‘’Tenis ve futbolda zafere koşan İspanya‘’
Yıllardır sporun içinde olan ve özellikle de futbol, basketbol ve tenise ilgisi yoğun birisi olarak 14 Temmuz 2024’de de İspanya’nın yerine Türkiye’nin olmasını çok isterdim..
İspanyollar belki geçmişte bunun gibi çok büyük başarılar elde etti ama aynı gün Nadal’ın tahtına konan Alcaraz’ın ezici bir üstünlükle tenisin taçsız kralı Djokoviç’i sahadan silerek Wimbeldon Şampiyonluğuna ulaşması ve akşam saatlerinde bu kez futbolun beşiği İngiltere’yi sahadan silen İspanyol futbolcular ile Avrupa Şampiyonluğunu kazanmaları…
Bir an gözünüzü kapatın ve düşünün Türkiye’nin bu seviyede bir başarıyı hem de aynı gün kazanmasını sanırım günlerce bunu kutlardık..
Peki İspanyollar bunu başardı.. sadece futbol, tenis değil basketbol, voleybol, formula , bisiklet gibi bir çok branşta dünyanın en başarılı ülkeleri arasında nasıl yer aldı?
Biz de ise yıllardır ağzından düşürmediği ‘dünyada bir numara olacak tenisçileri yetiştirmek için strateji oluşturdum, bu strateji benden sonra da devam edecek’ diyerek 20 yıldır Türk tenisini bir arpa boyu ileriye götüremeyen mevcut Tenis Federasyonu Başkanı’nın masallarını dinliyoruz.
Bu arada işin ilginç yanı bu stratejinin ne olduğunu bilen tek bir kişi görmedim, Federasyon sitesinde de mercekle aradım ki böyle bir şeye de rastlamadım.
Şimdi erkeklerde İspanya’da ilk 100 içersinde dünya bir numarası Alcaraz ile 7 İspanyol tenisçi varken Türkiye’nin ilk 100 içersinde tek bir sporcusu bulunmadığı gibi 100-200 arasında bile tek erkek oyuncumuz yok.
Sıralamada en üstte tek bir oyuncumuz ( Ergi Kırkın/ 260) ve 400-500’lerde ise 3 tenisçimiz bulunmaktadır. Bunun dışında profesyonel tenis de mücadele eden 2-3 tenisçimiz ( ki bu sporcularımız turnuva masrafları için yazları tatil yerlerinde özel ders vermek zorunda kalıyorlar) daha var sıralama da çok geride olmalarına karşın patinaj yaparak sistemde kalmaya çalışıyorlar. Ülkemizde çok büyük potansiyel olmasına karşın tenis de niçin başarılı olamadığımızı iyi tespit etmeliyiz.
Tüm tenis kulüpleri, tenis akademilerinin çok büyük ekonomik gelirleri varken, bugün tenis antrenörlerinin iyi seviyede kazandıkları, tenis malzemeleri satan tenis mağazalarının büyük kazançlar elde ettiği ülkemizde neden hala Türk tenisçilerinin para kazanacakları bir sistem olmadığını tartışmalıyız.
Herkesin büyük paralar kazandığı bu sistemde para kazanamayan tek kesim sporcuların olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bugün 17-24 yaş arası tenis de profesyonel tenis yerine niçin tenisi bıraktıkları veya Amerika’ya gittiklerini iyi analiz etmeliyiz.
Bu sistem değişmezse gelecek 10 yılın bugünden daha başarısız olacağımız çok açık bir şekilde ortada gözükmektedir. Türk tenisinde bir kuşağın yok edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dünyanın en çok turnuvasını yaptığını söyleyen Tenis Federasyonu Başkanı işini tenisin turizmine değil de bu soruların cevabına ayırması gerekir.
Bu sistemle Türkiye’nin uzaya gitmesinin tenis de dünya 1 numaralarını çıkarmaktan daha mümkün olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Başarısız federasyon başkanlarına mahkum olduğumuz en iyi örnek tartışmasız Tenis Federasyonu’dur.
Geçmişte benim de görev yaptığım Sportif Değerlendirme ve Geliştirme Kurulu’nun amacı da işte testiye su getiren ile testiyi kıran federasyonları ayırabilmesidir.
Maalesef bu kadar büyük bir potansiyeli olan tenis de testi çoktan kırıldı.
Sporda İspanya Modeli
Geçmişte zaman zaman İspanya’nın sporda kurduğu sistemi anlatmaya çalışırım.
İspanya sporunun dönüm tarihini anlamak için 1992 Barcelona Oyunları bir anahtardır.
İspanyollar ev sahibi oldukları Barselona Oyunlarına hazırlanmak için 1988 yılında ‘ADO 92 Planı’nı hayata soktular..
Bu planın ana hatlarını paylaşmak istiyorum:
-1992 BARCELONA-
Barcelona'da 1992'de düzenlenen olimpiyatlar, ilk kez bu en büyük spor organizasyonuna evsahipliği yapan İspanya'nın sportif başarısı açısından dönüm noktası oldu.
İspanya, Barcelona'daki olimpiyatlar için yeni planlar ve programlar hazırladı. Bu programların en önemlisi olan ADO 92 programı İspanyol atletlerin tarihi bir başarıya imza atmasını sağladı. Olimpik Sporlar Birliği programı olan ADO 92, 1988'de hayata geçirildi.
Program çerçevesinde İspanyol spor tarihinde ilk kez özel sponsorlarla anlaşıldı ve olimpiyatlara katılımda maddi engellerin aşılması çok kolay hale getirildi. ADO 92, sponsorlardan gelen parayla her federasyon için ekonomik ek kaynak yarattı.
İspanya, 1992 Olimpiyatlarına 28 dalda katıldı ve 28 dal için ayrı sponsorlarla anlaşma imzalandı, ancak sponsorlara maddi destek verme fikrinin çekici hale getirilmesi gerekiyordu ve bu aşamada devreye İspanya Radyo ve Televizyon Kurumu (TVE) sokuldu.
TVE, yapılan özel anlaşma gereğince İspanyol spor federasyonlarına sponsor olan firmalara reklamda özel indirimler sağladı ve gereken sponsorlar kısa sürede bulundu. Bunun dışında hükümet de olimpiyat için maddi destek sağladı.
