‘’Arka Bahçe‘’
Tavan arası...Sizin kaç hayatınız var? İçinizde kaç ‘siz’ barındıyorsunuz? Ve hangisi gerçek ‘siz’siniz? Aynaya baktığınızda kaç kişi görüyorsunuz? Sokağa çıktığınız zaman hangi ‘siz’ oluyorsunuz? Kendinizle başbaşayken de kalabalıklardaki ‘siz’ misiniz?Sizin kaç hayatınız var? Kaç yüzünüz, kaç benliğiniz, kaç ruhunuz, kaç görüntünüz, kaç renginiz, kaç sırrınız, kaç denkleminiz var? İçinizdeki ‘siz’lerin kontrolü elinizde mi, yoksa onların tutsağı mısınız? Ve onların birer maske olduğuna sahiden inanıyor musunuz? Maske sandıklarınızın birer gerçek olması, sizi çok mu ürkütüyor? Nafile bir çabayla bir ömür kaçmaya çalıştığınız da, maske olduğuna inandığınız gerçekleriniz değil mi aslında? Hepimiz içinde yaşadığımız dünyaya benzemiyor muyuz? Bir yanımız aydınlık, bir yanımız karanlık... Bir tarafımız gündüz, bir tarafımız gece... Bir yarımız yaz, bir yarımız kış... Bir bölümümüz cennet, bir bölümümüz cehennem. Bunun farkındayız elbette, ama görmezden gelmeye çalışıyoruz. Kendimizi, hep olduğumuzdan farklı biri olarak tanıtıyoruz; dostlarımıza, arkadaşlarımıza, sevgililerimize...‘Ben buyum’ diyoruz, söylediğimize kendimiz dahi inanmasak da... Belki oyunun kuralı bu. Kuralı bozmak istemiyoruz. Bozmaktan çekiniyoruz. Reddedilme, dışlanma, yalnızlığa mahkum edilme korkusuyla içimizdeki başka ‘biz’leri boğmaya, öldürmeye, yok etmeye çalışıyoruz. Lakin başaramıyoruz. Çareyi, başkalarının görmesini istemediğimiz o diğer ‘biz’leri saklamakta, tavan aramıza kaldırmakta buluyoruz. Siz de bilirsiniz, herkesin bir tavan arası vardır. Karanlık, rutubetli, tozlu, gizemli...Ve kendimize ait tüm gerçekler orada gizlidir. Acı tatlı hatıraların, çekilen acıların, dökülen gözyaşlarının, hayal kırıklıklarının, gidip de gelmeyenlerin, kaybolan yılların, düşlerde kalan çocukluğun ve gençliğin yanı sıra; gözlerden uzak tutmak istediğimiz yanlarımız da tavan arasındadır. Karanlığımız, gecemiz, kışımız, cehennemimiz, kötülüklerimiz, günahlarımız, aksiliklerimiz, yaramazlıklarımız, yalanlarımız, hayasızlıklarımız, kaçamaklarımız...Tüm sırlarımız...Kimseyi sokmayız oraya. Kendimizi bile... Arada bir cesaretimizi toplayıp temizlemek için çıkmak isteriz tavan aramıza, ama her seferinde vazgeçeriz. Yüzleşemeyiz, saklı ‘biz’lerle, başka başka kendilerimizle; ifşaa edemeyiz gizemli yönlerimizi. Sonsuza kadar kilitli kalır orası. Bir ömrü, bize ait olmayan bir hayatı yaşayarak geçiririz.Mutsuz, kederli, kasvetli, yalnız...Size (hâlâ) bir özür borçluyuzslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor. Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik! Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki...Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acıdığımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece. Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.Bu bir günah çıkarma değil. Sekiz kusur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum. Ve sizden özür diliyorum. En azından kendi adıma...(Bu yazı, Dünya Özürlüler Günü münasebetiyle 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen bir yıllık zaman zarfında zihniyet olarak değişen hiçbir şey olmadığı için noktası virgülüne aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım fotoğraf farklı. Tabii nicelik olarak...)NOT: Her geçen gün içinde kaybolduğumuz, adına ‘futbol’ denen gayya kuyusunun bende yarattığı öfke, bıkkınlık, derin düşkırıklığı nedeniyle bu hafta protesto hakkımı kullanıyor ve spor yazmıyorum. Şunu bilesiniz ki, diğer branşlar da pek farklı değil. Sadece gözlerden uzaklar, o kadar. Bugün sizi kendinizle ve hayatla yüzleşmeye davet ediyorum. Daha anlamlı ve huzurlu bir yaşam için...
‘’İyi, kötü, çirkin…‘’
Takımları gol atamıyor, maç kazanamıyor, küme düşme tehlikesini iliklerine kadar hissediyor; ne gam... Yazdan kalma pırıl pırıl bir pazar gününü daha statta geçirdiler. Tribünleri, tıklım tıklım doldurdular. 90 dakika boyunca hiç susmadılar, takımlarına olağanüstü bir destek verdiler. Hopladılar, zıpladılar, şarkılar söylediler, marşlar okudular, tezahüratlar yaptılar. Maç sonunda hayal kırıklığına uğrayınca da, hem hakemi, hem de kendi yönetimlerini protesto ettiler. Sakarya gerçekten de bir futbol şehri ve bugünkü takımdan daha iyi bir takımı hak ediyor. Dün sahanın en iyisi seyirciydi. Geçen hafta da bir Ankara takımının (Ankaragücü - Antalya) maçını yöneten İstanbul Bölgesi hakemi Süleyman Abay, zorluk derecesi yüksek olmayan sıradan bir lig müsabakası olmasına karşın, karşılaşmaya tedirgin başladı. Sık sık oyunu kesti, ikili mücadele sırasındaki en basit hareketlere dahi faul çaldı, kararlarında ve kartlarında standart tutturamadı, takdir haklarını konuk takım lehine kullandı, avantaj kuralını ise hiç uygulamadı ve gole giden atakları kesti. Her aut atışında topu oyuna geç sokmasına göz yumduğu kaleci Gökhan’ın, maç sonundaki arbedede 30 metreden koşup kavgaya karışmasını ve ona buna bulaşmasını da kartsız geçiştirdi. Meslektaşım ama torpil yok; sahanın en KÖTÜsü hakem Süleyman Abay’dı. Aslında her maç aynı şeyi yapıyor. Takımı öndeyse, topu oyuna sokana kadar rakibi ve seyirciyi çıldırtıyor. Tamam, her kaleci bunu yapar, ama o gerçekten de abartıyor. Oyunu soğutuyor, tempoyu düşürüyor. Zaten kalitesi giderek düşen futbolumuzdaki seyir zevkini ortadan kaldırıyor. Centilmenlik ise hiç semtine uğramamış. Sert bir faul sonrası her maçta yaşanabilecek kargaşada, en uzak noktadan bir fişek gibi fırlayıp sahanın karışmasına neden oldu. Kalabalıktaki itiş-kakışın baş mimarıydı. Sarı, hatta kırmızıyı görmesi gerekirdi, ama hakem onu es geçti. Ben geçmiyorum ve kırmızıyı gösteriyorum, Gençlerbirliği kalecisi Gökhan’a... Sahanın en ÇİRKİNi kaleci Gökhan’dı. Futbol mu? Geçiniz. Ben öyle bir şey görmedim sahada...
‘’Arka Bahçe‘’
Bu sevda bitmezİnsan hangi sesleri duyabilir? Duyduklarımız, duymak istediklerimiz midir? Ya da duymamız istenenler midir? Hayata yeterince kulak kabartırsak, bize uzak gibi gelen yakınlarımızdaki sesleri de duymamız mümkün değil midir? O seslerin varlığını inkar edebilir miyiz? Örneğin; toprağın altındaki bir tohum filiz verirken, bir tomurcuk çiçek açarken, çıkardıkları sesleri duyamaz mıyız, can kulağıyla dinlersek. Veya itilmiş, ötelenmiş, unutulmuş, bir kenara atılmış, sahip oldukları yeteneklerinin içine hapsolmuş körpe fidanların; fırsat bulamayan, kendini gösteremeyen çocuklarımızın, gençlerimizin çıkardığı sessiz çığlıkları... Ülkenin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde... Her yerde... Duyamaz mıyız, onların seslerini... Çoğunlukla duyulmazlar. Belki duymak istemediğimizden, belki de sağırlaştığımızdan sırt çeviririz memleketin kıyıda köşede kalmış evlatlarına. Ancak ne mutlu bize ki, gözden, gönülden ırak olanların feryatlarını duyanlar da var içimizde. Tıpkı Gündüz Tekin Onay gibi. Fatih Terim gibi...Gündüz Hoca’nın Düş KöyüFutbol Federasyonu Araştırma Geliştirme Koordinatörü (ARPEG) Gündüz Tekin Onay, yıllardır düşlediği bir projeyi bu yıl hayata geçirmek için kolları sıvıyor. Projenin adı: Futbol Köyü. Projenin amacını, ‘yöresel özellikleri ve alışkanlıkları farklı da olsa, heyecanları ve hevesleri ortak olan çocukları futbolun sihirli şemsiyesi altında kültür, eğitim ve sevgi birlikteliği içerisinde gruplar halinde bir arada belirli hedeflerde toplamak’ olarak belirliyor, Gündüz Tekin Hoca. Kendi ifadesiyle, ‘Düş Köyü’ olarak nitelediği projesini Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’e açtığında derhal kabul görüyor. Ve hiç vakit geçirmeden birlikte yola çıkıyorlar. İlk olarak, ülkenin en uzağında, Van’da projenin startını vermek için harekete geçiyorlar. Yerel yetkililerle gerekli temaslar yapıldıktan sonra proje için belirlenen