Arama

Popüler aramalar

‘’Neden ertelensin?‘’

1992-1993 sezonunda Şampiyonlar Ligi, Avrupa futbolunda yeni bir çığır açacak organizasyon olarak start aldığında takımların oynayacakları maç sayıları fazlalaşmaya başlamıştı. Avrupa Kupa Galipleri’nin kaldırılıp, iki kupanın UEFA adı altında birleştirilmesinden sonra burada da daha çok müsabaka oynatmak amacıyla grup sistemine geçildi. 90’ların başında “Türk futbolcusu, haftada iki maç oynayacak mantalite ve fizik güce sahip değil” şeklindeki söylemler kabul görüyordu. Ancak sonradan anlaşıldı ki, bu düşünce Avrupa’da hedef peşinde koşan on milyon Eurolar’ı aşan bütçelere sahip, bir futbolcuya 4-5 milyon Euro bonservis bedeli ödeyebilen kulüper için geçerli bir mazaret olamaz.
Beşiktaş Menaceri Sinan Engin, derbinin ertelenmesini talep ederek uzun zamandır Avrupa’da mücadele eden takımlar tarafından dillendirilmeyen bir isteği gündeme getirdi. Ayrıca Galatasaray zamanında bu işten en çok yarar gören ekipti ve Beşiktaş da zaman zaman rakibine yapılan bu uygulamaya haklı olarak karşı çıkmıştı. Engin, Siyah-Beyazlı ekipte profesyonel bir iş yapıyor. Derbinin ertelenmesini isteyip, oyuncularının ona göre yetersizliğinin üstünü popülist bir yaklaşım kapatmak yerine daha akılcı çözümler üretmesi gerekiyor. Derbinin tehir edildiğini farzedelim. Ve Beşiktaş’ın hem Fenerbahçe hem de Liverpool’u yendiğini düşünelim. Beşiktaş bundan sonraki yıllarda da her kritik maç öncesinde aynı yönteme mi başvuracak?
Beşiktaş, menaceri nasıl düşünürse düşünsün Avrupa’nın dev kulüpleriyle aynı kulvarda yer almaktadır ve onlarla aynı şartlarda mücadele etmezse çok geriye düşer. Siyah-Beyazlılar geçen sezon 49 resmi sınava çıktı. Grubundaki Liverpool 57 maç oynadı, Chelsea 61, UEFA Şampiyonu Sevilla 59 karşılaşma yaptı. Ayrıca bu takımlar daha dar zaman aralığında bu kadar müsabaka oynadılar. Liverpool, Chelsea veya M.United veya Charlton, Noel’de -kaldıki bu dönem hristiyanlar için en kutsal zamandır- 9 günde 4 maça çıktı. İnsan hal böyle olunca, “Onlar uzaydan mı geldi?” diye düşünüyor. Siyah-Beyazlılar, 3 günde bir gerekirse, 2 günde bir maç oynamaya her açıdan hazır tutmak Menacer Sinan Engin ile Teknik Direktör Ertuğrul Sağlam ve yardımcılarının asli görevidir.

30 Ekim 2007, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir İstanbul masalı!‘’

Kırmızı-Beyaz renklerin hakim olduğu İnönü Stadı’ndaki müsabaka öncesi atmosfer bir Şampiyonlar Ligi karşılaşmasından çok bir Milli maçı andırıyordu. Kolay değildi tabii... Milletin canı yanıyordu, kaybedilen evlatlarının acısıyla... Ulu Önder Atatürk’ün hayatının son günlerini geçirdiği Dolmabahçe’den, ülkenin her yerinde olduğu gibi Vatan’ın bölünmeyeceğine dair verilen mesaj açık ve kesindi.
Mücadele Beşiktaş maçlarında görmediğimiz derecede tempolu başladı. Dakikalar ilerledikçe gördük ki, Gençlerbirliği ve Trabzon maçlarındaki belirgin yükseliş Liverpool karşısında tavan yaptı. Liverpool defansının hediyesini affetmeyen Serdar, henüz 13’te İnönü’de muhteşem bir şölen olacağının sinyalini verdi. Trabzon panteri(!) Bobo’nun golü Beşiktaş’ı zafere çok yaklaştırmıştı. Gerrard maçın henüz bitmediğini Beşiktaş’a anımsattı. Son anlar Kartal için azap doluydu. Hakemin bitiş düdüğü ile Beşiktaş, bir İngiliz devini yıktı. Öyle ki, rakibi Devler Ligi’nde son 3 sezonda 2 final görmüştü. Kara Kartallar, uzun süredir haşmetli bir Avrupa zaferine hasretti. Ve dün gece Liverpool’a, PSG, Barcelona ve Chelsea’ye yaptığını yaptı. Tüm Beşiktaş takımı müthiş derecede özverili oynadı. Ancak Cisse, Bobo, İbrahim Üzülmez, Toraman ve kaleci Hakan’a ayrı bir parantez açmak lazım. Ama gecenin yıldızı tabii ki; Siyah-Beyazlı tribünlerdi. Öyle bir şov yaptılar ki, dünyanın en iyi taraftarı denilen Liverpool seyircisi onları büyük bir şaşkınlıkla izledi. Liverpool’un 2005’teki mucizevi, destansı final tarihe ‘Bir İstanbul masalı’ olarak geçmişti. Sanırım şimdi aynı tanımlama Beşiktaş için yapılabilir.

