‘’Kara Kartal ‘sert rüzgarlara’ rağmen uçacak‘’
“Bu yazıyı, 1998 senesinde Süleyman Seba’nın imzasıyla Genel Kurul delegesi olduğum Beşiktaş Kulübü’nde son yaşanan olaylar üzerine, sanki yüreğimden bir parça kopmuş gibi, büyük bir üzüntü içerisinde yazıyorum.
Amin Maalouf “Doğudan Uzakta” kitabında şunu söyler:
“Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer. İlkeler insanın palamarları, bağlarıdır; onları kopardığında serbest kalırsın, ama o zaman içi helyum gazıyla doldurulmuş ve yükseldikçe yükselen bir balona benzersin. Balon gökyüzüne yükseliyormuş izlenimi verse de aslında hiçliğe doğru yükselmektedir. Yani aslında yukarı doğru düşmektedir.”
Ne yazık ki bugün Beşiktaş da ‘yukarı doğru düşüyor..’
Bunu söylemek zorundayım..”
Evet bu satırları çok değil bundan 3 ay önce yazmıştım..
Beşiktaş’ta gerçekten çok ilginç ve üzücü gelişmeler yaşanıyor ve
Son 1 yılda 3 Başkan, sayısını hatırlayamadığım kadar teknik adam değişikliği oldu ve ufukta yeni bir seçim daha vardı bunları yazdığımda..
Yani bir başka deyişle karamsar bir havadaydım bende diğer tüm Beşiktaşlılar gibi..
Neyse ki; Mayıs ayında yapılan seçimle 3 yıllığına Serdar Adalı başkanlığa seçilerek ilk belirsizlik ortadan kalkmış oldu..
Ve böylece havanın biraz değiştiğini görüyordum..
Başkan Serdar Adalı ve İkinci Başkan Hakan Daltaban’ın yoğun çabaları sonucu önce sermaye artırımı nedeniyle 1,4 milyar gelir elde edilmesi ve olağanüstü genel kurul da ‘Dikilitaş Projesi’nde yönetim kuruluna yetki alınması ile olumsuz havanın iyice dağıldığını gördük..
Türk futbolunu çepeçevre sarmış ve Beşiktaş gibi tüm kulüplerimizi ‘çoklu organ yetmezliğine’ düşüren sorunların sadece sermaye arttırımı gibi veya Dikilitaş Projeleri ile çözülmeyeceği de ortadadır.
İşte tam da burada camia devreye girer; çünkü güçlü kulüplerin yolu güçlü camialardan geçer..
Camianın desteği olmadan hiç bir kulüp ayakta duramaz..
Yani güçlü taraftar, güçlü genel kurul delegeler, güçlü Divan Kurulu’ndan ve güçlü derneklerden geçer…
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha skorlarına kapılmadan ve gerekirse geçmişte Feda sezonunda olduğu gibi bir kaç yıl acı reçeteyle gelir gider dengesini göze alarak gelecekte Kara Kartal’ın sert rüzgara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlayacak olan da bu camialardır..
İşte geçen hafta Ankara’da katıldığım Ankaralı Beşiktaş Derneklerinin düzenlediği çeşitli etkinliklere katıldım ve Beşiktaş camiasının büyüklüğüne bir kez daha şahit oldum..
Zaten Ankara Beşiktaşlılar Cemiyeti’nin değerli Başkanı Abdurrahman Yiğittekin ve ekibinin çalışmalarını uzun zamandır ilgi ve taktirle izliyordum..
Bu kez de -artık Beşiktaş Kulübünün nabzını en iyi tutan değil bizatihi Beşiktaş camiasının nabzı olmuş gazeteci arkadaşımın Fatih Doğan’ın davetiyle- önce Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdar Adalı’nın da katıldığı BESİYAD’ın ( Beşiktaşlı Sanayici İş İnsanları ve Yatırımcıları Derneği) düzenlediği Geleneksel Besiyad Balo’suna katıldım…
Besiyad Başkanı Sinan Aksoy’un tüm konukları ile yakından ilgilendiği gece de aynı masa da oturduğum Serdar Adalı yoğun fotoğraf çektirme taleplerini teker teker yerine getirirken Balo da ki coşku beni Beşiktaş adına ümitlendirdi…
İşte camia bu dedim gecenin ardından.
2 gün sonra bir kez daha ‘işte camia bu’ dediğim başka bir geceye katıldım..
BEGİKAD ( Beşiktaşlı Girişimci İş Adamları ve Kadınlar Derneği)’ın 8. Geleneksel Balo’sunda geleceğe yönelik ümitlerim iyice arttı..
Geceye bu kez transfer çalışmaları nedeniyle yurt dışında olan Serdar Adalı yerine İkinici Başkan Hakan Daltaban katılmıştı
Konuşmasında ki coşku, her daim ekibini öne çıkaran ve kalabalığı avucunun içine alma yeteneğini gördüğüm ve gecenin sonunda ‘İş adamı olmasaydınız kesinlikle üst düzey bir siyasetçi olurdunuz’ dediğim BEGİKAD’ın Başkanı İlker Bayram’ın kulüp için yaptığı ‘ilk’leri hayranlıkla dinledim.. Yılmaz Erdoğan ve Ersay Üner’in Beşiktaş için bestelediği yeni marş da (şahsen ben de diğer konuklar gibi çok beğendim) ilk kez bu gece seslendirildi..
(Ankaralı bir Beşiktaş Divan Kurulu Üyesi olarak son 10 yılda Ankaralı derneklerin faaliyetlerinden ne kadar uzak olduğum için mahcubiyet içerisinde olduğumu da belirtmeliyim..)
Geçen hafta Ankara da Beşiktaşlıların faaliyetleri sadece bununla sınırlı değildi…
Beşiktaş da Divan Kurulu Başkan adaylarının da Ankara çıkarması vardı..
Affan Keçeci, Ahmet Ürkmezgil, Ahmet Akpınar aynı masada hem dost hem rakip olarak oturuyordu.. Değerli dostum Eximbank eski Genel Müdürü Ahmet Kılıçoğlu , Ankara Vali Yardımcısı Cihangir Güler , Üyelik ve Sicil Kurulu Başkanı Sefa Bağcı ile Divan Kurulu Üyeliği adayları Hicabi Gökdereli, Ateş Bayazıt, Uğur Poyraz, Cihan Yavuz da geceye katılmıştı..
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha sonuçlarına takılmadan hep birlikte Kara Kartal’ın sert rüzgarlara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlamalıyız.
‘’Kara Kartal ‘yukarı doğru düşüyor’‘’
Bu yazıyı, 1998 senesinde Süleyman Seba’nın imzasıyla Genel Kurul delegesi olduğum Beşiktaş Kulübü’nde son yaşanan olaylar üzerine, sanki yüreğimden bir parça kopmuş gibi, büyük bir üzüntü içerisinde yazıyorum.
Amin Maalouf “Doğudan Uzakta” kitabında şunu söyler:
“Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer. İlkeler insanın palamarları, bağlarıdır; onları kopardığında serbest kalırsın, ama o zaman içi helyum gazıyla doldurulmuş ve yükseldikçe yükselen bir balona benzersin. Balon gökyüzüne yükseliyormuş izlenimi verse de aslında hiçliğe doğru yükselmektedir. Yani aslında yukarı doğru düşmektedir.”
