‘’Gözlerimizin pası silindi‘’
Tartışmasız müthiş bir ilk yarı oldu. Korakor mücadele vardı, nefesler kesildi. Yüksek tempo, izleyenleri bile yordu. Savunmasıyla ünlü Kayserispor, ilk birkaç dakikadan sonra öyle bir baskı yedi ki eksik Galatasaray’dan, geriye yaslanıp sadece hızlı hücumlarla gol şansını denemeye mecbur kaldı bir anlamda, o pozisyonları da buldular doğrusu. İlk 45’in kalan bölümünde ise soldan Kewell, sağdan Sabri, dört bir yandan Pino ve Elano karşı kaleyi epey zorladılar. Ancak yakalanan net 4 pozisyonu cömertçe harcadılar. Elano’ya ceza alanı çizgisinin hemen içinde yapılan harekete ‘devam’ kararından çok ‘penaltı’ düdüğü yakışırdı, ama hakem takdiridir, fazla bir şey söylenmez üstüne, o nedenle kısa kesmeli bu konuyu!
İkinci yarıda yine benzer bir tablo vardı. Galatasaray istekli oyununu sürdürdü. Barış’la bir şutu da yan direkten döndü. Ancak yüksek tempo, her iki takım oyuncularında da yorulmalara neden oldu, önce orta sahalar iflas etti. Bu, futbolun kalitesini düşürse de, heyecanını katladı. Çünkü neredeyse ping pong maçına döndü oyun. Maç, her iki takımın da her an gol bulabileceği bir havaya büründü. Öyle ki, Servet ve Neill bile hiçbir engelle karşılaşmadan topla rakip ceza alanını gözüne kestirebildi.
Taraftarlığında önce futbolseverliğini ön plana koyabilen herkesin ödediği parasının ve ayırdığı zamanının karşılığını aldığı maçın son bölümlerinde de tempo ve heyecan hız kesmedi. Galatasaray, bu sezon çok az tanık olunan bir istekte gözüktü. Ancak kadro yetersizliği, yine bas bas bağırdı. İki takımın da ikişer puan, Galatasaray’ın ise daha fazlasını kaybettiği 90 dakika sonunda futbol kazandı.
‘’Büyüklük bu mudur!‘’
Bir kere Sivas’la, Bursa’yla, Kayseri’yle yaşananlar ‘ihtilal’ filan değil. Büyüklerin bir yıl şampiyon olamamayı bile ‘ölümcül hasret’ olarak niteleyen/yaşatan başarı arsızlığı/şımarıklığının sonucudur bugünkü tablo. Ve bundan kaynaklı orta ve uzun vadeli plan/programdan uzak, günü kurtarma adına kolaycılığa kaçan tercihlerinin kaçınılmaz bedeli ödeniyor sadece. İhtilalden söz edilecekse futbolumuzda, geçmişte altında nal kadar imzası bulunan Trabzonspor var ki, Şenol Hoca’yla bu kez hücum futboluyla geliyorlar gümbür gümbür! Öyle Türkiye’de kral, Avrupa’da yenilmeye doymayan pehlivanlıkla olmuyor ihtilal mihtilal!
Gelelim İstanbullu şımarıklara! Orta direk takımlar, aslında Amerika’yı yeniden keşfetmedi! Karşılarında her maçı kazanmak zorunluluğu olan, buna karşın 3 puanı daha maçlar oynanmadan çantada keklik gören ve bu rehavetle sahada yeterince savaşmayanların, birer kumdan kale olduğunun ayırdına vardılar! Ne yapacaklardı güçlerinin yetemeyeceği bu ‘saha dışındaki güçlüler’i alt edebilmek için; çeşitli kurnazlıklara ve pusu stratejisine başvuracaklardı elbette er meydanında ve çok koşup, çok mücadele edeceklerdi! Yoksa anlayış olarak, çağdaş Avrupa düzeyine bir adım daha yaklaştırmış değiller Türk futbolunu. Bakınız; Bursa’nın Şampiyonlar Ligi’nde düştüğü durum! Oysa ihtilalin gerçek sahibi Trabzon’u hatırlayın bir de... Bugün bile onaylamadığım, ama başarıya ulaştıkları ‘kontratak’ futboluyla Avrupa’da da nice başarıya imza atmışlardı.
