‘’Sinir eden kazandı!‘’
Çünkü bu tip maçların gidişatınıbelirleyen teknik/taktikten çok, ‘sinir’dir. Bu maçta da, öfkeyi yaratıcılığın manivelası olarak kullandığı sanılan ‘olağan şüpheli’ Emre Belözoğlu, daha ilk devre dolmadan kendini attırarak Ersun Yanal’ın tüm planını berhava etti. Fenerbahçe bu kadroyla gol yese de oyunu sonuna kadar domine edebilecek derin bir rotasyona sahip. Ama sahada eşitlik durumunda..
Beri yandan Galatasaray ilk yarı 11’e 11 durumundayken maçın kesin hakimiydi. Planladığı tüm aksiyonları sahaya yansıttı. Ancak Emre’nin atılmasıyla eksik kalan Fenerbahçe ister istemez müdafaada daha dirençli hale geldiyse bile Emenike merkezli hücum planlarında başarılı olamadı. Sert oynayan Galatasaray, öfkesini kontrol ederek hem kendini sakındı hem rakibinin topa hükmetmesini
engelledi.
Dişe dokunur pozisyonun olmadığı maçın en zorlananı kuşkusuz hakem Bülent Yıldırım’dı. Hiçbir şey oynamayıp her şeyi hakem üzerinden halletmeye çalışan bir ülkede futbol yazmak/konuşmak ancak bu kadar mümkün olabiliyor... Bu maçta da öyle oldu... Artık rahat rahat tüm gece “Hakem şöyleydi, hakem böyleydi” diye tartışabilir güzide ülkemiz. Ve iki takımın taraftarı da kendilerini yok yere attıran Emre ile Melo’yu baş tacı edebilirler.
‘’Dayanıklı ama yaratıcı mı?‘’
Bu kadroyla Kayseri’den gol yemesi pek mümkün görünmüyor ama nasıl gol atacağı da tam bir muamma... Ta ki; Oğuzhan oyuna girip top yapma kabiliyetine kavuşana kadar Beşiktaş’ın tek pozisyon bulamamasının nedeni bu; var görünen orta sahanın yokluğu!.. Nihayetinde gol de, su geçirmez orta sahanın top kapması, Almeida’nın özel gayreti, Olcay’ın becerisi, yıllardır Beşiktaş’a ‘’Geldi gelecek’’ diye dillerden düşmeyen Sinan Bolat’ın gereksiz öne çıkması sonucu geldi...
Dostum Mehmet Ayan hatırlattı; sahi, yedek kulübesinde oturan Serdar Kurtuluş bu maçta oynayamayacaksa ne zaman oynar? Ve dahası, bu oyuncuyu hangi kriterleri gözeterek kim/kimler 13 oyuncu arasına dahil etti?
Futbol işte böyle bir oyun, sihirli olmasına gerek yok ‘küçük bir değnek’ yetiyor. Beşiktaş için o ‘küçük değnek’ şimdilik Oğuzhan! Gelecek sezonlarda doğru planlamayla sayısını çoğaltmak şart.
Tüm olumsuzluklara rağmen Jose Mourinho takımı dayanıklılığındaki Beşiktaş, ligin küme düşme adayına diş geçirmeyi başardı. Çünkü bu Beşiktaş, bu kadroyla her maçını final havasında oynamaya mecbur. Buna rağmen Slaven Bilic’in düzenlediği takım Şampiyonlar Ligi yolunda bir adım öne geçti. Ve diğer adım ve ardından gelişecekler için Galatasaray- Fenerbahçe maçını beklemeye başladı.
‘’'Deneme yanılma' düzenli takımlar!‘’
Temel neden, yapısal sorunlara hiç dokunmuyor oluşumuzsa bir başka neden de bir çok alanda olduğu gibi para mefhumuyla kurduğumuz ‘kolektif yanılsama’ halindeki yaşamlarımız. Futbol piyasasında zikredilen ‘milyon euro/dolar’lar zihnimizi körleştirirken, parayı ‘hiçleştirip’, algılayamaz hale gelmemize yol açıyor. Belki biraz da bu nedenle yolsuzluk, hırsızlık haberlerine olan kayıtsızlığımız!
