‘’Bir gün mutlaka‘’
Elbet, Galatasaray da kazanacak Kadıköy’de. İşte asıl sınavı o gün verecek her iki tarafın oyuncuları ve tribünde ya da başka mekanlardaki taraftarları.
Haftanın en önemli karşılaşmasında, Fenerbahçe aralıksız 8. kez yendi ebedi dostunu Kadıköy’de. Bu dönemde, oldukça farklı, hatta tarihe geçen sonuçlar da vardı. Ancak, hem kazanan hem kaybeden tarafta, cumartesi akşamki kadar olgunluk ve örnek tavırlar uzunca bir süredir yaşanmamıştı. Birkaç istisna dışında tribünler ve en önemlisi sahadakiler, bir futbol oyununun, gerçek oyuncuları gibiydiler.
Dürüstçe, sportmence, bazen aşırısı da olsa, sadece futbolun gerektirdiği sertliklerle, adam gibi mücadele ettiler.
O kadar olur
Deivid’in, aslında direkt değil de, ikinci sarıdan kırmızı olması gereken horozlanmasını, son anlarda sahaya giren Ümit’in klasik ‘el-kol’ abartılarını ve Zico’nun ‘dur’ dediği Uğur Boral’ın buna benzer tavırlarını bir kenara bırakın, adam gibi adamların yarışması, kapışmasıydı. Song’un, sarı kartlık faulünün devamında Semih’in başına doğru yaptığı son hamle de, asla ‘kasıt’ unsuru taşımamaktaydı.
Alex’in gol pası kadar keyif vericiydi gerçek bir futbolsever için, yerde yatan rakibi kaldırmaya uzanan eller. Carlos’un Barış ve ‘agresif’ damgası yemiş Sabri’yle ‘abi-kardeş’ samimiyeti, her türlü skor tabelasından çok daha değerli şeyler. Arda’nın, tribünlerle atışması bile medeni ölçülerdeydi, olaya karışmasaydı bazı obez beyler!
Vay anasına; yaşlanıyor muyuz ne!..
Ha gayret! Kazanmak tabii ki büyük keyif, ancak yarışabilmek asıl fazilet. Sevinmek tabii ki helal taraftar için, ancak yenilgide sahip çıkmak tıpkı maç sonrası Florya’daki gibi, itidali yitirmemek tıpkı maç sırası Kadıköy’deki gibi, asıl övgüye değer meziyet.
Bir gün mutlaka, Galatasaray da kazanacak Kadıköy’de. İşte asıl sınavı o gün verecek her iki tarafın oyuncuları ve tribünde ya da başka mekanlardaki taraftarları. Pek alışık olmadıkları bir durumla karşı karşıya kaldıkları o gün, gerçek sınavdan geçecek büyükler. Belki daha da büyüyecekler, yine birlikte...
Hakikaten, beraber büyümemiş miydi bu ‘tek yumurta ikizleri’. Son yıllardaki, ‘kardeş kavgası’ görüntüsünün ardında yatan sebep ne!
‘’Derbi matematiği!‘’
Ezeli rakibin, ebedi dostunu yenmesi zevk verir insana. En hakiki, en samimi arkadaşları, yakınları ve dostlarıyla dalga geçebildiği için. Tersi daha fazla zevk veriyordur belki; çok nadir rastlanması nedeniyle!
Sıradan, ancak önemli bir şey bu. Çünkü, öyle çok Galatasaraylı var ki artık. Hani neredeyse Fenerbahçeli kadar. Sağına baksan dört, soluna baksan altı!
Dün akşam ikiydi mesela; Lemi’ydi, Tayfun’du! Olsun...
Oysa, Yunanistan’ın bizi ve Fenerbahçe’nin Beşiktaş’ı hem de Kadıköy’de yenmesi, sanki bu kez ebedi dostun, ezeli rakibini yenebileceğinin işaretiydi. Tabular mı yıkılıyordu ne!
Olmadı! Sarısının yanında lacivert olan, sarısının yanında kırmızı olan ‘tek yumurta ikizi’ karşısında geleneği yine bozmadı.
