‘’Madalyalar, Fotoğraflar ve Bir Ömür: Ahmet Ayık’ı Anlamak‘’
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Anma ve Onurlandırma Komisyonu heyeti olarak büyük ustamız Ahmet Ayık’ı ziyaret ettik. Komisyon Başkanı Necdet Ayaz, Nezir Önal, Erol Bülbül ile birlikte yola çıktık. Amaç basit ama anlam derin: Türk güreşinin yaşayan bir efsanesini yakından görmek ve ona vefa göstermek.
Ayık ağabeyin odasına adım attığımızda, bizleri saran atmosfer bambaşkaydı. Oda bir ofis değil; adeta bir yaşam müzesiydi. Duvarlarda fotoğraflar, raflarda kupalar ve madalyalar… Hepsi bir ömrün, bir kültürün hafızasıydı.
Sivas’ın köylerinden çıkıp dünya sahnesine uzanan bu yolculuk, iki kez ara vermesiyle daha da anlam kazanır. Güreşe dönüp üst üste başarılar kazanması, disiplin, sabır ve tutkuyu simgeler. Ahmet Ayık sadece bir şampiyon değil, Türk sporuna ilham veren bir örnektir.
Fotoğraflarda beni en çok etkileyen, genç Hamza Yerlikaya, yani Asrın Güreşçisi, mindere sığmaz enerjisiyle ve Türkiye’nin gururu olarak sıkça yer almıştı. O an elimdeki fotoğraflardan birkaçını hemen Yerlikaya’ya gönderdim. Çünkü bazı hikâyeler sadece hatırlanmakla değil, paylaşılmakla anlam kazanır. Ayık ağabeyin yanında genç Asrın Güreşçisi’ni görmek, Türk güreşinin nesiller boyu süren ruhunu ve heyecanını adeta gözlerimizin önüne serdi.
Ziyaret boyunca Ayık ağabeyin tevazusu ve içten tebessümü bizleri derinden etkiledi. Büyük zaferlerin ardında sessiz bir vakur hâl vardır; O’nun sözlerinde ve bakışlarında bu vakur duruşu hissettik.
Ziyarette hepimiz aynı noktada buluştuk: Anlatılan sadece bir spor hikâyesi değil; bir milletin hafızası, bir kültürün yaşayan parçasıydı.
Ayık ağabeyin Türk güreşine bıraktığı iz, nesillere örnek olan karakteri, disiplinli çalışması ve tevazusuyla ölçülür. Mindere çıktığı her an, genç sporculara yol göstermiştir.
Odayı terk ederken anladım ki, büyüklerimiz sadece başarılarıyla değil, ışıkları ve yüreklerimizde bıraktıkları izlerle büyürler. Her fotoğraf, her madalya bize şunu hatırlattı: Gerçek büyükler, yaşarken öğretir; miraslarını gelecek kuşaklara taşır.
Bu ziyaret, bizler için bir görev değil; bir vefa emanetiydi.
Ve ne mutlu ki o emaneti taşıyabildik.
*Ahmet Ayık (d. 31 Mart 1938, Doğanşar, Sivas), Türk millî güreşçi. 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda gümüş, 1968 Meksiko Olimpiyatları’nda altın madalya kazanmıştır. Ayrıca 2 kez Dünya (1965, 1967) ve 2 kez Avrupa (1967, 1970) şampiyonu olmuştur.
‘’Omerta'dan Pandora'ya: Türk futbolunda sessizliğin sonu mu?‘’
2012 yılında kaleme aldığım “Omerta Pandora” başlıklı yazımda, Türk futbolunun o dönemki çürümeye yüz tutmuş yapısını tarif ederken, iki güçlü sembolü yan yana koymuştum.
Omerta, yani suskunluk yemini…
Pandora, yani kapağı açıldığında kötülükleri dışarı saçan kutu…
O yazıda, futbolun içinde yıllardır görmezden gelinen karanlık alanlara dikkat çekmiştim: şike söylentileri, menajer–yönetici ilişkilerindeki şaibeler, vergisiz kazançlar, transfer oyunları ve sessizlikle örtülen etik yitimleri…
Aslında o gün söylediğimiz şey şuydu:
“Bu sistem konuşmazsa, bir gün kendi suskunluğunun altında kalacak.”
Aradan on üç yıl geçti.
Bugün, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun açıklamasıyla yeniden o kavramlara dönüyoruz.
TFF Başkanı, profesyonel liglerde görev yapan 571 hakemden 152’sinin bahis oynadığını açıkladı.
Bu cümle, sadece bir istatistik değil; Pandora’nın kutusundan yeni bir kötülüğün sızdığını haber veriyor.
Futbolun adalet duygusunu temsil etmesi gereken bir grubun, adaletin karşısındaki en tehlikeli bağımlılıkla ilişkilendirilmesi, sistemin derinlerine sinmiş bir “ahlaki erozyon”u ifşa ediyor.
Bir hakem yalnızca düdük çalmaz, güven çalar.
Hakem, oyunun merkezinde yer alan adalet sembolüdür.
Bir maçta düdük sesi sadece faulü değil, adaletin varlığını da tesciller.
Eğer o sesin ardında şüphe varsa, futbol artık bir “oyun” olmaktan çıkar, bir “manipülasyon alanı”na dönüşür.
Hacıosmanoğlu’nun açıklaması bu bakımdan sadece bir disiplin vakası değil; futbolun moral altyapısına yönelmiş bir aynadır.
Pandora’nın Kutusu Yeniden Açılıyor
Bugün konuşulan “hakem-bahis” ilişkisi, aslında buzdağının görünen kısmı.
Çünkü sistematik sessizlik, genellikle sadece sonuçları görünür kılar.
Sebep ise derindedir: güç, çıkar, korku ve bağımlılık üçgeninde sıkışan bir ekosistem.
Futbolun içindeki menajer–kulüp–hakem–medya zinciri, zamanla öylesine iç içe geçmiştir ki, kim kimi kontrol eder sorusu bile anlamını yitirir.
İşte “omerta” dediğimiz o görünmez bağ tam da burada devreye girer.
Herkes bilir ama kimse konuşmaz.
Çünkü susmak, bir süreliğine konfor sağlar; konuşmak ise bedel ister.
Ama artık görünen o ki, Pandora’nın kutusu yeniden açıldı.
Ve bu kez içinden çıkan sadece kötülük değil; belki de gecikmiş bir yüzleşme fırsatı.
Sessizliğin Bedeli, Güvenin Yitimi
Türk futbolu yıllardır sonuçlara, skor tabelalarına, hakem hatalarına kilitlenmiş durumda.