Bu sezon Şampiyonlar Ligi’ne ‘şampiyon olmadan’ direkt katılmak için kıyasıya çekişen iki takımdan Galatasaray sezon başından bu yana tam 13 oyuncu katmış kadrosuna. Rakibi Beşiktaş aşağı kalır mı; 15 futbolcuyla takviye yapmış! Harcadıkları parayı varın siz hesaplayın...
Ne var ki Galatasaray, hem vergi ve vergi cezası hem UEFA denetimine takılan ‘denk bütçe’ sorunuyla sıkışmış görünüyor. Beşiktaş ise mevcut federasyon başkanının geride bıraktığı borç enkazıyla boğuşmasını sürdürüyor.
Plansızlığın bilgi yoksunluğuyla birleştiği, içinden çıkılmaz bir döngü bu... Tribündekilere sürekli ‘şampiyonluk aşısı’ yapan yöneticiler aslında hem takımlarının hem de oyunun kuyusunu kazıyor. Beşiktaş gibi sınırlı bütçeli bir takım için ne demek onbeş transfer? Hem de çoğu kullanışsız!
Büyük iddialara rağmen görülüyor ki işler hala “deneme/yanılma” yöntemiyle halledilmeye çalışılıyor ve ne yazık ki hallolacak gibi de görünmüyor. Niye mi? Çünkü, ‘yeni stat yeni yıldızlar’ söylemi fink atıyor ortalıkta. Yeni statla elde edileceği iddia edilen gelirle Beşiktaş’ın ‘uçuşa geçeceği’ gibi bir rüyaya zorlanıyor insanlar. 15 transfere rağmen ülke ortalamasının üzerinde oynamayı başaramayan Beşiktaş’ı kuranlar mı oturacak ‘pilot kabini’nde?
Yeni yıldızları bir kenara koyalım, 7.5 milyon Euro’luk Gökhan Töre’nin bonservisi alınabilecek mi? Ramon Motta ile ‘oyunun her iki yönünü de oynayabilen ve özellikle dikine futbolu’ ile tanındığı için kiralanan Jermain Jones’un durumu ne olacak? Ya Hugo Almeida?
Dünya ve ülke ekonomisinin gerçeklerinden kopuk ham hayallerin oluşacak travmayı daha da derinleştireceğini unutmamak gerek.
Yapılması gereken en baştaki iddialara geri dönmek; şampiyonluk meselesine kafayı takmadan ama bu hedeften de kopmadan, dayanıklı ve kabul edilebilir projelerle taraftarı ikna edebilmeyi becerecek bir dil kurmak ve bu dilde ısrar etmek...
Rakamlar bazen görebilenlere çok şey anlatır... Şöyle ki; Kayseri Erciyes; 33 transfer. Şu an ligde 17. basamakta. Elazığspor; 30 transfer. Ligdeki yeri 15’incilik. Rizespor; 25 transfer. Ligin 14. sırasında. Antalyaspor; 21 transfer. 16’ın sırada ve dipten üçüncü takım. Sizce de bu transfer işini yeniden düşünmeye ihtiyaç yok mu?
Eksik olan yanlıştır!
Futbol eleştirisi yazarken/konuşurken en ihmal edilen disiplin, ‘ekonomi politik’tir. “Oyuncusu sayısı denk” diye düşünüyor olunduğundan sorunları tespit ederken ‘verililiği’ gözden kaçırırız. Uğur Meleke de benzeri bir tuzağa düşmüş Fenerbahçe/Bursa maçından sonra yazdığı yazıda. Alex ile Battala üzerinden Aykut Kocaman/Christoph Daum kıyaslaması yaparken, takım olanaklarını fazlasıyla ihmal etmiş. Diyor ki, “Aykut Kocaman, Alex ’sizliği sportif olarak telafi etti, Şubat 2013 ’te kurduğu 4-2-1-3 düzeni hâlâ tıkır tıkır işliyor, ardından hem yerel hem global başarı getiriyor. Christoph Daum’sa Batalla’sızlığı kapatacak düzeni kuramadı, Bursa ’dan ayrılırken ardında olağanüstü bir boşluk bıraktı. Üstelik o boşluğun nedeni de, suçlusu da kendisiydi.”
Sonuçtan düşünüldüğünde doğru gibi görünen bu tespit aslen Fenerbahçe lehine işleyen düzenin zorunlu sonucu. Tıpkı Almanya’da Bayern Münih/Borusia Dortmund arasındaki ‘eşitsiz rekabet’te olduğu gibi. Paranın, gücün belirlediği bir alan ‘futbol ekonomisi.’ Tam da bu nedenle Şampiyonlar Ligi’nin yarı finalistlerini daha kuralar çekildiğinde çocuklar bile tahmin edebiliyor!