-SPORTİF YAPININ GÜÇLENDİRİLMESİ-
Daha sonra ADO 92 programı çerçevesinde sportif yapının güçlendirilmesine başlandı. İspanya açısından sorun, yıllık bütçenin sponsorlar aracılığıyla artırılıp federasyonlara aktarılması değil, bu kaynakların her branşta en iyi atletlerin yetiştirilmesine yöneltilmesiydi.
Olimpiyat komitesi, federasyon yetkilileriyle eksiklerin belirlenmesi için çalışmalar yapıldı. ADO 92, çerçevesinde sporculara ihtiyaçları için yıllık yardımda bulunulmasına karar verildi. Altyapı ve tesisleşmede eksikler belirlenerek çok sayıda tesis inşa edildi. Her dalda en gelişmiş tekniklerin kullanılması sağlandı. En iyi teknik adam ve antrenörlerle anlaşmak için çaba harcandı. İspanya'da ve yurt dışındaki müsabakalara katılan sporculara maddi yardımda bulunuldu.
ADO 92 çerçevesinde, 1989'da 900 sporcuya maddi destek sağlandı. Yıllık testlerin ardından 268 sporcu belirlendi ve İspanya bu sporcularla Barcelona Olimpiyatlarına katıldı.
İspanya tüm bu çalışma ve yatırımın karşılığını olimpiyatlarda aldı. Daha önceki olimpiyat oyunlarında toplam 4 altın, 12 gümüş ve 10 bronz olmak üzere toplam 26 madalya kazanan İspanyol sporcular, 1992'de 13 altın, 7 gümüş ve 2 bronz olmak üzere toplam 22 madalya kazanarak inanılmaz bir başarı sergiledi. Paralimpik oyunlarında büyük başarı gösteren İspanyol sporcular da, 34'ü altın 107 madalya kazandı.
İspanyollar, Barcelona Olimpiyatlarında 12 farklı dalda (atletizm, boks, bisiklet, futbol, cimnastik, çim hokeyi, judo, yüzme, su topu, tenis, okçuluk ve yelken) madalya elde etti.
İspanya, ADO sistemini olimpiyatlardan sonra da sürdürdü ve orta-uzun vadeli amaçlara sahip, kamu ve özel sektöre ait kaynakların maddi desteğine dayanan bu planın uygulanması devam etti.
İspanyol hükümetinin desteklediği ADO planı, yıllar içinde liseler, üniversiteler ve kamu kurumlarına da yayıldı. Özellikle lise ve üniversitelerde spor eğitimine yatırım yapıldı. Şu an büyük başarılar kazanan sporcuların oluşturduğu nesil, daha iyi beslenmeyle, mükemmel spor tesislerinden faydalanarak bu hale geldi.
Program çerçevesinde sporcular için özel beslenme programları oluşturuldu ve bunun sonucunda daha uzun boylu ve güçlü sporcular yetiştirildi.
Kısa vadeli planların yerini uzun vadeli planların almasıyla yakalanan sportif başarı, 20 yıllık bir planlamanın ürünü oldu.
-GENÇLERE YATIRIM-
ADO, özellikle genç sporcuları destekliyor. Gençlere yapılan bu yatırım sayesinde takım sporlarında aynı sporcular yıllarca birlikte oynama şansı elde ediyor ve birbirlerini daha yakından tanıyorlar.
İspanya'nın şampiyonluklara ambargo koyan futbol ve basketbol takımları birkaç yıldır aynı oyunculardan oluşuyor ve bu oyuncular takım olarak nasıl oynayacaklarını iyi biliyor.
Bu oyuncuların büyük bölümü iş arkadaşı olmaktan çıkarak dost haline geliyor ve takımda iyi bir kimyanın oluşturulması başarıyı getiriyor.
-FUTBOL VE ANTRENÖRLER-
Son 30 yıla damgasını vuran İspanya futbolunda bu büyük başarıya sağlayan ilk neden olarak, eğitim, planlama ve çalışma sayesinde çok yetenekli bir neslin çıkması gösteriliyor.
İspanya Birinci Futbol Ligi'nde forma giyen futbolcuların yüzde 77'si İspanya vatandaşı. Bu oran diğer Avrupa ülkelerinde bu kadar yüksek değil. Örneğin İngiltere Premier League'deki futbolcuların sadece yüzde 40'ı İngiltere vatandaşı.
Futbolda oyuncular kadar antrenörlerin eğitimine de önem veren bir ülke haline gelen İspanya, UEFA A ya da Pro lisansına sahip olan antrenör sayısı açısından birinci sırada ve rakipsiz durumda.
Bu lisanslara sahip teknik adamlar, yıllardır gençleri İspanya futbolunun geleneksel özelliklerine göre eğitiyor. 1992'den sonra İspanya milli futbol takımlarının çok güçlendiği ve etkin bir oyun ortaya koyduğu, ilk kez 2010'da kazandıkları dünya kupasında ile dün kazandıkları Avrupa Şampiyonluğu’nun sinyalini önceden verdikleri görülüyor.
‘’Gençlerbirliği’nin özlenen yükselişi‘’
“Türk futbolunu sarmış karamsar havanın bir yansıması Ankara’nın köklü kulübü Gençlerbirliği’nde yaşanıyor.
Bir kaç ay önce eski Başkan Niyazi Akdaş’ı ziyaret etmiş, ekonomik darboğaz içinde ki kulübü nasıl ayağa kaldıracağını düşünüyordu.
Zaten peşi sıra seçimli kongreler birbirini izledi ve Osman Sungur tek oyla başkanlığa seçildi.
Elbette çok zorlu bir süreçte ve aşırı borçlu bir Kulübün Başkanı seçildi Osman Sungur..
Ama Gençlerbirliği Kulübünün büyük potansiyelini de göz ardı edemeyiz.
‘Değişen göz her şeyi değiştirir’ diyerek Osman Sungur ve yakından tanıdığım ( Hıfzı Kuraşa, Sinan Aydın, İsmail Geliç gibi) son derece yetenekli kadrosuyla sadece Ankara futbolunun değil Türk futbolunun lokomotifi olacağına inanıyorum.
Başkan Osman Sungur ile ilgili küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum..
2006 yılında TFF’nin engelliler futbolunu destekleme kararı alması üzerine o tarihlerde Bedensel Engelliler Spor Federasyonu Ampute Futboldan Sorumlu Başkanvekili Sungur’du..
2007 yılında Antalya’da düzenlediğimiz Dünya Ampute Şampiyonası’nda birlikte mükemmel bir işbirliği yapmıştık.