Başta Yönetim Kurulu üyeliği olmak üzere bir çok görev yaptığım Basketbol Federasyonu için de 2016 yılında “Türk Basketbolu yukarı doğru düşüyor” diye yazmıştım. Ne yazık ki bugün de Beşiktaş için aynı şeyi söylemek zorundayım.
Evet Beşiktaş’ta gerçekten çok ilginç ve üzücü gelişmeler yaşanıyor:
Son 1 ayda 3 Başkan, sayısını hatırlayamadığım kadar teknik adam değişikliği oldu ve ufukta yeni bir seçim daha var.
Son Divan Kurulu’nda Divan Başkanı ile eski Kulüp Başkanı arasındaki dramatik yumruklaşma/saldırı camiada çok daha büyük ve kronikleşmiş sorunlar olduğunu gösteriyor.
Halbuki daha bundan 8-9 ay önce Divan Kurulu Üyesi mazbatamı almak için katıldığım toplantıda her şey öyle güzeldi ki; takım sahada güzel sonuçlar alıyor, taraftar da, genel kurul üyeleri de çok mutlu görünüyordu.
Divan Kurulu Başkanı Tevfik Yamantürk konuşmasında Süper Kupa finalinde Galatasaray’ı 5-0 yenen teknik kadro ve oyunculara büyük övgüler düzüyor, Hasan Arat ve yönetimini de kutluyordu.
Salonda alkışlar kopuyordu, hatta biraz sonra konuşacak Genel Sekreter Kaan Şakul ve Başkan Hasan Arat’ın kulübün borçları ile ilgili içinde uyarı bulunan bilgilendirmesi dahi alkışların yoğunluğundan sanki vızıltı gibi kulağımıza geliyordu. Adeta olumsuz olan her şey salonda sağır kulaklara düşüyordu.
Öyle bir ortamdı ki, bugün yaşananları aksine içimizden birisi Hasan Arat ve ekibine az buçuk bir eleştiri yapacak olsa başta Divan Başkanı Tevfik Yamantürk olmak üzere salondaki üyeler tarafından linç edilme tehlikesi bile olabilirdi.
Soru şu: Takımın saha başarıları Divan Kurulu üyelerine illüzyon etkisi mi yaratmıştı ?
Kulübün aslında iflasa doğru gittiğini bilmiyor olabilirler miydi?
Bakıyorum herkes terazinin bir kefesine Divan Başkanını bir kefesine de eski Başkanı koymuş ‘ o suçlu bu suçlu’, ‘o kışkırttı bu da tahrik oldu’ diyerek adalet arıyorlar…
Hayır, hayır. “kim haklı kim haksız?” meselesinden öteye Beşiktaş’ın çok daha büyük, kronikleşmiş sorunları var.
En önemlisi de ilkelerinden uzaklaşmış, sadece mazide kalan ve içini boşalttığımız ‘Efendi Beşiktaş’tır.
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha skorlarına kapılmadan ve gerekirse geçmişte Feda sezonunda olduğu gibi bir kaç yıl küçülmeyi de göze alarak gelecekte Kara Kartal’ın sert rüzgara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlamalıyız.
Rüzgar demişken geçmişte çok zorlu ve sıkıntılı bir döneminde görevden ayrılmayı düşünen Beşiktaş Kulübü Başkanı’na şunu söylemiştim:
‘Sayın Başkan, içinde bulunduğunuz zorlu sürecin farkındayım. bunlar gelip geçici bir durum olduğuna inanıyorum. Güçlü bir şekilde görevinizin başında durmalısınız. Tarihte İskender ile Camako arasında şöyle bir söz geçer.
‘Rüzgar taşla ezilmez’. Beşiktaş Başkanları da rüzgardır ve asla taşla ezilmezler.’
Bu mesajın muhatabı Beşiktaş Başkanlığından istifa etmişti. Biz rüzgar gibi taşla ezilmeyecek Başkanlara ihtiyaç duyuyoruz. Ancak hiç bir Başkanın bunu camiasının sağ duyusu ve desteği olmadan başaramayacağını da biliyoruz.
Kim bilir mevcut Başkan Serdal Adalı bunu başarabilir.
Eğer bu kadar bedel ödeyerek kazandıklarınızla gözünüz kamaşır ve sporu var eden temel ilkeleri göz ardı ederseniz filmi başa sararsınız, yukarı doğru düşüp gökyüzünde kaybolup gidersiniz.
‘’Yönetilemez” Türk futbolu ‘’
20. Yüzyıl’ın 2 büyük devlet adamı Churchill ve De Gaulle arasında tarihe geçen bir sofra konuşması vardır. İngiltere Başbakanı, Fransa Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Elize sarayında mükellef bir sofra da ağırlanıyor..
Masada yok yok..
Ama Churchill’in en çok dikkatini masada ki birbirinden güzel görünen peynirler çeker ve De Gaulle’e ‘Fransa’da kaç çeşit peynir var’ diye sorar..
De Gaulle biraz da övünerek 265 çeşit peynirimiz var cevabını verir..
Churchill bu kez biraz da iltifat olsun diye De Gaulle’e
“265 çeşit peyniri olan bir ülke savaşta yenilemez” der.
De Gaulle ise esprili bir şekilde “ Ama yönetilemez de, 265 değişik tür peyniri olan bu ülkeyi kim yönetebilir ki’ cevabını verir.
Çünkü her peynir çeşidinin; bir kültürü, bir sosyal yapıyı temsil ettiği düşünülebilir. De Gaulle zamanında 258 olan peynir çeşidinin bugünlerde 500’lere ulaştığı olduğu söyleniyor. Tabii, hepsi de tescilli.
Türk futbolunun içinde bulunduğu durumunu anlatmak için geçmişte de zaman zaman bu diyaloğu kullanmıştım.
Teker teker burada kulüplerin birbirlerine yaptıkları salvoları, Mourinho’nun Okan Buruk’un burnuna çekmesi, artık iyice kulüp taraftarı gibi 2’ye bölünmüş medyayı, hakemlere yönelik eleştiriyi aşan hakaretlere yer vermeyeceğim..
Her geçen gün ateşe benzin dökenlerin sayısı iyice artıyor; De Gaulle’nin dediği gibi bu kadar çok çeşit peyniri olan pardon futbolun bu kadar çok konuşan aktörlerinin bulunduğu Türk futbolu da ‘yönetilemez’ bir duruma geldiğidir.
Bugünden geriye doğru baktığımda Türk futbolunun geldiği nokta her geçen gün kaosa sürükleniyor.
Büyük bütçelerle kurulmuş kulüp takımlarımızın Avrupa Kupalarında hala niçin patinaj yaptığını iyice sorgulamayız..
Futbolun küresel bir olgu olduğunu unutup sürekli Süper Lig şampiyonluğuna ve yerel rekabete yoğunlaşmamızın doğru olmadığını düşünüyorum..
