Arama

Popüler aramalar

‘’Vallahi, hiç değişmemişsiniz‘’

En azından ayıp olur. Kimse, “Biz yaptırmadık” falan demeye de kalkmasın. Bırakın hindi girmesini, o statta Aziz Yıldırım’dan habersiz kuş bile uçamaz.3. golden sonra kale arkası tribünlerinde açılan pankart hakkında ise konuşmak bile yersiz. O kadar çirkin, aptalca, adi, bayağıydı ki. Bunun ne ezeli rekabetle, ne başka birşeyle ilgisi var. Fenerbahçe Yönetimi, hemen ertesi günü bir açıklama yapıp, Galatasaray camiasından özür dilemeliydi. Siz bunu yapmazsanız, elin oğlu kalkar, haklı olarak tepkisini gösterir. Onunla yetinmez, işi, “Bundan daha seviyesizce, terbiyesizce bir pankart Türk spor tarihinde yoktur”a taşır. Var sayın Adnan Polat var, var sayın Ahmet Dedehayır var. Hemen iki tane örnek vereyim: “Evde annenizi, okulda defterinizi s.... geldik”, “Hepiniz o.... çocuğusunuz.” Sanırım biliyorsunuzdur bu iğrenç pankartları kimlerin açtığını. Nasıl bilmezsiniz canım. İnsanın kendi taraftarının açtığı pankarttan haberi olmaz mı. Siz, seçime kısa bir süre kala, “Galatasaray’a yardım” kampanyası açıp, “Ben buradayım” mesajı verebilir, başkanlık konusu sorulduğunda, “İşlerim çok yoğun. Aktif görev almam mümkün değil” der, 3 gün sonra, birdenbire (!) yönetime girebilirsiniz. Galatasaray camiası da bunları unutabilir. Sizin, taraftarlarınızın daha önce açtığı bu pankartları unutup, elalemi suçlamanız gibi. Ama gördüğünüz gibi balık hafızalı olmayanlar da var.“Trabzon’u aşağıladılar. Ama Trabzon takımı ve taraftarı gereken cevabı verecektir” diyerek provakatörlük yapmanız, böylece elalemden medet ummanız ise sizin hangi ruh hali içinde olduğunuzu gösteriyor. Sizin oralarda böyle durumlarda ne derler bilmem ama bizim buralarda bunu çok iyi anlatan bir deyim vardır sayın Polat. Bilenlere soruverin bir.“Sayın Yıldırım tüm spor medyasının gözünü korkutmuş. Aynı şeyler Fenerbahçe’ye olsa yer yerinden oynardı” demişsiniz bir de. Burada bir kelime kullanırdım ama efendilik bende kalsın sayın Polat. Sadece şu kadarını söyleyeyim: “Kişi karşındakini kendi gibi bilirmiş.”Taraftarınızın açtığı o iğrenç pankartlar sonrası yer yerinden oynamadı merak ediyorsanız. Bırakın yer yerinden oynamayı, cumartesi günkü maçta açılan pankart kadar bile tepki çekmedi. Göreve ilk geldiğinizde, “10 yılda çok şey değişmiş” demiştiniz, hatırlıyorsanız. Evet, çok şey değişti. Dünya değişiyor. Ancak görünen o ki, siz hiç değişmemişsiniz. Hala aynı yerdesiniz.