Peki İstanbullu ‘el bebekler’ nerede hata yaptı bu süreçte? Gözleri görmeyen boksörün, eşit şartlarda dövüşebilmek için rakibini karanlık bir köşeye çekmesi benzeri tuzağa düştüler! Daha doğrusu, isteye isteye geldiler oyuna, zahmetsiz olduğu için işlerine geldi çünkü! Savunmayı sağlam tut, gol yeme, nasılsa duran toptan ya da rakibin yapacağı bir hata sonrasında bir atarsın, malı götürürsün! Tıpkı orta sınıfın kendilerine kurduğu tuzak gibi!
Hadi onlar ‘her bakımdan fazlası’ olan güçlülerle ancak böyle başa çıkabilecekleri sonucuna vardılar ve bunu da başarıyla uyguladılar. Peki aynı metod, kendini ‘büyük’ olarak nitelendirenlere yakışır mı? İçeride-dışarıda gol yerim korkusuyla savunma yap, kontratak kolla, at kendini sahtekarca yere duran top kovala, yuh artık! Gelinen nokta; pozisyonsuz maçlar! Bu kadarı da ayıp yahu!
Oysa büyükler nasıl davranmalı? Üstün olduğu malum artılarına (kalite); çalışmak, koşmak, güçlenmek, paylaşmak, takım olmak gibi ‘iş ahlakı gereği’ değerleri de birazcık ekleyecekler, o kadar! Şenol Hoca’nın Trabzonspor’u gibi. Yani beceri ve estetik içeren, buram buram gol kokan hücum futbolundan örnekler vermek, aynı zamanda da tuzaklara düşmemekten söz ediyorum! O zaman ne sahte ihtilal kalır ortada, ne sözde ihtilalciler!
‘’Ruhunu teslim etmiş kulüp!‘’
Çeşitli okumalar yapmak mümkün dün geceki maçla ilgili olarak ya da genel olarak... Trabzonspor deplasmanı hariç, ligde kaybedilen maçların kırılma anları hep hakem tercihlerinden/hatalarından kaynaklandı, bu gerçek. Manisa sınavının hemen başında verilmeyen penaltı da, bu zincire bir halka olarak eklendi!
Tabii bunlar, Galatasaray takımının içinde bulunduğu krizi/acizliği hafifletici bir neden olamaz. Öncelikle kadro yetersizliği söz konusu. Arda ve Baros’un yokluğunda zaten kimsenin fazla bir beklentisi yok, ‘kazanın da, yeni stada hedefsiz gitmeyelim bari’ görüşü baskın, o kadar. Takım olamama hali fazlasıyla can sıkıyor. Sözde yıldızlar topluluğu bir takım, yola ‘pas futbolu’, ‘hücum futbolu’ olarak çıkan böylesine bir kadro, nasıl olur da iki top yapamaz, yanındaki arkadaşına bile pas veremez, pozisyona bile giremez ruh haline gelebildi? Psikolojik olarak bir dibe vuruş söz konusu, bu her bakımdan belli oluyor. Tek umut Pino, yine her yerden vuruyor, çünkü hem bencillik söz konusu, hem de yalnızlık! Adam yerine gölge takibi sürüyor orta sahada... Savunmada buram buram ‘hata yaparım’ korkusu var. Öylesine ki, Servet bu yaştan sonra riske girmeyip taça ve kornere atmayı öğrendi topu, ama her pozisyonda da olmaz ki! Tribünler, sadece savaşan ve her an kart alnının çatısında gezinen Cana’ya sevgi gösterisinde bulunuyor! İşte tam o anda neden olduğu penaltı, Cana’nın da dengesizliğini belgeledi! Dengeli ne var ki bugünkü Galatasaray’da, hiçbir şey! Yönetimi, transferleri, futbolcu kalitesi, gönderilenler, o, bu, şu, her şey yerlerde sürünüyor.
Tüm bunların yanında Manisa’nın hakkını vermemek olmaz. Anti futboldan uzak, katı savunma-kontratak kurnazlığına başvurmadan, çatır çatır pas yaparak, sıfıra inerek, ikiye birlerle, hızlı hücumlarla sadece Galatasaray’a değil, denklerine de iyi bir örnek oldu, tabii kazanmak isteyenlere! Galatasaray için Avrupa’dan sonra lig de bitti artık. Geriye sadece kupa kaldı. Haydi hayırlarla!
‘’Pino da olmasa!‘’
Bir alt kümenin üst sıralarındaki Denizlispor’la, bir üst kümenin orta sıralarında çırpınan Galatasaray’ın mücadelesi, (yani bir anlamda denk güçler!) o kadar da kötü değildi açık söylemek gerekirse... İki takımın tek farkı, fiyatındaydı sanki, hepsi o kadar... Denizlispor, bu oyun anlayışı ve disipliniyle Bank Asya 1. Lig’e hemen veda edecek bir görüntü sergiledi. Peki ya Galatasaray!