Ampute Futbol’un bugünlere gelmesinde ilk harçları koyan birisidir.
Şimdi sıra da Gençlerbirliği’ne mazisinden gelen harçları yoğurarak yeni bir şekil vermesidir.
Yürekten başarılar diliyorum.. “
5 Mart tarihinde bunları yazmış ve geçen hafta da Gençlerbirliği Kulübü Başkanı Osman Sungur’u makamında ziyaret etmiştim..
Büyük başarılara imza atmalarını arzu ettiğim Gençlerbirliği Sungur’un Başkanlığında eski ve yeni ama her birisi birbirinden değerli yönetim kurulu üyeleri ile bu yola baş koymuş görmüştüm.
Çocukluk arkadaşım ve Gençlerbirliği’nin efsane futbolcusu ‘köfteci’ lakaplı Harun Erol Futbol Şubesinin başına geçti.
Dün de Boluspor ile oynayacakları maç için yollara düştük..
Yıllar sonra bir deplasman maçına giderken tatlı bir heyecan ile Gençlerbirliği’nin tarihinde ki en başarıl dönemleri aklıma geldi.
Geçmişinde Ankaragücü Kulübü Yönetim Kurulu Üyeliği ( 1998-2001) ve Beşiktaş Kulübü Genel Kurulu Üyesi olarak Gençlerbirliği’nin Ersun Yanal’ın yönetiminde fırtına gibi estiği yıllarda rahmetli İlhan Cavcav ve Ersun hocanın davetlisi olarak Parma ve Valencia maçlarına gittiğim o görkemli dönemler gözümün önüne geldi.
O günleri nasıl da özlediğimi fark ettim ..
Benim gibi taraflı tarafsız futbolseverlerin de aynı duyguları paylaştıklarını biliyorum.
Süper Lig’ yakışır
Evet Gençlerbirliği’nin bu başarıları tarihe mal olmuş ve yıllar içerisinde ‘yukarı doğru düşen’ kulüp Niyazi Akdaş’ın Arif Ölmez’in tüm çabalarına ve fedakarlıklarına karşın patinaj yapıyordu.
Acaba Süper Lig’e çıkabilecek miydi bu köklü kulüp, hele ki heybesinde artık taşıyamayacağı borç enkazı içerisinde boğuşurken..
Peş peşe gelen olağanüstü kongreler ve karamsar hava bir türlü dağılmıyordu.
Tam bu sırada göreve gelen Osman Sungur ile son 3 maçını kazanarak Gençlerbirliği artık play-off potasının içine kendisini attı.
En sevindirici olan da eski Başkan Niyazi Akdaş ile yeni Başkan Osman Sungur aynı sırada maçı izliyorlardı.
Önceki dönem Yönetim Kurulu Üyeleri ile mevcut Yönetim Kurulu Üyeleri deplasmanda takımlarını desteklemek için bir araya gelmişlerdi.
Gençlerbirliği’nin daha önünde çok uzun ve zorlu bir yol var..
Camianın birlik ve beraberlik içerisinde hareket ederek Ankara’yı 2 takımla temsil etmesini temenni ediyorum.
‘’Türk futbolunda kaç çeşit peynir var?‘’
20. Yüzyıl’ın 2 büyük devlet adamı Churchill ve De Gaulle arasında tarihe geçen bir sofra konuşması vardır. İngiltere Başbakanı, Fransa Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Elize sarayında mükellef bir sofra da ağırlanıyor..
Masada yok yok..
Ama Churchill’in en çok dikkatini masada ki birbirinden güzel görünen peynirler çeker ve De Gaulle’e ‘Fransa’da kaç çeşit peynir var’ diye sorar..
De Gaulle biraz da övünerek 265 çeşit peynirimiz var cevabını verir..
Churchill bu kez biraz da iltifat olsun diye De Gaulle’e
“265 çeşit peyniri olan bir ülke savaşta yenilemez” der.
De Gaulle ise esprili bir şekilde “ Ama yönetilemez de, 265 değişik tür peyniri olan bu ülkeyi kim yönetebilir ki’ yanıtını verir.
Türk futbolunun da şu an içinde bulunduğu durumunu anlatmak için bu diyaloğu özellikle seçtim.
Geçen hafta Hürriyet Gazetesi Spor Müdürü Mehmet Aslan ‘Türk futbolu nereye gidiyor’ diye soruyor ve 8 madde de bu sorunları ele alıyordu..
‘Başka bir ülkede olsanız bu şahane yarışın keyfini çıkarırsınız ama Türkiye’de yaşıyoruz! Yarışın yarış olmaktan çıktığını, kan davasına dönüştüğünü görüyoruz. Bu ateşe, başkanlar, yöneticiler, yorumcular her gün benzin döküyor’ diye başlıyor yazısına..
Spor yazısında bir kulüp başkanının yaptığı açıklamaya değinerek ‘Çanakkale Savaşından’ bahsediyor..
Yani Fransa da bir kulüp başkanının şampiyonluk mücadelesini Fransız Devrimine benzetmesi gibi bir durum bu..
Ardından ‘üfleyerek sönmez’ tartışmaları gündemi daha da gerdi..
Aziz Yıldırım çok sert açıklama tartışmanın içine giriyor.
Yazılarında en şiddetli tonunu dahi ‘zarafetle’ süsleyen becerebilen Ercan Güven de bu topa giriyor: ‘ Özbek’in ateşi üflemekle sönmez’ yazısında -kendi kulübünüzü de ateşe atarsınız- diyerek Galatasaray Kulübü’ne de hatırlatma yapıyor.
Kulüp başkanları ve yöneticilerinin açıklamaları bir tarafta, diğer tarafta köşe yazarları ve televizyon yorumcuları ile youtube üzerinde yayın yapan futbol yorumcularının salvoları arasında Almanya’da ki tarihi Avrupa Şampiyonası’na doğru gidiyoruz.
Acaba Churchill , TFF Başkanı ile yemekte buluşsa ve ‘ Türk futbolunda kaç çeşit peynir var’ diye sorsa Mehmet Büyükekşi’nin cevabı ne olurdu?
Yayın ihalesi dişlerimizin izini gösterdi mi?
Yukarı da ki tartışmaların yaşandığı dönemde ‘yayın ihalesi’ sonuçlandı..
Bu konuyla ilgili son yazımda ‘yayın ihalesi dişlerimizin izini gösterecek’ diye yazmıştım..
