Arka Bahçe

Haberin Devamı ›
Keşke...Dev bir labirentte yol almaktır, yaşamak. Elinizde ne pusula vardır, ne de harita... Size yol gösterecek yıldızlar da gözükmez gök yüzünde. Puslu bir gecede kaybolmuş yolcu gibisinizdir. İç güdülerinizle, öngörülerinizle, sahip olduğunuz bilgiyle, akılla, zekayla yürümeye çalışırsınız. Nerede, ne zaman biteceği belli olmayan bir yolculuktur bu. Düşe kalka gidersiniz. Bazen yönünüzü şaşırırsınız, bazen rotanızı bulursunuz, bazen de çıkmaz bir sokağa girer, duvara toslarsınız. Kimi koşarak çıkışı bulmaya çalışır, kimi yürüyerek, kimi de iki ileri bir geri giderek. Bu bir yöntemdir, tarzdır. Sonunda değişen bir şey olmaz. Aslolan yol ayrımına gelindiğinde doğru tercihi yapabilmektir. Lakin bu o kadar kolay değildir. Doğru yolu bulmanın yolu, kaybolmaktan, yanılgılardan, pişmanlıklardan ve sık sık ‘keşke’ diyebilmekten geçer. En çok kaybolan, en çok yanılan, en çok pişman olan, en fazla ‘keşke’ diyebilen kişi, en bilge kişidir. Eminim, adına hayat dediğimiz bu esrarlı labirentin içinde çıkışı bulmaya çalışan her insan gibi siz de, kendinizle başbaşa kaldığınızda ardınızda kalan yolların, yılların muhasebesini yapıyorsunuzdur. Bir sorun kendinize; defalarca ‘keşke’ diyebiliyor musunuz? Yoksa kusursuzluk iksiri içenlerden mi görüyorsunuz kendinizi? Ama ‘keşke’ denmeden de kusursuz olunmaz ki! Hepinizin hayatında kırılma noktalarınız, ‘keşke’leriniz mutlaka vardır; size bilgelik katsa da, korkunç bir düşkırıklığı, derin bir hüzün, yoğun bir acı yaşatan...En çok ‘keşke’ diyen, en ‘bilge’ kişidir...Hayatla bir sözleşme yapma imkanınız olsaydı, neleri değiştirirdiniz, hangi ‘keşke’lerinizi yok ederdiniz? Kaderinize hükmedebilme gücü size verilseydi, yaşamınızdaki hangi keskin virajları ortadan kaldırırdınız? Karşılıksız aşklarınızı mı, yanlış izdivaçlarınızı mı, hatalı meslek seçimlerinizi mi, gençlik hatalarınızı mı, sevenlerinize göstermediğiniz ilginizi mi, yediğiniz dost kazıklarını mı, size yapılan vefasızlıkları, nankörlüklükleri mi? Hangisini?..Hiç kuşkusuz tümünü birden... Zira, hepsinin ruhumuzda açtığı onulmaz yaralar vardır; sonsuza kadar kapanmayan, sızım sızım sızlayan...Hayat yolculuğumuzda bunların ya bir kaçını, ya da tümünü birden yaşarız. Ama vefasızlığı, nankörlüğü, dost kazığını yaşamayanımız yoktur neredeyse. Çünkü modern insan ilişkilerinin neredeyse bir parçasıdır; bencillik, kadir-kıymet bilmemezlik. Çağın gerisinde kalıyoruz diye geleneksel değerleri terkederken, ne yazık ki insanı insan yapan olguları da ardımızda bırakıyoruz. Evet, bilimsel ve teklonolojik gelişmelerle birlikte bugün dünden daha kaliteli yaşıyoruz, daha az hastalanıyoruz, daha uzun ömürlüyüz, daha konforluyuz, daha akıllıyız, daha zekiyiz, daha hızlıyız; ama aynı zamanda daha benciliz, daha acımasızız, daha zalimiz, daha fırsatçıyız, daha hırslıyız, daha gamsızız, daha konformistiz, daha vefasızız, daha nankörüz. İlişkilerimiz, kullanıp atmak üzerinedir. ‘Ben ve sen’ değil, ‘ben ve ben’ türündedir tüm münasebetlerimiz. ‘Almak ve vermek’ yerine, ‘almak ve almak’ tek geçerli akçe olmuştur. Çıkarlar her şeyden önce gelir. Bu, hayatın her alanında böyledir. Özellikle de iş yaşamında...Vefasızlık çağında kim, ne kadar nankör?Son yıllarda spor dünyasında çokça gündeme gelmiştir; vefasızlık, nankörlük. Gün geçmesin ki, bir örneğine rastlamayalım. Bundan en çok nasibini alanlar, kulüplerine yıllarca hizmet verdikten sonra yolları ayrılan teknik direktörler, futbolcular ve kısmen de yöneticilerdir. Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş, Lucescu, Piontek, Derwall, Süleyman Seba, Faruk Süren bu süreçten geçen akla gelen ilk isimlerdir. Tabii sayıları bunlarla sınırlı değildir. Daha niceleri vardır, yukarıdakilerin akıbetine uğrayan. Takımlarını Süper Lig’e çıkarıp da görev alamayan teknik adamların, görev alsa da üçüncü haftada kovulanların haddi hesabı yoktur. Otuzunu geçince yaşlı diye bir kenara atılan, satılan, kiralanan futbolcuları burada sıralamaya kalksak, sütunlarımız yetmez. ‘Ahmet Dursun, Seba gitsin’ diyebilen bir vefasızlık, nankörlük örneği yaşanmıştır bu ülkede. İhanete uğrayan son futbol emekçisi ise Ersun Yanal... O da hayatın yakıcı gerçeğiyle yüzleşti, geçtiğimiz hafta Denizli’de. Yıllarca hizmet verdiği, Süper Lig’e çıkardığı, daha da önemlisi kurumsallaşması için temel attığı Denizlispor’un taraftarı tarafından yuhalandı, küfür edildi. Daha önce de bir kaç yönetici tarafından başka kulübe gittiği için hakarete uğramıştı. Kulübü için verdiği hizmetlerin, döktüğü alınterinin, harcadığı emeklerin karşılığını böyle aldı Ersun Hoca, her bilge kişi gibi... Yaşadığı düşkırıklığının etkisiyle kızdı, öfkelendi, çaresizce ter ter tepindi, olduğu yerde. Ve eminim, sakinleşince o da, ‘keşke’ dedi, ‘keşke yollarımız kesişmeseydi bu insanlarla, keşke tanımasaydım hiç birini, keşke verdiğim hizmetleri, emekleri vermeseydim bu kulübe, bu taraftara...’ Heyhat... Yapacak bir şey yok. Hayatın kuralı böyle:‘Keşke’ demeliyiz; labirentin çıkış kapısına yaklaşırken, yaşamımızdaki ‘keşke’leri azaltabilmek için...