Oysa mesele sadece kötü yönetilen bir maç değil, kötü yönetilen bir sistem.
Bir futbol kültürü düşünün:
Oyuncu sahada, taraftar tribünde, yönetici locada, hakem düdükte ama herkesin gözünün önünde görünmez bir el dolaşıyor.
İşte o görünmez el, sessizliğin bedelidir.
Bir ülkenin futbolu, aslında o ülkenin ahlak pusulasının da aynasıdır.
Ve o pusula şaşmışsa, maç sadece sahada değil, toplumun vicdanında da kaybedilir.
Omerta Biterse Pandora’dan Umut Çıkar
Mitolojide Pandora’nın kutusunun dibinde “elpis”, yani umut kalır.
Bugün eğer bu açıklama gerçekten bir milat olacaksa, kutudan bu kez umut çıkabilir.
Çünkü Türk futbolu artık yeni bir samimiyet testinden geçiyor:
Bahis oynayan hakem değil, bu gerçeği saklayan düzen sorgulanmalı.
Sorun kişisel değil, yapısal.
Ve yapısal sorunların tek ilacı cesarettir.
Sonuç: Gerçek Reformun Kapısı
Futbol, bir ülkenin sadece oyunu değil, aynasıdır.
Yıllar önce “Omerta Pandora”yı yazarken, belki de bugünün bu yüzleşmesine işaret etmiştim:
Suskunlukla örtülen her şey, gün gelir kendi ağırlığı altında çatlar.
Bugün o çatlak büyüyor.
Eğer bu kez o çatlağın içinden cesaret, şeffaflık ve adalet çıkarsa; Pandora’nın kutusu lanet değil, yeniden doğuşun simgesi olur.
Ve belki o zaman, Türk futbolu ilk kez gerçekten temiz bir sayfa açabilir.
‘’Larkin’in Milli Takım Yolculuğu (Bitmemeli)‘’
(2019) Eylül ayında Anadolu Efes’in değerli coachu Ergin Ataman’ın davetiyle antrenmanı izlemeye gitmiştim.
2000’lerden itibaren Basketbol Federasyonu’nda yönetim kurulu üyeliği dahil pek çok görevde bulunduğum için basketbol ailesiyle her zaman iç içeydim.
O gün yanımda özel bir hediye vardı. Tenisçi oğlum, efsane Shane Larkin’den imzalı forma istemişti. Ben de karşılığında ona ismi yazılı Futbol Milli Takım forması götürdüm.
Antrenman sonrası forma değiş tokuşu yaptık, fotoğraf çektik. Akşam Anadolu Efes’ten bir görevli bu karelerin paylaşılmasını istedi. Kısa sürede 20 bin beğeniye ulaşan o görüntülerde beni en çok etkileyen şey;
🟢 “Larkin’in Ay-Yıldızlı formayı ayna karşısında hayranlıkla giymesi bir semboldü.”
O sembol kısa süre sonra bir devlet politikasına dönüştü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ATV özel yayınında Larkin’in Türk vatandaşlığına geçmesini ve Milli Takım’da oynamasını arzu ettiğini açıkladı.
🟢 “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın demeci sürecin fitilini ateşledi.”
(Bu açıklamanın üzerinden daha 24 saat geçmeden bu köşe de “Larkin’in milli takım yolculuğu’nu anlatmıştım.. )
Bu demeç, sürecin yönünü değiştirdi. Ardından dönemin Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu devreye girdi.
7 Ocak 2020’de Larkin’in vatandaşlık başvurusu resmen onaylandı. 8 Şubat’ta Burhan Felek Atletizm Salonu’nun açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kez Basketbol Milli Takım formasını kendisine verdi. Beş gün sonra Ankara’da Bakan Kasapoğlu, Larkin’e TC kimlik kartını takdim etti.
O törende Bakan Kasapoğlu şunları söyledi:
“Larkin’in basketbolu sevdiren bir kişi olması ayrıca önemli. Onun kazandıracağı sinerjinin, heyecanın ‘Dev Adamlarımızı’ olimpiyat sürecinde başarıya götüreceğine inanıyoruz.”
Larkin ise “Burası gerçekten ikinci evim gibi, çok benimsediğim bir yer oldu” diyerek duygularını paylaştı.
Final: Yolculuk Bitmemeli
Bugün geldiğimiz noktada, Larkin’in Avrupa ikinciliğinin ardından Milli Takım’ı bırakma kararını duyduğumuzda, hepimizde derin bir eksiklik hissi oluştu.
Çünkü o yalnızca bir oyun kurucu değil; milyonlarca gencin idolü, takım arkadaşlarının lideri, taraftarın sevgilisi ve Ay-Yıldızlı formayı ruhuyla benimsemiş bir “bizden biri.”
🟢 “O sadece bir oyun kurucu değil; milyonlarca gencin idolü, takımın lideri, tribünlerin sevgilisi.”
Türk basketbolu, 12 Dev Adam efsanesinden sonra en büyük başarısını yaşadı. Ama tarih bitmedi. Önümüzde Dünya Kupası ve Olimpiyat mücadelemiz var.
🟢 “12 Dev Adam efsanesinden sonra yeni bir tarih yazıyoruz. Ama bu tarih bitmedi.”
Tarih, büyük oyuncuları yalnızca attıkları sayılarla değil; bir millete kazandırdıkları umutla da yazar.
🟢 “Tarih, büyük oyuncuları sadece sayılarla değil; bir millete verdikleri umutla da yazar.”
Larkin’in hikâyesi işte bu yüzden henüz tamamlanmadı.
Onun liderliğine, enerjisine ve varlığına Türk basketbolunun hâlâ ihtiyacı var.
🟢 “O yüzden diyorum ki: Larkin’in Milli Takım yolculuğu bitmemeli.”
‘’Zeynep Sönmez’in ratingi‘’
Yıllarca tenisi takip ettim, tenisin içinden gelmediğim halde Tenis ile ilgili -sanırım- ilk ve tek resmi raporu ben yazdım ve ulusal medyada onlarca kez tenisi yazdım..
Asla tenisin magazinsel boyutuna girmeden sistem analizleri ile ilgili kalem oynattım… içeriğinde çözüm önerisi olmayan tek bir yazım ve tek bir eleştirim yok..
Bir branşın büyüklüğünün biraz da medyada yer alması ve köşe yazılarına konu olması ile değerlendirmeyi tercih ederim.
12 Dev Adam’ın doğduğu ve benim de Basketbol Federasyonu yönetim kurulu üyesi olduğum dönemde -büyük başarılara rağmen- içlerinde inanılmaz sert eleştiri de yapan onlarca basketbol yazarı vardı.. Spor medyasında basketbolun futbola en çok yaklaştığı dönemlerdi. ( aslında konumuz basketbol değil ama yazımın dümenini buraya doğru çevirmişken geçmişinde 2 Olimpiyat görmüş Kadın Basketbol Milli Takımımızın Avrupa Şampiyonası ile ilgili ulusal medyada hiç bir yazı görmediğimi de belirtmeliyim)
Tekrar tenise dönersek ulusal medyada tek bir tenis yazarı olmadığı gibi tenis ile ilgili de alt yazı şeklinde cılız haberler ile yetindik yıllar boyunca..
‘Medya bize yer vermiyor’ düşüncesine de hiç bir zaman katılmadım..
‘Her zaman haberi haketmek gerekir’ düşüncesinde oldum; hem bir yazar hem de masanın diğer tarafında olan birisi olarak..
Siz bir hikaye yazabilirseniz haber sizi kovalar..ben buna inanırım..
Tıpkı 2006 yılında dönemin Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy ile TFF bünyesinde Engelliler Futbolu Koordinasyonu’nu kurduğumuz o günden geçen 17-18 yıl boyunca başta ampute futbol olmak üzere, Sesi Görenler Futbolu, İşitme Engelliler ve Down Sendromlular futbolu hep medyanın ilgi odağı olması gibi..
Tıpkı Filenin Sultanları’nın hikayesi gibi…
TRTSpor ve TRTSpor Yıldız
İşte teniste de bu makus talihi değiştiren Zeynep Sönmez oldu.
Wimbledon’da 3.tur ile gelen başarı ülke insanını hem çok heyecanladırdı hem de bir hafta boyunca tenis Türk halkının gündeminde oldu…
Artık neredeyse Eurosport seviyesinde yayınlar yapan TRT Spor ve TRT Spor Yıldız bu kez de 4 Grand Slam’in pırlanta taşı olan Wimbldon’ı evimize misafir etti.. TRT Genel Müdürü Mehmed Zahid Sobacı ve TRT Spor ekibine özellikle çok teşekkür ediyorum bir sporsever ve tenis sever olarak..
Ben de merak ettim ve Zeynep Sönmez’in rankinglerini öğrenmeye çalıştım..
Dünya sıralamasında ikinci sırada bulunan Alcaraz ve Rublev’in maçı 0,52 share almış iken Zeynep Sönmez’in üçüncü tur maçı 1,22 share almış..
Yani nerdeyse 2,5 katı kadar..
Yine edindiğim bilgilere göre; Zeynep’in rankingi dünya bir numarası Sinner ile 24 Grand Slam kazanmış Djokoviç’in maçları ile aynı seviyede izlenmiş..
Bu da bize gösteriyor ki, Türk izleyiciler Zeynep’i izlenme oranları ile Sinner ve Djokoviç seviyesinde değerlendirmiş..
Bir Türk tenisçisi Wimbldon finalinde olsaydı bu sayıları tahmin bile edemiyorum…
Aslında benim için bu hiç sürpriz olmadı ve Türk halkının iyi bir tenis izleyicisi olacağını hep ifade etmiştim..
Futbol mahallesinde tenis satmak
Öyle ki; 2013 yılında Digitürk’ün tenis maçlarını yayınlamaya başlamasını (Lig Tv Genel Müdürü Kadir Kardaş’ın dönemin Tenis Federasyonu Başkanı Osman Tural ile görüşmelerini bizzat ben organize etmiştim)
o zaman Habertürk’te ki köşemde ‘Futbol mahallesinde tenis satmak’ yazımda şöyle anlatmıştım..
“Bana göre ailelerin bu kadar içinde olduğu ve harcama yaptığı başka bir branş yok. Belki iddialı bir tez olacak ama içinde birçok eksiklikleri, zorlukları barındırsa da tenis bence yarattığı ekonomiyle ülkenin futbol, basketbol ve voleybolun hemen arkasında ülkenin 4. büyük branşıdır.
Artık sadece futbolla anılan son 5 yıldır da basketbolun içinde olan Digitürk bu yükselen trendin farkına vararak artık birçok uluslararası tenis turnuvasını yayınlamaya başladı.
Artık bundan sonra Lig TV 2 ve LİG TV 3'te ATP Masters 1000, ATP Finals ve Wimbledon Tenis Turnuvaları'nı izleyeceğiz.
Digitürk'ün şimdilik yayıncı olarak da tenise girmesinin gelecekte ülke tenisinin gelişmesi için de katkı yapacak projeleri de içinde barındıracağını düşünüyorum. Tenis Federasyonu'nun da bu ivmeyi iyi okuması ve yıllardır süregelen statüko kokan yönetim modellerinin dışına çıkarak kendisini geliştirmesi gerekiyor.”
Digitürk yıllarca bu yayınları yaptı; ülkemizin kanalında yüzlerce tenis maçı izledik..
Bizden birisi yoktu teniste
Ama hep bir eksik taş vardı.. Kahramanımız yoktu.. yerel , milli ve bizden birisi..
Türk oyuncularımızı ekranda göremiyorduk..Ne yazık ki bu 12-13 yılda sadece yüzlerce maç yayınında sadece 3-5 kez kendi tenisçilerimizi izleyebildik.. bu turnuvalara katılacak yeterli puanları yoktu bizim tenisçilerimizin..
Digitürk’ün yıllar önce tenis yayınları ile ülke tenisinin gelişimi için de kaldıraç görevi olacak bu stratejisinden maalesef yararlanamadık..
O tarihlerde Genel Müdür Kadir Kardaş’ın Federasyon Başkanı’na ‘tamam bu maçları yayınlayalım ama Türk oyuncularımız olmazsa çok da büyük mesafe alamayız bize yerel kahramanlar da lazım’ sözünü çok iyi hatırlıyorum..
Farkındayım, yazımı biraz uzattım..
Ancak, Yılmaz Erdoğan’ın bir dizide söylediği gibi; bir hikayeyi tam olarak anlayabilmek için tüm detayları bilmek gerek..
Makus talihi Zeynep kırdı
Evet tenisin bu makus talihini Zeynep Sönmez kırdı.. Çünkü o bizden biri, bu toprakların bir çocuğu.. ve Zeynep bizim yıllardır aradığımız bir Türk kahraman..
Şimdi burada hangi zorluklar içersinde buralara geldi draması yapmak istemiyorum..
Sadece yüzlerce minik ve genç Türk tenisçileri için rol modeli olacağı için dahi çok şanslıyız..
Tenisin bir çok ülke de halkları nasıl etkilediğini görüyoruz ve ülkeleri için ne anlam ifade ettiklerini de..