80 milyon dolardan 182 milyon dolar artı KDV ( KDV dahil 218 milyon 400 bin dolar) yükselmesi kamuoyunda başarı olarak algılandı.
Böyle Süper Lig, yayın gelirinde Avrupa’nın en değerli altıncı ligi oldu..
TFF ve Kulüpler Birliği’nin işbirliği ve izledikleri strateji bu rakamlara ulaşılmasını sağladı..
Doğrusu ben de bu rakamlara ulaşmasını beklemiyordum.
Dişlerİ bu kadar çürümeye yüz tutmuş futbol ikliminde demek ki yayıncı kuruluş antibiyotik tedavisi ile yola devam etmeye karar vermiş.
Önce Trendyol’un isim sponsorluğu, şimdi de yayın ihalesinde ki bu rakam bize Türk futbolunun geleceği için hala ümit duymamız gerektiğini göstermektedir.
Gençlerbirliği’nde Osman Sungur dönemi
Türk futbolunu sarmış karamsar havanın bir yansıması Ankara’nın köklü kulübü Gençlerbirliği’nde yaşanıyor.
Bir kaç ay önce eski Başkan Niyazi Akdaş’ı ziyaret etmiş, ekonomik darboğaz içinde ki kulübü nasıl ayağa kaldıracağını düşünüyordu.
Zaten peşi sıra seçimli kongreler birbirini izledi ve Osman Sungur tek oyla başkanlığa seçildi.
Elbette çok zorlu bir süreçte ve aşırı borçlu bir Kulübün Başkanı seçildi Osman Sungur..
Ama Gençlerbirliği Kulübünün büyük potansiyelini de göz ardı edemeyiz.
‘Değişen göz her şeyi değiştirir’ diyerek Osman Sungur ve yakından tanıdığım ( Hıfzı Kuraşa, Sinan Aydın, İsmail Geliç gibi) son derece yetenekli kadrosuyla sadece Ankara futbolunun değil Türk futbolunun lokomotifi olacağına inanıyorum.
Başkan Osman Sungur ile ilgili küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum..
2006 yılında TFF’nin engelliler futbolunu destekleme kararı alması üzerine o tarihlerde Bedensel Engelliler Spor Federasyonu Ampute Futboldan Sorumlu Başkanvekili Sungur’du..
2007 yılında Antalya’da düzenlediğimiz Dünya Ampute Şampiyonası’nda mükemmel bir işbirliği yapmıştık.
Ampute Futbol’un bugünlere gelmesinde ilk harçları koyan birisidir.
Şimdi sıra da Gençlerbirliği’ne mazisinden gelen harçları yoğurarak yeni bir şekil vermesidir.
Yürekten başarılar diliyorum..
‘’Derin Gırtlak, Roosvelt, Türk futbolu ve Mehmet Büyükekşi‘’
Başlığı görünce ister istemez hepimizin aklına; Amerika Başkanı’nın istifasına neden olan bir FBI ajanı, 1929 ekonomik krizinin göreve getirdiği bir ABD Başkanı ve bir Federasyon Başkanı nasıl oldu da bir araya geldiği sorusu
Doğrusu benim de kafam karışık ama bakalım yazının sonunda hepimizin zihninde ki soru işaretlerini giderebilecek miyim?
Yazının nereye evrileceğini ben de merak ediyorum.
Hadi başlayalım yazmaya…
‘Derin Gırtlak’ lakabıyla Amerika Başkanı Richard Nixon’u istifaya götüren süreci başlatan FBI’nın en önemli ajanı Mark Felt’in hikayesinin anlatıldığı fimde bilgi sızdırdığı gazeteciye FBI’nın içinde bulunduğu durumu şu şekilde anlatıyor:
Elinde ki kalemle masaya vurarak ‘Fizik bilir misin’ diye sorduktan sonra Mark Felt ‘bir binanın sütununa aralıksız vurursan ve vuruş da devamlıysa bir ritim yaratır.
Bunu yeterince uzun ve durmadan yaparsan, geri bildirim yapacaktır.
Frekanslar sıralanacak , moleküller karışacak ve hepsi, bütün bina içten parçalanıp, kendi üzerine çökecek ve yerle bir olacaktır.
Moleküler karışmaya başlıyor.
FBI parçalanıyor. ‘
Türk futbolunun da sütununa yıllardır ve de aralıksız vuruluyor, uzun ve durmadan yapılıyor bu vuruş, üstelik tek bir yerden değil, bir çok yerden binanın bir çok yerine vuruluyor.
Felt’in dediği gibi biz de de frekanslar bozuldu, moleküller karıştı.
‘Böyle giderse futbol da içten çökecek ve yerle bir olacaktır’ demek pek abartılı olmaz sanırım.
Çünkü; kırık cam üstünde ancak belli bir süre dans edilebilir, sonsuza dek değil…
Roosvelt ve New Deal ( Yeni Sözleşme)
Amerika Birleşmiş Devletleri tarihinin en büyük ekonomik krizi ne derseniz hemen hemen herkesin üzerinde mutabık kaldığı Büyük Buhran-Büyük Depresyon olarak nitelendirilen 1929 Dünya Ekonomik Bunalımıdır.
1929’larda başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında hissettiren) ve 1930’lu yıllar boyunca devam etmiştir ekonomik buhran.
Bu süreçten sadece Amerika değil Kuzey Avrupa ve dünyanın geri kalanı için de( özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır.
Öyle ki Amerika yönetimi Almanya için 14 milyar mark yardım paketini geri çekmiş ve fakirlikten perişan olan Alman halkının Hitler’e yönelmesininin önü açılmıştır.
İşte böyle bir Amerika da “kırık cam üzerinde sonsuza dek dans edilemeyeceğini” bilen Franklin D. Roosvelt Başkan olur.
Adaylığa kabul konuşmasında Roosevelt, "Size söz veriyorum, kendimi Amerikan halkı için yeni bir anlaşmaya vadediyorum ... Bu bir siyasi kampanyadan daha fazlası” demişti..
4 Mart 1933'te göreve başladığında, ABD Büyük Buhran'ın en düşük noktasındaydı.
İş gücünün dörtte biri işsizdi. Fiyatlar %60 düştüğü için çiftçilerin başı derde girdi. Sanayi üretimi 1929'dan beri yarıdan fazla azalmıştı. İki milyon insan evsizdi..
Roosevelt bu kaotik durumdan kurtulmak için yeni ve farklı bir programa ihtiyaç olduğunu görmüş ve ‘NEW DEAL’ ismini verdiği programı ile halka umut aşılamıştı.
