‘’Rıdvan Yılmaz bize ne anlatıyor?‘’
Son günlerde Beşiktaş’ın genç savunma oyuncusu Rıdvan Yılmaz’ın yurtdışına transferi söz konusu. Bu transfer gerçekleşirse, Avrupa ölçülerine göre düşük bir parasal bedel karşılığında takım değiştirecek Rıdvan Yılmaz. Avrupalıların onun için önerdikleri para Rıdvan’ın tam ederi değildir. Onlar bu parayı Rıdvan’ın gelişebilme olasılığına veriyorlar. Bekledikleri gelişmeyi gösteremezse başkaları gibi o da geri döner.
Peki, biz neden iyi oyuncu yetiştiremiyoruz da, onlar yetişme ihtimaline bile para yatırıyorlar. Türkiye’de sporun özelde futbolun gelişmesi için bir beklenti ya da toplumsal bir itici güç olmaması. Bir zamanlar vardı, günümüzde neden yok?
Diyelim ki İstanbul artık tek başına kalabalık bir ülke oldu. Bu yüzden gökdelenlerin tepesinden başka tüneyecek düz alan bulunamıyor. Peki, genetik haritası geniş olan eski futbolcu fabrikaları Bursa, Sakarya ve Kocaeli’ne ne oldu? Sorun bireysel ya da kulüplerle ilgili değil, toplumsaldır, kültüreldir.
Gelişmeye açık toplumların özyapısı
Gelişmeye inanan ve bunu toplumsal itici güç olarak gören toplumlar ya da ülkeler kendi kaderlerini ve kültürlerini şekillendirmeye inanırlar. İlerlemeye direnen toplumlar ise yazgısına razı olur. İlerlemeye yatkın kültürlerdeki insanlar refahın insan yaratıcılığının ürünü olduğunu ve artırabilineceğini kabul ederler.
İlerlemeye, gelişmeye yatkın kültürlerdeki insanlar çalışmak için yaşarlar. İlerlemeye direnen kültürlerdeki insanlar yaşamak için çalışırlar. İlerlemeye ve gelişmeye yatkın kültürlerdeki insanlar başka değerleri paylaşırlar. Daha rekabetçidirler, daha iyimserdirler; düzen, intizam ve dakikliğe önem verirler, eğitimi el üstünde tutarlar.
Ailelerini düşmanca bir dünyada sığınılacak bir kale olarak görmezler; bunun yerine daha geniş bir topluma açılan bir geçit olarak görürler. Varsa eksiklik, kusur ya da suç bunu içselleştirirler ve olan bitenden kendilerini sorumlu tutarlar. Suçu dışsallaştırıp kabahati başkalarında aramazlar.
Biz top oyuncusu onlar uzman futbolcu ister
Şimdi Rıdvan Yılmaz gelişmeyi ve ilerlemeyi bir yaşam biçimi olarak belirleyen insanların yaşadığı toplumlara geçiş yapma dönemindedir. Böyle bir topluma ve takıma gidildiğinde uzmanlaşma ile karşı karşıyasınızdır. Uzmanlaşmak içsel bağlar kurmakla ilgilidir. Böylece küçük bilgi parçacıkları büyük bilgi ağlarına dönüşür. Öğrenmek ve öğretmek salt bilgi toplamak değildir; bilgi parçacıkları arasındaki ilişkileri içselleştirmektir.
Bu içselleştirme dönemi ne kadar kısa olursa Rıdvan Yılmaz’ın, futbolun başka bir evresine geçmesi de o kadar kolay olur. Futbolun pratik dilinde buna “uyum dönemi” denilse de bilimin derin dilinde “biyo-feed back denilmektedir.
‘’Halil Dervişoğlu‘’
Halil Dervişoğllu’nu ilk kez izlediğimde “bu oyuncunun bileklerinde Johan Cruyff örnekleri var” diye düşünmüş, bu görüşümü Attila Gökçe ile de paylaşmıştım. Bunu görmek için futbol bilgesi olmaya gerek yok. Kaç kişi daha aynı şeyi görmüştür, kim bilir? Ancak daha ileriye gitmesi için yapılması gereken çalışmalar uzmanlık işidir.
Geçmiş zamanda bir Galatasaray maçını yakın dostum ve iyi bir Galatasaraylı olan Taştan Şentürk ile izliyordum. Oyunculardan biri Cruyff hareketlerinden birini yapınca “bu da kim, çok iyi bir genç futbolcu” diye sordum Taştan’a. “Adı Mehmet Topal. Çanakkale Dardenel’den transfer etmişler” yanıtını aldım. Mehmet Topal’ın nerelere geldiğini herkes biliyor.
Doğal olarak, Halil Dervişoğlu’nun bileklerindeki estetiği görünce “bizden yetişmemiştir” diye düşündüm. Çünkü bizde Halil gibi forvetleri yetiştirecek bilimsel “öz kaynak düzenleri” yok. Nitekim Hollanda’da doğmuş ve Brentford takımında yetişmiş.
Nedir Halil’in özellikleri: En başta forvet-orta alan karışımı oynama özelliği var. Bu nedenle oyunu ileride kurabiliyor, gol pasları verebiliyor, her yöne hızlı hareket ederken vücut çalımları ve bilek hareketleriyle kolay adam eksiltiyor.
Futbol giderek forvet oyuncularından çok orta alandan forvete sızıp goller hazırlayan ve atan oyunculara ihtiyaç duyuyor. Halil bu nedenle hem oynadığı takımılar hem de Ulusal takım için çok önemli bir oyuncudur. Gomis’i transfer edip onu yedek bırakan anlayışı, anlamakta zorlandım.
Ulusal takımın Alman teknik direktörü Stefan Kuntz’un Halil Dervişoğlu’na güvenip forma vermesi, hocalık anlamında ona olan güven duygumu biraz daha ileriye taşıdı. Ancak “Halil’in bu Milli takımda işi ne” şeklinde eleştirenlere yanıt vermesinin yanlış olduğunu düşünenlerdenim.
Gazetecilerin yazdıkları ve konuştuklarında kasıt ya da tuzak yoksa “eleştiri” sınırlarını aşmamışsa yanıt vermek sadece teknik direktörü tuzağa düşürür. Çünkü eleştiri, aydınlanma döneminde ortaya çıkan insancıl ilkeler doğrultusunda öngörülen ideal yaşama biçimine bir çağrıdır.
‘’İstanbulspor!‘’
1924 yılında, Süleymaniye Spor Kulübü oyuncularından Kemal Halim Bey takım arkadaşı “Yavru” lakaplı Saim’in zamansız ölümü üzerine kulüpte bir genç takım kurar. Ancak kulüp içinde oluşan huzursuzluk yüzünden gençler Süleymaniye’den ayrılıp henüz faaliyet göstermeyen Gürbüzler Ocağı’na katılırlar.
Oyuncuların hepsi İstanbul Erkek Lisesi öğrencisidir. Lisenin çatısı altında 4 Ocak 1926 yılında İstanbulspor kurulur. Siyah beyaz olan ilk renkleri de sarı siyah olarak değiştirilir.
İlk Türkiye futbol birinciliği bölgelerinde şampiyon olan takımların katılımıyla 1923-34 sezonunda gerçekleştirildi. 4 Eylül 1924-12 Eylül 1924 tarihlerinde Ankara İstiklal Sahası’nda yapıldı. İstanbul’dan finallere katılma hakkını Beşiktaş, Galatasaray’ı 2-0 yenerek elde etti. Böylece Beşiktaş ilk İstanbul Şampiyonu da oldu.
Milli Küme kuruluyor
Başbakan İsmet Paşa ve vekillerinin de izlediği maçların sonunda Harbiye ve Bahriye takımları finale kaldı. İki askeriye takımının final oynaması bugünden geçmişe bakıldığında ilginç olabilir ama o günlerin koşullarında bu takımlar ve Muhafızgücü üç büyükler kadar güçlüydüler.
1924 yılından başlamak koşuluyla bir Milli Küme hep gündemde oldu. Türkiye Futbol Federasyonu 4 Kasım 1931 yılında yaptığı toplantıda “Milli Küme” fikrini somutlaştırdı. Ancak Fenerbahçe ile Galatasaray maç gelirlerinin kendilerine daha fazla ödenmesi konusunda ısrarcı olunca İstanbul Şampiyonasından çekildiler. Daha sonra lig lideri olan Beşiktaş’ta kümeden ayrıldı. Üç büyükler Kurtuluş ve Pera takımlarını da yanlarına alarak yeni bir lig kurma girişimi içine girdiler.
İstanbulspor hem İstanbul hem de Türkiye şampiyonu
Ayrılıklardan sonra İstanbul Şampiyonası devam etti. İstanbulspor ligi 1. bitirerek 1931-32 sezonunun şampiyonu olarak Türkiye Birinciliğinde İstanbul’u temsil etme hakkını kazandı. Ayrıca finalde Vefa/Kumkapı takımını 2-1 yenerek İstanbul Şildi’ni de kazandı.
Milli Küme maçlarına İstanbulspor, Ankara şampiyonu Gençlerbirliği, İzmir şampiyonu Altınordu, Bursa şampiyonu Bursa San’atkaran Gücü, Çokurove şampiyonu Mersin İdmanyurdu, Eskişehir şampiyonu Tayyare Gücü ile birlikte bölgelerinde şampiyon olan toplamda 20 takım katıldı. Milli Küme’nin şampiyonu İstanbulspor oldu. Böylece, sarı siyahlı takım ilk Milli Lig şampiyonu olarak tarihe geçti.
!970’li yılların efsane İstanbulspor takımı
Bu tarihsel takımın İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesindeki kulüp binasının kapısından içeri 1972-73 sezonunda girdim. O günlerde Etiler Lisesi’nde öğrenciydim. Lise Ligleri oynanırdı. Etiler Lisesi-Motor Sanat maçı da Eyüp Stadı’nda oynandı. Bu maçtan sonra İstanbulspor’un altyapı sorumlusu Tuğrul Alkaya transfer teklifinde bulundu.
Artık İstanbulsporluydum. Bütün İstanbul’un hatta Türkiye’nin sempati duyduğu takımın oyuncusuydum. Antrenmanları öğleden önce yapardık Bizden sonra o efsane İstanbulspor takımı sahaya çıkardı. Kaleci Arap Yılmaz, Bahattin Baydar, Türrker, penaltı kıralı Kostas Kasapoğlu, Bülent Buda, Yalçın, Zorbay, Bilge Tarhan, Cemil Turan, Alpaslan Eradlı gibi o dönemin en iyi oyuncularına büyük bir hayranlık duyardık. Onları antrenmanda yakından izlemek bile olağanüstü bir duyguydu.
Ve sıra bize geliyor
Onların hemen arkasından takım bizlerden oluşmaktaydı. Kemal, Dimitri, Asker Mehmet, Büyük Hayrettin(Deniz), Küçük Hayrettin(Kurum)Raşit Çetiner, Özcan Kızıltan, Mehmet Ali, Şeref, Küçük Kemal, Fettah, Kaleci Yılmaz, Faruk, Kasımpaşalı Adem Abi…
Bizler İstanbulspor Kulübü’nün kapısından içeri girdiğimizde, iyi ahlak, dürüstlük, temizlik, kendine ve rakibe saygı kulübün sloganı haline gelmişti. Altyapının sorumlu yöneticisi Tuğrul Alpkaya’nın “Metin çevrenizde iyi ahlaklı çocuklar varsa kulübe getirin. Futbolculuğu önemli değil, biz yetiştiririz. Ancak iyi ahlak aileden gelir” demesini hiçbir zaman unutamam.”
Özetlemeye çalıştığım bu kökler ve değerler üzerinden günümüze kadar gelen İstanbulspor bugün adına Süper Lig denilen ligin de kurucu takımıdır. Kurduğun lige hoş geldin büyük İstanbulspor…(Tarihler ve organizasyon bilgileri İstanbulspor Taraftarları Derneği’nin yöneticisi Celil Bayhan’ın “İstanbulspor Türkiye’nin İlk Şampiyon Spor Kulübü” kitabından alınmıştır)
‘’Şampiyonlar Ligi'ne takım kurmak!‘’
ABD’li büyük yazar Mark Twain şöyle demiş: “Gerçek ayakkabılarını giyerken yalan dünyanın etrafında yarı yolu kat edebilir.” Kuşkusuz Twain bu yaklaşımı öne sürerken dünya üzerinde ne internet vardı ne de sosyal medya.