Öncelikle psikolojik olarak mecali yok Sarı-Kırmızılılar’ın... Bir Pino, bir Sabri, bir Ayhan özgüvenli, diğerleri ise tümden sallantıda, üfleseniz yıkılacak, dokunsanız ağlayacak türden hem de! Elano eli belinde, bitik gibiyse de, goldeki akıl dolu vuruşu ve asistindeki incelik gözönüne alındığında, gel de vazgeç bakalım kolayca! Arda ve Baros’suz bu takımda en çok parlayan isim, son haftalarda tartışmasız Pino... Attığı ilk golde uzak köşeyi görmesi, ikincisinde ise Emre Çolak’ın ortasında topun gelişine attığı muhteşem şut, Baros’un yanına monte edilmesini sanki kaçınılmaz kılacak. İyi de olur, ama teknik kadronun cesareti gerekiyor bunun için! Bir de Lorik Cana’nın durumu dikkatimi çekti. Bu teknik bir konu, ama Neill-Cana ikilisinin sık sık birlikte denenmesi, gelecek adına yararlı olacaktır. ‘İkisi de ağır ama’ eleştirisi gelebilir. Ancak gerek Servet’e duyulan güvensizlik, gerekse onun da bu anlamda süratli olmadığı düşünüldüğünde, pek de fazla risk oluşturmaz böyle bir tercih. Savunmanı yarı sahada kuracaksan zaman zaman sıkıntılar olabilir belki bu ikili, ama böyle bir şey söz konusu olmadı bugüne kadar ki!
Sonuçta Galatasaray’da sorunlar devam ediyor. Bu galibiyetin tek güzel yanı, taraftara keyif vermesi, hepsi o kadar. Arda, Baros, Neill’la birlikte tam kadro ne zaman çıkabilecek bu takım sahaya? Bu hâlâ kocaman bir soru işareti. En önemlisi de, rakip kim olursa olsun, Ali Sami Yen’de bile kazanmaya çıkar oldu artık. Bunun en büyük nedeni de, Galatasaray’ın perişanlığı!
‘’Bundan iyisi Şam'da kayısı‘’
Maça istekli başladı Galatasaray. Fenerbahçe ya da daha önceki bazı sınavlarındaki gibi... Organizasyondan uzak, biri duran, biri seken toptan iki gol buldu. Buna da şükür tabii... Daha önceki ‘malum’ dönemde de böyle maçlar oynamıştı ama... İstekli ancak kronik hale gelen savrukluk yine söz konusuydu, tabii kendine güvensizlik de... Pino ve Sabri göze battı biraz olsun. Misimoviç kıpırdamaya başladı sanki. Serkan sakatlanıp çıkmasaydı, ikinci yarı da işler tıkır tıkır işleyecek gibiydi. Ama o herkesin parmakla gösterdiği Kayserisporlu stoper, Galatasaray’da sağbek oynadıkça her geçen gün geriye gitti ve gitmekte de... Maç eksiğinden olsa gerek, ofsaytı bozan ve gole neden isim oldu, yine de üstüne fazla gitmemek gerekiyor, kazanmak adına...
Hagi-Tugay ikilisine bel bağlayanların hoşuna gitmeyecek şimdi söyleyeceklerim, ama sezon içinde yapılan teknik direktör değişikliklerinin 10’da 7’sinde işler daha kötüye gider. 2’sinde aynı tas aynı hamam, 1’inde de başarı gelir. Halen geçerli görüş bu, dünya futbolunda... Bu görüş, kadro yetersizliği olan takımlar için daha isabetli açıkçası. Galatasaray’da böyle bir kadro yetersizliğinden söz edilebilir mi, sakatlıklar ve cezalar nedeniyle şimdilik ‘evet...’ Baros, Arda, Kewell gibi neredeyse takımın hücum gücünü tamamen sırtlamış isimlerin yokluğunu göz önüne alırsak, bir de oyunun iki yönünü oynayabilen Ayhan gibi yıllanmış bir şarabın cezalı olduğu düşünüldüğünde, gidişat kötü! Ama geri dönüşler an meselesi olduğundan ötürü, 10’da 1 olasılık pekala gerçekleşebilir.
