‘’İbre fazlasıyla Fener'den yana‘’
Galatasaray, her anlamda minimum güçle var olma savaşı veriyor. Ve talihe bakın ki, böyle bir dönemde ezeli rakibi ile Kadıköy’de bir kez daha karşılaşacak. Normal şartlarda şansı olmaz. Hatta son oynanan ve tarihi farktan kurtulduğu maçtan da beter bir durumda bugün. Rakibi ise tam tersi, her bakımdan maksimum güçle meydanlarda salınıyor! Minimum güçle, maksimum etki yaratabilir mi Galatasaray, zor.
Kalli’nin bu şartlarda yapması gereken, öncelikli olarak ‘şaşırtıcı hamlelerle rakibin ezberini bozmak.’ Orta sahada baş etmenin olanağı yok Fenerbahçe’yle, top yapmasını engellemekten başka bir şey gelmez elden! Öyleyse geriye kalıyor birinci ve üçüncü bölgeler. Birinci bölgede bireysel hatalar ve yan top zaafiyeti nedeniyle ayakta kalması mümkün değil, yani kalesine yaslanamaz. Eh, o zaman adres belli. At topu üçüncü bölgeye, boğuş orada. Ancak böyle. Ama orada topu tutmak önemli. Bunun için de, öncelikle Arda’nın Ankaragücü maçındaki gibi oynaması şart. Olağanüstü şartlarda gerçekleşecek bir derbi olacağı kesin. Ama ibrenin, fazlasıyla Fener’den yana olduğu gerçek.
Türkiye olarak büyük bir değişim yaşıyoruz! Allah başımızdan eksik etmesin onları, akil insanlarımızın birbiri ardına aldıkları ‘devrim’ niteliğindeki kararlara uyum sağlamamız, onları anlayabilmemiz biz ölümlüler açısından kolay olmayacak, biliyoruz. Ama yine de kafatasımızın içinde bulunan löp etten sızanları soralım istedik, haddimiz olmayarak! Nereden çıktı bu 6 artı 2 mesela... Böylesine yaşamsal önem taşıyan bir karar, ‘yangından mal kaçırır gibi’ ara transfer döneminin bitmesine günler kala mı alınır? Kulüplerarası bir mutabakat mı söz konusu olan, yoksa küçük hesaplar mı? Türkiye’ye rağmen Türkiye için böylesine bir karar verme hakkını nereden alıyorsunuz? Türkiye bu soruların yanıtını bekliyor. Ve, “Milli Takım Avrupa Futbol Şampiyonası Finalleri’nde şampiyon olamazsa bunun hesabını sorarım” diyen zat, Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi şampiyonu olamazsa ne olacak?
‘’Ses var görüntü yok!‘’
Arda’yı eleştirdiğimiz nokta, hareketlerinin devamını getirememesiydi. Enfes çalımlarının sonrasında etkili bir şutuna, bir asistine tanık olmak için bazen haftalarca beklemek gerekiyordu. Oysa dün akşam, olması gereken gibiydi. Sadece hareketlerinin başarılı devamına değil, takımının en çok ihtiyacı olan lider oyuncu kimliğine bürünmesine de tanık olduk. Galatasaray’ın bütün hücumlarını organize etti. Çok çalıştı, belki de ilk kez bu denli verimliydi. İnisiyatif almaya böyle devam ederse, adaylıktan yıldızlığa yükselmesi yakındır.
Sıkıntılı geçen 20 dakikanın ardından, Volkan’ın hücuma verdiği ilk destek ve attığı şut sonrasında Hakan Şükür’le gelen gol, Ankaragücü’nde hayal kırıklığı yarattı. Ardından Arda’nın ısrarlı takipçiliği ve yine onun pasıyla Ümit’in jeneriklere girecek güzellikteki sol vuruşu işin şeklini 7 dakikada belli etti. Bundan sonrasında sürpriz olmadı. Ankaragücü oyun disiplininden koptu, bundan yararlanan Cim Bom pozisyonlar bulmayı sürdürdü.
Galatasaray’ın, bunca eksiğe karşın üç kulvarda birden ‘düşe kalka’ olsa da ilerlemesi takdir edilmeli. Ancak sahadaki dağınık görüntü sürüyor. Nedenleri ortada, çünkü beyinlerin neredeyse tümü sakat. Onlar dönmeden fazlasını beklemek insafsızlık ve hayalcilik olur. Bu iniş-çıkışlara alışmak gerek, çünkü daha ekip olmaya zamanı var bu kalabalığın.
‘’Dayanın az kaldı‘’
Galatasaray, uygulamaya çalıştığı futbol anlayışı yönünden sorunlarını hâlâ giderebilmiş değil. Zaman zaman ortaya iyi oyunlar ve parlak sonuçlar çıksa da, bu rakibin gücünden ve hedefinden kaynaklanıyor şimdilik.
Sarı-Kırmızılılar, öncelikle ikinci ve üçüncü bölgede oynamayı hedefliyor. Bunun için de, birinci bölgesinde oluşan geniş boşlukları sürekli kontrol altında tutacak ve bu müdahale yeteneğine sahip bir ‘libero kaleci’ye ihtiyaç duyuyor. Yani kaleci arayışlarının nedeni Orkun ve Aykut’un kötü olmasından değil, bu özellikleri taşımamalarından kaynaklanıyor. Zaten dikkat ederseniz, Galatasaray’ın yediği gollerde kontraların ve geniş alanların payı küçümsenmeyecek derecededir.
Her oyun anlayışının kendine özgü artıları-eksileri var. Rakibinizi birinci bölgenizde kabul eder, hızlı adamlarla hücum edersiniz veya her alanda kontrollü olur, ‘1 yeter, 3 olursa da kaymaklı ekmek kadayıfı’ dersiniz, genelde Anadolu takımlarının tercih ettiği gibi ya da ‘büyük takım psikolojisiyle’ oyunu rakip alana yığar, sürekli saldırırsınız, Galatasaray’ın yapmaya çalıştığı da bu... Bunlar, çeşitli etkenlerin birleşimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Sarı-Kırmızılılar’ın öncelikli olarak tarihinden gelen refleksidir ‘hücum futbolu.’
Kalecinin libero gibi oynamasının yanı sıra takımı oluşturan diğer isimlerin de çok yönlü olması bu düşüncenin olmazsa olmazıdır. Her futbolcu, birkaç pozisyonda oynayabilmeli. Takım, aynı 90 dakika içinde başka kimliklere bürünebilmeli, teknik adamının kenardan yapacağı bir işaretle. Çok koşmak, doğru yerde bulunmak, yardımlaşmak, hızlı düşünmek, basit oynamak ve güçlü olmak gerekir. Yani çok zordur. Ama olanaksız değil!
Bu yolda ağır aksak da olsa bir ilerleyiş var Galatasaray’da. En büyük sıkıntı, kadrosunun tamamına yakınının bir değişime uğraması. Tabii bir de ‘etkili ve yetkili beyin.’ Bu değişim süreci, ister doğal eleme, ister hedef doğrultusunda ‘neşter kullanma’ biçiminde olsun, devam edecektir kuşkusuz. Bu nedenle atılan adımları, salt alınacak sonuçlarla değerlendirmemek gerekir. Takım olma ve bazı şeyleri otomatiğe bağlama yolunda herkese bol sabırlar! Tünelin ucunda ışık var çünkü.
‘’Drogba mısın be mübarek!‘’
Sezonun ilk haftalarındaki Galatasaray, Rize karşısında anlık enstantanelerle ‘geri dönüyorum’ sinyali verdi. Yine çok koştu, yine rakibe baskı yaptı, yine pozisyona girdi, yine bol gollü bir galibiyet aldı ve izleyenlere zevk verdi.
Ancak kimse, yıllardır süren duran top kısırlığının bir maçta sona erdiğini söylemesin. Arda ve Sabri’den sonra korner ayaklarının değişmesi tabii ki etkili olmuştur 3 golde. Ama bunda Volkan ve Barış’ın doğru kullanılmalarının yanında, rakip kalecinin çizgiye çakılı kalmasının ve rakip savunmanın yaptığı eşleşme hatalarının da rolü büyüktü. Ön direkte Şükür, arka direkte Servet denemelerinin değişerek sürdürülmesi gerektiği artık nettir. Bugünden yarına aşılacak değil bu duran top sorunu. O nedenle her idmanda bu çalışma ısrarla yapılmalı.
Fatih Terim’in, Milli Takımı basınla karşı karşıya getirip gerilim ortamı yaratarak hırslandırma taktiği, sanki Galatasaray için de geçerli gibi... Baksanıza, ne zaman eleştiriler yoğunlaşsa, biraz da hakaret noktasına ulaşsa sihirli bir değnek değiyor takıma! Sanki takımları ve kendileri için değil de, bazılarına tükürdüklerini yalatmak için oynuyorlar! Yoksa birkaç günde bu kadar değişim mümkün mü? Gerilimin fazlası ve uzun sürelisi de iyi değildir beyler!
Yine de bu skoru rakibin yumuşaklığı ve hataları değil, Galatasaray’daki istek yaratmıştır. Oynadıkça açılan ve her gün üstüne koyan Mehmet Topal, 7 golde de topla oynayabileceği uzaklıktaydı. Bu kolay bir iş değil. Arda, kendisine tanınan sınırsız özgürlükten olsa gerek, özgüvenliydi. Oyunu yönlendirmesiyle, etkili paslarıyla, koşularıyla, hırsıyla ‘10 numara kumaş’ gibi alımlıydı, nihayet. Nonda’daki Drogba andırması, Rize’de iyice belirginleşti. Çok yönlü bir forvet. Kenarları kullanan, topla gerektiğinde yumuşak, tilki gibi kurnaz, hep olması gereken yerlerdeydi Kongolu. Vuruşları sert değil, ama etkili. Önemli olan da bu zaten. Her pozisyonda aynı şekilde topa vurmak, düşünce fakirliğinin bir işaretidir. Ya da aksi, her durumda yeni bir vuruş denemek, beyniyle hareket ettiğinin belgesidir. Yalnız daha güçlenmesi ve takımla bütünleşmesi şart. Her şeye karşın bu skor, orta sahaya takviye yapılması gerçeğini de örtmemeli, dikkat!
‘’Deniz bitti!‘’
İkili ya da üçlü oyun yok, ‘takım oyunu’ desen, o da hak getire... Kazanılan duran toplar rakibe değil, kendi kalesine tehlike! Aynı yerden kazanılan kornerlerin her birinde farklı isimler topun başında... Frikiklerde de durum benzer, topa en yakın olan, sanki top babasının malıymış gibi atışı kullanıyor. Böyle bir görüntüde nasıl ‘anlamlı’ bir futbol ortaya çıkabilir ki!
Duran toplarda doğal olarak savunmanın uzunları da ileriye çıkıyor. Atışların hiçbiri olumlu kullanılmadığı için, her top Galatasaray kalesine tehlike olarak dönüyor. Korner ya da kanatlardan kazanılan serbest atışlarda yapılması gereken en hayırlı şey, kendi orta sahasının ve savunmasının yerini aldığından emin olduktan sonra topu auta bırakmak herhalde! Böylece en azından kontra yememiş olur takım. En büyük zaafı da bir nebze olsun giderilir! Korner, yan top ya da frikik kazanıldığında eloğlu yarım gol beklentisiyle kıpır kıpırken, Galatasaraylılar tuvalet molası veriyor! Böyle olunca da ortaya ‘haksız rekabet’ çıkıyor!
Kazanılan kupalardan dem vurmayacağım. Ama o dönemin Galatasaray’ını bir hatırlayın. Tüm takımın gözü savunma yapılırken Popescu’da, hücum sırasında Hagi’deydi. Bu ikiliye göre hareket ederdi takım, kendini yırtardı herkes biraz korkudan, çokça saygıdan! Bugün savunmada Song’a bu gözle bakılıyor, ya hücumda? İşte en büyük eksik burada! Pres ‘sözde’ yapılıyor, o an canı isteyenlerce. Bir-iki kişi basıyor, diğerleri seyrediyor. Böyle olunca da, rakibe basanlar bir pasta oyundan düşüyor. Rakip hataya zorlanıp da top kazanıldığında ise bu kez hücumdaki organizasyonsuzluk nedeniyle trajikomik görüntüler sergileniyor. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Bunun tek nedeni de senkronize olamamak. Bunu kazanmanın tek yolu ise, bıkıp usanmadan aynı hareketleri tekrarlamak ve otomatiğe bağlamak. Yani ezber şart.
Tüm bunların ışığında sözün özü tek; en az bir beyin gerekiyor. Linderoth ve Lincoln’den gelen haberler kötü. Yetiş ya Ayhan! Elde şimdilik kalan sadece o çünkü. Yeni biri alınabilir mi, bilemem. Ama görünen o ki, mutlaka alınmalı. Aksi takdirde bu sezondan ümit yok gibi!
‘’Atış serbest!‘’
Sezonun ilk yarısındaki 17 lig maçının 14'ünü pazar oynadı Galatasaray. 3'ü gündüz, diğerleri geceydi. Sadece Sivas'la cuma, Fener ve Beşiktaş'la cumartesi gecesi karşılaştı. Bu pazar ağırlıklı maç programının nedeni, büyüklerin Avrupa'daki mecburi sınav günleriydi, art niyet yok yani.
Malum, pazarın ertesi iş günüdür. Ali Sami Yen'in bakımsızlığı, yönetime tepki, takımın oyunundan duyulan hoşnutsuzluk gibi faktörler de az taraftar gelmesinde etkili olmuştur tabii. Ancak hiç mi pazartesinin suçu yok bu tabloda! Kaldı ki, Sami Yen'deki 1'i cuma gece, 1'i pazar gündüz olanı hariç diğer 5 maçın başlama saatleri en erken pazar 20.00'ydi, 21.45 olanı da vardı üstelik. Sıradan vatandaşı düşünün, maçın bitiş saatini de... Oturduğu semti, ulaşımı, ertesi günü kalkılacak saati de... Bütçesinden ayırması gereken parayı gündeme getirmiyorum, defalarca işlendi çünkü bu konu. Bunların tümü bir araya gelince, belki de boş tribünlerin nedeni daha iyi anlaşılabilir ve çözüm yolları bulunabilir.
Cim Bom'un 14'üne karşılık Beşiktaş 5, Fener 4 kez pazar oynadı. Çoğu kez şampiyonluk yarışındaki rakiplerinden sonra sahaya çıkmak, Galatasaraylı genç ve yeni futbolcuların motivasyonunu ne yönde etkilemiş olabilir? Şimdilik bu da bir soru işareti. Belki de rakiplerinden önce oynamak, biraz olsun rahatlatacaktır takımı!
Ancak 'saha içinde' büyük bir sorun var', hep vurgulamaya çalıştığım gibi beyin eksikliği söz konusu! Sakatlıkları nedeniyle 'bir var, bir yok' olan bu yeterlilikteki oyuncuların dönüşü ile birlikte farklı bir Galatasaray izlenecektir kuşkusuz. Ama Linderoth'tan gelen haberler can sıkıcı. Geriye Ayhan ve Lincoln kalıyor. Onlara eşlik edebilecek belki biraz da 'akıllarını başına almış' Arda ve Hasan Şaş... Daha sağlıklı, derin ve anlamlı yorumlar yapabilmek için de, şu sakatlık belasının sona ermesini bekleyeceğiz! Bu da şu anlama geliyor, yönetime ve teknik kadroya atış serbest!
‘’Sakın bu oyuna alet olmayın!‘’
Canaydın’a taraftarın bir bölümünce duyulan inançsızlık bitmeyecek sanki. Adnan Polat’a sevgi ve nefret yarı yarıya... Öteki Adnan, beriki nedeniyle sevilmiyor... Her hafta bir futbolcu kurban ediliyor... Kalli bir gün umut, bir gün moruk... Cemaat önüne gelenin kellesini ister duruma getirilmiş, biri çıkıp ‘paralayın’ dese, mazallah! İşte böylesine dolmuş/doldurulmuş!
Yazılanları, söylenenleri duyan ve gören sanacak ki, borçlardan ötürü kulübün anahtarı Florya muhtarına (!) bırakılmış. Futbol takımı, amatörlerden oluşmuş ve şampiyonluk yarışında havlu atılmış. Avrupa defteri kapatılmış. Diğer branşlarda dibe vurulmuş. Başkanı dahil tüm yöneticileri yüz kızartıcı suç işlemiş de, buna rağmen göreve devam etmekte. Kulübün üstüne ölü toprağı serpilmiş, yaprak bile kıpırdamıyor!
Sorunlar tabii ki var, bunun herkes farkında. Ama yukarıda sözünü ettiğim boyutta olmadığı da ortada. Bilinçli abartının tek nedeni, birilerinin verdiği iktidar mücadelesine taraftarı da çekmek istemesi! Takım veya kulüp umurlarında değil oysa. Yaratılan bu kaos ortamında her kafadan bir ses çıkıyor. Aslında aklıselim davranıp, istenenler alt alta yazılsa... Nasıl bir Galatasaray istedikleri çıkacak ortaya... Örneğin:
Canaydın ile iki Adnan’nın, Kalli’yi kovup el ele istifa ettiği, yerine eşbaşkanlık sistemi ile avanta sağlanacak çok sayıda ismin getirildiği... Şükür’ün kovulduğu, ama yerine onun gibi uzun boylu bir santrforun arandığı... Karan’ın Fenerbahçe’ye yollanıp, her derbide anasına-avradına küfredildiği... Servet’in burun deliklerine tapa konduğu... Arda ve Sabri’nin her maçtan sonra falakaya yatırıldığı... Aslantepe’ye sabotaj düzenlenip Sami Yen’in sihirli değnekle altın yumurtlayan tavuk haline dönüştürüldüğü... Lincoln’den Hagi, Orkun’dan Mondi yaratıldığı... Emre Aşık’ın geri döndürülüp Florya’ya nur yağdırıldığı... Takımın sahaya çift santrfor çıkıp, aynı zamanda 4-6-0 oynadığı... Çapaların elde, ince iplerin belde, formaların da bir bakışta farkedilebilecek loğusa şerbeti renginde olduğu, göğsüne de Gül Baba’nın sarı ve kırmızı gülle bir pozunun işlendiği!..
İşte birilerinin istediği Galatasaray, böyle hilkat garibesi gibi bir şey!
‘’Ey Cim Bomlu!‘’
‘Bu başkanla ve yönetimle olmaz” diyor birileri, “Kalli’yle de...” Hele Şükür’le ve Karan’la hiç olmazmış! Ve sonra da ekliyorlar, “Böylesine tecrübesiz bir takım başarılı olabilir mi?” diye. Önce bütün tecrübelileri siliyorlar bir kalemde, sonra da tecrübesizlikten söz ediyorlar utanmadan!
Bu takımın sezon başında futbol olarak hangi limite ulaştığını bilmeyen yok aslında. Demek ki, o kapasite var, ama sorunlar da! Sorun çalışmamakta ya da kadro yetersizliğinde değil, yüreklerde, beyinlerde! Çözüm yolu ise sevmekten, kucaklamaktan, tribünleri doldurmaktan, sınırsız destek vermekten geçmekte!
“Konumuz Galatasaray’ın futbolunun ümit vermemesi” diyenler çıkabilir. Şu gün gibi aşikâr ki, takımın sorunu orta sahada. Ve Lincoln, Linderoth, Ayhan’ın iyileşmesiyle (ki az kaldı) forvet hattında o çok eleştirilen Şükür’ün de, Karan’ın da performansını göreceğiz hep birlikte! Tu-kaka yapılmak istenenlere dikkatinizi çekmek isterim ayrıca, kolay mı böylesine vazgeçmeler, hele konu bu isimler olunca!
UEFA Kupası’nda önce Leverkusen, ardından Zürih-Hamburg eşleşmesinin galibiyle (büyük olasılıkla da Hamburg) oynayacak Cim Bom, işler yolunda giderse! Anderlecht’le eşleşen grup birincisi Bordeaux’nun sonraki olası rakibi B.Münih; PSV ile kapışacak grubun ikincisi Helsinborg’unki ise Tottenham ve yine büyük olasılıkla... Hangisinin önü Galatasaray’dan daha açık, bir düşünün hele!
Kaldı ki nedendir bu nefret? Canaydın’a, Polat’a, Feldkamp’a, Şükür’e... En trajik olanı da Ali Sami Yen’e ve takıma!.. Üç cephede birden hâlâ iddialı olan iki takımdan biri Galatasaray, tüm olumsuzluklara karşın hem de! Ayrıca koskoca Türkiye’de, Galatasaray’ın başardıklarının yanından geçeni bile olmamış bugüne kadar, ne kolay unutuluyor tüm bunlar!
Kuru kuruya bir iyimserlik değil benimkisi! A’dan Z’ye bu ekibe inanıyorum, öncelikle de felsefesine! Ve çırpınışlarını görebiliyorum başkanından futbolcusuna, hem de yapayalnız bırakılmalarına karşın!