Fenerbahçe, Alex’siz düzenini belki de Türkiye’de hiçbir takıma nasip olamayacak sayıdaki gelişkin orta saha oyuncularıyla donatırken Bursa, haliyle Daum, bu şansa hiçbir zaman sahip olamazdı. Bu oyunun değil, ekonomik verililiğin zorunlu sonucu. Diyelim Emre/Mehmet Topal/Meirelles üçlüsüyle kuruyor merkezini Ersun Yanal... Dışarıda kalanları sayalım içimizden; Salih, Baroni, Holmen - ki bu oyuncunun da oyunu iki yönlü oynadığını unutmayalım (!)-, Alper, Mehmet Topuz, Selçuk Şahin kenarda kalıyor. Bu yedeklerden, diyelim ki Holmen ve Baroni’yi ya da benzerlerini Bursa alabilecek güce sahip olabilse işte ozaman Kocaman/Daum kıyası doğru anlamını kazanırdı. Bu haliyle yapılacak her değerlendirme eksik kalmaya mahkumdur ve eksik olan çoğunlukla ‘yanlış’tır.
Mancini'ye şans tanımak
Galatasaray Başkanı Ünal Aysal, Hürriyet gazetesinden Ali Naci Küçük’ün haberinde şöyle diyor; “Taraftarın tepkisi doğal, ama ben Mancini’ye en az bir tam sezon şans tanımak gerektiğini düşünüyorum...” İşin düğümlendiği yer tam da burası, “Mancini’ye şans tanımak”ta! Bu ülkeye her gelen nedense yetkin olduğu konusunda bir biçimde bizleri ikna etmek zorunda! Dünyanın parasını verip buraya “işin ustası” diye getirdiğin birinden öğrenebileceğin ne varsa öğrenmeye çalışmak yerine ‘ona şans vermek!’ Toplu olarak deliriyor muyuz acaba?
‘’Doğru oyna strese yenilme!‘’
İnsandan söz ediyorsak işin içine psişik etkileri koymadan olmaz. Lakin yaşamda da oyunda da sonuca varabilmek için psikolojik etkilerle başa çıkmanın yollarını yaratmak gerekiyor. Konu futbol gibi bir takım oyunu olunca bu iş daha da zorunlu hale geliyor.
Bizim topraklarda psikolojinin bu denli belirleyici olmasına şaşmamak gerek. Nasıl ki, öğrenme arzusu ve metodoloji eksikliği oyuncu gelişiminin önündeki en büyük engeldir.
Psikolojiden bu denli belirleyici etken olarak söz edilmesinin gerekçesi de aynıdır; bilgi ile kurulan bağın hayli gevşek olması. Oysa, bilgi yoksa gelişme de yoktur ve unutmamak gerek ki, izlemek önemliyse de okumadan öğrenilemez!..
Beşiktaş’ın baskın göründüğü maçların temel özelliği, Atiba Hutchinson’un ağırlıklı olarak müdafaanın önünde Veli Kavlak ile daha rahat işbirliği kurduğu bölgede oynadığı karşılaşmalardır. Takım o takdirde daha dayanıklıdır ve gerek topun elde edilmesi gerekse elde edilen topun paylaşılmasında daha az sorun yaşanmaktadır.
Vasatı aşamayan maçlar ise Hutchinson’un eksik bölgeyi onarmak için ‘mevkii seyyahı’na çevrildiği maçlardır. Çünkü, Slaven Bilic’in oyuncu yetersizliğinden başvurmak zorunda kaldığı bu tür düzenlemeler ‘doğru oynamayı’ da engellemektedir. Haliyle Karabük mağlubiyeti ‘stres’ yerine ‘doğru oynayamamak’la açıklanırsa işte o zaman bilgi ile gerçek ve geliştirici ilişki de kurulmuş olur. Yoksa ötesi kendini kandırmaktan gayrı anlam taşımaz.
Pellegrini ustadan okuma dersleri!
Bahsi bilgi eksikliği ve öğrenme arzusunun düşüklüğünden açmışken, biliyor musunuz!