Tarihçiler bu dönemi “ rahatlama, iyileşme ve reform" olarak sınıflandırdılar.
On milyonlarca işsizin acilen yardıma ihtiyacı vardı. İyileşme, ekonomiyi normale döndürmek anlamına geliyordu.
Reform, özellikle finans ve bankacılık sistemlerinde neyin yanlış olduğuna dair uzun vadeli düzeltmeler anlamına geliyordu.
Roosevelt'in ocak başı sohbetleri olarak bilinen radyo konuşmaları dizisi aracılığıyla, önerilerini doğrudan Amerikan halkına sundu.
Felçli hastalığına karşı kazandığı kişisel zaferden güç alan Roosevelt, ulusal ruhu yenilemek için ısrarcı iyimserliğine ve aktivizmine güvendi.
Türk futbolu ve Mehmet Büyükekşi
‘ Kırık cam üzerinde uzun zaman dans edilemeyeceğini’ bilen diğer bir kişi de sanırım 2022 Haziran ayında olağanüstü genel kurul da göreve gelen Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Büyükekşi idi..
Göreve geldiği daha 4. gününde bu sütunlarda Türk futbolunun içinde bulunduğu ‘Büyükekşi’nin elinde ki çatlak kristal’ olarak tanımlamış ve bu kaderi değiştirebilecek mi diye de sormuştum.
30 yılda birikmiş ve kangren olmuş sorunlarla baş başa kalmıştı Büyükekşi..
‘Derin Gırtlak’ Mark Felt’in dediği gibi ‘bir binanın sütununa aralıksız vurursan ve vuruş da devamlıysa bir ritim yaratır.”
Ne yazık ki, Türk futbolunda da hemen hemen herkes bu sütunlara vurmaya devam etti..
Her hafta onlarca disiplin sevklerinin içerikleri de bize bunu gösteriyor.
Frekanslar bozuldu , moleküller karıştı Türk futbolunda ..
Aslında bir çok uygulaması ile statükoya teslim olmayan bir anlayışın içinde olduğunu görüyoruz Mehmet Büyükekşi’nin..
Türk futbolunda ki her sorunu çözmek için çalışmalar yaptı..
Ama ne yaparsanız yapın bugün Futbol Federasyon Başkanları’nın performansları sadece hakem kararları ile değerlendirilmekten kurtulamıyor.
Geçtiğimiz günlerde bazı medya mensuplarına yapılan açıklamalar da MHK’nın yapısında ki değişiklik yapılacağının ifade edilmesi de bu arayışın bir ürünüydü..
Bu yeter mi elbette yetmez..
Bence Büyükekşi de Roosvelt gibi sadece futbol paydaşlarına değil topluma da Türk futbolunun geleceği için NEW DEAL ( yeni sözleşme) ortaya koymalı ve ümit aşılamalıdır.
Statükonun çarklarına teslim olmamalıdır Büyükekşi..
Bunu yaparken de sadece bazı medya mensuplarını ikna etmek değil Roosvelt gibi direk topluma konuşabilmelidir…
Türk futbolunun geleceği sadece Türk futbolunu değil Türk sporunun da geleceğine şekil verecektir.
Bizim Kulüplerimizin bir çoğu futbol kulübü olmanın ötesinde bir çok olimpik branşı ve sporcusunu bünyesinde bulundurmaktadır.
Kulüplerimizin sağlıklı bir şekilde ayakta kalması gerekir…
Molekülleri karışmış Türk futbolu için Büyükekşi, -Roosvelt yaklaşımı ile - eleştirilerin karamsarlığına kapılmadan ve rutinin girdabına da düşmeden reformlarla gündemde olmalıdır…
‘’Yayın ihalesinde ‘dişlerimizin izini’ göreceğiz‘’
Yazılarımda zaman zaman kullandığım çok güzel bir deyim var:
“Dünya çiğnediğin bir sakız parçasıdır, dişlerinin biçimini alır."
500 milyon dolarlardan 100 milyon dolarlara düşen Futbol Yayın İhalesi ile ilgili 5 firma sözleşme aldı.
Teklif verme süresi 14 Şubat’ta doluyor, sürecin de 28 Şubat’ta tamamlanması bekleniyor.
İhaleyi TFF’nin erteleme, iptal etme hakkı bulunuyor.
Bu kadar teknik bilgiden sonra gelelim sadede..
Yıllardır ‘şüphenin kemirdiği ve hakemler üzerinden dövülerek şekil alan ‘ Türk futbolunun 2016’da dönemin TFF Başkanı Yıldırım Demirören zamanında yapılan ihaleden sonra bu kez yeniden tartıya çıkacak.
2017-2022 dönemini kapsayan yayın ihalesi 500 milyon dolara yükselerek Türk futbolunu Avrupa’nın en pahalı 6. lig yapmıştı.
2022-2024 arasında da ihale yapılmadan aynı yayıncı kuruluşla devam kararı alınmıştı..
Hoş geçen sürede ‘evde ki hesap hiç bir zaman çarşıya uymamış’ kulüplere sanırım 1 veya 2 yıl 500 milyon dolar ödeme yapıldı.
Yayıncı kuruluşun ‘kaçak yayınların önüne geçemiyoruz, marka değeri düşüyor, zarar ediyoruz’ söylemlerinin ardından Covid süreci derken iyice kuşa dönen yayın geliri 2024 yılında 100 milyon dolarlara kadar geriledi..
Bir türlü maç günü geliri, sponsorluk gelirlerini büyütemeyen ve yayın gelirini toplam gelirleri içerisinde ki payını yüzde 80’lerden aşağıya düşüremeyen Anadolu kulüpleri için hayati derece de önemli yayın ihalesi aslında “Türk futbolunun karnesi” de olacaktır.
Yayın ihalesine girecek firmalar beklentileri değil gerçekleri satın alırlar. Hesap kitap yapmadan milyon dolarların havada uçuşacağını sanmıyorum.
Türk futbolunun kulüplerden, medyasından, hakemlerine, taraftarından Federasyon’una hepimiz için ‘marka değerinin’ ölçüm yeri olacaktır.
12 yıl aradan sonra kamunun ( Spor Toto) isim sponsorluğunda ki futbol liglerimiz -TFF’nin başarı hanesine yazılır- Trendyol ile yapılan işbirliği ile çok önemli bir gelişme olmuştur.
Montella ile Avrupa Şampiyonası’na katılacak olmamız ve şampiyona da da iddialı bir konumda kamuoyunda oluşan beklenti marka değerimize pozitif etki yaratmıştır.
Öte yandan ‘hakem yumruklama’, ‘takımı sahadan çekme’ ve ‘futbolu güzellikleri ile değil hakem hataları üzerinden’ tartışılan bir iklimde yayın geliri ne olacak?
Ürün kulüplerin, kulüplerin kendi ürünlerini koruması beklenir.
Bir çiftçi ürettiği muzu, patatesi kötüleyerek ne elde edebilir.
Bir çiftçinin kendi ürününü kötülediğini gördünüz mü hiç?
Türk futbolunu korumak elbette Futbol Federasyonu’nda birinci önceliğidir. Aynı şekilde liglerin ‘marka değeri’ni korumak kulüplerin de birinci önceliği olmalıdır. Buna zarar verecek kulüp başkanları ve yöneticiler ile ilgili Kulüpler Birliği de ‘etik kurallar’ koymalıdır.
Amerika Basketbol Ligi NBA’de bu ‘etik kurallar’ çerçevesinde alkollü araç kullanan kulüp başkanları dahi yaptırımlarla karşılaştı. Çünkü NBA’nin marka değeri her şeyin üstündeydi ve kimsenin buna zarar vermesine izin verilmeyecekti.
Böylece TFF’de hak mahrumiyeti ve parasal cezalarla kulüplerin jandarması rolünden kurtulmuş olur ..
Yazımın başında ki söze dönerek hükmümüzü verelim:
‘Yayın ihalesi bizim yıllardır çiğnediğimiz sakız parçasıdır, dişlerimizin izini alacaktır. “
‘’Futbolda ‘ketçap usulü’ çözüm mevsimi‘’
Bizim bu ülkenin işleri biraz “ketçap” usulüdür. Yıllarca sallarsın sallarsın bir şey olmaz, öyle kımıldamadan durur. Sonra birden harş diye boşalıverir, hiç çözümlenmeyecek sandığın meseleler bir haftada çözüme kavuşur. Sanırım şimdi “çözüm” mevsimine girdik.”
TFF’de de durum aynı. Ülkenin çözüm bekleyen birçok meselesi gibi futbolun çözümleri de -uzun yıllara sirayet etmiş- statüko esareti ve rutinin cazibesi içerisinde ötelenmiş, ama ne zaman ki, dönülmez akşamların ufkuna” gelinmiş ve işin başına da ‘çözülemeyecek sorun yoktur, çözemeyen bireyler vardır’ anlayışında yöneticilerde gelince peşi sıra tarihi kararlar hayata geçmeye başladı)
Fanatik Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yalçın Uygun’un ‘TFF’de devrim gibi kararlar’ olarak manşete aldığı ve diğer gazetelerin manşetlerini süsleyen kararların detaylarına burada girmeyeceğim. ( Bu kararlar içersinde benim de 2004 yılından itibaren İtalya Hakemler Birliği modelinde önerdiğim gibi MHK’nın bağımsız veya kısmi bağımsız bir kimliğe bürünmesine ilişkin Almanya modelinin hayata sokulacak olması hayati derece de önemlidir. Bu uygulama ile TFF Başkanlarının kaderi sadece hakem düdükleri ile tartıya değil de Milli Takımların performansları, sponsorluk gelirlerinin arttırılması, lige isim sponsorluğu , futbol akademilerinin kurulması , alt yapının desteklenmesi, futbol antrenörleri eğitimi gibi konularda değerlendirileceği döneme geçmiş oluruz)
Şunu çok net olarak söyleyebilirim ki; Türkiye Futbol Federasyonu Türk futbolunda kangren olmuş konuların çözümü için düğmeye bastı.
TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi göreve geldiğinde Türk futbolunu ‘çatlak kristale’ benzetmiş Halil Umut Meler’e yumruk olayından sonra da ‘ çatlak kristalin parçalandığını’ yazmıştım.
Son günlerde üzerinde kara bulutların gezdiği bir dönemde bu devrim gibi kararlar Türk futbolunda yeniden umut ışığı yaktı.
Uzun yıllar TİM Başkanlığı, THY Yönetim Kurulu üyeliği gibi yarı kamu görevlerinde bulunmuş TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi ile hem geçmişte TFF’de profesyonel olarak çalışmış, hem de Başakşehir Kulübü’nde uzun yıllar CEO görevlerinde elde edindiği tecrübeleriyle bugün TFF Başkanvekililiği görevine gelmiş Mustafa Eröğüt de çok iyi biliyor ki; kırık cam üstünde ancak bir süre yürünebilir, sonsuza dek değil..
Kırık camları temizlerken bazen elleriniz, bazen vücudunuz kanayacak bu kaçınılmazdır. Statükoyu yıkmanın bedeli de bu olacaktır.
Bugün TFF Başkanı ve yönetimi bu bedeli ödemeye hazır olduklarını göstermişlerdir.
‘’‘Meler depreminde’ suçlu kim?‘’
Türk futbolunda yaşanan ‘Meler depremi’ sonrası yaklaşımlarla 11 ili kapsayan ‘yüzyılın depremi’ arasında ki yaklaşımlar arasında tıpa tıp benzerlikler görüyorum..
‘Yüzyılın Depremi’nde aylarca ‘suçlu kim’ tartışması yaptık; şimdi de ‘Meler depremi’ sonrası hararetli bir şekilde ‘suçlu kim’ tartışması yapıyoruz.
Tabii kimse de üzerine afiyet suçu üzerine almıyor. Herkes suçu birbirinin üzerine atmak da ne kadar da maharetli olduklarını görüyoruz.
Halbuki hem yüzyılın depremine hem de ‘Meler depremine’ bir gün de gelmedik.
40-50 yıla yayılan kuralsız yapılaşma, derelerin ve dere yollarının yanına hatta içine yapılmış evlerin yıkılması ile sürekli dövülerek şekil alan Türk futbolunda bütçeleri tahta barakaya dönmüş kulüplerin 20-25 yıldır solunum cihazıyla ırmak da dizginsiz yüzdürülmeye çalıştırıldığı sevgi ve gerçek rekabetin yerini nefret sosunun hakimiyet kurduğu bu futbol iklimine bir günde gelmedik elbette.
Gerek Yüzyılın depremi ile ilgili gerekse de Meler depremi ertesinde yapılan tartışmaları dinlerken sistemi değil de kişiler üzerinden herkes birbirini suçlarken benim aklımda hala ‘suçlu kim’ sorusunun cevabını bulamadım.
Kadı Karakuşi ve kısa boylu boyacı
Ben de bunun üzerine her zaman sıkıştığımda başvurduğum, verdiği ipe sapa gelmez hükümlerle ünü bugünlere kadar uzanan Karakuş isimli Kadı’nın kararlarına baktım ve kendi adıma Türk futbolunu bu kaosa sürükleyen kişiyi buldum!
Buyrun hep beraber okuyalım ve suçluyu bulalım..
Hırsız gece gireceği evin keşfini yapmış, oradan girerim, buradan girerim derken balkonda karar kılmış...
Karanlık basınca yağmur borusuna tutuna tutuna balkona çıkmış, iki adım atsa içeri girecek, lakin korkuluğu tutmuş elinde kalmış, aşağı düşmüş, ayağını kırmış... Kadı Karakuş’a koşmuş:
“Kadı efendi, soyacağım eve girmek isterken, balkonun korkuluğu kırıldı, düştüm, ayağımı kırdım, ev sahibinden davacıyım!”
Kadı bile şaşırmış:
"Niye, ev sahibinin günahı ne?"
"Balkonu çürük yaptırdığı için, düştüm ayağımı kırdım!"
"Sen de evi soymak için girmek üzereymişsin...”
“Onun cezası başka!” Karakuş’un da aklı yatmış, ev sahibini çağırmış:
“Niçin balkonun korkuluğunu çürük yaptırdın, adam düşmüş ayağını kırmış!”
Ev sahibi boynunu bükmüş:
“Balkonu ben yapmadım ki, marangoz yaptı, kabahat onun!”
Marangoz çağrılmış, o da kendisini savunmuş:
“Kadı efendi, ben balkonu yaparken, sokaktan yeşil feraceli bir kadın geçiyordu, ona dalmışım, o kadar güzel yeşildi ki! Demek ona bakarken çiviyi boşa çakmışım, korkuluk kırılmış!”
Kadı, marangozun bu savunmasını da geçerli bulmuş, mübaşire bağırmış:
“Yeşil feraceli kadını bulup getirin!” Kadın gelmiş, kadı efendi çıkışmış:
“Be hatun, niçin o kadar göz alıcı ferace takıyorsun, senin feracenin rengi marangozun gözünü almış, kaza olmuş!”
Kadın da kendisini savunmuş:
“Kadı efendi, ben feraceyi boyasın diye, boyacıya verdim, o da tutmuş yeşile boyamış, bütün suç boyacının!”
Kadı efendi, boyacıyı çağırtmış:
“Ulan boyacı, niçin hatunların feracesini öylesine göz alıcı yeşile boyuyorsun da, onlar yoldan geçerken balkon yapan marangozların gözlerinin feraceye takılıp, çivileri boşa çakmalarına ve oraya tırmanmaya kalkan hırsızların yere düşerek ayaklarını kırmalarına neden oluyorsun?”
Boyacı bir yanıt bulamamış. Karakuş kükremiş:
“Götürüp asın bu boyacıyı...” Boyacıyı götürmüşler. Bir süre sonra cellat gelmiş:
“Kadı efendi, demiş, o boyacının boyu sehpaya uzun geldiğinden kendisini asamıyorum...”
Karakuş:
“Öyleyse, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!”
‘’Bize de terzi lazım‘’
Önceki gün bu sütunlarda yayınlanan ‘ Büyükekşi’nin elinde ki çatlak kristal paramparça oldu’ yazım üzerine çok sayıda telefon ve mesaj aldım.
Bunlardan bir tanesi kendi sosyal medyasında da paylaşmış olan Anadolu Ajansı’nın zarif ve değerli Spor Müdürü Ersin Şiyhan’ın görüşünü burada da paylaşmak istiyorum:
“Nobel ödüllü ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı harika bir kitabı vardır.
Usta yazar kitabının tanıtımı ‘herkesin işleneceğini bildiği ama kimsenin engellemek için bir şey yapmadığı bir cinayet’ şeklindedir.
İşte yaşadığımız rezalet tam olarak budur.”
Ancak bugün “Bize de terzi lazım’ başlıklı yazımı ( 11 yıl önce Habertürk Gazetesi’nde yayınlanan) tekrar yayınlama fikrini 2 dönem Trabzon Milletvekilliği ve Plan Bütçe Komisyonu üyesi Av. Salih Cora verdi. Mutlaka bu yazımın tekrar gündeme gelmesi gerektiğini söyleyince arşivden çıkardım ve yayına hazırladım.
Zira hukukçu kimliği ile Cora, Meclis’de spor ile ilgili her oturumda söz alan ve bu konuları çok iyi bilen aktif bir milletvekili idi.
Hatta Meclis konuşmasında; ‘Futbol sahalarında ki şiddet, tribün terörü futbolun kanseridir’ sözü hala kulaklarımda ve bu konuşma bugün hala çok daha büyük önem kazanıyor.
Hele ki dün FIFA Hakem Komitesi Başkanı Pierluigi Collina’nın Halil Umut Meler’e destek içeren açıklamasında ‘Bu saldırılar futbolun kanseri’ gördüğümde..
Gerçekten de futbolu korumak için kanseri daha ilk evrelerinde yok etmeliyiz.
"Thatcher, holiganlara göz yummadı ve Lord Taylor'a konuyla ilgili bir rapor hazırlattı. 'Taylor raporu'nun uygulanmasıyla İngiliz futbolu büyük bir değişim geçirdi ve bu güzel futbol kumaşı, 'terzi' Taylor sayesinde şekillendi. Türk futbolunu yeniden dizayn etmek isteyen Başbakan Erdoğan'ın da 'yerli Taylor'a ihtiyacı var."
İNGİLİZ futbolu bugünlerini holiganlarına borçlu. Şaka filan yaptığımı zannetmeyin.
Mademki, bugünlerde futbol-şike tartışmaları arasında İngiltere'yi, Margaret Hilda Thatcher'i konuşuyoruz, o halde o zamanlara bir göz atıp İngiliz futbolunun nereden nereye geldiğine ama en önemlisi nasıl geldiğine bir bakalım.
Önce şu benzetmeyi akılda tutalım:
Meşhur Grimm Kardeşlerin unutulmaz bir masalı vardır, "Brave little tailor" (küçük cesur terzi). Küçük terzi çırağı, peynirine konan sineği bir fiske ile öldürür, "bir vuruşta yedi can" diye kemerine yazar ve sonra bir devin karşısına geçip bin bir zekâ oyunu ile onu alt eder.
Konumuza dönelim, Thatcher görevi boyunca, Kuzey İrlanda sorununda İRA'ya, sendika eylemlerinde grevcilere, Falkland Adası'nı işgal etmeye çalışan Arjantin'e veya soğuk savaş döneminde Rusya'ya karşı verdiği mücadele sonrası Rusların verdiği Demir Leydi lakabı ile hep aynı kararlılığı sergilemiştir. Halkın büyük tepkisine yol açan politikalarını değiştirmesini bekleyen partililere yaptığı konuşmada, "Nefesini tutup medyatik deyimiyle U dönüşü yapmamı bekleyenlere tek bir sözüm var: İsterseniz siz dönün, Leydi dönmeyecek" demiştir.
İşte bu karakterdeki bir lider, futbol holiganlarının ülke içinde ve dışında yaptıklarına göz yumamazdı ve yummadı da. 1985 yılında tarihe Heysel Faciası olarak geçen ve 39 Juventus taraftarının ölümüne neden olan olaylar İngiltere futbolunu kemiriyor, adeta futbol yoluyla bir terör yaşanıyordu. İşte ardından o meşhur UEFA'dan 5 yıl süreyle men cezaları alınıyordu. Thatcher bu kez holiganlar için, "Bizim hayvanlara az bile" diyecekti.
TARİHİ GÖREV: 'TAYLOR RAPORU'
Avrupa kupalarından 5 yıl ceza almak bile İngilizleri uslandırmıyordu. Bu kez 1989 yılında Sheffield-Liverpool maçında 96 kişi ezilerek hayatını kaybetti. Bunun üzerine Thatcher, Lord Justice Taylor'a daha sonra kamuoyunda 'Taylor Raporu' olarak bilinen bir çalışma yapma görevi verdi. İşte bize 'İngiliz futbolu bugünlerini holiganlara borçlu' dedirten gelişmelerde bu rapordan sonra yaşandı.
Taylor holiganizmi besleyen sebeplerin medya, sosyal sorunlar ve kulüp yöneticilerinin yanlış davranışı olduğunu belirtti.
Hükümet, Taylor Raporu'nun ön gördüğü reformları yapmak için derhal harekete geçti, ilk iş olarak bütün statlarda ayakta maç seyredilen tribünler koltuklu hale getirildi. Arsenal, M. United, Chelsea ve Liverpool takımlarının ayakta maç seyredilen bölümleri artık yerlerini koltuklara bıraktı. Sunderland, Derby, Bolton, Millvvall, Stoke ve Middlesbrough takımlarına da statlarını yenilemeleri için ültimatom verildi. Alınan önlemlerden sonra 1990 yılından itibaren holiganizm düşmeye, o tarihten sonra statlardaki seyirci oranları da artmaya başladı. Taylor, bir yandan holiganlarla mücadele metotlarını ortaya koyarken diğer yandan da İngiliz futbol ekonomisinin temellerini atıyordu.
20 YILDIR 'SAHALAR KAPANMIYOR'
Böylece İngilizler 20 yıl içinde dünyanın en büyük ligini yaratıyordu. 1990'larda 17 milyon kişi maçlara giderken geçtiğimiz yıl Premier Lig'de ve Championship'de toplam 39 milyon 145 bin kişi maçları statlarda izledi. 20 yıldır hiçbir maçta Federasyon saha kapatma ve seyirci yasağı getirmedi. Geçtiğimiz yıl 165 Manchester United taraftarı gözetim altına alındı ama kulübe tek bir saha kapatma cezası verilmedi. Öyle ki, yılda ortalama 3.500 taraftarın gözetim altına alındığını da ekleyelim.
Britanya'nın, bugün eşsiz güzellikteki İngiliz kumaşından yapılmış futbol giysisinde demir makaslı bir leydinin yanında cesur ve yetenekli bir terzinin de izleri vardır. Ama onun adı 'tailor' değil Taylor'dur. O Taylor, bin bir zeki hamle ile holiganizm denen bir devi alt etmiştir. Ne o zamanlar Demir Leydi ne de ondan sonra göreve gelen başbakanlar aynı kararlılıktan bir gün bile taviz vermemiştir. Thatcher'ın iradesi ve Taylor'un terziliği ile dikilen yeni futbol elbisesi bugün İngiltere'nin dünyanın en değerli ligine kavuşmasını sağladı.
Türk futbolunu yeniden dizayn etmek için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da yerli bir Taylor'a ihtiyacı var galiba.”
Günün özeti: 2005 yılında Mehmet Ali Şahin ve 2011 yılında Faruk Nafiz Özak zamanında çıkarılan 6222 sayılı Şiddeti Önleme Yasası’nın hazırlanmasında aktif rol oynayan birisi olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim ülkemizde de tribün terörü minimize oldu, artık 15-20 yıl önce her maçtan önce ve sonra yaşadığımız tribün olayları bugün neredeyse bitti diyebiliriz. Bu yasaların ve uygulamadaki kararlılık bu başarılı sonucu almamızı sağladı. Artık taraftarın yarattığı tribün terörü şekil değiştirdi ve başka bir boyuta geçti.
Ancak, özellikle de 6222 sayılı yasa da kulüp yöneticileri ve medya ile ilgili bir çok cezai yaptırımın olmasına karşın aynı hassasiyetin buralarda gösterilmediğini ve savcıların harekete geçmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Halbuki taraftarı galeyana getirecek şekilde demeç vermek ‘proaktif bir tahrik’ kapsamındadır ve 6222 burada devreye girer.
Ancak 6222 taraftarlar için - zaman zaman eksikler olsa da- çok iyi bir şekilde ve kararlılıkla uygulanırken 2011 yılında çıkan bu yasayla işlem gören kulüp yöneticisi, diğer futbol paydaşları ve herhangi bir medya mensubu için bu kararlılığı göremediğimizi söylemeliyim.
Elbette Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un dediği gibi 6222’de çeşitli güncellemeler yapılmalıdır ama en önemlisi yasaları uygulama konusunda ki kararlılıktır.
Bize de bir ‘Taylor’ ve ‘Taylor raporu’ lazım..









