27 Nisan 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Ulusoy çok değişmiş'‘’

O kadar değişmiş ki, Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe düşmanlığı eskiye göre daha da pekişmişYalanlanan bir habere dayanarak suçlamalarda bulunması, sonra özür dilememesi bunun kanıtıKim demiş Haluk Ulusoy değişmedi diye. Değişti, değişti. Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe düşmanlığı daha da pekişti. Maçların şurada, burada oynatılmasını, Deniz Barış’ın lisansının ikinci kez iptal edilmesi ve bunun yangından mal kaçırır gibi cuma günü mesai saati bitiminde kulübe bildirilmesini falan bir kenara bıraktım. Ancak önceki gün yaşananlar, bu düşmanlığı hiçbir şüpheye bırakmayacak şekilde serdi ortalığa. Dün sabah servise geldiğimde her zamanki gibi ilk işim gazetelere göz atmak oldu. İstisnasız tüm gazetelerde aynı haber vardı. Haluk Ulusoy, “Aziz Yıldırım da olsa hiç kimse Futbol Federasyonu’na savaş açamaz. Kimsenin huzuru bozmaya hakkı yok. Yıldırım’ı sağduyuya davet ediyorum” diyordu.“Allah Allah” diye söylenmeye başladım; “Yıldırım ne zaman federasyona savaş açtı. Bundan benim niye haberim olmadı. Ben nasıl bir Fenerbahçe editörüyüm.” Sona kalmış bir gazeteyi okuyunca anlaşıldı herşey. Şöyle diyordu spor sayfasının manşetinde; F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım, Haluk Ulusoy’u gözüne kestirdi: İpini çekeceğim. Ve devam ediyordu: “Federasyon bütün planlarımızı alt üst etti. Bunlar Haluk Ulusoy’un son çırpınışları. Haziranda lig bitsin, ben de düğmeye basacağım ve Ulusoy’un ipini çekeceğim.”Altında da küçük kutuda Ulusoy’un sözleri vardı; “Bize kimse savaş açamaz” diye.O gazetenin muhabiri, haberlerini aktarıp, Ulusoy’dan ne düşündüğünü sormuş ve tüm gazetelerde yer alan sözleri almıştı.Düşünebiliyor musunuz, bir ülkenin Futbol Federasyonu Başkanı, bir gazetecinin, “Şu kulüp başkanı sizin için böyle böyle dedi” sözleri üzerine yağıp gürlüyor, söylenenlerin doğru olup olmadığını hiç düşünmeden, araştırmadan. Pardon, eksik söyledim. Herhangi bir kulüp başkanı değil tabii. Örneğin, taraftarı olduğu Galatasaray’ın Başkanı hakkında iletilseydi bunlar kendisine, bir yanıt vereceğini sanmıyorum, sanmıyorum değil eminim. Ama iş Fenerbahçe Başkanı olunca balıklama atlıyor üzerine ve içindekileri döküyor pervasızca.Ve sabahın erken saatlerinde Sayın Aziz Yıldırım, kulübün resmi internet sitesinde yalanlıyor bu gazetenin haberini. Ulusoy’a da aktarılıyor. Ne beklersiniz? Bir özür değil mi. Siz de benim gibi çok safsınız. Bakın ne diyor Sayın Ulusoy: “Yalanlanmış birşeye cevap vermeyiz. Yalanlanmasaydı, diyeceğimiz olurdu.” Pişkinliğin böylesine, düşmanlığın pervasızca ortaya konulmasına pes doğrusu. Ben, yine de saflığımı sürdürüyorum. Çünkü Ulusoy’dan bugün bir açıklama daha bekliyorum. Neyi mi? “Fenerbahçe’nin sınırsız yabancı isteğine karşı çıkıp, bu kararı geçirtmedim” diyen Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’e, “Hoop hemşerim, dur bakalım bir dakika. Sen kimsin ki, bu kararı geçirtmediğini söylüyorsun. Federasyonu sen değil, ben idare ediyorum” deyip demeyeceğini.Merak ettiğim birşey daha var; “Kupayı biz alalım, ligde Galatasaray şampiyon olsun” diyen Yıldırım Demirören’in bu Galatasaray sevdasının nereden geldiği, 33. haftada Cim Bom’la maçlarının olduğunu bilip bilmediği.Bir de, Beşiktaşlılar yıllarca, “Şampiyonluklarımız çalındı. Şerefli ikincilikler” falan deyip durdular ya, acaba diyorum o şampiyonluklarını çalan hangi takımdı!