Maç öncesi, 8 Aralık esprisi çok yaygındı. Ancak, sekiz olsaydı; dönem dönem zevkten dört köşe, altıgen olanlar, bu kez sekizgen olacak ve iyice suyu çıkacaktı ezeli ve ebedi geometrinin!
Üç bilinmeyenli; bir tarafın ya tek ya iki ya da daha farklı kazanacağı kestirilebilen, ancak yine de dünyanın en önemli derbilerinden biri bu. Söz konusu olan, bir kenarı lacivert, bir kenarı kırmızı, uzun kenarı sarı olan bir üçgense; iki kenarın karesinin toplamı, hipotenüsün karesine denk gelir neticede. Fazla zorlamaya gerek yok yani, matematiği!
Dalgasını geçer insan; en hakiki, en samimi arkadaşları, yakınları ve dostlarıyla. Sırf bu nedenle ona kızıyor ve darılıyorlarsa yapacak pek bir şey yok sonuçta. Bilim bu.. Ya da hiç ilgisi yok bilimle; sadece kader...
‘’Son ana kadar‘’
Galatasaray şanslı bu sezon. Son anlarda kotarıyor puanları ve yenilmezliği kimi zaman.
Tamam şanslı da, şansını kendi yaratmıyor mu aslında; son saniyeye kadar mücadele ederek, top yekün!
Bir bakıyorsun; altı-yedi Sarı-Kırmızılı, rakip ceza sahası içinde veya civarında. Bir bakıyorsun; üç, hatta dört forvetle oyunda yenilgisiz lider. Sadece şunu bahane ediyor, bu şartlarda yenilmesi gerektiğini iddia edenler: Rakipler, savunmadaki derin boşlukları değerlendiremiyor...
Hadi, bir olur, iki olur, üç olur; bu kadarı da fazla değil mi, ‘son an kazançları’nın. Her önüne gelen mi, beceriksiz!
Basıyor, koşuyor, savaşıyor ve istediklerini alıyorlar, bu inada karşı duramayanların önünde.
Bu hafta sonu, her türlü olumsuz istatistiğe ve geleneğe rağmen, yine aynı şartlar yaşanacak Kadıköy’de... Fenerbahçeliler, Didi’den bu yana 35 yıldır, “Galatasaray maçları, bayramdır” görüşünde haklı olarak bütünleşseler ve bir kez daha bu rahatlıkla belki öne geçseler bile, peşini bırakmayacak oyunun Galatasaray. Uzak olasılık gibi görünüyor ancak, tam tersi olsa da, üzerine yatmayacak bir takım Kalli’nin yarattığı. Hep yüklenecek, hep basacak, saldıracak son ana kadar; önde bile olsa...
Ev sahibi ise, bir buçuk sezondur olduğu gibi, o bayram günü de sakin olacak yine. Öncelikle ve özellikle Zico’dan dolayı. Top dolaştıracak yetenekli ayaklarıyla. Güzel paslar, bacak arası ve varyete yapacaklar illaki. Muhtemelen, yenilerden biri Galatasaray’a gol atıp ‘gerçek Fenerbahçeli’ sıfatına kavuşacak. Bu sayede, Fenerbahçe’den gol yiyen Orkun da ‘gerçek Galatasaraylı’ olacak! Ancak son düdüğe kadar, beraberlik umut eden Sivasspor ve Beşiktaşlılar da dahil, kimse sonuçtan emin olamayacak; çünkü yüklenecek Galatasaray...
Şu kesin; Fenerbahçeliler çok yorulacak. Sonucu ne olursa olsun, yakın geçmişteki derbilere benzemeyecek bu. Umarız karşılaşma sırasında ve sonrasında, yenişemeyen, kazanan veya kaybeden diğerine saygı duyacak. Umarız, en yakın arkadaşlar, dostlar birbiriyle dalga geçecek maç sonrası; ama kimse alınıp, kırılmayacak. Çünkü, dünya ve top döndükçe bu eğlenceli derbi daha çok oynanacak. Yine oynanmadan önce ve yine oynandıktan sonra çok konuşulacak. Kimbilir, köprünün altından daha ne sular akacak...
Kardeş kardeşine, baba çocuğuna, çocuk babasına, biri karısı, diğeri kocasına, öğretmen öğrencisi, talebe hocasına, yönetici elemanına, çalışan patronuna ne havalar yapıp, ne cakalar satacak...
Üstelik, maç 8 Aralık’ta oynanacak!
‘’Yardım şart!‘’
Hasan Şaş’ı yerden yere vurmak yerine elinden tutup kaldırmak gerekir. Çünkü görünen durum, tıbbi yardım alma gerekliliğidir...
ayserisporlu Mehmet Eren’in, kendi sahalarında iki puan bıraktıkları Oftaşspor karşılaşmasından sonraki “İstediğimiz oyunu oynayamayınca sinirlendik, sağa sola saldırdık” dürüstlüğü dururken, Hasan Şaş’tan kelam etmek saçma olur!
Koskoca Zico’nun, henüz büyük abdesti Kurbağalıdere’ye inmemiş Uğur Boral’ı kazanmak için sarfettiği övülesi gayretinin yanında, Hasan Şaş meselesi biraz sakil durur!
Zor durumda!
Roberto Carlos’un, Roberto Carlosluğu nasıl kabul ve saygı görmeye başladıysa her aklı selim tarafından, Hasan Şaş’ın, Hasan Şaşlığı’nın da artık idrak edilmesi, Türk Futbolu’nun geleceği olan genç sporcular için önemli bir mevzudur!
Biri hasta olup iyileşmek için ‘Aferin’ alır, biri imzasını isteyen küçük bir çocuğa gösterdiği ilgi nedeniyle. Birinci ‘Aferin’ doping tespiti ile 6 ay ceza almasını sağlar sporcunun. İkinci ‘Aferin’ ise adamlık içindir sadece...
Zor durumdakine yardım elini uzatmak, geleneklerimizden ya da genlerimizden gelen, yalnız bize ait bir özellik olmaktan öte, ortak insanlık değeridir. Öyle ki, Hasan Şaş bile zor durumdaysa yardım edilmelidir. Grip olduğu dönemin ardından nasıl destek aldıysa, yine aynı desteği görmelidir. Çünkü, sırf Kadıköy’e gitmemek için yapmış olamaz o hareketleri.. Ya da Kadıköy’de oynatılmayacağı bilgisini alıp, onu derbiden mahrum bırakma kararına tepki olarak öyle davranmış olamaz. Sözleşmesinin sezon sonunda bitecek olmasıyla da ilişkilendirilemez maç içindeki tavırları veya sonraki açıklamaları. Ayrıca, 2002’den 5 sene sonra pek yüksek olmasa gerek, Avrupa’dan cazip teklifler alma olasılığı!
Hasan Şaş konusu daha fazla uzatılmamalı aslında. Ancak, mutlaka yardım edilmeli. Yerden yere vurmak yerine, elinden tutup kaldırmak gerekli. Görünen, tıbbi bir yardım zorunluluğu. Acaba, fiziksel bir durum mu bu, yoksa psikolojik mi? Artık o, yardım edecek doktorun ya da doktorlar heyetinin işi!..
‘’Denizli kaybetti!‘’
Hani derler ya, “Bunca yıllık kabzımalım, böyle küfe görmedim” diye. Fatih Egedik’in orta gelirken açtığı sol koluna çarpan topun penaltı olarak değerlendirilmemesi böyle bir şey olsa gerek. Ya, yardımcı sonradan kıvırmaya çalışsa da, taçtan gelen topa kalkan ofsayt bayrağı, küfenin ağa babası değil de ne! Adam arap olur, Yasin’in Volkan’a attığı, kaleciye pas değilse!
Hakemler bir yana, son bir buçuk senenin en baskılı Fenerbahçesini izledik dün akşam Denizli’de. Tabii ki, sadece ilk yarıda. Biraz beceri, biraz da şans olsa Sarı-Lacivertliler’de epeyce fark olurdu. Ortaya çıkacak skor, sezon boyunca konuşulurdu.