Halbuki UEFA’dan gelecek kaynaklar ile Türk futbol ekonomisinde kulüplerimizin ekonomik olarak rahatlayacağı gerçeği ortada..
Ve içinde bulunduğumuz dramatik çöküntüye bir günde gelmedik..
Uzun zamandır ‘hakem tartışmalarından’ ileriye gidemeyen Türk futbolu yavaş yavaş kronik bir şekilde yönetilemez bir duruma geldi..
Demek ki TFF Başkanları’nın değişmesi ile sorunların çözülemediğini de görmüş oluyoruz..
Bugüne kadar hangi TFF Başkan adayının seçim öncesi ‘stratejik planını’ gördük bu güne kadar..
Aslında hepimiz Trump’ın ‘öngörülemeyen bir lider’ olduğunu düşünür ve söyleriz..
Halbuki Trump seçilmeden önce tüm stratejilerini kamuoyuna şeffaf bir şekilde paylaşmıştı..
Bence öngörülemeyen liderlerin TFF Başkanları olduğunu düşünüyorum..
Hiç olmazsa bundan sonra TFF Başkanları’nın seçim öncesi Türk futbolunun geleceğine yönelik planlarını öğrenmiş oluruz..
Gerginlik stratejisi ile kötü miras bırakıyoruz
Türk futbolunda her kafadan bir ses çıkıyor ve bilinçli bir sürdürebilir gerginlik stratejisi ile sürekli patinaj yapıyoruz..
Geçmişten günümüze futbol adına pek iyi bir miras bıraktığımızı da söyleyemeyiz..
Mesela; ülkenin hakemlik müessesini en iyi yorumlayan Milliyet Gazetesi yazarı sevgili arkadaşım Cemal Ersen’in ‘Futbolumuzu 50 yıl geriye götürdünüz’ başlıklı yazısında “Sonuçta 55 yıl sonra ligimize yabancı hakem getirmek, verdiği iddialı sözleri yutmak zorunda kalan TFF başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’na nasipmiş!” sözü..
Mesela ;Ajansspor’un manşetine yansıyan ‘Artık UEFA’da yokuz .. 40 yıl sonra bir ilk…’ haberine göre Türk futbolu 32 yıl görev yapan Şenes Erzik ve 8 yıl görev yapan Servet Yardımcı’dan sonra ilk kez UEFA ve FIFA’da temsil edilemeyeceği..
Mesela; başta Ali Koç, Acun Ilıcalı, Süleyman Hurma olmak üzere bir çok kulüp yöneticisi ve medya mensubunun da gündeme getirdiği hattta TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun zımmi olarak kabul ettiği ‘TFF’de bir yapı’ olduğu iddiası ..
Bugün içinde yaşadığımız futbol ikliminin yarınlar için bırakacakları da ne yazık ki bu olumsuz miraslar olacak..
Not: Türk futbolunun yapısal sorunları olduğunu düşünüyorum..
Yıllarca bu yapısal sorunların çözümü yerine sadece Başkan ve yönetim kurulu değişimi ile çözüm arayışları ne yazık ki kronik patinaj hastası yaptı Türk futbolunu..
üzülerek görüyorum ki; hiç kimsenin derdi de Türk futbolunun geleceğinin planlanmasında değil..
Hakemler ile başlayıp hakemlerle bitirdiğimiz kaçıncı sezonumuz ..
Bir sonra ki yazımda Türk futbolunun Halas’ı ( kurtuluşu ) için içinde Bach Çiçekleri terapisi de olan interagtif tedavi önerilerimi anlatmaya çalışacağım..
‘’Türk futbolunu ‘şüphe’ kemiriyor‘’
-Yıllar önce bir seyahatte tanıştığım yurt dışında da mesleki çalışmalar yapmış olduğunu öğrendiğim Psikiyatr Prof. Dr. Mehmet Hakan Türkçapar kağıda tek bir cümle yazdı ve bana uzattı. : “Türkler’in Avrupalılar’dan en büyük farkı kuşkucu olmalarıdır..
Kuşku deyince de aklıma Merlyl Streep’in oynadığı ‘Şüphe’ filmi gelir. Filmin içinde bir sahne de hakkında şüpheler duyulan peder vaazına şöyle başlar: “Emin olmadığınızda ne yaparsınız? Bugünkü vaazın konusu bu. Şüpheye de gerçek gibi sıkıca sarılabilir insan.”
Daha sonra bir hikâye anlatır. Dedikodu yapan bir kadına rahip şunu der: “Çatıya bir yastık çıkar, onu bıçakla yar ve sonra bana dön.”
Kadın söyleneni yapıp pedere ..“Yastığın içindeki tüyler her yöne uçuştu“ der.
Peder: “Şimdi geri gidip rüzgarla dağılan tüylerin hepsini toplamanı istiyorum.”
“Ama’ der kadın:
“Bunu yapamam. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Rüzgar onları her yöne savurdu.”
‘İşte” der peder: “Bu dedikodudur.”
Bir yandan ekonomik sıkıntılar içinde boğuşan Türk futbolunun önünde ki en büyük engel bence işte bu “Şüphe”dir.
Türk futbolunda yaktılar dedikodu kazanının altını, aldılar ellerine bıçaklarını, parçaladılar bir sürü yastığı. Kafamızda onlarca şüphe ve şüpheye gerçek diye sarılan milyonlar... “
Bu satırları tam 15 yıl önce Habertürk Gazetesi’nde ki köşemde yazmıştım..
Şimdi şöyle bir geriye dönüp baktığımızda bir arpa boyu yol almadığımız görülüyor..
Ama bugün geçmişe göre bir farklılık var..
TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun da bu şüpheyi körüklemesi …
Türk futbolunda yıllardır alışagelmiş ve artık iyice de kanıksadığımız ‘MHK’ , ‘Operasyon yapılıyor’ gibi havada uçuşan iddialara bir yenisi daha eklendi.
Şimdi de ‘Yapı’ iddiaları her tarafı sardı..
İşin ilginç yanı bu iddiaların güçlenmesine neden olan şey de TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun açıklamaları oldu..
İlk kez bir Başkan yönettiği kurumu kamuoyunun önüne atarak bu yapı iddialarının doğru olduğuna dair kafa karışıklığı yarattı..
Hatta bir operatörün TFF’ye ve kendisine operasyon yaptığına kadar iddialarını ileriye götürdü..
‘Her daim 300 yeğenim var’ diye övünen Hacıosmanoğlu’na operasyon çeken operatörün mangal gibi yüreği varmış demek ki..
Halbuki Hacıosmanoğlu ‘ndan beklenen bu ‘yapı’yı kamuoyuna şikayet etmek değil iddia edilen yapıyı TFF’nin içinden söküp atmasıdır.
Medyada görmedim ama sanırım bu yetenekli (!) operatör için suç duyurusunda bulunmuşlardır.
Bir çok kez yazılarımda TFF Başkanlığını ‘içeriden ve dışarıdan atılan okları göğüsleyebilme kapasitesi’ olarak tanımlamışımdır..
‘Futbolda Nihat abi modeli’ ile
‘Büyükekşi’nin elinde ki çatlak kristal’ yazılarımda bu konuyu detaylı olarak anlatmıştım..,
Hiç bir federasyon başkanı da hiç bir siyasetçi de bu oklardan mahrum kalmamıştır.
Bu süreçleri de 2006-2024 yılları arasında TFF tarihinin en uzun süreli Kurul Başkanlığı yapan birisi olarak, öte yandan da bir yazar ve bürokrat olarak çok yakından izledim..
Bu süreçte görev yapan TFF Başkanlarının bir çoğuyla da çok yakın işbirliğim oldu..
Haluk Ulusoy’a, Mahmut Özgener’e, Yıldırım Demirören’e, Nihat Özdemir’e, hele ki Mehmet Büyükekşi’ye atılan okların haddi hesabı yoktu..
Çünkü TFF Başkanlığı için maalesef bu altın kural geçerli..
Haklı veya haksız kimi zaman da organize oklar atılacak..
Kimi Başkan bu oklara karşı zırh oluşturabilmeyi, kimisi okları başka yöne göndermeyi becerebildi..
Yıldırım Demirören bence bu konuda en başarılı Başkan’dı..
Ama bir çoğu da bu okların tamamını kendi üzerlerine aldı ve onarılmaz yaralar oluştu vücutlarında..
Mehmet Büyükekşi ve Nihat Özdemir oklara karşı hiç bir savunma ve zırh oluşturamadılar..
Hatta her 2 Başkan sadece kulüpler ve medyadan değil içeriden yani kendi kurdukları Yönetim Kurulu üyeleri ve dahası Federasyon içinde bir türlü kıramadıkları ‘bürokratik oligarşi’nin de oklarına maruz kaldılar
Ve ne yazık ki bu atılan okların da sadece tek bir nedeni de vardı..
Hakemler ve MHK..
Zaman zaman bu duruma da isyan etmiyor değildim..
Yüzlerce kişinin çalıştığı ve Milli Takımlardan antrenör eğitimine kadın futbolunundan engelliler futboluna kadar Türk futbolunu dizayn eden bir kuruluşun kaderini hakem hataları mı belirlemeliydi..
Bu yüzden de sıklıkla ‘TFF MHK’dan büyüktür’ diye yazıyordum.
Yalnız bir çok TFF Başkanına 2006 yılından itibaren MHK ile TFF’nin organik bağının koparılması için İtalyan Hakemler Birliği gibi bir yapıyı hayata geçirmeyi de teklif ettim, yazdım çizdim..
Bırakın bu danışma kurulu, kulüpler birliği ile ortak yönetim arayışlarını; ‘hakemlerimiz’ niçin kendi MHK Başkanlarını seçmesinler..
Hakem camiasına özerklik ve kişilik kazandırmanın ilk yolunun bu olduğunu düşünüyorum..
Aslında geçmiş dönemlere göre en az ok atılan Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu oldu..
Bugün yaşananlar Mehmet Büyükekşi zamanında yaşansaydı neler olurdu , tahmin bile edemiyorum..
Öyle ki Hacıosmanoğlu ‘nun bahsettiği operatöre ‘bu çizgileri sen çek’ diye talimat verdiği bile söylenirdi Büyükekşi’nin…
“600 sene dünyayı yönetmiş milletin evlatlarıyız. Şimdi evlatlarımıza güvenmeyeceğiz de yabancıya mı güveneceğiz” denildikten sonra yabancı orta saha hakemine görev verilmesi ile 55 yılın ardından ‘hakemlik sisteminde kapitülasyonların’ önünü açan başka bir başkan olsaydı ilk başta oku atanın Hacıosmanoğlu’nun olacağını da öngörmek hiç de zor değil..
Muhtemelen bunu yapan Federasyon Başkanı’nı gayri millilik ve küresel bir oyunun ürünü olarak suçlayacak ilk kişi de Hacıosmanoğlu olurdu..
1998 yılında Ankaragücü Yönetim Kurulu üyeliğimden itibaren 27 yıl boyunca hep yakından ve içinden takip ettiğim Türk futbolunda gördüğüm son manzara şöyle:
Kulüpler ve medyanın da göz yummasıyla oklar önceki dönem Başkanlarına olduğu gibi Hacıosmanoğlu’na değil de hep başka taraflara atılıyor, bu yüzden de çok şanslı olduğunu düşünüyorum..
Hele ki geçmişte Nihat Özdemir ve Mehmet Büyükekşi için seri bir şekilde ok atma konusunda özel yetenekleri olduğunu gördüğümüz büyük bir kulübümüz Hacıosmanoğlu’na değil ok atmak özel bir dokunulmazlık zırhı oluşturduğunu da görüyoruz…
Ancak hiç bir Federasyon Başkanı’na nasip olmayan ‘zırhlarla kuşatılmış’ Hacıosmanoğlu’nun en önemli görevi Türk futbolunda uçuşan tüyleri yastığın içine tekrar sokmak yani şüphe virüsünü Türk futbolundan çıkarmak olması gerekirken bunu daha da arttırdığını görüyoruz..
Korkarım ki artık yıllardır Türk futbolunun tüm hücrelerine işlemiş ‘şüphe ve dedikodu virüsünün’ ilacı için daha çok beklemek zorunda kalacağız…
Kafamızda onlarca şüphe ve şüpheye gerçek diye sarılan milyonlar...
Türk futbolunda tüyler uçuşuyor, toplayabilene aşk olsun.
Büyükekşi’ye atılan oklar
Bu arada atılan oklar deyince..
Mevcut Başkan ve Yönetim Kurulu’nun önceki dönem Başkan ve Yönetim Kurulu Üyeleri için sürekli olarak medya üzerinden çeşitli oklar göndermeye devam ediyor ..
Hatta eski yönetimi mahkemeye verdiklerini de medyadan öğrendik..
Dikkatleri başka yöne doğru çevirmeye yönelik olarak bu okların atıldığını düşünüyorum..
Öte yandan Mehmet Büyükekşi ve Başkanvekilleri Yusuf Günay, İbrahim Burkay, Ruşen Çetin ve Yalçın Orhan’ın bu oklara ilişkin olarak ‘sessiz’ kalmalarına da pek anlam veremiyorum..
‘’Tenis Federasyonu kabuk değiştiriyor‘’
‘Teniste değişim’, ‘Teniste aks değişimi’ ve en son olarak da ‘Teniste bir şeyler kımıldıyor ‘ başlığı ile kaleme aldığım süreçte artık bugün kelimenin tam anlamıyla ‘Tenis kabuk değiştiriyor’ diyebiliyorum..
Aslında 3 ay önce göreve gelen Şafak Müderrisgil’in federasyon başkanlığında çıtayı yukarıya koyacağından hiç şüphem yoktu ve bunu yazılarımda da belirtmiştim..
Ama yıllardır statükonun teslim aldığı tenis yönetimi ve tenis sisteminde köklü değişiklikler için reformların yapılmasından da endişe duymuyor değildim..
Son 15 günde yaşanan bazı gelişmeler Müderrisgil’in statükoyu devam ettirmeye razı olmadığı ve ‘statükonun çarklarını bir de ben çevireyim’ demediği tarihi bir karara imza attığını gördük…
Bu köşeyi takip edenler yıllardır Tenis Federasyonu’nun ülkemizde ki ulusal ve uluslarası turnuvaların gelirlerinden pay alması gerektiğini savunduğumu bilirler ..
Belki tekrar olacak ama bir kez daha hatırlatmakta yarar var.. eskiyi bilmeden yeni dönemde alınan kararın önemi anlaşılamaz..
Geçmişi analiz etmenin geleceğe ulaşmada bir yük değil, tam tersi bir fener gibi aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum..
2016 yılında Gençlik ve Spor Bakanlığı Sportif Değerlendirme ve Geliştirme Kurulu’nda içlerinde Faruk Özçelik, Mehmet Kasapoğlu, Mehmet Baykan ve Zakir Avşar gibi çok değerli üyelerle birlikte tüm federasyonların performans analizlerini yapıyorduk..
Mesela benim de uzun yıllar görev yaptığım ve o tarihlerde de özel bir görevim de bulunan Basketbol Federasyonu için yazdığım raporun başlığı ‘Türk basketbolu yukarı doğru düşüyor’ şeklindeydi..
Tenis Federasyonu ile ilgili raporumda ise birinci madde bu turnuva sisteminde ki çarpıklıklardı..
2014 yılından itibaren Tenis Federasyonu Başkanları ve yönetim kurulu üyeleri bu çarpık düzene destek olmuşlardı..
(Bu sistemin yaşaması için deplasmanlı Türk tenis liglerinin kaldırılmıştı.. Böylece Türk tenisçisi ile kulüpleri arasında organik bağ da koparılmış, tenisçiler kulüplerinin sporcusu değil artık müşterileri olmuştu..
Kulüpler açısından müşterileri -tenisçiler- para basma makinesi olarak görüldü..
kulüpler bu dönemde büyük paralar kazandı.. Hele ki federasyona yakın kulüpler/oteller turnuva desteği ile daha da zenginleşti..
Aslında bu sistemden herkes de memnundu..
Ama memnun olmayan tek bir kesim vardı..
veliler ve tenisçiler.. Çünkü Türk tenisinden herkes ama herkes az çok para kazanmıştır..
Para kazanamayan tek kesim tenisçilerdir.. tenisçilere yerel organizasyonlar üzerinden gelir getirecek tek bir faaliyetin olmaması da işin acı tarafı..
Dolayısı ile teniste zenginler ve fakirler diye bir durum oluştu.. işte bu yüzden de ülkemizde iki elin parmağı kadar profesyonel tenisçi kaldı..
Tenisin 2 milyara yaklaşan ekonomisinin yüzde 80’ini karşılayan da veliler/ tenisçiler oldu)
Bunu biraz daha açmam gerekiyor.. ülkemizde düzenlenen tüm ulusal ve uluslarası turnuvalar federasyonun bir ürünüdür ve bu turnuvaları düzenleyecek kulüpler ve akademileri belirleyen tek yetkili mercidir..
Yani TFF’nin lig maçları ve Türkiye Kupası gibi düşünebilirsiniz.
Turnuvalar deyip geçmeyin.. bir yılda yüzlerce turnuva düzenleniyor ve çok büyük bir turnuva ekonomisi doğuyordu..
2024 yılında 450 civarında ulusal ve uluslarası turnuva düzenlendi..
neredeyse her hafta 8-9 turnuva düzenleniyor..
Bu da büyük bir ekonomi yaratıyor..
Tahminim en az konaklama , seyahat giderleri dahil 7-8 milyon dolar civarında bir turnuva ekonomisi var Türk tenisinin..
Yılda 90 civarında uluslararası turnuvalara dünyanın bir çok yerinde yabancı tenisçilerde katılıyor..
Uluslarası turnuva düzenleyen bazı kulüp ve akademiler katılım ücreti, operasyon gelirler ( tel çekme , yeme içme, konaklama gibi ) ile haftada 30-40 bin euro kazanabiliyor..
Peki soru şu; Tenis Federasyonu bu kadar büyük organizasyondan ve böylesine değerli ürününden ne kazanıyordu?
İşte 2016’da yazdığım rapora göre bu rakam sıfır liraydı , evet yanlış duymadınız sıfır lira..
Yani TFF’nin lig ve kupa maçlarının yayın hakkından yayıncı kuruluştan pay almadığını düşünün..
Türk tenisçisinin meteliğe kurşun attığı bir ortamda Federasyon kendisine yakın kulüplerle kurduğu ‘imtiyaz adacıkları’ ile 11 Kasım 2024 tarihine kadar bunu sürdürdüler..
Hatta federasyon seçiminden 3 gün önce yapılan son Yönetim Kurulu toplantısında 6 ay süreyle tüm turnuvalar dağıtılmıştı..
Kime niçin verildiği belli olmayan ve tek kriter ahbap çavuş ilişkisi yöntemiyle bu turnuvalar verilmişti..
Yeni yönetimi hareketsiz bırakmaya yönelik bir operasyon yapılmıştı..
Peki yeni Başkan Şafak Müderrisgil ne yaptı?
15 gün önce aldığı kararla bu ‘imtiyaz adacıklarını’ ortadan kaldırdı..
‘2025 Performans ve Masters Turnuva Düzenleme Şartları’nı değiştirdiğini kamuoyuyla paylaştı..
Buna göre turnuva düzenlemek isteyen tüm kulüpleri şeffaf bir şekilde başvuru yapma hakkı verdi..
Bir diğer önemli değişiklik ise turnuva düzenleyecek kulüplere ‘sporcuları korumak için sporcu dostu önlemleri ‘ devreye soktu..
En önemlisini de en sona sakladım..
Tenis Federasyonu bu yeni ve cesur uygulaması ile turnuva düzenleyecek kulüplerden turnuva katılım ücretleri üzerinden belirli bir oranda pay istiyor..
Bu payın da yaklaşık 1 milyon dolar civarında olacağını tahmin ediyorum..
Şimdi yıllar önce resmi raporlara giren şu soruyu bir kez daha sormak istiyorum..
2014 yılından itibaren neden bu uygulama yapılmadı ve kamu bundan zarar gördü mü?
Bu sorunun cevabını yıllarca bu düzene sesini çıkarmayan tenisin aktörlerine bırakıyorum.. Yakın zamanda ne için kurulduğunu anlamadığım Kulüpler Birliği Platformu’nun üyelerini de bu konuda göreve davet ediyorum..
Bu yeni talimatın teniste ki devrimin en önemli basamağı olduğunun altını çizmek istiyorum..
ve Şafak Müderrisgil bence bu kararı ile Tenis Federasyonu’nun gerçek başkanı oldu..
Zamanla Tenisin Lideri de olacağına inancım pekişti..
Ayrıca turnuvalar da sporculardan toplanan katılım ücretleri bugüne kadar hep elden toplanıyor ve bir türlü kayıt dışılığın önüne geçilemiyordu..
Federasyon’un bu uygulaması ile artık katılım ücretleri de mali sistemin içine girmiş olacak..
Yine prize money ödemeli turnuvalarda kesilen stopajların da mali sisteme dahil olduğunu umuyorum..