iki araziyi gezmek üzere Van’a doğru havalanıyorlar. Biz de Milliyet’ten Ercan Güven ve usta foto muhabirimiz Yaşar Saygı ile birlikte onların peşine düşüyoruz. Başlangıçta sıradan bir iş seyahati olacağını düşündüğümüz yolculuğumuzun, Van Havalimanı’na indiğimizde farklı bir boyut kazandığını farkediyoruz. Havalimanı dışında Terim’i karşılamak için yüzlerce insanın toplandığını görünce şaşırıyoruz. Yediden yetmişe; çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı... Yüzlerce Vanlı, Terim’i, ‘Türkiye Seninle Gurur Duyuyor’, ‘İmparator Terim’ tezahüratlarıyla karşılıyor. İçlerinde, kucağında bir kaç aylık bebeği olanların da bulunduğu yaşmaklı yüz kadar kadın gözümüze çarpıyor. Ve ilginin boyutunu daha iyi kavrıyoruz.İzdihamdan dolayı havalimanından yarım satte ayrılan Fatih Terim’li heyet, onlarca araçtan oluşan konvoyla arazilere doğru yola çıkıyor. Vali Yardımcısı Ömer Özcan ile birlikte Eminpaşa Mahallesi ve Molla Kasım Köyü’ndeki Van Gölü’ne sıfır iki arazi geziliyor. Molla Kasım’daki arazi incelenirken, kulağımıza ilginç bir diyalog takılıyor. Vali Yardımcısı Özcan, arazinin hemen bitişiğindeki villaların bahçelerinin araziye ait olduğunu ve kaçak yapıldığını söylüyor. Terim’in cevabı, kendisine yakışan cinsten: “Sorun değil, hallederiz!” Ne de olsa lügatında ‘imkansız’ yok.Öğrencilerin sevgisi ağlatıyorduArazi taraması bittikten sonra ilk durağımız Rekabet Kurumu İlköğretim Okulu oluyor. Okula adım atıldığında yer yerinden oynuyor. Öğrenciler Terim’e yaklaşabilmek, birlikte resim çektirmek için birbirini eziyor. ‘Gururumuz Terim’ tezahüratlarına, okulun ikinci katına çıktığımızda 10.Yıl Marşı eşlik ediyor. Konuşmak için kürsüye gelen ve öğrencilerin birbirinden akıllı soruları karşısında şaşkına dönen Terim’in, çocukların sevgisi karşısında duygulandığı göze çarpıyor. Konuşurken zorluk çekiyor. Daha sonra bunu kendisi de, ‘az kalsın ağlayacaktım’ şeklinde itiraf ediyor. Öğrenciler imza, okulun müdür yardımcısı da spor salonu istiyor. Terim, sanki Spor Bakanı! Bu konuşmalara, okulun müzik öğretmeninin kemanıyla çaldığı ‘Bülbülüm altın kafeste’ nameleri eşlik ediyor. Kemancı öğretmen, şarkının Atatürk’ün sevdiği şarkılardan olduğunu söylüyor. Absürd bir durum!Konçlar külotlu çorap gibi!Okulun ardından Valilik ve Belediye Başkanlığı ziyaretleri gerçekleşiyor. Müthiş bir heyecan ve karşılama. Terim Başbakan gibi! Bu ziyaretler sırasında geçtiğimiz yollarda biriken halk da, Terim’e el sallıyor, sevgi gösterisinde bulunuyor. Bu koşuşturma içinde akşamın nasıl olduğunu farketmiyoruz bile. Konvoy, resmi ziyaretlerin ardından yeni yapılan bir halı saha tesisine geçiyor. Açılışı Fatih Terim yapıyor. Büyük bir heyecanla Terim’i bekleyen çocuklar gösteri maçına çıkıyor. Maç başladığında Terim kenarda yerini alıyor ve dikkatle izliyor. Hayatları boyunca hayal bile edemeyecekleri bir durumla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığını yaşayan geleceğin futbolcu adayları, Terim’in gözüne girmek için olağanüstü bir çaba sarfediyorlar. Formaları, yoksulluklarını dışa vurmaya yetiyor da artıyor bile. Bazıları formanın içinde kaybolurken, bazıları da koşarken düşen şortlarını çekiştiriyor. Bazılarının ise konçları külotlu çorap gibi! Sesleri duyulası çocuklar, bir rüyaya yatıyor adeta Terim’in gözetiminde: “Belki beni farkeder!”Başbakan muamelesi görüyorVali Niyazi Tanılır ve Belediye Başkanı Burhan Yenigün’ün de katıldığı 200 kişilik akşam yemeği sonrası polis evini ziyaret eden Terim, burada bir saat kalıp polislerle sohbet ediyor, sorunlarını dinliyor. Ertesi günü erkenden kalkan Fatih Terim ve beraberindeki heyet, Kazım Karabekir Lisesi’ne gidiyor. Burada da manzara aynı: Olaganüstü bir ilgi. “Geleceğini söylemişlerdi de, inanmamıştık” diyor öğrenciler. Fatih Terim’in Van’daki son durağı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Feyyaz Tokar Parkı oluyor. Öğrencilerin halaylar çekerek karşıladığı Terim, resim atölyesinde bir öğrencinin elinden aldığı kuru kalemle bir kaç saniye içinde bir ağaç ve bir