13 Nisan 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Alışıldık görüntü‘’

Maç, tam beklediğim ve dün yazdığım gibi gelişti. Alex, Appiah ve Aurelio’nun başına birer nöbetçi dikmişti Nurullah Sağlam. Ön libero oynadıkları için Aurelio ve Appiah’ın nöbetçileri Tomas ile Levent, fazla katı değildi. Ancak İbrahim Ege, Alex’e nefes aldırmıyordu. Diğer oyuncular da alan paylaşımını iyi yapıp, mücadele edince, Fenerbahçe birçok maçta olduğu gibi oyun kurmakta zorlandı ilk başlarda. Ancak anlayışı hiç değişmedi. Sakin, maçı kazanacağına inançlı ve güvenli, tedbirli, hırslı, mücadeleci. İlmik ilmik örmeye başladılar, kendilerini kazanmaya getirecek futbolu. Kazanmayı istiyor, kazanacaklarını biliyorlardı. Ama Yeşil-Siyahlılar bilmiyordu. Bilmedikleri veya bilseler de engel olamadıkları birşey daha vardı; Birçok takımı yakan duran toplar. İbrahim Ege, 24 dakika boyunca Alex’i çok iyi marke etti doğrusu. Ancak onun da yapabilecekleri bir yere kadardı. Duran toplarda yapacak birşeyi yoktu. Nitekim öyle oldu. Önce sağdan bir korner kullandı Brezilyalı yıldız, Deniz kale içinde kafayla tamamlayıp perdeyi açtı. 36’da bu kez soldan korner kazandı Fenerbahçe. Tabii ki, Alex vardı topun başında. Nobre’yle skor 2-0’a taşındı. 63’te Appiah’ın pasında kendisi golü yapabilirdi ama o tercihini asistten yana kullanıp, Semih’e, “Al, sen at” dedi. O da bu ikramı geri çevirmedi. Alex’ten bahsederken Volkan’ın hakkını yemeyelim. Önce 29. dakikada skor 1-0’ken, ardından 45’te 2-0’ken iki mükemmel refleksle golü önlerken, takımını da rahatlattı. Ama pazar günü kaleyi yine Rüştü koruyacak tabii ki.

07 Nisan 2006, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Beğenseniz de beğenmeseniz de‘’

“Üç tane koşmayan, mücadele etmeyen adam yani Anelka, Alex, Nobre birlikte oynamaz. Yoksa orta saha zaafiyeti başgösterir ve Fenerbahçe, kalesinde sürekli tehlike yaşar” tespitine katılmamak mümkün değil. Birisinin kesilmesi gerekiyordu. Anelka sakatlandı ve sorun kendiliğinden çözüldü. Ancak Fenerbahçe’nin yeniden yükselişini sadece buna bağlamak doğru değil bence. Belki de çok daha önemli bir nokta var; Futbolcuların bazı şeylerin farkına varmış olması. Yani pabucun pahalı olduğunu anlamaları. Boşuna dememişler, “Bir müsibet, bin nasihattan iyidir” diye. Gaziantep karşısındaki görüntüden çıkan anlam şuydu; “Biz bu ligi şampiyon bitireceğiz. Bu yolda da önümüzde kimse duramaz.” O kadar kendilerinden emin, güvenli, inançlı, bilinçli, istekli, o kadar kararlıydılar. Çok daha önemlisi bir o kadar da sakin. Bu özelliklerle sakinliği bir arada barındırmak gerçekten önemli bir meziyet. Çünkü bazıları inanmışlıkla agresifliği birbirine karıştırıyor. Böyle olunca da, rakiplere ve hakemlere karşı olmadık davranışlarda bulunabiliyorlar. Tabii bu da onları sevimsiz ve itici yapıyor.Fenerbahçe, bugün Denizlispor karşısında da farklı bir görüntüde olmayacak. Yine savunmada dikkatli, sakin bir şekilde top çevirecek, yine fazla pozisyona giremese de, oyunda hakimiyetini ve rakibine üstünlüğünü hissettirecek, yine sabırla gol arayacak. Gol yerse hiç paniğe kapılmayacak. Bazılarının hoşuna gitmeyebilir ama Fenerbahçe’yi şampiyonluğa belki de çifte zafere bu özellikleri ve futbol anlayışı taşıyacak.