Manuel Pellegrini’nin, Manchester City ile sözleşme imzaladıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri, Four Four Two dergisinin satın alınarak kulüp çalışanlarına ve futbolculara dağıtılmasını istemek olmuş. Zaman zaman federasyona ya da takım yöneticilerine önerdiğim bu uygulamayı aynı derginin bizim ülkede yayımlanan son sayısındaki Pellegrini üzerine yazılmış bir yazıda okudum.
Futbolu 33 yaşında bırakan -kendi deyişiyle 17 yaşındaki İvan Zamorano’nun zorlamasıyla bırakmak zorunda kalan (!)- Pellegrini, o yaşta kalkıp mühendislik okuyor! Şimdilerde ise bildiği dört beş dile Almanca’yı da eklemek için uğraşıyor... Bir yandan da piyano öğreniyor.
Güzide ülkemizde diplomasız hocalar federasyon ‘olur’uyla ‘Süper Lig’ takımları çalıştırırken, Roberto Mancini sonrası City’nin Premier Lig’in en sükseli oynayan takımlarından birine dönüşmesinde bu ‘derin hoca’nın da etkisi var mıdır? Ne dersiniz!
Galatasaray üzerinde Terim hayaleti
Ciddi bir türbülansa girmiş görünen Galatasaray’da, deyim yerindeyse “Yönetim üzerinde bir hayalet dolaşıyor; Fatih Terim hayaleti!” (Bu sözü ilk nerede okuduk acaba?) İşler her zora girdiğinde ‘Terim’in hayaleti’ bir yerlerden boy gösteriyor, gösterecek.
Örneğin geçenlerde Lig TV’ye çıkan Hasan Şaş, “İddia ediyorum Fatih Terim’le beraber geri dönelim Galatasaray’a, Fenerbahçe bu kadar kolay şampiyon olamaz” demiş.
Memleket futbolundaki ‘Terim etkisi’ su götürmez bir gerçek. Öte yandan ne yazık ki, bilgisinden çok ‘motivatör yanı’yla anılıyor olması da esasen bu ülkenin futbola bakışının en temel göstergesi. Hasan Şaş’ın dilinin altındaki de sanırım Terim’in ‘oyuncunun içinden bir başka oyuncu’ çıkaran bu yanı. Ve elbette Roberto Mancini ve bu ülkeye gelen yabancı hocaların çoğunun kavramakta zorlandıkları da bu; futbolcuların pederşahi bir kültürden geliyor olmaları!.. Mancini dahil birçok hoca bu seviyedeki oyuncuların bilgi ve olgunluk düzeylerinin yüksek olduklarını varsayarak iş yapmaya çalışıyorlar. Oysa bizde oyuncular bilgiden çok ‘motivasyon’la donanmaya yatkın. Burası, bilgi yerine, motivasyon ile harmanlanmış yeteneğin kutsandığı yer. Tam da bu nedenle bir kez oluyorsa, üç kez, beş kez üst üste olamıyor.
Tabii Hasan Şaş bu kadar iddialı konuşunca insan şunu da düşünmeden edemiyor; acaba Terim Milli Takım teknik kadrosuna iki yıl üst üste Galatasaray’da şampiyonluk yaşadığı Ümit Davala’yı değil de neden Hamza Hamzaoğlu’nu tercih etti? Ve tabii bir başka soru; Akhisar Belediye’de ‘teknik direktör’ akreditasyonuyla maça çıkan Hamza Hamzaoğlu milli takımda da neden ‘antrenör’ olarak görevlendiriliyor.
Diyeceksiniz ki, “Burası Türkiye, her tuhaflığa hazırlıklıyız zaten!” Haksız da sayılmazsınız! Terim’in resmi sitede “Türkiye Futbol Direktörü” olarak görünüp ‘teknik direktör’ olarak da görev yaptığı yerde Hamzaoğlu’nun görev tanımına şaşırmak mı gerek?
‘’Tedbir alınacak tek oyuncu!‘’
Beşiktaş’ın fazlasıyla dışsal nedenlerle ele geçirdiği ‘Şampiyonlar Ligi’ yolundaki en kritik maçıydı Karabük’te oynayacağı karşılaşma. Bütün maç son bölüme kadar ‘eşitlik denklemi’ içinde geçti. Çünkü iki takımda aynı düzende oynuyordu. 80. dakikaların sonuna kadar iki takım da sınırlı sayıda pozisyon bulduysa bunun nedeni ‘öncelikle rakibi oynatma’ temelli oyun kurgusuna dayalı oynamalarıydı.
Sonuçta “Beşiktaş, sezgisel olarak transfer ettiği iki oyuncuya karşı yenildi” dersek yanlış olmaz. Neden alınıp Karabük’e kiralandığı belli olmamayan Eneramo attı, neden alınıp o pozisyonda yerini kaybettiği belli olmayan Dany faktörüyle golü yedi. Sahi, kim yaptı bu transferleri?
Ancak dahası, baştan beri tekrarlayarak sorduğumuz soru; “Yedek kulübesi bu neden yetersiz Beşiktaş’ın?” Eğer ilk hedefiniz Şampiyonlar Ligi ise 60. dakikada oyunun ritmini, akışını değiştirecek ‘kenar oyuncuları’nızın daha fazlası olması gerekmez mi?
Tolunay Kafkas, “Beşiktaş’ta bir oyuncu var, oynatmamamız lazım. Onunla ilgili ufak bir tedbirimiz olacak” dediyse de tedbire gerek kalmadı, Oğuzhan erken sakatlandı. Bu da sürpriz değildi çünkü iki sezondur Beşiktaş’ta süreci bir türlü halledilemeyen ‘sakatlıklar’ belirliyordu. Böylece Kafkas’ın işi ‘tek ihtimale kaldı’ ve o ihtimal de gerçekleşti.
Slaven Bilic, kadro elverdiği oranda saha içi tüm düzenlemeleri yapmaya gayret ediyor. Ne var ki, sınırlı kadro maç oynanırken denkleme müdahale etmesini engelliyor. Bu da Beşiktaş’ın olanaklarını gösteriyor. Beşiktaş’ın yegane avantajı ‘bilgi’yi becerebildiği oranda ‘inanç’ın önüne koymaya gayret etmesi. Zaman var, bu durum geliştirilebilir. Çünkü, övülmesi gereken her zaman ‘bilgi’dir.
‘’Yönetici Masalları‘’
Geçen sezon olduğu gibi bu sezon da Beşiktaş’ta gidişata etki eden önemli parametrelerden biri sakatlıklar oldu. Takım omurgasının korunmasında fevkalade sıkıntı yaratan bu durum, zaten yedek kulübesinden alacağı katkı sınırlı olan Beşiktaş’ta işleri iyice güçleştiriyor. Tüm bunlara rağmen ilk devrenin çoğu maçında özellikle ikinci yarılarda paralize olan Beşiktaş, ikinci devre ciddi bir olgunlaşma yaşadı. Ve bu sayede hem saha hem yönetim düzeyinde türbülansa girmiş görünen Galatasaray’ın hemen önünde ligi ikinci bitirebilmek için muazzam bir fırsat yakaladı. Elbette bu duruma ligde oynanan futbol ortalamasının vasatı aşamayan kalitesi de olumlu yönde etki etti.
Beşiktaş, bu hafta Şampiyonlar Ligi yolundaki belki de en kritik deplasmanına çıkıyor. Kendisi gibi orta sahada dirençli ve yine kendisi gibi hızlı çıkışlarla sonuca giden Karabük’le oynanacak maçın sonucu Galatasaray’la sürecek yarışın da en kritik kavşağı olacak.
Şimdilerde Beşiktaşlı yöneticilerin keyfi yerinde. Ara ara ‘Hakemler 8 puanımızı gasp etti’ türünden ülke yöneticilerine has olmazsa olmaz sloganları atmadan edemiyorlarsa da o artık işin cilvesi sayılmalı!
Hatırlanırsa ilk devre, 10 kişi kalmış Fenerbahçe karşısında rakip sahada alınan 3-3’lük beraberlik sonrası Başkan Fikret Orman, teknik direktör Bilic’i işaret eden açıklamalarda bulunmuştu. O gergin günlerin ardından şimdi hocayla uzun süreli sözleşmeden söz ediliyorsa bunu da ilkelere değil rüzgarın yönüne bağlamakta fayda var. Bir bakarsınız üç maç kötü gider ve hedeften uzağa düşülür. İşte o zaman geriye ne Bilic’in bilgisi ne ‘sempatik karizması’ kalır.
Beri yandan, ‘Pahalı transfer dönemi kapandı’ diyenler, tıpkı Kerim Frei gibi kadroya girip giremeyeceği belirsiz olan Cenk Tosun’a ‘büyük bir scout öngörüsü’yle ilk yıl için 1.7 milyon Euro verip 5 yıllık sözleşme imzalarken bakalım banko oyuncu Oğuzhan Özyakup’u kaç paraya ikna edebilecekler!
Ama emin olduğum bir şey var.. İşler yeniden çıkmaza girdiğinde yöneticiler yine ‘yeni stat’, ‘yeni hoca’, ‘yeni dönem’ lafazanlığıyla umut tacirliği yapacak ve aynı anda taraftar da ‘hakem hatası kovalamaca’ oyununu sürdürecek.
Oysa ki hepimiz bal gibi biliyoruz; kalıcı ve sürdürülebilir başarılar için takım kurup o takımı olgunlaştırmak süreç işidir. Yani Anadolu’nun yerli yerinde sözlerinden birinde söylendiği gibi; ‘Zaman en iyi güreşçidir!.’ Gelin görün ki, onca para harcayıp zamana dayanıksız takımlar kuran yöneticilerin ham hayallerinin peşine takılan geniş yığınlar daimi bir yenilgi içinde olduklarını fark etmez bile...
Koyun ne güzeldir!
Bugünlerde başı taraftarı ve kulüp içi muhalefetle fena halde sıkıntıda olan Galatasaray Başkanı Ünal Aysal, oyuncularına hitaben ‘Ben burada aslanlar görüyorum, koyunlara pabuç bırakmayın’ türünden bir fabl yapmış. Bu ‘cesaret’ ve ‘aslan’ arasında kurulan ilişki beni her daim güldürür. Kimse sormaz mı, ‘Aslan’ın krallığından karıncaya, file, timsaha, uçan kuşa, börtü böceğe ne?’ diye. Bu hayatta kendisine sürekli kral, imparator, padişah arayanlar savanada topluluğuyla hayatını sürdürmeye çalışan gariban aslanı bu işlere niye karıştırırlar hiç anlamam! Ya iyi okullarda okumuş Aysal’ın ‘koyun’ benzetmesi!.. Ona ne demeli ? Bir şeyi yüceltmek için mutlaka bir ‘alçak’a ihtiyaç olduğunu vaaz eden bakış, kendi dışındaki yaşamı da böyle algılıyor. Ve insanın birçok ihtiyacını karşılayan koyunu bir aşağılama öğesine dönüştürüyor.
Ne var ki, beri yandan aynı kulübün başkan adaylarından Turgay Kıran, başkan seçilememiş olmasına rağmen kendine büyük bir güç vehmedip, ‘Onu, Aysal’ı sadece zengin diye göreve getirdik’ türünden bir şeyler söylüyor. Ahmet Kaya parçasında olduğu gibi; ‘Nerden baksan tutarsızlık..’
Bir söylemin sonu
2010-11 sezonunun ardından neredeyse tüm motivasyonunu o yılın şampiyonluğuna ve kupaya harcayan Trabzon’a kötü haber geldi. Meşhur futbol insanı Giovanni Infantino, Fenerbahçe aleyhindeki ‘Şike davası’ sürecinin UEFA için sona erdiğini, ancak Yargıtay’ın şike davasında kişiler hakkında verdiği kararın metnini incelemek durumunda olduklarını bildirdi. Ve ekledi, ‘İbrahim Hacıosmanoğlu UEFA Disiplin Kurulu’nun değil, Trabzonspor Kulübü’nün başkanıdır.’ Böylece Trabzonlu’yu da yoran bir retorik sürecinin sonuna gelinmiş gibi görünüyor.
Denizi göreceksin şaşırma
Fenerbahçe ile ilgili bir şey yazmayacağım sanılmasın. Şimdi işler iyi görünüyor ama onları da en son üst üste kaybedilen Eskişehir, Sivas maçlarının ardından federasyon seferi yaparken görmüştük. Meraklanmayın ilk krizde; ‘Gemliğe doğru denizi göreceksin(iz) şaşırma(yın)..’
‘’'Haydi inadına!'‘’
Galatasaray kaybetmiş... Şampiyonluk şansı da var elbette ancak ikinci olup Şampiyonlar Ligi’ne direkt gitme ihtimali kapıya dayanmış. Bir taraftar maça gitmek için daha nasıl bir motivasyona ihtiyaç duyar ki? Üstelik epeyce insan kombineye onca para da saymışken... Ne var ki, iş Osmanlı/Almanya ilişkisine döndürüldü ve ‘başkası küfür etti’ diye biz de ‘yenik sayılıp’ maça gidemedik. Hasılı, peşin ödediğimiz parayı bir kez daha yaktı futbolu da yakanlar! Bu kural değişmezse anneannem Binnaz Hanım’ın deyişle söylersem, seneye ‘kombine alır/aldırtırsam’ boyum altında kalsın!
Bir de şunu düşünün... Akhisar atkılı kadınları/çocukları kale arkasına koyup onları Beşiktaşlı kadın/çocuklardan ayrı tutacak kadar şuurunu yitirmiş, içinde yaşadığı topluma yabancı, kural bağımlısı ama pahalı kravat takıp, İtalyan işi takım elbise giyince önemli olduğunu sanan adamlar hem hayatımızı hem oyunumuzu yönetiyor!.. Dersiniz, herkes herkesin düşmanı... Ne hazin bir hayata mahkumuz!..
Biz de sonuçta ne yaptık? Kavacık’ın ileri gelenleriyle ‘erkek egemen’ mekan Yusuf’un yeri ‘Dostlar Birahanesi’ne çöktük mecburen. Donatabildiğimiz kadar donattık masayı. Evet, Real-Barcelona maçını da ardına takacağımız için hesap biraz kabarık gelecek ama dostlarla birlikte olmak gibisi var mı be!.. Aşık Veysel Baba’nın dediği gibi ‘’Haydi inadına!’’ (Fevkalade dergi Ot’un son sayısındaki Arif Sağ yazısından.)
Analize senteze gerek yok... Beşiktaş sezonun en rahat maçında hem kalesini iyi savunup hem de hücumda doğru hamle yaparak emekle, gayretle, bilgiyle işi bitirdi. Üçüncü golden sonra masanın Galatasaraylısı Harun Özdemir hatırlattı; ‘’İyi takım bu Beşiktaş... Hiç gol atmamış Gökhan Töre’den sonra yıllarca gol atmamış Atiba’ya bile gol attırdı...’ Bu da yazının noktası olsun!...
‘’İleri daha ileri‘’
Sınırlı bütçeyle devre arasında iki transfer yaptı; Dany ile Jermain Jones. Biri yedek kulübesinde, diğeri ise yabancı kontenjanından kadroya giremiyor. Bu maçta yedek de olsa kadroya giren Jones kritik Galatasaray maçında yok, kadroya giremeyen Dany o maçtaki en kritik hamleyi yapıp belki de skorun tecellisini belirliyor. Ben bu tespiti yaparken maçı birlikte izlediğimiz dostum Salim Mumcu transfer politikasıyla direkt ilgili bir başka soru soruyor; “Acaba Necip sağ bek olarak sahaya çıkarken sağ bek olarak alınan Serdar Kurtuluş ne düşünüyordur?”
İlk yarısı tempolu ama pozisyonu sınırlı maçta Rize oyunu istediği seviyeye düşürmeye çalıştı ve bunu başardı. Penaltı golleriyle skor avantajını da ele geçirince sonucu belirleyecek olan kavram ‘efor’ oldu. Eforun yanına akıl da koyunca özellikle işleyen sağ kanadıyla oyunu yeniden dengeye getirdi Beşiktaş. Agresif Ramon Motta sol kanadı biraz işler hale getirse kameralar Biliç’i daha fazla hoplayıp zıplarken gösterebilirdi!
Rize’nin hocası Uğur Tütüneker, baskıyı öne taşıyan Beşiktaş’ı geri itmek için kuvvetli koşucusu Lualua’yı oyuna aldı. Biliç’in karşı hamlesi ise Almeida oldu; ‘ileri’ye karşı ‘ileri.’ Beşiktaş hızını, ritmini ve haliyle keyfini belirleyip rakibine hükmettiği maçta üç puanı getirecek golü her neyi denediyse bulamadı. Ancak en azından bu maç özelinde söylenirse, arzulu ve oyunu belirli metreler içine hapsedip orada doğru oynama konusunda hayli yol aldığını gösterdi.









