İnsanların kolayca bir şeyler uydurmaları talihsiz bir şekilde gerçek bir durumdur ve internet daha önce hiç yaşanmamış bir boyutta bu duruma hizmet eder. Söylencelerle dedikodular gerçek ne olursa olsun salgın hastalık gibi yayılır.
“Şampiyonlar Ligi’ne takım hazırlamak” fikri futbol kültürümüzün başköşesine yerleştirildi. Geçen sezon Beşiktaş bu anlayışla transferler yaptı. Pjanic, Batshuayi, Teixeira olağanüstü oyuncular olarak sunuldu. Kimse olağanüstü olanlar için olağanüstü kanıtlar aramadan bu oyuncular takıma katıldı.
Sıra Trabzonspor’da mı?
2021-22 sezonu henüz bitti ve bu kez şampiyon Trabzonspor’un Şampiyonlar Ligi’ne takım kurması gerekliliği dillerde dolaşmaya başladı. Hatta takıma 6-7 yeni oyuncunun gerekliliği bile ortalıkta dolaşmaktadır.
Yedi oyuncu demek, şampiyon olan takımın dağıtılması anlamına gelir. Şampiyon Beşiktaş’ı üç yeni oyuncu yurt içi ve dışı tüm futbol organizasyonlarından erken kopardı. Şimdi sıra Trabzonspor’da mı?
Küçük avantajların peşinde koşmak…
Ülkemiz futbol ikliminde nereye bakarsanız bakın herkes küçük avantajların peşinde artık. Oysa küçük avantajların peşinde olmak kurumların geleceğini yok etmek anlamını da taşır.
İnternet(bilgisunar) ve sosyal medya küçük iddiaları büyütüp olağanüstü fırsatlar olarak sunmakta bir numaradır günümüzde.
Ne yazık ki futbol takımları giderek teknik adam ve yöneticilerin elinden alınıp sosyal medyadaki salgının beyinleri etkilemesiyle futbola ilişkin işler yürütülmeye başlandı. Şampiyonlar Ligi’ne takım kurmanın pratik sonuçlarını henüz biten sezonda gördük. Trabzonspor dikkat!
‘’Çin fısıltısı‘’
Yabancı teknik direktörler ve futbolcuların tercümanlığını yapan görevlilerin çeviri hataları eskiden beri bilinir ve futbolseverlerin geneli de kanıksamış durumda. Çevirmenlerin hataları, futbolu bilmemekle birlikte ana dillerine de hakim olmamalarından ileri geliyor kanımca.
Geçen hafta sonu tamamlanan 2021-2022 sezonunun son maçlarından biri olan Antalyaspor-Galatasaray karşılaşmasından sonra ev sahibi ekibin teknik sorumlusu Alfons Groenendijk rakibinin oyununu analiz ederken Galatasaray’ın dizilişini “Diamond” sözcüğüyle anlatmaya çalıştı. Ne yazık ki tercüman bu sözcüğü “baklava” olarak çevirdi. Bunun adı tam da bir Çin fısıltısıdır!
Nedir Çin fısıltısı? Bugünkü genç kuşaklar bilgisayar, taşınabilir telefon ve sosyal medya dünyasından çıkıp fiziksel oyun alanlarına geçemedikleri için Çin fısıltısını bilmezler. Bizler ona benzer oyunlar oynardık çocukluğumuzda.
Oyunun esası şudur: Sekiz ya da on çocuk arka arkaya dizilir. En öndeki arkasındakinin kulağına diğerleri duymayacak şekilde fısıltı ile bir şey söyler. Söylenilen kelime ya da tümce arka arkaya sonuncu oyuncunun kulağına kadar gider.
Baklava dizilişi tam bir Çin fısıltısıdır
Gider gitmesine de tam duyulamayan sözcükler, Newton’un prizmasından geçen ışık gibi dallara ayrılarak çıkar. En sondakinin duyduğu en baştakinin söylediği ile aynı değildir genellikle. Baklava dizilişi de kulaktan kulağa dolaşarak bir Çin fısıltısı olarak futbolumuza yerleşti. Oysa uluslararası futbol dilinde baklava diye bir diziliş yoktur zaten yabancılar baklavayı bilmezler.
4.4.2’nin bir uygulanış biçimine Uluslararası futbol dilinde “Diamond” denir. Biliyorsunuz bu İngilizce sözlüğün Türkçe karşılığı elmastır. Ya da kart oyunlarında “karo”dur. Yani “eşkenar dörtgen…”
4.4.2 dizilişinde iyi bir forvet arkası oyuncunuz varsa ileri ikilinin arkasında oynayıp eşkenar dörtgenin bir ucunu oluşturur. Diğer ucu ise ön liberodur… Sağ ve sol orta alan oyuncuları da eşkenar dörtgenin orta köşelerini oluştururlar.
Futbol oyunu esnasında sahanın boyutlarını daraltıp genişleterek geometrik şekiller oluşturulabilir ama dizilişlerle ilgili başka bir geometrik şekil henüz geliştirilemedi. Tatlılar dünyasından bir şekli ise evrensel futbol dili bilmez.
2003-2004 sezonunda Fenerbahçe hangi sistem ile şampiyon oldu?
Futbolun ilk dönemlerinde başka bir geometrik şekilden etkilenilip “piramit sistemi” geliştirilmişse de uzun ömürlü olmamış. Bu sistemin günümüzdeki adı ise “Noel ağacı” olmuştur. 4.3.2.1 dizilişinin kağıt üzerindeki oluşumu Noel Ağacı’nı andırır.
Savunmanın ortasındaki iki stoperin yüksek toplardaki hakimiyetine bağlı olarak uygulanan bir sistemdir. Takım bu avantajını kullanmak için kenarlara yönlendirilir ve yapılan ortalar stoperlerce uzaklaştırılır.
Stoperlerin karşıladığı topları kazanıp karşı atağa çıkılır. Fenerbahçe Daum ile 2003-2004 sezonunda bu uygulama ile şampiyonluk kazandı. Savunmanın ortasında Brezilyalı Fabio Luciano ve Servet Çetin görev yapmaktaydı.
Çin fısıltısı sadece futbolda gerçekleşmiyor. Hayatın her alanında karşılaşabilirsiniz. Yanlış söylemler zaman içinde dilimize ve yaşamımıza yerleşerek kültürümüzü olumsuz etkilemektedir. Sonra da, bunları doğru bilinen yanlışlar(Galat-ı meşhur) olarak düzeltmeye çalışıyoruz ama işi işten geçiyor! İşte size bir örnek: Göz var, nizam var. Doğrusu “Göz var, izan var.”
‘’Türk usulü futbol!‘’
Zamanında Beşiktaş’ın İngiliz teknik direktörü Gordon Milne’e sormuştum; bizim insanımızın özyapısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Yanıtı ilginçti: “Trafikte nasılsanız, futbolda da öylesiniz.” Yanıtı biraz açmasını rica ettiğimde “ataksınız, acelecisiniz, sabırsızsınız. Trafikte kurallara, maçta da taktiğe uymuyorsunuz.”
Bu kısa söyleşiden sonra kendimce Türk usulü” futbolun adını koymuştum. Sabırsız ve kuralsız futbol... O günlerde yabancı oyuncu sayısının üç ile sınırlı olduğunu düşünürsek bize özgü bir futboldan söz edilebilirdi.
Godon Milne’in saptaması
Yabancı oyuncular da çoğunlukla Latin dünyasından gelip bizim özyapımıza uygun, topla becerisi yüksek oyunculardan seçilirdi.
Gordon Milne bu gözlemi sonucu takımın başarısının taktik olgunluktan değil de koşu temposunun yüksekliğine bağlı olabileceğini saptamıştı. Haftanın birkaç günü Fulya’da izlemeye gittiğim antrenmanların ortalama süresi 2,5 saatti.
Mustafa Denizli ne demişti?
Sonraki yıllarda bu kez Mustafa Denizli ile bir sohbetimizde “neden bir Türk ekolünden söz edemiyoruz ya da bu konuda bir çabamız yok” şeklinde bir soru yönelttiğimde hocanın verdiği yanıt da ilginçti: “Bu kadar çok yabancının oynadığı bir ligde Türk ekolünden nasıl söz edebiliriz?”
O günlerde de yanılmıyorsam yabancı sayısı beşti. Türk oyuncuların sayısı yabancılardan daha fazlaydı. Bugün artık başlangıç 11’lerinde sadece üç yerli oyuncu görev verildiğine göre artık Türk usulü futboldan söz etmek doğru olmaz! Peki, gerçek öyle mi?
“Oyuncunun yerlisi, yabancısı olmaz” mı?
Başlangıç 11’lerinde Türklerin sayısının daha fazla olduğu Galatasaray Avrupa şampiyonu oldu. Bugün artık üç yerli oyuncuyu oynatabilen dört büyüklerin hiç biri birkaç turu peş peşe geçemiyor. Türk oyuncuların yabancılardan fazla olduğu ligimizden seçilen Ulusal takım dünya ve Avrupa üçüncüsü oldu.
“Oyuncunun yerlisi, yabancısı olmaz, iyisi olur” anlayışına bağlı olarak ligimizi eski yabancı futbolcu mezarlığına çeviren anlayışın sonunda Ulusal takımımız bırakın dünya kupasına gitmeyi Avrupa Uluslar Ligi’nde de küme düştü. Burada yaman bir çelişki yok mu?
Ya ülkemize gelen yabancılar daha ileri bir futbolun temsilcileri değil ya da “Türk usulü” futbola çok çabuk uyum gösteriyorlar…
‘’Abdullah Avcı'dan Trabzonspor yorumu‘’
Türkiye Ligi’nde görev yapan teknik direktörlerin maç sonrası yaptığı yorumların futbol kültürümüze katkısının yok denecek kadar az olduğundan hep şikayetçi oluruz. Gerçekten de çoğu, maç sonu analizlerini analitik bir yaklaşımla anlatmaz, birtakım gerekçelere sığınarak sorulan soruları geçiştirirler.
Doğaldır ki, bu noktada soru soran medya mensuplarının konuşmacılara yol açma becerisi de işin boyutlarını etkilemekte. Yani gazeteci bilgili olursa, bilgelikten esintiler ortaya çıkar. Bilgili olmanın da bir sakıncası vardır.
Bilgi yeni bilgisizlikleri ortaya çıkartır, yani daha çok bilgi, daha çok soru demektir. Kısacası Teknik direktörlerin futbola analitik yaklaşamamalarının altında birazda gazetecilerin sınırlı bilgi ile olaya yaklaşımları var gibi geliyor bana.
Analitik futbol analizinin değeri
Bu gerçeği dün basının karşısına çıkan Abdullah Avcı’ya sorulan sorulardan da anlamış olduk. Ancak Avcı, soruların etrafından dolaşarak kendi düşüncelerini öyle güzel aktardı ki, soruyu soran da izleyicilerde gerekli bilgiyi aldı.
Avcının basın toplantısında aktardığı analitik futbol analizlerinin içinde en değerli olan “takım ve sistem” vurgusuydu. Bu köşenin devamlı izleyicileri, takım olmanın birçok kriteri olduğunu biliyorlar. Tek başına sistem ya da dizilişler takımın dişlilerini sağlam temellere oturtamaz. Disiplinli ve taktiğe bağlı hareket etmek de bu işin temelidir.
Bizde disiplin denilince birtakım sınırlamalarla oyuncuların hareket becerilerini kısıtlamak anlaşılmaktadır. Oysa disiplin, takımın sağlıklı bir şekilde hareket etmesi ve oyuncuların becerilerini sistematik bir şeklide ortaya koymak anlamına gelmelidir.
Form durumundaki düşüş anında takım savunması devreye girer
Futbol takımları devamlı kazanamaz ya da sürekli kaybetmez. En iyi takımlar bile Genel Sezon Planlaması’nın içinde düşüşler yaşarlar. İşte, disiplinli bir şekilde genel takım savunmasını başarılı uygulayan takımlar böylesi düşüş dönemlerini az hasarla atlatırlar. Trabzonspor’un bu sezonki başarısının bir ölçüsü de bu gerçektir.
Abdullah Avcı bu konunun altını özellikle çizdi. Trabzonspor’un iyi oynamadığına ilişkin görüşlerin belirginleştiği maçlarda Avcı’nın özenle üzerinde durduğu genel takım savunması takımı ayakta tuttu.
Trabzonspor Teknik Direktörü Abdullah Avcı’nın basın toplantısında futbola yaklaşımı, futbol kültürümüz ve gelecekte futbolun gelişmesi için değerliydi kanımca.
Avcı gibi futbolun dışına çıkmadan, şans kader, kısmet, rastlantılara sığınmadan futbol analizi yapabilen teknik direktörlerin sayısının önümüzdeki sezondan başlamak koşuluyla artması gerekmektedir. Futbolun teknik kısmını teknik direktörlerden daha iyi kim anlatabilir?
‘’41 dakika oynanan derbi!‘’
Avrupa’nın beş büyük liginde oynanan maçlarda topun oyunda kalma süresi Türkiye Ligi ile yaklaşık olarak benzerlik içermekte. Avrupa’da bir saat civarındayken Türkiye’de 57 dakika. Bu ortalama bir veri ama bazı maçlarda inişler ve çıkışlar olabiliyor.
Ne var ki Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşmasında topun oyunda kalma süresi 41 dakika olarak saptandı. Oyun süresine eklenen zaman da hesaba katıldığında 100 dakikalık bir maçta top 41 dakika oyunda kalmış oluyor.
Bu istatistiksel veri, Avrupa’nın en yaşlı ligi olan Kıbrıs Rum Kesimi’nde bile görülmemiştir sanırım. Bu arada bizim ligimizin Kıbrıs’tan sonra ikinci yaşlı lig olduğunu da belirtelim.
Vaalerien İsmail “baskı”, İsmail Kartal “pas” dedi
Futbolun yaşla ne ilgisi var diye düşünenleriniz olabilir. Ancak herkes bilir ki ülkemize gelen yaşı kemale ermiş oyuncuların büyük bölümü burayı son durak olarak görüyorlar.
Mücadelenin boyutları artıp, baskı altında oynamak söz konusu olduğunda ayakta kalmak zorlaşıyor, tepki kuvvetlerindeki yavaşlama yüzünden pozisyonları önceleyemiyorlar ve faullerle oyunun sık sık durmasına neden oluyorlar.
Bir de teknik direktörlerin planlaması, oyun kurgusu, taktiksel belirlemeleri maçın yazgısına etki etmekte. Valerien İsmael’in baskıya ve rakibi bozmaya dayalı taktiğine karşı, İsmail Kartal’ın sürekli “pas yapın” uyarısına yanıt veremeyen futbolcuları oyunun sıkışmasına, dar alandan topu çıkarmakta zorlanan oyuncuların gerilim içinde rakiplerine girişimi oyunun sık sık durmasına neden oldu.
Herrera’dan bu yana değişmeyen kural…
Teknik direktörler oyun planlamasını yaparken büyük ölçekli bir uygulama olan tam saha baskının içindeki küçük ölçekli davranışları hesaba katmazlarsa, işte böyle, 41 dakikalık bir oyun ortaya çıkar. Helenio Herrera zamanından beri bilinen “oyuncuya göre taktik” bugünde güncelliğini koruyor.
Alt ölçekli uygulamalardan kastım futbolun kendine özgü dilidir. Futbol kendini geliştirmeden onun dilini geliştirmek olanağı yoktur. Böyle durumlarda dilsiz bir futbol ortaya çıkar ki, derbide olduğu gibi yapılanların anlamını pek az insan yorumlayabilir.
Futbolun dili ve terminolojisi değişmedikçe…
Öte yandan, futbolun dilini ya da ona ait terminolojiyi geliştirmeden de, futbolu geliştiremeyiz. Futbolun oynanış biçimine ilişkin ne kadar belirgin davranışlar ortaya koyarsak izleyenlere de doğru mesajlar verebiliriz.
Futbolun küçük ölçekli en alt davranışlarında belli bir standart tutturamazsak dışarıdan oyuna tutkulu bir şekilde bağlı olanlara yanlış izlenimler veririz.
Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinden çıkardığımız olumlu sonuç ise siyah beyazlıların oyunun son 20-25 dakikasında sekiz yerli oyuncuyla daha başarılı oynamasıdır. Herhangi bir konuda yeterince ısrarcı olursanız umduğunuz ve beklediğiniz sonuç ile mutlaka karşılaşırsınız.