çocuk çiziyor! İçindeki çocuğu canlı tutan her yetişkin çocuk gibi! Ardında, farkedilmiş olmanın mutluluğunu yaşayan Van halkı ile çocuk sevinçleri, çocuk gülüşleri, çocuk mutlulukları bırakarak havalimanına doğru hareket eden Fatih Terim’in iç huzuru hemen farkediliyor. Yaşamı boyunca zaferden zafere koşan Fatih Hoca, ihmal edilmiş bir kenti kucaklayarak belki de en anlamlı zaferlerinden birine imza atıyor. Ve İngiliz spor yazarı Simon Kuper’ın futbol literatürüne giren şu sözü bir kez daha gerçekliğini kanıtlıyor: Futbol asla futbol değildir. Fatih Terim de sadece bir teknik direktör değildir. Onun ötesinde bir figürdür. Bir lider, bir idol, bir halk kahramanı... Düşleri gerçeğe çeviren bir kahraman...Orada bir köy var yakında!..Gündüz Tekin Onay’ın, ‘Orada bir köy var, yakında’ sloganıyla hayata geçirmeye çalıştığı ‘Futbol Köyü/Düş Köyü Projesi’nin ana hatları şöyle:AMAÇ: Tüm aktivitelerde ortak olmak. Köyde yaşamak, kaynaşmak ve paydaş olmak.Müşterek hayallere ortak olmak.Yetenekleri belirlemek ve iyi bir futbol seyircisi olarak elçilik yapmalarını sağlamak.HEDEF KİTLE: Yurdun dört bir yanından, 12-16 yaşları arası 20 kız ve 80 erkek çocuktan oluşan 100 çocuk (Yüzde 50’si doğu kökenli)KULLANIM ALANI: Yaklaşık 15.000 metrekare.A) Futbol sahaları: 60x40= 2400, 40x20= 800, 40x20=800 metrekarelik sentetik alanlar. B) Kapalı alanlar: Çok amaçlı kullanım için, bir adet prefabrik yapı (15x20= 300 metrekare). C) Çadırlar: 1 adet 100 kişilik yemek çadırı, 1 adet 100 kişilik toplantı, eğitim, eğlence, TV çadırı, 20 adet yatmak için 4-5 kişilik çocuklara çadır, 5 adet antrenörler, yöneticiler için 2-3 kişilik çadır, 1 adet sağlık çadırı, 1 adet malzeme çadırı.D) Duş: 8 adet portatif duş kabini (3 bayan, 5 erkek), 10 adet portatif WC.PROGRAMLAR: 30 günlük futbol, antrenman. Yarışmalar, gezi gösteri, müzik, eğitim, konferans vb.
‘’Hisseli harikalar kumpanyası!‘’
Kavga, küfür, tartışma, hakeme itiraz, provokasyon, öfke, centilmenlik, Yılmaz Vural, Hikmet Karaman, sarı - kırmızı kartlar, kaçan goller, son saniye golü, sevinç ve hüzün... Yani hayatın ve futbolun içindekilerin büyük bir bölümü sahnelendi Başkent’te.Tatsız tuzsuz geçen ilk yarının ardından, öyle bir ikinci yarı yaşadık ki, gözümüzü sahadan bir an olsun ayıramadık. İki takım da sadece kazanmayı düşününce, top bir o kaleye, bir bu kaleye gitti, geldi. Bu bölümde ön plana kaleciler çıktı. Özellikle de Cordoba, yediği gole rağmen Antalyaspor’un en iyilerinden biriydi. Kolombiyalı kaleci rakip forvetlerle karşı karşıya kaldığı anlarda zamanlamalı çıkışlarıyla, yerinde müdahaleleriyle ev sahibe ekibe gol fırsatı vermedi. Son saniyelerde yediği golde ise, kendisinin yanısıra ofsayt taktiği uygulayan defansının da hatası vardı. Tabii Agali’nin vuruştaki ustalığını da unutmamak lazım. Ankaragücü’nün dünkü galibiyetinde başrolde yine kaptan Ceyhun vardı. Takımının hemen hemen bütün ataklarını forse etti. Final paslarında biraz daha dikkatli olsa, golü daha önce bulmaları işten bile değildi. Ceyhun böyle oynadığı müddetçe, devre arasında büyük takımların, kapısını mutlaka çalacağını düşünüyorum. Yalnız sinirlerine biraz hakim olması gerekir.İkinci yarıda oynanan futbolun yanısıra, uzun süre unutulmayacak çirkinlikler ve güzelliklere de tanıklık ettik. Ankaragücülü Sedat’ın kırmızı kartı gördükten sonra yerde yatan Antalyalı oyuncunun gırtlağına sarılması, inanılır gibi değildi. Çıkarken, yaptığı taşkınlıklarıyla da futbolcudan çok mahalle kabadayılarını andırıyordu. Keza Antalyalı Levent’in oyundan alındıktan sonra yedek kulübesinde kendisine elini uzatan hocasına yaptığı el kol hareketleri... Bu iki futbolcunun acilen psikiyatra görünmesi, kendilerinin ve yakınlarının menfaatleri icabı.Son söz Yılmaz Vural için: Yenen golden sonra sahaya fırladı. Çaresizce yan hakeme itiraz etti. Görevli kendisini sakinleştirince, gitti yan hakeme sarıldı yanaklarından öptü. Maç sonunda da hakem triosunu tebrik etti. Tribünlerde bizleri hem güldürdü, hem düşündürdü. Allah da onu güldürsün...
‘’Ayın şavkı vurur yazım üstüne...‘’
O, alacakaranlığın şafağı, çölde bir vaha, bataklıkta açan bir çiçek, dağların kardeleni. O, aydınlık geleceğimiz, yarınların Nene Hatun’u, Sabiha Gökçen’i... O, üzerimizdeki karabasan tam bizi boğmak üzereyken, ruhumuza dokunarak bizi kabusumuzdan uyandıran tatlı bir peri. O, Tanrı şefkati, Yunus Emre sevgisi, Mevlana hoşgörüsü, Ata’nın zeki ve ahlaklı kızı.O, Trabzon’un medar-ı iftiharı, Türkiye’nin gururu, onuru. O, Hilal Coşkuner...Hilal kızımız Trabzon’da yaşıyor. Henüz 12’sinde. 24 Şubat İlköğretim Okulu’nda okuyor. Aynı zamanda da atletizm sporuyla ilgileniyor. Geçtiğimiz hafta ilköğretim kurumları arasında düzenlenen kros yarışmalarına katılıyor. Topam 102 sporcunun mücadele verdiği yarışta, rakiplerine büyük fark atıyor. Yarışın son 200 metresine, en yakın rakibinden 50 metre önde giriyor. Tam güle oynaya finiş çizgisini geçmeye hazırlanırken arkasında bir çığılık duyuyor. Dönüyor bakıyor. İkinci sıradaki Cumhuriyet İlköğretim Okulu öğrencisi 14 yaşındaki Sibel Yur’un yerde yattığını görüyor. Birden duruyor. Hiç tereddüt etmeden geri dönüyor, yerde baygın yatan Sibel kıza müdahale ediyor. Ellerinden tutuyor, başını okşuyor, onu ayıltmaya çalışıyor. Daha sonra rakibini kollarına alıyor ve ambulansın gelmesini bekliyor. Doktorlar Sibel kızı Hilal’in kolarından alıp hastaneye götürdüğünde yarış çoktan bitmiş oluyor. Finişi başkaları geçiyor. Hilal ve okulu yarışı kaybediyor. Ama Hilal bu yarışı kaybettiği için hiç üzülmüyor. Bilakis, o esnada dünyanın en mutlu insanı o oluyor. Belki biliyor, belki bilmiyor ama Hilal, kaybederken nasıl kazanılabileceğini tüm Türkiye’ye işte böyle ispatlıyor. İster maç, ister yarış, ister müsabaka... Hangisi olursa olsun, kazanmak için akılalmaz oyunların oynandığı, insanların insanlıktan çıktığı, adileştiği, barbarlaştığı bir ülkeye bu şekilde bir ders veriyor 12 yaşındaki Hilal Coşkuner. Unutun bir an; Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı ve diğerlerini... Dönün sırtınızı, futbol bataklığına, federasyona, kurullarına, hakemlerine, Haluk Ulusoy’a, Hasan Doğan’a, Bakan Şahin’e, fillerin tepişmesine... Dirsek çevirin, çapaçulluğa, zevzekliğe, tribün çetelerine, gazetelerdeki amigolara, televizyonlardaki soytarılara... Vurun tekmeyi, kısır çekişmelere, seviyesizliğe, pespayeliğe, çapsızlığa. Durun bir an, durun; arkanıza alın herşeyi ve bir daha dönüp bakmayın, topluma kin ve nefret tohumu ekenlere, sizi birbirinize kırdıranlara, sizi eksiltenlere...Yönünüzü çevirin, kuzedoğuya, Trabzon’a... Elinizi alnınızın üzerine koyun, kısın gözlerinizi, bakın ufka doğru... Orada, ömrümüze şavkı vuran bir Hilal göreceksiniz; gece gündüz farketmeden hayatımızı aydınlatan, nur yüzüyle size gülen... Ve onu dinleyin, alın vermek istediği mesajı. Hatta hayat düsturu yapın. Bakın o zaman, içiniz nasıl da huzur doluyor. Geleceğe nasıl daha güvenle bakıyorsunuz. Kazanmayı, kaybetmeyi nasıl da hayat-memat meselesi haline getirmiyorsunuz. Kaybettiğiniz değerlere nasıl yeniden kavuşuyorsunuz. Yere diz çöktürülen, yokedilmeye çalışılan bir ulusu, nasıl ayağa kaldırıyorsunuz. Hilal’i baştacı yapın, sesine kulak verin. Kendiniz için, ülkeniz için, yarınlarınız için, çocuklarınız için...Kıraç’ın hayali...Dün okuşumuşsunuzdur, Mesut Konukçu’nun konuğu Kıraç’ın röportajını... Milyonların sevgilisi olan genç şarkıcıyı tanımak için ben de gitmiştim röportaja... İyi ki gitmişim. Şarkıcılığı kadar insanlığı da on numara olan bir sanatçıyla karşılaştım. Fenerbahçeliğinin yanısıra iyi de bir futbolsever olduğunu gördüm Kıraç’ın. Bize bir özleminden söz etti o gün. Aslında yaşı 30’un üzerinde olan tüm futbolseverlerin özlemi, Kıraç’ın dile getirdiği... Dedi ki, “Biz eskiden derbi maçları rakip takımı tutan arkadaşlarımızla birlikte seyrederdik. Tatlı tatlı birbirimize takılırdık. Kin, nefret, düşmanlık yoktu. Neden bu hale geldik. Bir daha gelir mi, gelmez mi bilmiyorum ama, ben o günleri çok özlüyorum. En büyük hayalim, Galatasaraylı, Beşiktaşlı arkadaşlarımla birlikte derbi seyretmek.” Kıraç’ın sözlerini bir kez daha düşünmeliyiz. Kahvehanelerde, meyhanelerde birlikte derbi seyredebiliyoruz da, neden statlarda seyretmeyelim. Buna bir engel mi var? Hangimizin rakip takımdan dostu, arkadaşı yok ki? Birlikte oyun oynuyoruz, eğleniyoruz, içki içiyoruz da, neden aynı tribünleri paylaşmayalım? Bir düşünün.Kıraç’ı seviyorsunuz, şarkılarıyla kendinizden geçiyorsunuz, onun müzikleriyle her akşam televizyon dizilerinin içinde kayboluyorsunuz; o halde onun hayalini de önemseyin, benimseyin. Zeytin dalını bir kuşun getirmesini beklemeyin. O kuş, siz olun!
‘’İstikrar‘’
Oysa Ankaraspor’da da, Gaziantepspor’da da spektaküler oyuncular mevcut. Ev sahibi ekipte Bilal, Jaba, Volkan, konuk takımda da Diawara ve De Nigris’i bu tip futbolcular arasında gösterebiliriz. Ancak ne var ki, tümü yoğun baskı altında yeteneklerini sergileyemediler. Modern futbolun vazgeçilmez unsuru pres, ne yazık ki, güzel oyunun bir numaralı düşmanı haline geldi.Yukarıda ismini saydığımız futbolculardan Bilal’in 59. dakikadaki hareketlenmesi bile gözlerimizin pasını silmeye yetti. Şık hareketlerle Gaziantep ceza sahasına sokulan genç futbolcunun gol vuruşu da, hareketleri gibi şıktı. Büyük takımların neden transfer etmediğini bir türlü anlayamadığım futbolculardan biri de Bilal’dir.Ankaraspor, kadro istikrarını yakalamış ender takımlarımızdan biri. Öyle ki, dün sahaya çıkan 11, üç ay önceki Erciyesspor maçıyla neredeyse aynı. Tek değişiklik Adem’in yerine oynayan Volkan. Hiç kuşku yok ki, bu durum Başkent ekibinin sahadaki istikrarına da yansıyor. Zaten Aykut Kocaman da istikrarıyla tanınan teknik direktörlerimizden biri değil mi? Geçen hafta evinde Bursa’ya kaybeden Gaziantepspor, dün de iyi bir görüntü vermedi. Futbol adına hiç bir şey koyamadılar sahaya. Doğru dürüst gol pozisyonuna bile giremediler. Bir tek Faruk’un direkten dönen frikiği vardı, artı hanelerine yazılabilecek.Tatsız tuzsuz geçen maçta dikkati çeken en önemli unsur, futbolcuların iyi niyeti ve centilmenliğiydi. Gerek birbirlerine, gerekse hakeme karşı oldukça saygılıydılar. Ülkemizde pek de alışık olmadığımız bir görüntüydü. Buna, aslında sahanın en iyisi diyebileceğimiz hakem Aytekin Durmaz da katkı yaptı. Değişik bir hakem profili çizdi. Güleryüzlü, sakin ve futbolcularla iyi diyalog içindeydi. Otoritenin, sadece kartlarla, ceberrut bir suratla sağlanmayacağını gösterdi. Maçın en güzel görüntüsü ise, karşılaşma sonrası futbolcularla, aralarında Melih Gökçek’in de bulunduğu protokol tribünü eşrafının karşılıklı tezahüratlarıydı. Doğrusu, sahalarımızda ender rastlanan bir manzaraydı. Ama hoş bir manzara...
‘’Bir Gençler klasiği!‘’
Tüm yurtta olduğu gibi Ankara’da da yazdan kalma bir hava... Futbol için her şey müsait. Ligin iki dişli takımının müsabakası, ama stat boş. inanın, protokol tribünü, diğer tribünlerden daha kalabalıktı. insan hiç olmazsa futbol hatırına gelir şu maça!Aslında eksik Konyaspor daha iyi başladı maça. Eksik diyorum, çünkü Eder, Yordanov ve Batista gibi üç as futolcusundan yoksundu Yeşil-Beyazlılar. Penaltıya kadar gole daha yakın olan taraftı, konuk takım. Ancak hakemin, bize göre ucuz penaltı kararından sonra oyun disiplininden koptular. Çok adamla Gençler kalesine yüklendiler ve böylece de Mesut Bakkal’ın tuzağına düştüler. Çünkü Gençlerbirliği, Türkiye’nin en iyi kontaratak yapan takımı. Mehmet Nas’ın, yine haksız bir kararla oyundan atılmasından sonra 10 kişi kalmalarına rağmen farka gittiler. Bu farkın oluşmasında, Bakkal’ın yerinde bir kararla oyuna soktuğu Engin’in yanısıra, Mehmet Çakır ve Haminu’nun payları büyüktü. Konyaspor’un yarı sahasında bıraktığı boşlukları çok iyi değerlendirdiler. Çabuk ve ayağa paslarla çok süratli kontratağa çıktılar. Hemen hepsinde kaleci Özden ile karşı karşıya kaldılar ve kolay goller buldular.Maçın en ilginç anı, Konyasporlu Sedat Ağçay’ın sakatlanarak oyundan çıkmasıydı. Bir futbolcu, nasıl cahilce kendini yakar, okullarda ders olarak gösterilecek bir pozisyondu. Maçın henüz başlarında Gençlerli bir futbolcuyla aynı anda topa tekme atınca Sedat bileğinden sakatlandı. Top bir türlü taca çıkmadı. Hatta Konya o yerde yatarken gol bile kaçırdı. Sağlık görevlileri kenara geldiğinde müdahale istemedi. Çünkü ayağa kalkmıştı. Seke seke kenara yürümeye başladı. Tam saha kenarına gelip buz tedavisi uygulayacaktı ki, önüne gelen topa sakat ayağıyla olanca gücüyle vurdu ve forvete uzun pas verdi! Sonra da kenara gelip yığıldı kaldı. Eğer ciddi bir sakatlığı varsa, kendisinden başka suçlu aramamalı, genç futbolcu.Bir paragraf da Okan Koç’a... Türkiye’nin en iyi futbolcusu olacakken, neden dibe vurduğunu dün daha iyi anladık. Fizik yetersizliği, disiplinsizlik, çirkeflik, hakeme itiraz, küstahlık... Bu özellikler bir futbolcuyu rezil etmeye yeter de artar bile. Hakemin hatalarından biri de ona sahada tahammül etmesiydi.
‘’Işık batıdan yükseliyor‘’
Yine diyorum, çünkü son yıllarda içimizi ferahlatan ne kadar örnek davranış varsa, bu kulübümüz tarafından gerçekleştiriliyor. Meduna’yı bilirsiniz; hani sahanın ortasına yığılıp yüreğimizi ağzımıza getirmişti. Geçtiğimiz günlerde talihsiz futbolcuya yaptıkları jestlerle gündeme gelmişti Vestel Manisaspor. Çek oyuncu tedavisi için gittiği ülkesindeyken, kendisine tahsis ettikleri arabayı artık bir daha forma giyemeyeceği bilinmesine rağmen, gelip ilişkisini tamamen kesene kadar evinin önünden almamaları, bütün haklarını kuruşuna kadar ödemeleri, hastalığı sırasında gösterdikleri olağanüstü ilgi vs. Meduna, ülkemizden mutlu ayrılan ender futbolculardan biridir. Bir yabancı futbolcusunu hastalığı nedeniyle böylesine bağrına basan Vestel Manisspor, bir diğer yabancısı Petr Johana’yı ise süresiz kadrodışı bıraktı. Ayrıca 21 bin 300 Euro da para cezasına çaptırdı. Sebebi ise, kırmızı kart gördüğü maçta hakeme karşı centilmenlik dışı harekette bulunması. Bu karar; içinde kaybolduğumuz zifiri karanlığı yırtan bir meşaledir. Bu karar; yolumuzu aydınlatan ilahi bir nurdur. Bu karar; üzerimize çökerek bizi nefes alamaz hale getiren, geceyle gündüzü birbirine karıştırmamıza neden olan kurşuni bulutların arasından bize gülümseyen güneşin aydınlık yüzüdür. Bu karar; karanlığa alışarak körleşmiş gözlerimizi kamaştıran bir ışık huzmesidir. Bu karar; rakibi sahada kovalayıp, yakaladığında tekme tokat girişenleri, şikecileri, bahisçileri, fuhuşçuları cezalarını tamamlar tamamlamaz ‘bizim çocuklar’ diyerek tekrar tekrar milli takıma alarak ödüllendirenlerin yüzünde patlayan bir tokattır. Bu karar; yıllardır bize bir yaşam biçimi olarak dayatılan köylülüğün, kabalığın, hoyratlığın, hırtlığın panzehiridir. Bu karar; ne kadar darbe yersek yiyelim, fair-play ilkesinin ruhumuzun derinliklerinde ilelebet varlığını sürdüreceğinin bir göstergesidir. Bu karar; kazanmanın her şey olmadığının, aslında kaybederken bile kazanılabileceğinin bir ispatıdır. Onlar, Meduna’yı bağırlarına bastılar, Johana’yı fair-play ilkesinden saptığı için cezalandırdılar. Medeniyet treninin lokomotifi oldular. Bize düşen, başta Başkan Haluk Çubukçu olmak üzere Vestel Manisaspor yönetimini, alınan bu kararı, defans oyuncusu sıkıntısı had safhada olmasına rağmen, daha fazla gol yemek pahasına tereddütsüz onaylayan Ersun Yanal’ı bağrımıza basmaktır. Bizim de yapmamız gereken, onları baştacı etmektir. Yavaş yavaş hayatımızdan elini ayağını çeken değerlerimizi yeniden hatırlattıkları için onları sarıp sarmalamalıyız. Pamuklara sarıp korumalıyız. Kristal fanusların içinde saklamalıyız.Vestel Manisaspor, bu sezon şampiyon olur veya olmaz. Ama şimdiden gönüllerin şampiyonu olmayı haketmiştir. Gerçek şampiyonluk da budur. Lekesiz, şaibesiz, tertemiz, pir-u pak...Şık Şık Rafet...Futbolun sadece futbol olduğu yıllardı. Halisane duyguların, alınterinin, emeğin, göz nurunun, yeteneğin tozlu-topraklı sahalarda birbirine karıştığı nadide zamanlardı. Futbolun henüz paranın kiriyle kirlenmediği, amatör ruhun hegemonyasını sürdürdüğü billur dönemlerdi. Her semtin bir toprak sahası vardı. Düştük mü zımpara gibi bacaklarımızı yırtardı, lakin o sahalar bizim düş bahçelerimizdi. Ve düşlerimizin üzerine henüz beton dökülmemiş, üzerine binalar çıkılmamıştı. Korkmazdık; babalarımızın binbir zorlukla aldığı iskarpin ayakkabılarımızı yırtmaktan, terli terli su içmekten, okulu kırmaktan ve azarlanmaktan... Ve hayal etmekten...Top bizim herşeyimizdi. Dikiş yerleri kırçıl kırçıldı, püsküllüydü, ikide bir patlardı, ikide bir içindeki şamreli çıkarıp yama yapardık, sonra geceleri koynumuza sokup birlikte uyurduk meşin yuvarlağımızla... Birlikte düşler kurardık... Kah Metin Oktay olurduk, kah Metin Kurt... Bazen Cemil Turan’dık, bazen Gökmen Özdenak, bazen Osman Arpacıoğlu, bazen de Vedat Okyar. Kalecilik düşü kuranlar ise Yasin Özdenaklı rüyalar görürdü. iki hayatımız vardı; biri yaşadığımız, diğeri de yaşamayı hayal ettiğimiz. iki benliğimiz vardı; biri olduğumuz, diğeri olmak istediğimiz. Özdeşleştiğimiz yıldızlar, bizim için ulaşılması imkansız uzak bir hayal ülkesiydi. Lakin, bir de bize yakın kahramanlarımız vardı. Onlara ulaşabilirdik, bir gün belki onlar gibi olabilirdik de hatta.... Onlar hem idolümüzdü, hem de mahallemizin şık abileriydi. Hafta ortası bizim olan sahalarımız, hafta sonu onların arenasıydı. Bütün hünerlerini orada sergilerlerdi. Onlar amatörlerdi. Onları hayranlıkla izlerdik. Maç bittiği zaman da bir koşuda yanlarına giderdik, ellerinden tutmaya çalışırdık. Başımızı okşadıkları zaman dünyanın en mutlu çocukları olurduk. Benim ve benim jenerasyonumun kahramalarından biri de, doğup büyüdüğüm semt olan Rami’nin en iyi futbolcularından Rafet Aydın’dı. Ona, ‘şık şık Rafet’ derlerdi. Çabukluğundan dolayı bu lakabı takmışlardı. Ufacık, tefecikti. Başdönrücü çalımları, sert şutları, üstün oyun zekası vardı. Özel seyircisi olan futbolculardandı. Onu seyretmek için çevre ilçelerden gelenler olurdu. Onun maçlarının olduğu günlerde Rami Sahası’na erkenden giderdik. Ön sıralardan güzel bir yer kapabilmek için. Ramispor’dan yetişip profesyonel lige giden nadir futbolculardandı. Bolu’da ve Manisa’da oynamıştı. Fubolu bıraktıktan sonra bir müddet antrenörlük de yapmıştı. iyi bir Fenerbahçeli’ydi. Semtte karşılaştığımız bir gün beni bir yazımdan dolayı tebrik ettiğinde yaşadığım gururu anlatamam. Uzun süredir görmüyordum. Meğer hastaymış. Duydum ki, geçtiğimiz hafta aniden gidivermiş bu dünyadan. Sessiz, sedasız. Layık olduğu yıldızların arasına karışmış. Eminim, şimdi de çalımlarıyla gökyüzündeki yıldızların başını döndürüyordur. Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun mahallemizin en şık abisi; şık şık Rafet Abi... Rami ve futbol seni çok özleyecek.