25 Ekim 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İnanınca kazandı‘’

Çok garip bir başlangıç oldu. Oysaki olağan beklenti az gollü, futbolun daha çok mücadele şeklinde geçeceği yönündeydi. Aslında atılan 5 gole rağmen sahada göze hoş gelen olduğu söylenemez. 90 dakikanın büyük bölümünde tempo yok denecek kadar azdı. Bobo’nun atılmasından sonra futbol sahalarında ender görülen bir durum olduğundan oyun renklendi ve tam bir heyecan fırtınası yaşandı. Ama iki takım da futbolun doğrularını ne kadar yerine getirdi diye düşünürsek, Beşiktaş biraz daha öne çıkıyor.
İlk altı dakika içinde gelen iki gol dünyanın en iyi takımlarını bile moral açısından büyük bir çöküntüye uğratır. Ancak Beşiktaşlı oyuncular uzun zamandır görülmeyen derecede inançlı ve arzuluydular. Hatta ikinci golü kalelerinde gördüklerinde bile adeta “Biz bu maçı kazanırız” dercesine bir ruh hali içindeydiler. Gökhan Zan’ın sıfır konsantrasyonla önünde geçen topu izlediği ilk goldeki hatası anlaşılmazdı. Beşiktaş’ın böylesine önemli bir galibiyet elde etmesine karşın savunmadan gelen sinyaller yine iyi değildi. Gökhan Zan ile İbrahim Toraman’ın ileri şişirdiği topların Beşiktaş’ın oyun planına hiçbir katkısı olmuyor. Aksine Siyah-Beyazlılar’ı ters ayak üzerinde yakalanan kaleci gibi zorda bırakıyor.
Mehmet girdikten sonra da sağ tarafta kalmakta ısrar eden Delgado çok olumlu işler yaptı. Trabzon karşısında etkili olan Burak giderek iyiye gidiyor. Hakemlerin art niyetli olduğunu sanmıyorum. Ama pozisyonu cepheden gören Bülent Yıldırım’ın hiç gerek yokken yardımcısına uyup, kritik bir hataya imza atması ancak işbilmezlikle açıklanabilir. Henüz sezonun 9. haftası geçilirken, Beşiktaş; Ankara ve Galatasaray maçlarının ardından Trabzon deplasmanında da absürd bir hakem hatasına uğradı. Kazandığı için hakem kurtuldu. Kaybetseydi ne mi olurdu? İşte onu MHK ve Futbol Federasyonu oturup, “Bu hakemler neden bu kadar formsuz?” diye sorgulamalı...

21 Ekim 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Karagounis'in fırçası...‘’

Maçın 2. yarısının henüz başlarıydı. Yunan Milli Takımı’nın yıldızı Karagounis inanılmaz bir hışımla yedek kulübesine koşarak el-kol hareketleri yaptı. İsyanın, önce kulübe dışında bulunan Rehhagel’in yardımcısına olduğunu düşündüm. Ama tepkinin direkt otoriter yapısıyla tanınan Alman çalıştırıcıya yöneldiğini fark ettim. Üç forvet Gekas, Charisteas ile Amanatidis’in geriye yardım etmediğinden ve o bölgede yalnız kaldığından yakınıyordu. Aynı isyanını bir kez daha ve daha sert tekrarladı. Disiplinel özelliğiyle tanınan Rehhagel ise, buna tepki vermek yerine, uyarıyı dikkate alıyor, Gekas ve Charisteas’ı kenara çekiyordu. Amanaditis’i sağa, Liberopoulos’u Gekas’ın yerine, Samaras’ı ise sola koyuyordu.. Ve Samaras’ın pasıyla araya sızan Amanaditis, EURO 2008 biletini getiren golü atıyordu. Karagounis’in yaptığı doğru muydu? Tartışılır. Karagounis, kaptan değildi ama Dellas, Basinas ile takımın üç doğal liderinden biriydi ve bu hakkı kendinde görüyordu. Oyuncusunun bu agresif hareketlerini ‘ekip ruhu’ mantığıyla makul gören Rehhagel, bunun takımının iyiliği için istendiğinin farkındaydı. Böyle bir tablo, Türk Milli Takımı’nda yaşanabilir miydi? Sanmıyorum. O oynasın, bu oynasın şeklindeki tartışmaların sorunun cevabı olduğunu da düşünmüyorum. Çarşamba akşamı iki rakip arasındaki farkı yaratan, takım ruhuydu. Bir tarafta ekip olma bilinci maksimum düzeye ulaşmış bir takım, diğer yanda ise sanki tesadüfen bir araya gelmiş 11 kişi
oynuyordu.

19 Ekim 2007, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İskoçya gibi olabilmek...‘’

İskoçya Milli Takımı çok önemli bir işe imza atıyor... Alex McLeish’in öğrencileri elemelerin en zorlu grubunda adeta tarih yazıyorlar. Son Dünya Kupası’nın finalistleri İtalya ve Fransa ile son dönemin Avrupa’da en önemli çıkışını gerçekleştiren Ukrayna’yı altlarına almayı başardılar. Kaldı ki biz 2006 Dünya Kupası elemelerinde o Ukrayna’nın epeyce gerisinde kalmıştık. Avrupa futbol kamuoyu onları şaşkınlıkla ama alkışlayarak izliyor.
İskoçlar’ın bireysel yetenekleri üst düzey futbolculardan kurulu olduğunu söyleyemeyiz. Kadroda bulunan en popüler oyuncusu bile Ada’da bizim Emre, Tuncay ve milli takımı bırakan Tugay’dan daha az tanınıyordur. Peki İskoçlar ne yapıyor? Bu başarılarını doğaüstü güçlerle mi açıklamak gerekir? Tabiki hayır.
Aslında sorunun cevabı çok basit. Mücadele gücünü, hırs ve azimle birleştiren, sansasyonel özellikler taşımayan ama kazanma teması üzerine yoğunlaşan isimlerden bir takım kuruldu. Milli takıma oyuncu seçilirken, gençler ile deneyimli isimlerden bir sentez oluşturuldu. Oyuncuların bir makinenin dişlilerini oluşturacak, birbiriyle uyumlu çarklar olmasına dikkat edildi. Kişisel kaprisler, kavgalar bir kenara bırakıldı. Ülke futbolunun çıkarları doğrultusunda birleşildi, pozitif bir hava oluşturuldu.
Yunanistan ile yarın Türk futbolunun geleceği açısından çok kritik bir maça çıkacağız. Dünya üçüncülüğünün ardından üst üste 3. major turnuvayı kaçırmamızın ne anlama geleceği bilinciyle hareket etmeliyiz. İşte orada İskoçya karşımızda çok güzel bir örnek olarak duruyor...

16 Ekim 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aslan çok farklı‘’

Cim Bom, grubun Avrupa’da en çok maça çıkan ve şampiyonluğu bulunan tek takımı. Tecrübesi ve şu anki formu Galatasaray’ın ilk üçe girmesine yeter.

Sarı-Kırmızılılar, Sion’u etkili bir futbol ve farklı skorla elediğinde 2000 yılında UEFA’yı kazanan takımın ruhunun geri döndüğüne ilişkin sinyaller geldiği yolunda yorum yapılıyordu. Aynı başarıyı ikinci kez tekrarlamak için yola çıkan Galatasaray kurada ideal bir gruba düştü. Cim Bom’un tecrübesi ve şu anki form durumuyla 5 takım arasında ilk üçe girememesi büyük sürpriz olur. 201 maçla grupta Avrupa Kupaları’nda en çok maç oynayan takım olan Galatasaray ayrıca bu kulvarda müzesinde kupa bulunduran tek kulüp olma özelliğine de sahip. (A.Wien 180, Bordeaux 142, Helsingborg 46 ve Panionios 27 maça çıktı.)

Blanc ile gelen değişim
Gruptaki takımlara gelirsek, Aslan’ın en dişli rakibi konumundaki Bordeaux geçen sezon Şampiyonlar Ligi’ndeki görüntüsünden farklı. Cim Bom’a 0-0, 3-1’lik skorlarla üstünlük sağlayan Fransız temsilcisi, yeni teknik direktör Laurent Blanc ile bir değişim sürecine girdi. Mavuba, Dalmat, Traore, Faubert ile Darchville’i gönderen Mor-Beyazlılar; Diawara, Bellion, Diarra ve Chalme ile kadroyu takviye etti. Bordeaux’da Wendel, Jussie, Micoud, Cavenaghi, Chamakh gibi dikkat edilmesi gereken oyuncular var.

A.Wien de ülkesinde lider
Rapid Wien ile birlikte Avusturya’nın iki önemli temsilcisinden biri olan Austria Wien de ülke futbolundaki gerilemenin etkisiyle eski günlerinin çok uzağında. Gruptaki takımlar arasında sadece Eflatun-Beyazlılar, Cim Bom gibi liderlik koltuğunda oturuyor. Yani form durumları iyi durumda seyrediyor. 2002-2003 sezonunda Kocaelispor forması giyen Yüksel Sarıyar, takımın orta sahasında görev alıyor. Çek Vachousek ve Sloven Acimovic, Wien’in önemli silahları. 1978’de Kupa Galipleri Kupası’nda final oynayan A.Wien, aynı kupada 1982’de Cim Bom’u 4-2 ve 0-1’le safdışı bırakmıştı.

Helsingborg’un Linderoth’u!Şampiyonlar Ligi’nde boy gösteren son İsveç temsilci unvanını taşıyan Helsingborg, 2000-2001 sezonunda ön elemede Inter’i eleyip, gruplara kaldığında büyüz bir sansasyona imza atmıştı. Tobias Linderoth’un babası Andreas, Kırmızılar olarak bilinen İsveç ekibinin tarihinin önemli isimleri arasında yer alıyor. Henrik Larsson, İsveç ekibinin en önemli gol silahı. Ligde 8. sırada bulunuyorlar ve hiçbir iddiaları yok. Gelecek sezon büyük ihtimalle Avrupa’da olamayacaklar. Heerenveen’i 5-3 kaybettikleri maç sonrası İsveç’te 5-1 yenerek, elemeleri ilgi çekici.

Sitesinde İzmir fotoğrafı var
1890’da İzmir’de kurulan Panionios, Kurtuluş Savaşı’nın ardından Yunanistan’a taşınmak zorunda kaldı. 32 yıl İzmir’de kalan Kırmızı-Maviller’in internet sitesinin açılış sayfasında da bu şehrin 1900’lü yılların başındaki görüntüsünden bir fotoğraf var. 2001’de iflasın eşiğinden dönen Panionios’un en büyük başarısı 2 kez kazandığı Yunan Kupası. Lincoln’ün Schalke’den takım arkadaşı Delura, Panionios’un yeni transferi ve orta sahadaki etkili ismi. Sochaux’yu 1. turda kupa dışına iten Panionios her zaman sürpriz yapabilecek kapasitede...

10 Ekim 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gündüz gözüyle‘’

Güneş insanın iliklerini ısıtıyor. İstanbul’da yazın son günleri yaşanıyor. Gerçi Beşiktaş’ın gündüz maçları karnesi pek olumlu değil. Ama yine de azımsanamayacak sayıdaki Siyah-Beyazlı taraftarlar şanssız Porto yenilgisinin hafızalarda bıraktığı üzüntüyle İnönü Stadı’na doğru yürüyor. Kafalarda “Avrupa’ya büyük ihtimalle veda ettik, bari ligden kopmayalım” düşüncesi hakim. Tribünde müthiş bir koro, Porto yenilgisine aldırış etmeden takımlarına tam destek veriyor. Hafta içinde “Özür dilemekten gocunmam” açıklaması üzerine tribüne çağrılan kaptan İbrahim Üzülmez’le de barış sağlanmış, kriz çözülmüş. Teknik direktör Ertuğrul Sağlam, Porto maçındaki İbrahim Akın sürprizinden sonra bu kez de Burak Yılmaz ile bombayı patlatıyor. Akıllarda soru işareti... Acaba olur mu?
İşte bu şartlar altında başlayan maçta Beşiktaş çok arzulu ve hırslı. Sezon başından bu yana Kara Kartal’da görülemeyen istekli futbolun da etkisiyle Siyah-Beyazlılar oyunu, rakip kaleye yıkıyor. Gençlerbirliği, her zaman üç büyüklere zorluk çıkaran rakip olma görüntüsünün çok uzağında. Öyleki koskocaman ilk yarı boyunca sadece cılız bir atakları var. Nobre kaçırdıklarından daha zor bir pozisyonda samba esintileri kokan bir vuruşla Beşiktaş’a sıkıntılı geçmesi beklenen maçta skor üstünlüğünü getiriyor. Ankara temsilcisi zaman zaman kaleye yüklenmeye çalıssa da Beşiktaş savunması geçit vermiyor. Milli ara öncesi revire dönen Siyah-Beyazlılar, Trabzon sınavı öncesi çok kritik bir virajı kazasız geçmeyi başarıyor.
Bu sezon ilk resmi golünü kaydeden Brezilyalı, orta alanda gün geçtikçe iyi bir takım oyuncusu olduğunu gösteren Cisse ile birlikte sahanın en iyilerindendi. Şansını bir türlü iyi kullanamayan Burak belki olağanüstü işler yapmadı ama özellikle Kasımpaşa maçındaki performansından çok daha iyi durumdaydı... Bu arada Beşiktaş savunmasının göbeğinde oynayan Gökhan ile İbrahim’in ileri attıkları uzun toplar genelde hedefini bulmuyor ve bir duvara çarpmış gibi geri geliyor. Hızlı çıkan takımlara karşı bu dönen toplar Beşiktaş’ın başını yakabilir. Bizden uyarması...

08 Ekim 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Onlar daha becerikliydiler‘’

Tribünler son haftaların, “Vurdum duymaz” takımını coşturmak için elinden geleni yapıyordu. Onlar da bu maçın kaybedilmesinin, Avrupa’ya çok erken bir elveda anlamı taşıyacağını biliyordu. Korkaklıkla suçlanan teknik direktör Ertuğrul Sağlam, derbinin tam aksine daha ofansif ve agresif oyunculardan kurulu bir takım sürmüştü.
Maçın başındaki cılız Beşiktaş atağının dışında mücadelenin ilk 20 dakikasında futbol adına çok önemli bir şey yoktu. Ancak daha sonra Kartal, olumlu sinyaller vermeye başladı. Bobo ve İbrahim Toraman’ın kaçırdığı pozisyonlar, “Kartal gol gol gol” diye inleyen tribünleri iyice hareketlendirdi. Rakip adına da Quaresma top ayağındayken futbol adına sahalarda nadir görünen güzellikler sunuyordu.
İkinci yarının ilk 5 dakikasının ardından Beşiktaş, patlayan bir balon gibi bir anda söndü. Bu andan sonra Porto, sahaya daha iyi yayılarak oyuna hakim olmaya başladı. Beşiktaş’ın top hareket halindeyken hiçbir planı yok gibi... Tüm gol arama çabası, Tello’nun duran topları kaleye şişirmesinden ibaret. Dün gece geçmişe oranla biraz daha arzu ve istek vardı. Ancak özellikle hücumda üretkenlik ‘yine yok’ denecek kadar azdı. Zaten Beşiktaş kenar yönetimi, iyice kronikleşmeye başlayan hastalığa çözüm bulamıyor. Bir takım düşünün 4’ü lig olmak üzere son 6 resmi maçında santrforları sadece bir gol atabilsin.
Porto’nun 90+2’de umutları söndüren golü ve kazandıkları üç puanı çok hak ettiklerini söyleyemeyiz, ama onlar daha becerikliydiler.

04 Ekim 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI