarsa dahi sebat ettikleri takdirde bir yolunu bulup içeri giriyorlar. Tecrübeyle sabit. O nedenle ben pazar günü 80 bini aşkın bir kalabalık tahmin ediyorum tribünlerde. Bu da kuşkusuz Beşiktaş’a takım olarak olumlu etki edecektir. Evet, tribünlerin mimarisi taraftarın organize olmasını engelliyor. Evet, sahayı görmek, oyuncuyu seçmek
birçok yerden pek mümkün olamıyor. Evet, oraya gitmek bir dert, dönmek ise daha büyük bir dert. Ama bu oyun, bu maç, bu kadar çileyi kaldırıyor be mirim!
Not: Maça gideceklere önerim motosikletli bir arkadaş bulmaları yönünde olacaktır. Ben bu kez ulaşım için bu formülü deneyeceğim.