Tahminim teniste ülkemizde kayıt dışı tenis ekonomisinin büyüklüğü 500-600 milyon lira civarında.. ( bir başka yazı da bunu detaylandıracağım)
Geçmiş dönemde Tenis Federasyonu yöneticileri hiç bir kurumsal regülasyona gitmemişler..
Adeta ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız yapsınlar ama benimde yaptıklarımı görmezden gelin’ demiş..
Tenisin bir çok alanında her alanında ‘korsanlık’ olduğunu söyleyebiliriz..
Tescili yapılmamış antrenörler..
Tescili olmayan kulüpler/ akademiler..
Sigortası dahi olmayan milli tenisçiler..
Sözleşmesi olmayan antrenörler..
Az da olsa kulüpleri ile anlaşma yapan sporcu ve antrenörlerin sözleşmelerinin Federasyon tarafından istenilmemesi..
Ülkenin her yerinde Federasyondan izinsiz yapılan korsan ligler..
Başkan Müderrisgil’i bekleyen çok sorun var..
Bir çoğu da hem cesaret hem de kararlılık isteyen arı kovanına çomak sokacak işler…
Bir bakıma tersanede sıfırdan gemi yapması gerekecek…
Şimdi şunu sorabiliriz..
Tenis Federasyonu bu yarattığı geliri ne yapacak?
Türk tenisinin gerçek emekçileri ve her türlü zorluğa rağmen tenisin içinde kalan tenisçilerin gelişimi için kullanılacak..
Üst düzey tenisçileri yetiştirecek uluslararası ölçekte onlarca antrenöre ihtiyacımız var.. bunlar için de Tenis Federasyonu özel programları hayata sokacaktır..
İlk kez sporcuları öne alan ve sporcu odaklı bir federasyon yaklaşımı görüyorum..
Tenis Federasyonu’nun İstanbul, Ankara, İzmir ve Batman’da bulunan tesislerini yenileyerek Türk tenisçisine ‘burası sizin eviniz’ diyeceği günler de sayılı..
Yine Mersin, Trabzon, Dalaman gibi Spor Bakanlığına ait nefis tenis kortlarının bulunduğu tesislerde en kısa sürede Türk tenisçilerinin hizmetine kazandırılmasını bekliyorum.
Artık Türk tenisine ‘Şehir Kulübü’ deyiminin yer alması gerektiğini düşünüyorum..
ATDSK , TED, ATİK, ATK gibi Şehir Kulüplerinin bir araya gelerek Türk tenisinin gelişiminde ve kendi illerinde tenisin yaygınlaşması için işbirliği yapmaları çok önemli..
Federasyon’un koordinasyonunda bir araya gelmeleri ve bir çok şehrimizde de ( Gaziantep, Trabzon, Muğla gibi) Şehir Kulüpleri konseptinin oluşması için çalışmalar yapılması gerekiyor..
Padel ve Pickeball
Ben bu satırları yazarken dünyanın en hızlı gelişen 2 branşı Padel ve Pickeball’un da Tenis Federasyonu’na bağlandığı haberi geldi..
Bu da Federasyona yeni bir soluk getirecek ama daha emekleme aşamasında oldukları için
Tenisçi oğlumun da oynamasıyla yakından ilgilendiğim; Tayfur Özkan ve Şöhret Palkis’in de büyük emek verdiği Padel ile eski Eskrim Federasyonu Başkanı Erol Bülbül’den de sık sık dinlediğim Pickeball konusunda detaylı bir yazı yazacağım..
Tüm bu gelişmeler sonrası yazımın başlığını bir kez daha okuyun lütfen..
Günün sözü:
“ Bazı yıkılışlar daha büyük kalkınışların temsilcisidir”.
(Shakespeare)
‘’Teniste bir şeyler kımıldıyor‘’
İTALYAN filozofu Papini, Einstein'la yaptığı bir konuşmada diyor ki, "Rölativite, evren, fizik, teoriler... Ben bunlardan bir şey anlamıyorum. Siz en büyük fizik âlimi olarak evren hakkında herkesin anlayabileceği şekilde çok kısa olarak bütün bunları ifade eder misiniz?"
Einstein derin derin düşünüyor ve "Bütün fizikî olayları tek bir cümlecikle ancak şöyle özetleyebilirim: Bir şey kımıldıyor!"
Türk tenisinde ne oluyor diye sorsalar herhalde en doğru cevap Einstein'ninki gibi "Bir şeyler kımıldıyor" olurdu.
Şehir Kulüpleri içerisinde hatırlı bir yere sahip TED’de Davis Cup maçları ile üzerine toprak örtülmüş tenisimiz için güzel bir hafta sonu oldu..
Aslında kimsenin hangi grupta olduğumuzdan, dünya tenisinde ki yerimizden haberi de yoktu maçları izlerken..
Ama gördüğümüz şu oldu; ülkemizde hatırı sayılır bir tenis izleyicisi var ve ortam güzel olduğunda herkes bu maçlara ilgi gösteriyor..
Bu coşkulu ve iyi hazırlanmış atmosferde tam da dişimize göre Meksika da olunca ilk başlarda stresli maça başlayan tenisçilerimiz seyircinin de desteği ile maçlarını kazanmayı bildiler..
Kazanmayı ne kadar çok özlediğimizi de gördük tribünlerde..
Teknik patron Erhan Oral ve oyuncuları kutluyorum.
Tabii burada yeni Federasyon Başkanı olan Şafak Müderrisgil’i ilk büyük sınavından başarıyla geçtiğinin de altını çizmek isterim..
Geçmişte uzun yıllar hem Basketbol hem de Futbol Federasyonlarında görev yapmış birisi olarak hep ‘federasyonların görevi sahneyi hazırlamaktır; kupa finallerinde milli maçlarda.. çünkü bunlar federasyonların en değerli ürünleridir..’ diye düşünürüm..
Mesela TFF’de Engelliler Koordinasyon Kurulu Başkanı olduğum dönemde Ampute Futbol Milli Takımımız Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’nın grup maçlarını TFF’nin Riva tesislerinde finalleri de 2017’de 45 bin seyirci önünde Vodafone Beşiktaş stadında, 2022’de final maçını Galatasaray Stadında oynatmıştık ve Cumhurbaşkanımız da bu maçı canlı izlemişti..
Tüm dünyayı hayran bırakan şey de işte TFF olarak hazırladığımız bu büyük sahneydi..
Ampute futbolcularımızda bu büyük sahnenin içinde büyük oynayıp tarihi başarılara imza atmıştı..adeta hepsi bir sinema ve tiyatro yıldızı gibi hissetmişti kendilerini..
Tenis Federasyonu da ülkenin en büyük kulüplerinden TED’in kapalı salonunu içinde büyük değişiklikler yaparak adeta büyük bir sahne yaratmıştı oyuncular için..
Sponsorların ilgisi, medya paylaşımları, taraftarın coşkusu da bu sahnenin diğer unsurlarıydı..
Ve TRT’nin canlı yayını..
İşte bu atmosferde tenisçilerimiz de büyük oynadılar.. Evet Meksika’dan kağıt üstünde zaten daha iyi idik, evet bu galibiyet Türk tenisinin içinde bulunduğu durumu makyajlamamalı.. Türk tenisçisinin ekonomik sıkıntılar içinde yıllardır patinaj yaptığını.. bunları her zaman gündemde tutmalıyız, her sorunu çözüm önerileri ile birlikte ele almalıyız..
Ama şimdi milli maçımızı konuşmalıyız..
Ve yiğidin hakkını yiğide de vermeliyiz...
Tenis Federasyonu Başkanı Şafak Müderrisgil son derece başarılı bir organizasyona imza attı..
ve bunun yarattığı atmosferden Türk tenisinin gelişimi için cesaretle konuşacağımız bir iklim oluşturmalıyız.. Türk tenisinde ki sorunların bir günde çözülemeyeceğini de biliyorum ama tek gün bile kaybetme lüksümüz olmadığını da düşünüyorum..
Teniste ihtiyacımız olan yapısal değişiklikler ve reformist politikaların hala devreye girmediğini de konuşabiliriz ama bunları bugün değil yarın konuşmalıyız..
Öte yanda Tenis Federasyonu’nun tek eksikliği Davis Cup’a tenisin paydaşları kulüpleri ve antrenörleri de bu sahneye davet etmemesi olmuştur..
Şehir Kulüpleri arasında müstesna bir yere sahip ATDSK ( Adana Tenis ve Dağcılık Kulübü)’nün tenis dergisinde yazdığım bir cümlemi burada da tekrarlamak istiyorum:
‘Tenis severler olarak Federasyon Başkanı Şafak Müderrisgil’den beklentimiz Eflatun’un şu sözünde saklı…
Asıl üstat, keman gibi aletleri iyi akort ederek güzel bir ahenk çıkaran değil, sözleriyle işleri arasında akort yaparak hayatında en güzel ahengi kurabilendir..’
TED’de ki atmosferin Türk tenisinin gelişimi için bir işaret fişeği olmasını diliyorum..
‘’Trump ve sadakat, futboldan golfe ve tenise geçenler‘’
Amerika’da seçimlerin bitmesinin ardından Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ile şimdi “Trump değişti mi” , “Trump nasıl bir politika izleyecek” tartışmalarını izliyoruz…
Bende bir spor yazısında elbette bu tartışmalara girecek değilim ama Trump’ın karakterini ortaya koyan ve beni çok etkileyen bir hikayeyi anlatmak istiyorum..
Bundan bir kaç yıl önce eski FBI Başkanı James Comey’in anılarından yola çıkarak yapılan Comey Rules ( Comey’in kuralları) dizisinde hiç aklımdan çıkmayan bir sahne vardı…
Önce küçük bir bilgi..
Comey , Barack Obama tarafından göreve getirilmiş ve Trump seçildiğinde Comey ile çalışmaya başlamıştı..
Tam da Rusya’nın seçimleri etkilediği konusunda soruşturmaların Comey’in başında bulunduğu FBI tarafından sürdüğü atmosferde çok gergin bir başlangıç olmuştu Comey ile Trump arasında..
Trump bir şekilde FBI Başkanı ile yalnız görüşmek istiyordu ama Amerika’da Başkan bile olsanız FBI Başkanı yanınızda Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı yoksa görüşemiyorsunuz..
Fakat işte Trump bu..
Bir şekilde Comey’i tuzağa düşürüyor ve Comey’in şaşkın bakışları arasında baş başa kalıyorlar..
Artık yemekte sadece ikisi vardır…
Daha önce ne Obama ile ne de Trump ile yalnız kalmamışlardı..
Trump bu görüşmede Comey’den ne istiyor biliyor musunuz..
Sadakat…
Evet sadece ‘sadakat’..
Trump’, "Sadakat istiyorum, sadakata ihtiyacım var" der yemek boyunca tedirginliğini üzerinden bir türlü atamayan Comey’e..
Comey ise unutamayacağım muazzam bir cevap veriyor …
Yemek boyunca gözlerini kaçırmaya çalıştığı Trump’ın gözünün içine bakarak “bende dürüstlük sadakati göreceksiniz" der…
Peki sonra ne oluyor?
Sadece ‘sadakat’ isteyen Trump için FBI Başkanı’nın ‘dürüstlük sadakati’ cevabı yetmemiş olacak ki görev süresinin bitime 6 yıl kalmasına rağmen Comey’i ‘yetersiz’ gerekçesiyle kapının önüne koymuştur..
Comey sadece bir fazla kelimenin ( dürüstlük) mi kurbanı olmuştur diye sorabiliriz..
Ama gerçek soru şu..
Trump dış politikada da işbirliği yaptığı liderlerden sadece ‘sadakat’ mi isteyecek yoksa “ dürüstlük sadakati” mi..
Sanki tüm dünyanın kaderi de Trump’ın bu tercihinde yatıyor gibi geliyor bana..
Demirören, Özdemir, Müderrisgil
Futbol dünyasının aktörleri artık farklı branşlara geçmeye başladılar..
Belki kim bilir yıllar sonra Ali Koç’u çok sevdiği Voleybol’un, eski Basketbolcu Hasan Arat’ı ( küçük bir operasyon geçiren Başkanımıza geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum) Basketbol Federasyonu Başkanı olarak görürsek şaşırmayalım..
Geçmişte tam tersi de olmuştu.. uzun yıllar Golf Federasyonu Başkanlığı görevinde bulunan Ahmet Ağaoğlu futbola Trabzonspor Başkanı olarak geçmiş belli ki kendisini sakin ve huzurlu bir branştan Karadeniz’in dalgalı sularına atmıştı..
Sanırım tek istisna da Ahmet Ağaoğlu oldu..
Tenis’e de futboldan transfer
11 Kasım’da yapılacak Tenis Federasyonu Başkanlığına ‘ TFF’den TTF’ye sürpriz aday’ olarak tanıttığım Şafak Müderrisgil tek aday gireceği seçimde Başkan olacak..
Futboldan diğer branşlara transferler sadece teniste yaşanmıyor..
Demirören ile Özdemir futboldan golfte buluştu
Bir başka gelişme Golf’te de yaşandı…
7 yıl TFF Başkanlığı görevinde bulunan Yıldırım Demirören ve başkanlığı döneminde Başkanvekili olarak sonra da 3 yıl TFF Başkanı olarak görev yapan Nihat Özdemir ile bu kez golfe buluştular..
Dün yapılan Golf Federasyonu seçiminde Yıldırım Demirören ikinci kez Başkanlığa seçilirken yönetim listesinde eski tenisçi yeni golf oyuncusu Nihat Özdemir’i de gördük..
Demirören’in genç yaşından itibaren golfe ilgisini biliyoruz..
Ama Özdemir 60 yaşından sonra tenisten golfe geçmiş ve 2019’da “Futbol da Nihat abi modeli’ yazımda şöyle yazmışım..
“Golf branşı ile de dayanıklılık ve stratejinin yanına bir ‘Gandh’i sabrı’ eklediğini de görüyoruz. Saatlerce süren golf oyununda üst düzey kondisyon ve sabır gerekiyor. TFF Başkanlığında da ‘adalet’, ‘pes etmemek’ ve ‘strateji’nin yanında en çok ihtiyacı olacağı şey; en iyi bildiği özelliği olan ‘sabır’ olacak.”
( Hoş futbol dünyasından atılan oklar insanda ne strateji ne de sabır bırakıyor… Özdemir görev süresine daha 1 yıl varken istifa etmişti)
Nihat Özdemir’e seçimden sonra yazdığım mesajı burada da paylaşmak istiyorum..
‘Futbolun kaosundan bol yeşilli ve huzurlu bir branşa geçtiniz, hayırlı olsun…’
‘’Teniste ‘aks değişimi’ kadın eli ile olacak‘’
Teniste son 20 yıldır matruşka gibi hep birbirinin içinden doğan federasyon başkanları döneminin sonuna geldik.
İlk bakışta ‘ne güzel istikrarlı bir yönetim ‘ kurulmuş gibi gözükse de aslında farklı bakış açısına , farklı yönetim anlayışına izin vermeyen, rutinin teslim aldığı ve statükonun çarklarını farklı başkanların çevirmeye devam ettiği ve asla aks değişikliğine izin vermeyen bir dönem olduğunun da altını çizerek geçmişte defalarca yazdım..
Bundan tam bir ay önce bu köşelerde ‘Teniste değişim zamanı, TFF’den TTF’ye sürpriz aday’ yazımda ilk kez kamuoyuna duyurduğum Şafak Müderrisgil 11 Kasım’da yapılacak seçime tek aday olarak giriyor..
‘Türk Tenis Hamlesi’ olarak adaylık çalışmalarını yürüten Müderrisgil yukarıda ifade ettiğim aks değişiminin mimarı olacaktır.
Bir düşünürün dediği gibi; değişen göz her şeyi değiştirecektir.
Sporcu odaklı, sporcuya elini uzatan ve sporcunun omuzuna dokunan ve de en önemlisi Türk tenisçisinin kendini değerli hissettiği bir yaklaşım ile tüm tenis aktörlerinin hücrelerine işlemiş ‘sevgisizlik ortamını’ gidermesi ile Türk tenisinin önünün açılacağını düşünüyorum..
Geçtiğimiz 1 aylık dönemde Diyarbakır, Erzincan, Adana, Ankara, İstanbul gibi bir çok ilde kulüplerle görüştü, tenisin diğer paydaşları ile bir araya geldi..
Hatta delegesi olmayan bir çok kulüp ve akademiyi de ziyaret etti..
Ve böylece bir çok kişiyi dinleme fırsatı oldu..
Elbette yol haritasını belirlemek için bu görüşmelerin de katkısı olacaktır..
Doğru pusula için zihinsel olarak beslenmesi gereken süreci hızlandırdığını düşünüyorum ama kendisine de ifade ettiğim gibi Tenis Federasyonu Başkanlığı diğer federasyonlara göre çok daha farklı zorluklarda içeriyor..
Müderrisgil döneminde; tenisin tüm paydaşları fısıltı gazetelerine ve kapalı kapılar arkasında konuşmaktan vazgeçerek duygu ve düşüncelerini rahatlıkla ifade edeceği bir ortamı sağlamasını umuyorum..
Ve yeni dönemde yeni başkandan bir dileğim var; çok genç yaşta tenisi bırakmış veya ara vermiş tenisçiler ile tenis bursuyla Amerika’ya gitmiş ( veya gitmek zorunda kalmış) tenisçilerimizi özel bir programla Türk tenisinin içine dahil etmesi..
kimisi sporcu olarak tekrar rekabete girebilir, kimisi ( her biri bir veya bir kaç yabancı dil biliyor) de antrenör olarak Türk tenisinin geleceğini şekillendirebilme imkanı bulurlar…
3 Ekim’de bu köşede ‘ aday Şafak Müderrisgil’ olarak yayınlanan yazımı bugün ‘Türkiye Tenis Federasyonu Başkanı Şafak Müderrisgil’ olarak okunması için tekrar yayınlıyorum…
O zaman yazdıklarım bugün de geçerli..
Çünkü o yazım zaten bir başkan için yazılmıştı..
Federasyon Başkanları CEO gibi olmalı
Yine geçmişte de bir çok yazımda 2024’lerin dünyasında uluslararası rekabetin içinde bulunan federasyon başkanlarının bir CEO gibi donanımlı, vizyonel ve mesaisinin önemli bir bölümünü federasyona ayırması gerektiğini savunurum..
İletişim, sponsorluk, marka değeri yaratma sadece kamunun desteği ile yetinmeyen yeni gelir üretme becerisine sahip, uluslarası federasyonlarda da görev alabilecek donanımda ve branşın kamuoyunda tanınması konusunda yetenekli federasyon başkanlarına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Klasik eski dönem federasyon yöneticilerinin dönemi çoktan geçti..
Tam da bu aşamada, Türk tenisi için bir milad olabilecek bir adayın adı gündeme düştü..
Şafak Müderrisgil..
Bir önceki dönemde TFF’de Hukuk Kurulundan ve Kadın futbolundan sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Müderrisgil’in adaylığı tenis camiasında hem bir şaşkınlık hem de büyük bir heyecan yarattı.
Şaşkınlık yaratmasının sebebi tenis camiasının çok yakından tanımaması, heyecan yaratmasının nedeni ise de Türk tenisinin son 15-20 yılında kurulan aksın değişme ihtimalinin belirmesi..
Bunun için Müderrisgil çok güçlü bir aday olarak ortaya çıkıyor..
Türk tenisine ‘umut’ lazım…
Yakında resmi adaylığını ve projelerini kamuoyuyla paylaşacak Müderrisgil; Türk tenisi ile ilgilenen herkesin bildiği ama kapalı kapılar ardında ancak fısıltıyla söyleyebildikleri ‘Türk tenisi artık bitti, tünelin ucu karanlık’ ümitsizliğine son verebilecek mi?
TFF’de birlikte çalışma fırsatı bulduğum ve Kadın futbolunda fark yaratan çalışmalarıyla dikkat çeken, UNESCO ile spor alanında özel projeleri yürüten Müderrisgil’in devletin inanılmaz kamu destekleri ve tesisleşme hamlelerine rağmen uluslarası rekabette bir türlü istenilen seviyeye gel(e)meyen Türk tenisi için bu zorlu görevde başarılı olması için doğru kadro seçimi, doğru stratejiye ve de önünde uzun ve çalılarla dolu bir yol var..
Dünyanın en zor ama en çok izlenen ve takip edilen branşlarından Tenis de ülke tenisçilerinin dünya sahnesinde boy göstermesi için tüm birikimini ve donanımını bu işe ayıracağına eminim.
Şafak Müderrisgil’in başkan seçilmesi halinde ülkemizde yaklaşık 65 federasyon içerisinde bir veya ikinci kadın başkan olacak..( not : o tarihte Yelken Federasyonu Başkanlığı’na bir kadın aday daha vardı ve Özlem Akdurak henüz seçilmemişti)
Ve inanıyorum ki; Müderrisgil federasyonlarda da başkanlık çıtasını da yukarı çekecektir.