06 Nisan 2006, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Dizginleri bırakırsan...‘’

Fenerbahçe, o bilinen, klasik düzenindeydi. Bir hafta önceki kadrodan Kemal çıkmış, o yerin gerçek sahibi Alex girmişti onbire. Aybaba da, Brezilyalı yıldızın başına Hasan Yurt’u dikmişti. Sambacı neredeyse Hasan oradaydı. Ta ki, 58. dakikaya kadar... O ana kadar rakibinin üstünlüğünü kabul eden Aybaba, gol için bir forvet daha düşünüp, Melliti’yi sahaya sürmüştü. Yalnız, tecrübeli hocanın oyundan aldığı futbolcu ilginçi; O dakikaya kadar Alex’i çok iyi marke eden ve birçok kişiye “Daum Sambacı’yı oyundan almalı” dedirten Hasan Yurt!Sonra ne mi oldu? Kamil Ocak Stadı’nda, Alex şov başladı. Önce 62. dakikada, kendisi gol pozisyonuna girdi, bir dakika sonra da Tuncay’a muhteşem bir ara pası gönderdi. Devamında da Nobre’nin golü geldi. 84’te bu kez Nobre’ye harika bir pas attı. Brezilyalı oyuncu, golü, fantastik bir hareketle atmak isteyince, topu kaleciye nişanladı ama bu hareketi taraftarların ortalığı inletmesine yetmişti.Dün gecenin Fenerbahçe açısından en ilginç noktası; İki golün de korner veya serbest vuruştan değil de, organize bir şekilde gelmesiydi. İkisinde de şahane paslaşmalar ve topun göstere göstere rakip ağlara bırakılışı vardı.Samet Aybaba, hayatının hatasını yapıp Alex’in dizginlerini gevşetti. Fenerbahçe de evine güle oynaya döndü.

03 Nisan 2006, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yemek var yer misiniz?‘’

Diyor ki, “Nobre beni yanılttı diye itirafta bulunan hakem Serdar Tatlı ile spora hile katarak kırmızı kart ve penaltıya sebep olan Fenerbahçeli Nobre hakkında ne yapmayı düşünüyorsunuz?”Vallahi sayın vekil, kendilerini önce kızgın suya atıp bir güzel haşlayacağız. Ardından soğan ve sivri biberle birlikte pembeleşinceye kadar kavuracak, tuzunu, kırmızı biberini, salçasını koyup, suyunu ilave ettikten sonra kısık ateşte 45 dakika pişireceğiz. Yer misiniz?Devam etmiş sayın vekil: “Türk futbol camiası ile kamuoyunu derinden yaralayan hakem hataları ve sonuca tesir eden kararla maçın rakip takıma verilmesini kabullenemiyorsanız, maçın yenilenmesi için ne düşünüyorsunuz? Hakem hataları ve şike gibi olumsuzluklar nedeniyle mağdur edilen takımları korumaya yönelik tedbirlerle eğitimsiz hakemleri eğitmeye ve yetiştirmeye yönelik projeleriniz var mı, varsa nelerdir?”Var; Sporun ‘S’sinden habersiz olmasına karşın, olur olmaz zamanlarda ortaya çıkıp, saçma sapan sorularla hem kendilerine rezil eden hem de daha önemli şeyler yapması gereken ilgili bakanların zamanını çalanların bundan sonra Meclis’e girmemesi için örgütlü bir şekilde çalışmak. Katkılarınızı (!)bekliyoruz sayın vekil.Hayır, “Meclis’te herşey tıkırında, ülkenin tüm sorunlarını çözen milletvekilleri can sıkıntısından ne yapacağını bilemiyor, bu sayın vekil de, ‘Milleti biraz güldüreyim. Hem biraz vakit geçsin’ diye böyle birşey yapmış” diyeceğim ama öyle değil ki. Tam tersine, Meclis’te insanların işleri başlarından aşkın. Çözülmesi gereken o kadar çok sorun var ki. Ama olmaz. Neymiş, “Maçın yenilenmesi için ne düşünüyorsunuz?”Vallahi sayın vekilim, neler düşünmüyoruz ki!Maçın ertesi günü ne güzeldi tepkiler. Hareketin sahibi Nobre yerden yere vurulmuş, neredeyse tüm yazarlar tarafından eleştirilmişti. Fenerbahçe yazarları tarafından. Türkiye’de ilk defa oluyordu böyle birşey. Ama sonra işi sulandırıverdik yine. Lütfen beyler. Samsunspor kalecisi Kerem’in teması yoktu, doğru. Nobre kendini yere attı veya takılıp düştü, doğru. Pozisyon penaltı değildi, doğru. Brezilyalı oyuncu, Kerem’in haksız bir şekilde oyundan atılmasına neden oldu, doğru. Takımına haksız bir penaltı kazandırdı, doğru. Hakemi yanıltıp, zor duruma soktu, doğru. Asıl önemlisi, kendi takımını kamuoyunda zorda bıraktı, doğru. Ama hepsi bu kadar. Lütfen işi sulandırmayalım.