Ne hikmetse, ikinci yarıda değişti külahlar. Bu kez, top hep evsahibindeydi. Ancak, hakemlerin belki de tek doğru kararıyla, ofsayttan attıkları gol dışında, pozisyon konusunda Fenerbahçeliler kadar üretken değillerdi.
Ne var ki, üretkenliğe bakmıyor futbol denilen oyun. Neticeye bakıyor. Başta Souleymanou’nun paslarıyla bir tane bile atsa Horoz, Kanarya’nın Denizli laneti hala sürüyor olabilirdi.
Karşılaşmayı daha fazla hak eden tarafın kazanması, başta hakemler olmak üzere çok kişiyi kurtardı. Alınan üç puan, gelecek hafta lideri konuk edecek Fenerbahçe için oldukça anlamlıydı. Denizlispor’un kaybı ise, sadece üç puanla kalmadı. Futbolcusundan, tribünlere, hatta protokole kadar, bir zamanlar örnek gösterilen Horozlar sınıfta kaldı. Hadi, gençler bir kenara da, yaşını, başını almış, emeklilik çağında milli takıma kadar yükselmiş Yusuf, daha dikkatli davranmalıydı.
‘’Bekleyin‘’
Vederson’un ve zaman zaman Deivid’in yaptığı basit top kayıpları olmasa, Selçuk kestiği topları, savunmaya yaptığı katkıyı gölgelemek istercesine olmayacak paslar atmasa, çok daha farklı olabilirdi her şey. Semih yalnızlığına rağmen, daha dik ve sağlam durabilse ileride, en iyi işlerinden olan ikiye-birleri yine becerebilse, ilk yarıda öne geçebilirdi Fenerbahçe. Üstelik oyuna daha hakim olduğu dakikalarda, saçma sapan pozisyonlar da vermezdi rakibine.
İtalya’nın son şampiyonu ve şimdiki lideri de olsa karşıdaki, kalede Volkan, geride sağda Gökhan, ortada Edu, solda Carlos, orta sahada Aureliolar’ın Mehmet’i ve Alex’le henüz ilk yarıda bitirebilirdi işi.
İkinci yarı, önce orta saha düştü. Ki, sadece bu bile yeterliydi bir takımın dağılması ve yenilmesi için. Zico yorgun Aurelio’yu değiştirerek hamle yapmak istedi. Ancak, yerine aldığı Appiah bir futbol emekçisi değil, emeklisiydi! Selçuk da, Appiah sayesinde ortadan iyice kaybolunca, Gökhan’ı da kaybetti, Carlos’u da Sarı-Lacivcertliler. Lugano hala boşa ve kontrolsüz güç kullanarak kürek çekiyor, Roberto bu formayla en kötü oyununu oynuyordu. İtalya’nın son şampiyonu, şimdiki lig lideri de olsa rakip, daha da önemlisi Fenerbahçe, Fenerbahçe değildi artık.
Oysa, yenilen ilk golden saniyeler önce Alex’in vuruşu gol olsaydı, bu yazı da değişik olacaktı. Eleştiriler yine sahiplerini bulacaktı ancak, sonunda başarıyı kutlayan cümleler bulunacaktı. Futbolun özelliği ve güzelliği bu işte. Fenerbahçe’yi ve Fenerbahçeliler’i, CSKA karşılaşmasından sonra kutlamak üzere...
‘’Böyle giderse...‘’
Yorumcu farklı düşünüyordu... Ancak biz burada, bu yazının yazıldığı mekanda, ekranın karşısında haksız bulduk Cem Deda’yı. Kararımız; birinci ve ikinci penaltı kararları kesin hatalı, üçüncüsü ise, sabaha kadar tartışılır.
İlk yarı bitmek üzereyken, Kürşat’ın golünü getiren ‘el’ kararı ve Ömer’in daha sonra kızarmasına neden olacak ilk sarı, televizyondaki yorumcuyla hemfikir olduğumuz tek noktadır. 57. dakikada, Ömer arkasını dönmek üzereyken açılan eline çarpan top penaltı ise, bu hafta çalınmayan çok kritik en az iki penaltı kararı daha verilmiş olmalı ve aynı yorumcu bunları da ‘penaltı’ olarak algılamalıdır.
Üçüncü penaltı nedeniyle Ömer’in ikinci sarıdan oyundan atılışı ve Kasımpaşaspor’un kalan 33 dakikayı bir kişi eksik oynaması, eğer biz yorumlarımızda haklı isek, daha da manalıdır. Tıpkı, Kasımpaşasporlular’ın karşılaşma öncesi yedikleri yemekten ishal olmaları gibi!..
Bir İpek bir Aydınus...
Her zaman vurguladığımız gibi, hakemler asla ‘günah keçisi’ yapılmamalı. Yönetici, teknik adam veya sporcuların ‘bir numaralı mazeret’i olmamalı. En az yönetici, teknik direktör veya sporcular kadar, hata yapmak insanlıkları gereği onların da hakkı.
Ne var ki, adalet beklemek başka, adaleti sağlamak ve bunu eşit dağıtmakla yükümlü olmak başka. Elden kaçırılan toptan, savunmada geçilen ıskadan, boş kaleye kaçırılan golden daha farklı hatalı bir bayrak kaldırmak ya da düdük çalmak. Geçen haftalarda da sıkça yaşandığı üzere, çok çok önemli bir tarafı haksız yere eksik bırakmak. PFDK futbolcunun cezasını kaldırıp indirebiliyor sadece, mümkün değil, adaleti sağlamakla yükümlülerin neden olduğu kayıpları geri almak!
Bu hafta hiç zorlanmadık doğrusu ‘haftanın hakemi’ni belirlemek için. Zafer Önder İpek veya Fırat Aydınus’tan birini seçecektik; seçtik. Oysa dokuz karşılaşma oynandı yine. Belki bazı haftalar ‘yok’ yazacak ya da boş bırakacağız ‘haftanın hakemi’ kutusunu, böyle giderse...
‘’Siyah Zico‘’
Deivid çok iyi futbolcu. Geldiğinden, gördüğümüzden bu yana yazıyoruz bunu. Kötü oynasa da zaman zaman, insanın yan yana oynamak isteyeceği türden bir oyuncu. Bazen mahalle arkadaşlarıyla, gazozuna oynarmışcasına davranıyor olsa da, kızmak hak ancak, vazgeçebilmek ne mümkün.
Şimdiki hocası da öyleydi onun. Teknik adamlığı tartışılabilir ancak, adamlığı asla. Futbolculuğuna söz edebilmek içinse, ya cahil ya ahmak ya densiz ya da Pele olmak gerekir. Pele ya da diğer adıyla ‘Siyah Zico’nun, Türkiye’ye bu son gelişinde zirve yapan ezeli rakip kompleksi ve esprisi tamamen bununla ilgilidir.
Alex de Souza da sorun, doğduğu veya futbol oynadığı ülkenin ya da dünyanın en iyi futbolcusu olarak anılmak isteyenler için. Ne eksiği var ‘Siyah Zico’dan, yani Pele’den. ‘Siyah Zico’dan daha iyi olmadığı nasıl iddia edilebilir; ondan 40 sene sonra baskı altında, maç boyunca 10 kilometrenin üzerinde bile koşabilen yeni nesil rakiplere karşı oynarken.
Hiç bitmeyecek, ‘en büyük kim’ tartışmasının dün akşamki maçtan sonra, bu satırların yazarı tarafından bile olsa, söz konusu edilmesi önemlidir. Bu, Fenerbahçe’nin kadrosunda seyredilirken keyif alınan, taraftar değil sadece futbolsever olanların bile hayranlık duyabileceği oyuncular olduğu anlamına gelir. Böyle zengin bir kadronun, görsel anlamda iyi ve sonuç anlamında iş bitirici futbol oynaması ise, herkesten önce teknik adamları ile ilişkilidir. Nasıl ki, olumsuzluklar karşısında eleştirebiliyorsak Zico’yu, yeri geldiğinde hakkını teslim etmemiz de gerekir. Öncelikle takımının oynadığı futbol, sonrasında maçın gidişine göre yaptığı değişiklikleri göz önüne alarak; ne haddimize ise!..









