Mesela Djokoviç kazandığı bir Grand Slam Şampiyonluğu sonrası Belgrad’da 1 milyon kişi tarafından karşılanmıştı, 8 milyon nüfusu olan bir ülkeden bahsediyoruz…
Bir diğer örnek de bizim gibi müslüman bir ülkeden vermek istiyorum..
Wimblodon’da final oynamış, WTA klasmanında dünyanın 2 numarasına katılmış ‘Arapların gururu’ Ons Jabeur..
Bu başarıyı yakalamış ilk Arap ve Afrikalı tenis oyuncusu Jabeur’e Tunuslular ne diyor biliyor musunuz?
Tunus’un “Mutluluk Bakanı” ..
Kim bilir geçen hafta hepimizi heyecanlandıran Zeynep Sönmez de Wimbldon’da finale kadar yükselseydi bizim de ‘Mutluluk Bakanı’mız olur muydu..
Teniste ‘küçük düzeltmelerle’ bir yere varamayız
Bugün Türk tenisinin sorunlarının konuşulacağı bir gün değil ama Zeynep Sönmez’in başarısı ile bu sorunları makyajlamaya da kalkmayalım..
Tam tersine gündeme tenis düşmüşken sağlıklı bir şekilde bunları tartışmalıyız..
Daha alınacak çok yol var ve en az 8-10 tenisçimizi bu seviyelere taşımamız gerekiyor..
Tenis Federasyonu Başkanı Şafak Müderrisgil’in de kamuoyunda bir Zeynep rüzgarı eserken yeni sponsorlukları çok daha rahat bulacağını düşünüyorum..Bu fırsatı zaman kaybetmeden değerlendirmesi gerekiyor.. 15 gün sonra gündem uçar gider…
Federasyon ‘küçük düzeltmeler’ yerine statükonun dışına çıkarak reformları hayata geçirmesi gerekiyor….
9 ay önce göreve gelen Başkan Müderrisgil ve ekibinin Türk tenisi ile ilgili stratejik planlarını bir an önce kamuoyuna paylaşması gerekiyor.. Sportif ve Teknik Direktör Erhan Oral’ın da Türk tenisinin gelişimi konusunda ne düşündüğünü doğrusu merak ediyorum.. alt yapıdan üst yapıya nasıl bir planlamaları var, iyice kangren haline gelmiş ve ailelerin belini büken turnuva sistemleri ile ilgili stratejisi var mı?
Geçmişte bu konularla ilgili yazdığım yazılar arşivde duruyor tekrar bunlara değinmeyeceğim ama çok önemli gördüğüm bir kaç hususun da altını çizmek istiyorum..
Ne yazık ki; ülkemizde kangren haline gelmiş ve artık bir çok nedenden dolayı iyice patinaj yapan antrenörlerin yerine dil bilen, turlarda koşturmuş genç oyuncularımızdan ‘antrenör ve yönetici havuzu’ oluşturmalıyız..
Mutlaka ama mutlaka ‘antrenör reformu’ yapılmalı.. Cimnastik Federasyonu Suat Çelen’den federasyon bünyesinde ‘ Antrenör Akademisi’ kurduklarını öğrenmiştim..
Teniste de klasik metodların dışına çıkılması gerekiyor..
Genç sporcular mutlaka ‘Geliştirme Kampları’ ile gelişimleri takip edilmeli..Yoksa Zeynep’in başarısı ‘hıçkırık’ gibi anlık olur…
Önemli bir hatırlatma…
Zeynep Sönmez’in devletten destek almadığı şeklinde bazı yorumlar kulağıma geliyor..
öncelikle Zeynep Sönmez Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın ‘Olimpik Sporcusu’..
Tenis Federasyonu Olimpik Havuz Sporcuları Destek Programında ‘Altın Destek Paketi” içerisinde yer alıyor..
Bu destek paketine göre sporcu ve antrenörüne ulaşım, konaklama, antrenman desteği, sporcuya olimpik harçlık ve antrenöre maaş veriliyor..
Umarım Zeynep’i de Çağla Büyükakçay’dan sonra Olimpiyatlarda görürüz..
Belki de 2028 Los Angeles da kazanacağı bir madalya ile de hem ödül yönetmeliğinden yararlanır hem de ülkenin ilk ‘devlet sporcusu’ tenisçisi olur..
Son sözü 25 yıl önce tanışma mutluluğunu yaşadığım entellektüel seviyesi son derece yüksek gazeteci-yazar Rahmetli Alev Alatlı’ya bırakmak istiyorum…
Öğrenme alışkanlıklarımızı değiştirmek kolay olmayacaktır.
Bireysel idrak bugünden yarına oluşmuyor.
Sistemleştirilmiş malûmatı kılçıklarından ayırmak sabır, ‘gerçek’e ulaşmak cesaret ve zaman istiyor’ …
Sloganlarla konuşan ve ezberci bakış açılarından bir türlü çıkamayan ve önyargıların içine hapsolmuş tenis camiasında Alatlı’nın dediği gibi ‘sistemleştirilmiş bilgileri kılçıklarından ayırmak atomu parçalamaktan daha zor olacaktır..
Başkan Müderrisgil’in başarısının anahtarı da işte bu atomu parçalamaktan geçiyor…
Zeynep’in başarısının bende düşündürdükleri böyle ..
Yolu açık olsun ve peşinden onlarca kişiye ilham olsun…
‘’Kara Kartal ‘sert rüzgarlara’ rağmen uçacak‘’
“Bu yazıyı, 1998 senesinde Süleyman Seba’nın imzasıyla Genel Kurul delegesi olduğum Beşiktaş Kulübü’nde son yaşanan olaylar üzerine, sanki yüreğimden bir parça kopmuş gibi, büyük bir üzüntü içerisinde yazıyorum.
Amin Maalouf “Doğudan Uzakta” kitabında şunu söyler:
“Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer. İlkeler insanın palamarları, bağlarıdır; onları kopardığında serbest kalırsın, ama o zaman içi helyum gazıyla doldurulmuş ve yükseldikçe yükselen bir balona benzersin. Balon gökyüzüne yükseliyormuş izlenimi verse de aslında hiçliğe doğru yükselmektedir. Yani aslında yukarı doğru düşmektedir.”
Ne yazık ki bugün Beşiktaş da ‘yukarı doğru düşüyor..’
Bunu söylemek zorundayım..”
Evet bu satırları çok değil bundan 3 ay önce yazmıştım..
Beşiktaş’ta gerçekten çok ilginç ve üzücü gelişmeler yaşanıyor ve
Son 1 yılda 3 Başkan, sayısını hatırlayamadığım kadar teknik adam değişikliği oldu ve ufukta yeni bir seçim daha vardı bunları yazdığımda..
Yani bir başka deyişle karamsar bir havadaydım bende diğer tüm Beşiktaşlılar gibi..
Neyse ki; Mayıs ayında yapılan seçimle 3 yıllığına Serdar Adalı başkanlığa seçilerek ilk belirsizlik ortadan kalkmış oldu..
Ve böylece havanın biraz değiştiğini görüyordum..
Başkan Serdar Adalı ve İkinci Başkan Hakan Daltaban’ın yoğun çabaları sonucu önce sermaye artırımı nedeniyle 1,4 milyar gelir elde edilmesi ve olağanüstü genel kurul da ‘Dikilitaş Projesi’nde yönetim kuruluna yetki alınması ile olumsuz havanın iyice dağıldığını gördük..
Türk futbolunu çepeçevre sarmış ve Beşiktaş gibi tüm kulüplerimizi ‘çoklu organ yetmezliğine’ düşüren sorunların sadece sermaye arttırımı gibi veya Dikilitaş Projeleri ile çözülmeyeceği de ortadadır.
İşte tam da burada camia devreye girer; çünkü güçlü kulüplerin yolu güçlü camialardan geçer..
Camianın desteği olmadan hiç bir kulüp ayakta duramaz..
Yani güçlü taraftar, güçlü genel kurul delegeler, güçlü Divan Kurulu’ndan ve güçlü derneklerden geçer…
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha skorlarına kapılmadan ve gerekirse geçmişte Feda sezonunda olduğu gibi bir kaç yıl acı reçeteyle gelir gider dengesini göze alarak gelecekte Kara Kartal’ın sert rüzgara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlayacak olan da bu camialardır..
İşte geçen hafta Ankara’da katıldığım Ankaralı Beşiktaş Derneklerinin düzenlediği çeşitli etkinliklere katıldım ve Beşiktaş camiasının büyüklüğüne bir kez daha şahit oldum..
Zaten Ankara Beşiktaşlılar Cemiyeti’nin değerli Başkanı Abdurrahman Yiğittekin ve ekibinin çalışmalarını uzun zamandır ilgi ve taktirle izliyordum..
Bu kez de -artık Beşiktaş Kulübünün nabzını en iyi tutan değil bizatihi Beşiktaş camiasının nabzı olmuş gazeteci arkadaşımın Fatih Doğan’ın davetiyle- önce Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdar Adalı’nın da katıldığı BESİYAD’ın ( Beşiktaşlı Sanayici İş İnsanları ve Yatırımcıları Derneği) düzenlediği Geleneksel Besiyad Balo’suna katıldım…
Besiyad Başkanı Sinan Aksoy’un tüm konukları ile yakından ilgilendiği gece de aynı masa da oturduğum Serdar Adalı yoğun fotoğraf çektirme taleplerini teker teker yerine getirirken Balo da ki coşku beni Beşiktaş adına ümitlendirdi…
İşte camia bu dedim gecenin ardından.
2 gün sonra bir kez daha ‘işte camia bu’ dediğim başka bir geceye katıldım..
BEGİKAD ( Beşiktaşlı Girişimci İş Adamları ve Kadınlar Derneği)’ın 8. Geleneksel Balo’sunda geleceğe yönelik ümitlerim iyice arttı..
Geceye bu kez transfer çalışmaları nedeniyle yurt dışında olan Serdar Adalı yerine İkinici Başkan Hakan Daltaban katılmıştı
Konuşmasında ki coşku, her daim ekibini öne çıkaran ve kalabalığı avucunun içine alma yeteneğini gördüğüm ve gecenin sonunda ‘İş adamı olmasaydınız kesinlikle üst düzey bir siyasetçi olurdunuz’ dediğim BEGİKAD’ın Başkanı İlker Bayram’ın kulüp için yaptığı ‘ilk’leri hayranlıkla dinledim.. Yılmaz Erdoğan ve Ersay Üner’in Beşiktaş için bestelediği yeni marş da (şahsen ben de diğer konuklar gibi çok beğendim) ilk kez bu gece seslendirildi..
(Ankaralı bir Beşiktaş Divan Kurulu Üyesi olarak son 10 yılda Ankaralı derneklerin faaliyetlerinden ne kadar uzak olduğum için mahcubiyet içerisinde olduğumu da belirtmeliyim..)
Geçen hafta Ankara da Beşiktaşlıların faaliyetleri sadece bununla sınırlı değildi…
Beşiktaş da Divan Kurulu Başkan adaylarının da Ankara çıkarması vardı..
Affan Keçeci, Ahmet Ürkmezgil, Ahmet Akpınar aynı masada hem dost hem rakip olarak oturuyordu.. Değerli dostum Eximbank eski Genel Müdürü Ahmet Kılıçoğlu , Ankara Vali Yardımcısı Cihangir Güler , Üyelik ve Sicil Kurulu Başkanı Sefa Bağcı ile Divan Kurulu Üyeliği adayları Hicabi Gökdereli, Ateş Bayazıt, Uğur Poyraz, Cihan Yavuz da geceye katılmıştı..
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha sonuçlarına takılmadan hep birlikte Kara Kartal’ın sert rüzgarlara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlamalıyız.
‘’Kara Kartal ‘yukarı doğru düşüyor’‘’
Bu yazıyı, 1998 senesinde Süleyman Seba’nın imzasıyla Genel Kurul delegesi olduğum Beşiktaş Kulübü’nde son yaşanan olaylar üzerine, sanki yüreğimden bir parça kopmuş gibi, büyük bir üzüntü içerisinde yazıyorum.
Amin Maalouf “Doğudan Uzakta” kitabında şunu söyler:
“Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer. İlkeler insanın palamarları, bağlarıdır; onları kopardığında serbest kalırsın, ama o zaman içi helyum gazıyla doldurulmuş ve yükseldikçe yükselen bir balona benzersin. Balon gökyüzüne yükseliyormuş izlenimi verse de aslında hiçliğe doğru yükselmektedir. Yani aslında yukarı doğru düşmektedir.”
Başta Yönetim Kurulu üyeliği olmak üzere bir çok görev yaptığım Basketbol Federasyonu için de 2016 yılında “Türk Basketbolu yukarı doğru düşüyor” diye yazmıştım. Ne yazık ki bugün de Beşiktaş için aynı şeyi söylemek zorundayım.
Evet Beşiktaş’ta gerçekten çok ilginç ve üzücü gelişmeler yaşanıyor:
Son 1 ayda 3 Başkan, sayısını hatırlayamadığım kadar teknik adam değişikliği oldu ve ufukta yeni bir seçim daha var.
Son Divan Kurulu’nda Divan Başkanı ile eski Kulüp Başkanı arasındaki dramatik yumruklaşma/saldırı camiada çok daha büyük ve kronikleşmiş sorunlar olduğunu gösteriyor.
Halbuki daha bundan 8-9 ay önce Divan Kurulu Üyesi mazbatamı almak için katıldığım toplantıda her şey öyle güzeldi ki; takım sahada güzel sonuçlar alıyor, taraftar da, genel kurul üyeleri de çok mutlu görünüyordu.
Divan Kurulu Başkanı Tevfik Yamantürk konuşmasında Süper Kupa finalinde Galatasaray’ı 5-0 yenen teknik kadro ve oyunculara büyük övgüler düzüyor, Hasan Arat ve yönetimini de kutluyordu.
Salonda alkışlar kopuyordu, hatta biraz sonra konuşacak Genel Sekreter Kaan Şakul ve Başkan Hasan Arat’ın kulübün borçları ile ilgili içinde uyarı bulunan bilgilendirmesi dahi alkışların yoğunluğundan sanki vızıltı gibi kulağımıza geliyordu. Adeta olumsuz olan her şey salonda sağır kulaklara düşüyordu.
Öyle bir ortamdı ki, bugün yaşananları aksine içimizden birisi Hasan Arat ve ekibine az buçuk bir eleştiri yapacak olsa başta Divan Başkanı Tevfik Yamantürk olmak üzere salondaki üyeler tarafından linç edilme tehlikesi bile olabilirdi.
Soru şu: Takımın saha başarıları Divan Kurulu üyelerine illüzyon etkisi mi yaratmıştı ?
Kulübün aslında iflasa doğru gittiğini bilmiyor olabilirler miydi?
Bakıyorum herkes terazinin bir kefesine Divan Başkanını bir kefesine de eski Başkanı koymuş ‘ o suçlu bu suçlu’, ‘o kışkırttı bu da tahrik oldu’ diyerek adalet arıyorlar…
Hayır, hayır. “kim haklı kim haksız?” meselesinden öteye Beşiktaş’ın çok daha büyük, kronikleşmiş sorunları var.
En önemlisi de ilkelerinden uzaklaşmış, sadece mazide kalan ve içini boşalttığımız ‘Efendi Beşiktaş’tır.
Sorun tüm camianın sorunudur, çözümün adresi de burasıdır. Popülizmin rüzgarına, saha skorlarına kapılmadan ve gerekirse geçmişte Feda sezonunda olduğu gibi bir kaç yıl küçülmeyi de göze alarak gelecekte Kara Kartal’ın sert rüzgara karşı daha sağlıklı uçmasını sağlamalıyız.
Rüzgar demişken geçmişte çok zorlu ve sıkıntılı bir döneminde görevden ayrılmayı düşünen Beşiktaş Kulübü Başkanı’na şunu söylemiştim:
‘Sayın Başkan, içinde bulunduğunuz zorlu sürecin farkındayım. bunlar gelip geçici bir durum olduğuna inanıyorum. Güçlü bir şekilde görevinizin başında durmalısınız. Tarihte İskender ile Camako arasında şöyle bir söz geçer.
‘Rüzgar taşla ezilmez’. Beşiktaş Başkanları da rüzgardır ve asla taşla ezilmezler.’
Bu mesajın muhatabı Beşiktaş Başkanlığından istifa etmişti. Biz rüzgar gibi taşla ezilmeyecek Başkanlara ihtiyaç duyuyoruz. Ancak hiç bir Başkanın bunu camiasının sağ duyusu ve desteği olmadan başaramayacağını da biliyoruz.
Kim bilir mevcut Başkan Serdal Adalı bunu başarabilir.
Eğer bu kadar bedel ödeyerek kazandıklarınızla gözünüz kamaşır ve sporu var eden temel ilkeleri göz ardı ederseniz filmi başa sararsınız, yukarı doğru düşüp gökyüzünde kaybolup gidersiniz.
‘’Yönetilemez” Türk futbolu ‘’
20. Yüzyıl’ın 2 büyük devlet adamı Churchill ve De Gaulle arasında tarihe geçen bir sofra konuşması vardır. İngiltere Başbakanı, Fransa Cumhurbaşkanı’nın davetlisi olarak Elize sarayında mükellef bir sofra da ağırlanıyor..
Masada yok yok..
Ama Churchill’in en çok dikkatini masada ki birbirinden güzel görünen peynirler çeker ve De Gaulle’e ‘Fransa’da kaç çeşit peynir var’ diye sorar..
De Gaulle biraz da övünerek 265 çeşit peynirimiz var cevabını verir..
Churchill bu kez biraz da iltifat olsun diye De Gaulle’e
“265 çeşit peyniri olan bir ülke savaşta yenilemez” der.
De Gaulle ise esprili bir şekilde “ Ama yönetilemez de, 265 değişik tür peyniri olan bu ülkeyi kim yönetebilir ki’ cevabını verir.
Çünkü her peynir çeşidinin; bir kültürü, bir sosyal yapıyı temsil ettiği düşünülebilir. De Gaulle zamanında 258 olan peynir çeşidinin bugünlerde 500’lere ulaştığı olduğu söyleniyor. Tabii, hepsi de tescilli.
Türk futbolunun içinde bulunduğu durumunu anlatmak için geçmişte de zaman zaman bu diyaloğu kullanmıştım.
Teker teker burada kulüplerin birbirlerine yaptıkları salvoları, Mourinho’nun Okan Buruk’un burnuna çekmesi, artık iyice kulüp taraftarı gibi 2’ye bölünmüş medyayı, hakemlere yönelik eleştiriyi aşan hakaretlere yer vermeyeceğim..
Her geçen gün ateşe benzin dökenlerin sayısı iyice artıyor; De Gaulle’nin dediği gibi bu kadar çok çeşit peyniri olan pardon futbolun bu kadar çok konuşan aktörlerinin bulunduğu Türk futbolu da ‘yönetilemez’ bir duruma geldiğidir.
Bugünden geriye doğru baktığımda Türk futbolunun geldiği nokta her geçen gün kaosa sürükleniyor.
Büyük bütçelerle kurulmuş kulüp takımlarımızın Avrupa Kupalarında hala niçin patinaj yaptığını iyice sorgulamayız..
Futbolun küresel bir olgu olduğunu unutup sürekli Süper Lig şampiyonluğuna ve yerel rekabete yoğunlaşmamızın doğru olmadığını düşünüyorum..
Halbuki UEFA’dan gelecek kaynaklar ile Türk futbol ekonomisinde kulüplerimizin ekonomik olarak rahatlayacağı gerçeği ortada..
Ve içinde bulunduğumuz dramatik çöküntüye bir günde gelmedik..
Uzun zamandır ‘hakem tartışmalarından’ ileriye gidemeyen Türk futbolu yavaş yavaş kronik bir şekilde yönetilemez bir duruma geldi..
Demek ki TFF Başkanları’nın değişmesi ile sorunların çözülemediğini de görmüş oluyoruz..
Bugüne kadar hangi TFF Başkan adayının seçim öncesi ‘stratejik planını’ gördük bu güne kadar..
Aslında hepimiz Trump’ın ‘öngörülemeyen bir lider’ olduğunu düşünür ve söyleriz..
Halbuki Trump seçilmeden önce tüm stratejilerini kamuoyuna şeffaf bir şekilde paylaşmıştı..
Bence öngörülemeyen liderlerin TFF Başkanları olduğunu düşünüyorum..
Hiç olmazsa bundan sonra TFF Başkanları’nın seçim öncesi Türk futbolunun geleceğine yönelik planlarını öğrenmiş oluruz..
Gerginlik stratejisi ile kötü miras bırakıyoruz
Türk futbolunda her kafadan bir ses çıkıyor ve bilinçli bir sürdürebilir gerginlik stratejisi ile sürekli patinaj yapıyoruz..
Geçmişten günümüze futbol adına pek iyi bir miras bıraktığımızı da söyleyemeyiz..
Mesela; ülkenin hakemlik müessesini en iyi yorumlayan Milliyet Gazetesi yazarı sevgili arkadaşım Cemal Ersen’in ‘Futbolumuzu 50 yıl geriye götürdünüz’ başlıklı yazısında “Sonuçta 55 yıl sonra ligimize yabancı hakem getirmek, verdiği iddialı sözleri yutmak zorunda kalan TFF başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’na nasipmiş!” sözü..
Mesela ;Ajansspor’un manşetine yansıyan ‘Artık UEFA’da yokuz .. 40 yıl sonra bir ilk…’ haberine göre Türk futbolu 32 yıl görev yapan Şenes Erzik ve 8 yıl görev yapan Servet Yardımcı’dan sonra ilk kez UEFA ve FIFA’da temsil edilemeyeceği..
Mesela; başta Ali Koç, Acun Ilıcalı, Süleyman Hurma olmak üzere bir çok kulüp yöneticisi ve medya mensubunun da gündeme getirdiği hattta TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun zımmi olarak kabul ettiği ‘TFF’de bir yapı’ olduğu iddiası ..
Bugün içinde yaşadığımız futbol ikliminin yarınlar için bırakacakları da ne yazık ki bu olumsuz miraslar olacak..
Not: Türk futbolunun yapısal sorunları olduğunu düşünüyorum..
Yıllarca bu yapısal sorunların çözümü yerine sadece Başkan ve yönetim kurulu değişimi ile çözüm arayışları ne yazık ki kronik patinaj hastası yaptı Türk futbolunu..
üzülerek görüyorum ki; hiç kimsenin derdi de Türk futbolunun geleceğinin planlanmasında değil..
Hakemler ile başlayıp hakemlerle bitirdiğimiz kaçıncı sezonumuz ..
Bir sonra ki yazımda Türk futbolunun Halas’ı ( kurtuluşu ) için içinde Bach Çiçekleri terapisi de olan interagtif tedavi önerilerimi anlatmaya çalışacağım..
‘’Türk futbolunu ‘şüphe’ kemiriyor‘’
-Yıllar önce bir seyahatte tanıştığım yurt dışında da mesleki çalışmalar yapmış olduğunu öğrendiğim Psikiyatr Prof. Dr. Mehmet Hakan Türkçapar kağıda tek bir cümle yazdı ve bana uzattı. : “Türkler’in Avrupalılar’dan en büyük farkı kuşkucu olmalarıdır..
Kuşku deyince de aklıma Merlyl Streep’in oynadığı ‘Şüphe’ filmi gelir. Filmin içinde bir sahne de hakkında şüpheler duyulan peder vaazına şöyle başlar: “Emin olmadığınızda ne yaparsınız? Bugünkü vaazın konusu bu. Şüpheye de gerçek gibi sıkıca sarılabilir insan.”
Daha sonra bir hikâye anlatır. Dedikodu yapan bir kadına rahip şunu der: “Çatıya bir yastık çıkar, onu bıçakla yar ve sonra bana dön.”
Kadın söyleneni yapıp pedere ..“Yastığın içindeki tüyler her yöne uçuştu“ der.
Peder: “Şimdi geri gidip rüzgarla dağılan tüylerin hepsini toplamanı istiyorum.”
“Ama’ der kadın:
“Bunu yapamam. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Rüzgar onları her yöne savurdu.”
‘İşte” der peder: “Bu dedikodudur.”
Bir yandan ekonomik sıkıntılar içinde boğuşan Türk futbolunun önünde ki en büyük engel bence işte bu “Şüphe”dir.
Türk futbolunda yaktılar dedikodu kazanının altını, aldılar ellerine bıçaklarını, parçaladılar bir sürü yastığı. Kafamızda onlarca şüphe ve şüpheye gerçek diye sarılan milyonlar... “
Bu satırları tam 15 yıl önce Habertürk Gazetesi’nde ki köşemde yazmıştım..
Şimdi şöyle bir geriye dönüp baktığımızda bir arpa boyu yol almadığımız görülüyor..
Ama bugün geçmişe göre bir farklılık var..
TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun da bu şüpheyi körüklemesi …
Türk futbolunda yıllardır alışagelmiş ve artık iyice de kanıksadığımız ‘MHK’ , ‘Operasyon yapılıyor’ gibi havada uçuşan iddialara bir yenisi daha eklendi.
Şimdi de ‘Yapı’ iddiaları her tarafı sardı..
İşin ilginç yanı bu iddiaların güçlenmesine neden olan şey de TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun açıklamaları oldu..
İlk kez bir Başkan yönettiği kurumu kamuoyunun önüne atarak bu yapı iddialarının doğru olduğuna dair kafa karışıklığı yarattı..
Hatta bir operatörün TFF’ye ve kendisine operasyon yaptığına kadar iddialarını ileriye götürdü..
‘Her daim 300 yeğenim var’ diye övünen Hacıosmanoğlu’na operasyon çeken operatörün mangal gibi yüreği varmış demek ki..
Halbuki Hacıosmanoğlu ‘ndan beklenen bu ‘yapı’yı kamuoyuna şikayet etmek değil iddia edilen yapıyı TFF’nin içinden söküp atmasıdır.
Medyada görmedim ama sanırım bu yetenekli (!) operatör için suç duyurusunda bulunmuşlardır.
Bir çok kez yazılarımda TFF Başkanlığını ‘içeriden ve dışarıdan atılan okları göğüsleyebilme kapasitesi’ olarak tanımlamışımdır..
‘Futbolda Nihat abi modeli’ ile
‘Büyükekşi’nin elinde ki çatlak kristal’ yazılarımda bu konuyu detaylı olarak anlatmıştım..,
Hiç bir federasyon başkanı da hiç bir siyasetçi de bu oklardan mahrum kalmamıştır.
Bu süreçleri de 2006-2024 yılları arasında TFF tarihinin en uzun süreli Kurul Başkanlığı yapan birisi olarak, öte yandan da bir yazar ve bürokrat olarak çok yakından izledim..
Bu süreçte görev yapan TFF Başkanlarının bir çoğuyla da çok yakın işbirliğim oldu..
Haluk Ulusoy’a, Mahmut Özgener’e, Yıldırım Demirören’e, Nihat Özdemir’e, hele ki Mehmet Büyükekşi’ye atılan okların haddi hesabı yoktu..
Çünkü TFF Başkanlığı için maalesef bu altın kural geçerli..
Haklı veya haksız kimi zaman da organize oklar atılacak..
Kimi Başkan bu oklara karşı zırh oluşturabilmeyi, kimisi okları başka yöne göndermeyi becerebildi..
Yıldırım Demirören bence bu konuda en başarılı Başkan’dı..
Ama bir çoğu da bu okların tamamını kendi üzerlerine aldı ve onarılmaz yaralar oluştu vücutlarında..
Mehmet Büyükekşi ve Nihat Özdemir oklara karşı hiç bir savunma ve zırh oluşturamadılar..
Hatta her 2 Başkan sadece kulüpler ve medyadan değil içeriden yani kendi kurdukları Yönetim Kurulu üyeleri ve dahası Federasyon içinde bir türlü kıramadıkları ‘bürokratik oligarşi’nin de oklarına maruz kaldılar
Ve ne yazık ki bu atılan okların da sadece tek bir nedeni de vardı..
Hakemler ve MHK..
Zaman zaman bu duruma da isyan etmiyor değildim..
Yüzlerce kişinin çalıştığı ve Milli Takımlardan antrenör eğitimine kadın futbolunundan engelliler futboluna kadar Türk futbolunu dizayn eden bir kuruluşun kaderini hakem hataları mı belirlemeliydi..
Bu yüzden de sıklıkla ‘TFF MHK’dan büyüktür’ diye yazıyordum.
Yalnız bir çok TFF Başkanına 2006 yılından itibaren MHK ile TFF’nin organik bağının koparılması için İtalyan Hakemler Birliği gibi bir yapıyı hayata geçirmeyi de teklif ettim, yazdım çizdim..
Bırakın bu danışma kurulu, kulüpler birliği ile ortak yönetim arayışlarını; ‘hakemlerimiz’ niçin kendi MHK Başkanlarını seçmesinler..
Hakem camiasına özerklik ve kişilik kazandırmanın ilk yolunun bu olduğunu düşünüyorum..
Aslında geçmiş dönemlere göre en az ok atılan Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu oldu..
Bugün yaşananlar Mehmet Büyükekşi zamanında yaşansaydı neler olurdu , tahmin bile edemiyorum..
Öyle ki Hacıosmanoğlu ‘nun bahsettiği operatöre ‘bu çizgileri sen çek’ diye talimat verdiği bile söylenirdi Büyükekşi’nin…
“600 sene dünyayı yönetmiş milletin evlatlarıyız. Şimdi evlatlarımıza güvenmeyeceğiz de yabancıya mı güveneceğiz” denildikten sonra yabancı orta saha hakemine görev verilmesi ile 55 yılın ardından ‘hakemlik sisteminde kapitülasyonların’ önünü açan başka bir başkan olsaydı ilk başta oku atanın Hacıosmanoğlu’nun olacağını da öngörmek hiç de zor değil..
Muhtemelen bunu yapan Federasyon Başkanı’nı gayri millilik ve küresel bir oyunun ürünü olarak suçlayacak ilk kişi de Hacıosmanoğlu olurdu..
1998 yılında Ankaragücü Yönetim Kurulu üyeliğimden itibaren 27 yıl boyunca hep yakından ve içinden takip ettiğim Türk futbolunda gördüğüm son manzara şöyle:
Kulüpler ve medyanın da göz yummasıyla oklar önceki dönem Başkanlarına olduğu gibi Hacıosmanoğlu’na değil de hep başka taraflara atılıyor, bu yüzden de çok şanslı olduğunu düşünüyorum..
Hele ki geçmişte Nihat Özdemir ve Mehmet Büyükekşi için seri bir şekilde ok atma konusunda özel yetenekleri olduğunu gördüğümüz büyük bir kulübümüz Hacıosmanoğlu’na değil ok atmak özel bir dokunulmazlık zırhı oluşturduğunu da görüyoruz…
Ancak hiç bir Federasyon Başkanı’na nasip olmayan ‘zırhlarla kuşatılmış’ Hacıosmanoğlu’nun en önemli görevi Türk futbolunda uçuşan tüyleri yastığın içine tekrar sokmak yani şüphe virüsünü Türk futbolundan çıkarmak olması gerekirken bunu daha da arttırdığını görüyoruz..
Korkarım ki artık yıllardır Türk futbolunun tüm hücrelerine işlemiş ‘şüphe ve dedikodu virüsünün’ ilacı için daha çok beklemek zorunda kalacağız…
Kafamızda onlarca şüphe ve şüpheye gerçek diye sarılan milyonlar...
Türk futbolunda tüyler uçuşuyor, toplayabilene aşk olsun.
Büyükekşi’ye atılan oklar
Bu arada atılan oklar deyince..
Mevcut Başkan ve Yönetim Kurulu’nun önceki dönem Başkan ve Yönetim Kurulu Üyeleri için sürekli olarak medya üzerinden çeşitli oklar göndermeye devam ediyor ..
Hatta eski yönetimi mahkemeye verdiklerini de medyadan öğrendik..
Dikkatleri başka yöne doğru çevirmeye yönelik olarak bu okların atıldığını düşünüyorum..
Öte yandan Mehmet Büyükekşi ve Başkanvekilleri Yusuf Günay, İbrahim Burkay, Ruşen Çetin ve Yalçın Orhan’ın bu oklara ilişkin olarak ‘sessiz’ kalmalarına da pek anlam veremiyorum..









