18 Şubat 2006, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Üçüncüsünü istemiyorlar‘’

İkinci yarının başlamasıyla birlikte ortaya konan tavrın başka bir açıklaması olamaz çünkü. Düşünün bir; yönetim geceli gündüzlü çalışıp, stadın son bölümünü de hizmete açarak, Saracoğlu’nu gerçekten de bir mabed haline getirmiş. Görüntü öyle güzel ki, rakip takım taraftarlarının içi gidiyor, futbolla pek haşır neşir olmayanların bile o stada gidip, maç izleyesi geliyor. İlginçtir, ikinci yarının ilk iki maçında, ilk yarıdaki herhangi bir müsabaka kadar bile dolmuyor Şükrü Saracoğlu’nun tribünleri. Güzellikler arttıkça, Fenerbahçe taraftarının ilgisi azalıyor sanki. Bu tablo için çeşitli bahaneler üretilebilir. Ancak asla bahane üretilemiyecek bir durum var ki, asıl vahim olan da bu. Maçın henüz ilk yarım saati bilen dolmamış. Durum 0-0. Teknik direktörün, nerede bir açık varsa orasını kapatmak için “Yetiş” diyerek sarıldığı jokeri, takımın istikrar abidesi ıslıklanıyor. Hem de ne için? Herhangi bir maçta onlarcası, yüzlercesi yapılan sıradan, basit bir hata yüzünden. Islıklanan, yuhalanan oyuncu, bu takımın kaptanı. Hangi takımın? Son iki sezonun şampiyonu, ligin ilk yarısını en yakın rakibinden 4 puan önde namağlup durumda kapatan yani 3. şampiyonluğa koşan takımın kaptanı. Bunu yapana, en hafif ifadeyle “Yuuhh” derler. “Yuuhh” kere “Yuuhh”. O yuhaladıkları, ıslıkladıkları Ümit Özat’ın ikinci yarıda solbeke geçtikten sonra yaptığı müthiş ortaları arkadaşları değerlendirebilse ve bu maç 2-3 farkla kazanılsa, utanacaklar mıydı acaba bunu yapanlar. Sanmıyorum. Çünkü onların derdi Ümit Özat veya Deniz değil. Sanırım başka birşeyin peşinde onlar. Bunu ortaya çıkarmak yönetimin, bu rezilliğe engel olmak ise gerçek taraftarın görevi.***Galatasaray resmi dergisinin iddiasına göre, Atatürk, Fenerbahçe’yi ziyaret ettiği söylenen 3 Mayıs 1918’de yurtdışındaymış. Bir başka iddiaları daha var; “Fenerbahçe kulüp binası yandığında, Atatürk’ün imzaladığı kulüp defteri de yandı. Ne hikmetse sonradan bu defterin yanmadığı söylendi. Ancak buradaki imza, Atatürk’ün Karşıyaka Kulübü’nü ziyaret ettiğinde attığı imzadan farklılık gösteriyor.” Yani demek istiyorlar ki; Atatürk’ün imzalığı defter yanınca, Fenerbahçeliler, imzayı taklit ettiler ve yeni bir defter yaptılar.Bir dakika, bir dakika... Hani Atatürk, Fenerbahçe Kulübü’nü ziyaret edip, defteri imzalamamıştı. Öyle demiyor muydunuz!Ayrıca, diyelim ki, sizin dediğiniz gibi olsun. Yani Atatürk, 3 Mayıs 1918’de yurtdışında bulunsun. Yani o tarihte Fenerbahçe’yi ziyaret etmemiş olsun. Veya diğer dediğiniz gibi (Çünkü biri diğerini yalanlıyor), ziyaret etsin ama imzaladığı defter yangında yansın. Fenerbahçeliler de bu imzayı sonradan taklit etsin. Ne var bunda? Bu, sadece ve sadece müthiş Atatürk sevgisini gösterir o kadar. Bu da yerilecek değil, övülecek birşeydir. Atatürk’ü bu kadar seveni ben de sever, ona düşman olanın en azılı düşmanı olurum. Eminim sizin için de öyledir.