Bu arada başka bir ayrıntı, ama çok önemli... Bursaspor, bir hafta önce Galatasaray ile karşılaşan ve her anlamda yıpranan/eksilen rakiplerle oynuyor fikstür gereği. Öncesini incelemedim, ama cuma akşamı Dia, Lugano ve Niang yoktu Fenerbahçe’de... Önümüzdeki hafta da rakibi Antalyaspor ve Radejliç cezalı, sakatlanan Necati’nin durumu da belirsiz!
‘’İlkler ve ilkellikler!‘’
Ruhu (Arda), beyni (Kewell), hırsı (Baros), yani takımın yüzde 60’ı sakat! Camianın morali sıfırın altında. Kondisyon ve takımdaşlık görüntüsü bugüne kadar yerlerde. Üstelik buluşmanın adresi, 10 yıldır puan bile çıkartılamayan Kadıköy cehennemi! Teknik kadro henüz iki gün önce işbaşı yapmış. Duygusal bakımdan her türlü büyüye/duaya sığınan Sarı-Kırmızılı taraftarların İddaa oynayanlarının bile dörtte üçü, işin içine maddi çıkarları girince Fenerbahçe’nin galibiyetine parayı basmış... İddaa Fenerbahçe galibiyetine 1.50, Galatasaray galibiyetine 4.20, beraberliğe 3.40 vererek, herkesi ‘fark beklentisi’ içine sokmuş. Bu tabloda ‘Fenerbahçe tarihi fark atar’ demişim, iyi halt etmişim! Nereden bilebilirdim ki, hücum futbolunun ateşli savunucusu ve uygulayıcısı Rijkaard’ın, ‘koşmayın, pres yapmayın, yardımlaşmayın, paslaşmayın, kademeye girmeyin, hatta şut bile atmayın, sahada ruhsuzca dolaşın’ diye futbolcularının beynini yıkadığını 1,5 yıldır! Gün, tükürdüğümü yalama günüdür o zaman, eyvallah, yalıyorum! Ama yalatanlara da ‘helal olsun’ diyorum!
Maça gelirsek; Galatasaray, rakibinin en etkili olan kanatlarını kapadı ilk yarı boyunca, ikinci yarıda biraz çözülmeler oldu, bu da doğaldı. Niang ve Dia’yı bir yana bırakın, Gökhan ve Caner destek bile veremedi. Cim Bom ileri bastı. Bir Pino bile Sarı-Lacivertli savunmayı dağıtmaya yetti. Neredeydi ki bu çocuk bugüne kadar! Düşünebiliyor musunuz, en zayıf halkası duran ve savunmanın arkasına/arasına atılan toplar olan Galatasaray, neredeyse pozisyon bile vermedi buralardan. Bir garip geceydi yani dün yaşanan... Dikkatimi çeken en önemli konu ise, ‘örgütlü Fenerbahçe milislerinin sinsi psikolojik saldırıları’ devreye girmeyince maç öncesinde, Kadıköy’deki buluşmalarda da futbol izleyebileceğimiz ve sonrasında konuşabileceğimiz kanıtlandı!
‘’Yetiş ya futbol tanrısı‘’
Galatasaray’ın işi, bu kez futbol tanrısının insafına kalmış durumda... Yönetimi çatırdayan, teknik kadrosu henüz dün bir bugün iki belli olan, oyuncularının neredeyse tümü her anlamda yerlerde sürünen, taraftarının yanıt aradığı tek soru, ‘Acaba 5 mi yeriz, 6 mı?’ olan bir takımın Kadıköy’den hafif sıyrıklarla ayrılması bile, sadece ‘o tanrının’ mucizesine bağlı! Çünkü neredeyse bütün silahları pas tutmuş, işe yarayabilecek bir-iki tanesi de ‘ucu açık bir süre’ ıskartaya ayrılmış ordunun başına istersen dünyanın en büyük ‘Comandante’lerinden birini getir, yine de kaybetmeye mahkumsun.
Kalesinden forvetine, savunmasından orta sahasına kadar, moral, fizik, kondisyon, yani her bakımından dökülen bir takım, yetmez gibi ceza, sakatlık ve yaşanacak ‘olası’ kızağa çekilmelerden ötürü maç eksiği bulunan oyunculardan kurulu olarak en önemli deplasmanına çıkmaya hazırlanıyorsa, orada kimse ‘sürprizden’ bile söz edemez. Ederse de, ‘uğur yapıyor’ demektir. Bu yola ‘umutsuz’ taraftarların başvurma hakkı tabii ki vardır. Ama hiçbir ‘aklı başında, samimi ve konusunun uzmanı’ futbol adamı çıkıp da bu buluşma öncesinde ‘Maçlar oynanmadan kazanılmaz’ ya da ‘Derbilerin favorisi olmaz’ gibisinden cümleler, ‘bu defaya mahsus’ kuramaz, en azından karşısındakine ve yaptığı işe saygı gereği kurmamalıdır! Çünkü belki de ilk kez, sonucu belli, skoru merak edilen bir derbiye tanık olacağız.
Bu düşünceyi güçlendirmek için aslında iki takımın futbol karakteri, oyuncu kalitesi/form durumu/bireysel yetenek vs gibi ölçütleri gözönüne alarak karşılaştırma yapmak gerekir. Ancak bu kez ‘takım’ olarak sadece ‘bir’ tanesinden söze edilebileceğine göre, Fenerbahçe’ye şöyle bir değinmek yeterli olacaktır.
Fenerbahçe’nin uzun süredir en büyük artıları, araya ve savunmanın arkasına atılan uzun toplar... Ve tabii duran top organizasyonları... Bunlara son haftalarda Dia ve Niang’ın uyum sağlamasıyla kanatlar da eklendi... Orta sahada sadece Emre’nin soyunduğu ‘oyunun iki yönünü de oynama’ rolüne, diğerleri de ‘seve seve’ katılmaya başladı! Tüm bunların karşısına Galatasaray’ın ‘herkesin bildiği ve hemfikir olduğu’ eksiklerini koyun ve maçı bugünden kafanızda oynayın bakalım nasıl bir sonuç/skora varacaksınız!
Durumun konuk takım adına ne kadar vahim olduğunu anlamak için sadece, her Galatasaray derbisi öncesinde ‘psikolojik savaşın’ en ince/kaba yöntemlerinden değişik örnekler sunan Fenerbahçe’nin örtülü ve örgütlü milis gücünün bu kez ‘ense’ yaptığını görmeniz bile yeter!
‘’Ne Rijkaard ne Terim!‘’
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor, Galatasaray bu sezonun en iyi mücadelesini verdi. Haaa, yeterli mi, tabii ki değil... Sıradandı yine... Sahada, dağınık, disiplinden uzak bir görüntü vardı, futbolcuların çoğu doğaçlama takıldı. Bunun için teknik kadro eleştirilebilir, tamam buna katılırım. Ama bu tablonun baş mimarı, oyunun hemen başında gelen Ankaragücü golündeki hatasıyla hakemdi, bunu da göz ardı etmemeli.
Sabri, Mustafa Sarp ve Baros dışında, biraz İnsua, biraz Ayhan göze battı sadece. Sıfıra inme olayı hemen hiç düşünülmezken, yine bireysel beceriler sonucunda iki gol bulundu. Hep söylüyoruz, bırakın kazanmayı, puan kaybetmeyi bile düşünmemesi gereken takımların en büyük zaafı, savunmanın arkasına ya da arasına atılan toplardır. Savunmayı ileride kurduğun zaman, libero özelliği eksik olan kalecin de varsa, böyle skorların doğması hiç sürpriz değil.
Galatasaraylılık temelini Fenerbahçe düşmanlığı üzerine oluşturanlar, Kadıköy için şimdiden hazırlasın kendisini... Çünkü geliyorum diye bas bas bağırıyor tarihi bir facia daha... Benden söylemesi.
İşin en acı yanı, tribünlerdeki bölünmeydi. Rijkaard’ın teknik adamlığına söz edemem. Ama kan uyuşmazlığı olduğunu savunuyorum ve bundan önce de yolların ayrılması gerektiğini düşündüğümü dile getirdim. Ancak alternatifi, kesinlikle Fatih Terim olmamalı. Bu da benim kişisel görüşüm. Bir şey söylerken, yerine bir şey de koymak gerekir. O nedenle bir başka takımın teknik adamını ayartma çirkinliğine başvurmadan, Tugay Kerimoğlu ismini öneriyorum. Yanına koyarsın megaloman olmayan bir Galatasaraylı ağabey, bugünden yitip gittiği anlaşılan sezonu ‘hazırlık dönemi’ kabul ederek yeni bir ‘sistem’ oluşturursun, olur biter. Yeni stat boş kalmaz, kimse merak etmesin. O tribünde ikiye bölünen taraftar, kombinelere akın eder, bundan adım gibi eminim.