05 Şubat 2006, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaraylılar kimi alkışladı!‘’

Garipsenmesi ve üzerinde durulması gereken; bir gün sonra Galatasaray taraftarlarının Ulusoy lehine tezahüratta bulunması olmalıydı asıl. Neydi bu destek ve sevgi gösterisinin altında yatan? Bazı şeylerin gecikmeli de olsa itirafı mı? Hani şu Fenerbahçeliler’in yakındığı bazı şeylerin... Veya bir teşekkür ve aynı tutumun sürdürülmesi konusundaki dayanılmaz istek mi? Hani bazılarının açıkça, bazılarının gizliden gizliye dile getirdiği, “Bu Fenerbahçe durdurulmalı” tezinin gereklerini en iyi Sayın Ulusoy’un yerine getireceğini mi düşünüyorlardı?Ama benim asıl üzerinde durmak istediğim başka bir şey. Yıllardır hep birbirleriyle yaptıkları savaşlarla gündemi meşgul ettiler belki ama ben, Aziz Yıldırım ile Haluk Ulusoy’u birbirlerine çok benzetiyorum. İkisi de ben merkezci. İkisi de kurumları adına bir şeyler yapmak için çabalıyor. İkisi de otoriter. İkisi de yaptığını anlatmayı ve gurur duymayı seviyor. İkisi de kafasına bir şey taktı mı, karşısındaki engeli hiç önemsemeden burnunun doğrultusunda gitmeye bayılıyor. İkisi de tuttuğunu koparan cinsten. İkisinden de toplumun yarısı nefret ediyor, yarısı hayranlık duyuyor. Kızanların büyük çoğunluğu, dışa vurmasa da gizliden gizliye hayranlık besliyor onlara karşı.Ve bence, Galatasaray taraftarının Sayın Haluk Ulusoy’a duyduğu sevginin ve hayranlığın altında bu yatıyor. Sözde kızdıkları ama özünde gizliden gizliye hayranlık duydukları, onun gibi birinin kendi takımlarının başında olmasını düşledikleri Aziz Yıldırım’a duydukları nefret gibi. Kendi kulüplerinin başkanı olsa tapacakları ama ezeli rakiplerinin başkanı olduğu için ölesiye nefret ettikleri Aziz Yıldırım’la baş edebilecek tek kişinin Ulusoy olduğunu düşünüyorlar çünkü.Özhan Canaydın’la övünemedikleri için Haluk Ulusoy’la dindiriyorlar bu özlemlerini. Ve aslında Ulusoy’u alkışlarken, Aziz Yıldırım’a gönderiyorlar alkışlarını.

29 Ocak 2006, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI