Arama

Popüler aramalar

‘’Kocaman'ın gençleri‘’

Ediz Bahtiyaroğlu, Anıl Taşdemir, Özer Hurmacı, Murat Tosun, Fırat Akkoyun, Serol Demirhan... Bu isimler size neyi çağırıştıyor? Duyan, bilen var mı? Sanmıyorum. Adı sanı bilinmeyen bu altı ismin beşini ilk onbirde, birini ise ikinci yarı sahaya sürmüştü Aykut Kocaman... Ve bu gençler dün, öyle müthiş bir futbol sergiledi ki, Antep'i adeta sürklase ettiler. Sakin, kontrollü ve kendilerinden emindiler. Ayağa çabuk paslarla sahaya çok iyi yayıldılar. 30 derece sıcağa rağmen, enerjileri doksan dakika boyunca bitmedi. Jaba, Wederson, Hakan Arıkan gibi isimleri kulübede oturtan Aykut hoca, dün Türk futboluna armağan edeceği gençleri adeta görücüye çıkardı. Anadolu takımlarının neden yabancı hocalara emanet edilmemesi gerektiğinin en önemli kanıtıdır Aykut Kocaman.Şayet Ankaraspor'da, macera arayan 3. sınıf yabancı bir teknik direktör olsaydı, Mavi-Beyazlılar Süper Lig'e çoktan el sallamış, dünkü gençler de 3.Lig takımlarında kendilerine nafile bir gelecek arıyor olacaklardı. Bu sezon olağanüstü bir lig yaşanıyor. Sakaryaspor dışında, ligde hedefsiz takım yok. Üç takım şampiyonluk, iki takım UEFA Kupası’nı kovalarken, tam 12 takım kümede kalma savaşı veriyor. Dolayısıyla ligimiz, sezon sonuna doğru rahat takım olmadığı için en şaibesiz dönemini yaşıyor! Bu 12 takım içinde kanımca en zayıf halka Gaziantepspor. Güneydoğu ekibinin, fikstürü diğerlerine nazaran daha iyi olmasına rağmen, kadro kalitesizliği, Erdoğan Hoca'nın seçim yanlışları ve takımın bozulan kimyası nedeniyle ligde kalması zor gözüküyor. Sezon başında 300 bin dolara almadık diye aşağıladıkları Zico'nun yerine, takımı stajyer Zenga'ya teslim eden yönetimin eseridir bu durum. Taraftar da zaten gerekli mesajı onlara verdi!

06 Mayıs 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Terim'in ukdesi!‘’

Hayatta herkesin bir düsturu vardır. Kimi yaşamına mana katmaya çalışır, kimi sağlıklı bir hayat sürmenin yollarını arar. Kimi bulunduğu alanda ‘en’ olmak ister, kimi daha tamahkâr bir ömür sürer. Kimi paranın, şöhretin, iktidarın peşindedir, kimi de ideallerinin... Ancak her ne olursa olsun, insanoğlunun ortak arzusu başarmak üzerinedir. Hiç kimse sahaya başarısız olmak için çıkmaz. Bütün enerjisini başarılı olabilmek için sarfeder. Başarmak esastır, ama hakça; arsızlaşmadan, faul yapmadan, çelme takmadan, ayak oyunlarına girmeden... Tabii hayatta herkesin başarması mümkün değildir. Bunun için salt çalışmak ve iyi niyetli olmak yetmez. Akıl ister, zeka ister, bilgi ister, birikim ister, vizyon ister, cesaret ister. Bütün bu faktörlere sahip olanlar hedefledikleri noktaya eninde sonunda ulaşırlar. Lakin, bunu pek azımız gerçekleştirebilir. İşte bunlardan biri de Fatih Terim’dir. Adana’nın tozlu, topraklı yollarından, kerpiç evlerinden çıkıp da yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın da en önemli teknik direktörleri arasına girmek gerçekten de takdire şayan bir durumdur. Sezar’ın hakkı Terim’e!Terim bir de Robert veya Boğaziçi’ni bitirseydi!..Ancak bazı şeyleri elde etmek için zirvede olmak dahi yetmiyor. Sahip olamadığımız bir şeyler, hep bir yerlerde duruyor. Her başarılı insanın içinde ukde olan bir şeyler varlığını sonsuza kadar sürdürüyor. Çünkü şan, şahret, para ve iktidarın elde edemediği değerlerdir bunlar. Geçmişte yapılması gereken ama ihmal ettiğimiz ya da o zamanlar önemsemediğimiz bir olgu, yıllar sonra boğazımızda düğüm, içimizde yara olabiliyor. Elde ettiği başarının görkemine kapılanların önemli bir kısmı içlerindeki ukdeyi dışa vurmak istemiyor. Son nefeslerini verene dek habis bir ur gibi bedenlerinde, ruhlarında taşıyorlar. Başaranların pek azı ise büyük bir samimiyetle “keşke” diyebiliyor. Tıpkı Terim’in, Boğaziçi Üniversitesi ve Robert Koleji Mezunu Sanayici, İşadamı ve Yöneticileri Derneği’nin düzenlediği, “Dünya Futbol Endüstrisi ve Türkiye’nin Konumu” konulu toplantıda itiraf ettiği gibi... UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik ile birlikte toplantıya konuşmacı olarak katılan Fatih Hoca, “Boğaziçi Üniversitesi ya da Robert Koleji gibi bir okulu bitirememek yıllardır içimde uktedir” derken, kamuoyunun bilmediği bir yönünü de ifşaa ediyordu. Aslında bu, aynı zamanda Terim’in yazdığı başarı öyküsünün ne kadar çarpıcı olduğunun da bir göstergesiydi. Zira, Boğaziçi veya Robert’i okuyamaması nedeniyle içi sızlayan Terim, o okullardan mezun olan seçkin bir topluluğa futbol endüstrisi konusunda ders verebiliyordu. Burada asıl üzerinde durulması gereken de buydu, kanımca...Bir itiraf daha: Gori ile takışmamda hatalı bendimOturumda futbol endüstrisinin Türkiye ayağını ve İtalya macerasını anlatan Fatih Hoca’nın itirafı sadece bununla da sınırlı değildi. Fiorentina’dan ayrılışını anlatan Fatih Terim, burada hatanın kendisinde olduğunu şu sözleriyle itiraf ediyordu: “Başkan Cecchi Gori ile takışmam doğru değildi. Sonuçta Gori o kulübün patronu. Ben ise bir çalışanıyım. Onun bir işçisi olarak kendisine kafa tutmam yanlıştı. Belki duruş olarak doğruydu, ama profesyonel iş yaşamında bu tür davranışlar hatalı hareketlerdir. Gori ile kavga ettikten sonra evime gittiğimde hata yaptığımı anladım, ama geriye dönemedim.”Evet, geriye dönememek... Hepimizin hayattaki en büyük yanılgılarımızdan biridir bu... Yaşamımızın kırılma anlarındandır geriye dönememek, özür dileyememek, bağışlanmayı isteyememek. O anlarda gururun dipsiz kuyusuna düşer kayboluruz. Hem kendimiz kayboluruz, hem de geleceğimizi atarız oraya... Terim o olayda geriye dönseydi, patronundan özür dileseydi, belki de şu anda İtalya Şampiyonu ilk ve tek Türk teknik direktörüydü... Neyse...Şenes Erzik’ten de kısaca bahsetmek gerek. Kendisi de Robert Koleji mezunu olan Erzik, ülkemiz futbolunun en önemli sorununun insan kaynaklarındaki yetersizlik olduğunun altını çiziyor ve bugünkü yönetim modelleriyle bu işin yürümeyeceğini, koltukların artık profesyonellere bırakılması gerektiğini söylüyordu. Çok doğru söz. Gelgelelim, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir hayal ülkesi gibi Erzik’in işaret ettiği konu. Kim terk edecek o koltukları? Aziz Yıldırım mı, Özhan Canaydın mı, İlhan Cavcav mı, politikacılar mı, şöhret budalaları mı? Kim bırakacak kim?İlahi Erzik... Arada bir uğrayıver şu ülkeye!

03 Mayıs 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İki yiğit...‘’

Bazı maçlar vardır, insan bir şeyler yazmakta zorlanır. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bursaspor-Gaziantepspor maçı da işte böyle maçlardan biriydi. Hani bir laf vardır ya, ‘iki yiğit çıkmış meydane, ikisi de birbirinden merdane’ misali, dün öyle iki takım izledik ki, neden kümede kalma savaşı verdikleri çok iyi anlaşılıyordu; sahada yaptıkları, bir başka deyişle, yapamadıklarından... Akıllara ziyan ortalar, birbirinden komik paslar, acemice top kaptırmalar, kaleye çekilen cılız şutlar, eli belinde gezen futbolcular... Yani, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Belki kümede kalma mücadelesinin getirdiği stres, belki iki takımın da beraberliği yeterli görmesi, belki de bahar yorgunluğu! Sebep her ne olursa olsun, iki takımın da bu kadar kötü oynamaya hakkı var mı? Yazık o tribünleri dolduran coşkulu taraftara... Bu maçta, ‘şu şöyle oynadı, bu böyle oynadı’ demenin alemi yok. Çünkü kimse bir şey oynamadı. Herkes o kadar kütüydü ki, hani sinemada yılın en kötülerine verilen “Ahududu Ödülleri” vardır ya, o ödülleri sonuna kadar hakettiler! Belli ki, iki takımın da kimyası oldukça bozulmuş! Kümede kalsalar bile önümüzdeki sezon taşların bir hayli yerinden oynayacağını söylemek kehanet sayılmaz.Neyse, lafı fazla uzatmanın alemi yok. Sizi iyisi mi Bursa taraftarının feryatlarıyla baş başa bırakayım:“Bu nasıl futbol, başımda saç kalmadı u...!”“Haftada bir gün iznim var, onu da size kullanıyorum. Çoluğumu çocuğumu bırakıp geliyorum buraya, yazıklar olsun!”“Çıkın sahadan, tribünden sizin kadar oynayacak 11 kişi buluruz!”“Sizi dava edeceğim, bana işkence yapıyorsunuz!”

29 Nisan 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yine bir 23 Nisan, keder doluyor insan!‘’

Ayların en güler yüzlüsüdür, nisan ayı... İçimize baharı üfler, yazın kapıda olduğunu müjdeler. Ağaçlar çiçek açar, göçmen kuşlar geri döner, kelebekler dans eder, bahar yağmurlarıyla duş alır tabiat ana... Rengarenktir doğa. Nisan büyüklerin enerji kaynağıdır; aşk kazanları kaynar, umutlar yeşerir. Çocukların ise her şeyidir nisan ayı. Çocuklar bir başka mutludur, keyiflidir, nisan aylarında. Belki de en çocuksu ay olduğu için öyledir. Yeryüzündeki tek çocuk bayramı da Nisan’dadır. Ve ülkemizdedir. Çocuklarına bayram armağan eden tek dünya ülkesi olmak bizim için ayrı bir övünç kaynağıdır. Her geçen yıl biraz daha gelişen 23 Nisan Çocuk Bayramı, ulusal olmaktan çıkıp, dünya çocuklarının bayramı olmaya son sürat gitmektedir. Her bayram bir neşedir, sevinçtir, coşkudur. Hele bu bayram çocukların bayramıysa... Çocuk sevinçleri, çocuk mutlulukları, çocuk gülüşleri ikiye katlanır, şen şakrak kah kahalar yükselir mavi gökyüzüne doğru... Çocuklar ve ebeveynleri tatlı bir heyecan yaşar her 23 Nisan gününde... Yaşlı gezegenimizde eşi benzeri olmayan bir birlikteliktir bu.Ya bayramı kutlayamayan başka çocuklarımız...Lakin bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Neşenin olduğu yerde keder de bulunur. Mutluluk, hüzünle birlikte girer insan yaşamına. Birileri kahkahalar atarken, birileri de hıçkırıklarla sarsılır. Diyalektik bunu gerektirir. Her şey doğada zıttıyla birlikte varlığını sürdürür. Ülkenin bir yerinde çocuklarımız 23 Nisan’ı coşkuyla kutlarken, bir başka yerinde bayramın ne olduğunu bilmeyen çocuklar yaşar; yoksul, aç, biçare... Başka başka yerlerde de bayrama yetişemeyen çocuklarımız bulunur. Kimi kentin ortasındaki bir çukurda kaybolur, kimi kahrolası bir kazada gider. Kimi sağlık hizmetleri verilmediği için ateşli bir hastalığın üstesinden gelemez, kiminin de bedeni, fakirlik ve yoksulluk nedeniyle yeterince gıda alamadığı için bitap düşer; toprağın kara bağrına... Hepsinden kurtulup hasbelkader yaşama tutunanları ise bekleyen tehlike, sevgisiz bir toplumdur. Sokaklarda, evlerde, okullarda, yurtlarda, spor sahalarında istismar edilen çocuklar 23 Nisan’ı nasıl kutlayabilir acep? Nasıl oluyor da bir millet, hem çocuklarına bayram yapıyor, hem de onları bu kadar istismar ediyor, katlediyor, geleceğini karartıyor. Nasıl oluyor, nasıl?UNICEF’in Türkiye raporu tüyler üpreten cinstenÇocuk ölümlerinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriyiz. Keza, çocuk istismarında, çocuk pornosunda, tacizde, tecavüzde de... Bebeğe tecavüz edilen bir ülke olmanın utancını kara bir leke gibi hala taşıyoruz alnımızda... Kah cehaletten, kah fakirlikten okula gönderilmeyen, kent ve kasaba varoşlarındaki izbe atölyelerde çağdışı koşullarda çalıştırılarak heba edilen yüz binlerce çocuğumuz var. Onların 23 Nisan’ı olur mu, sizce? 23 Nisan’da her çocuk neşelenebilir mi? Çocuklarını sadece bize özgü bir ihmale kurban veren aileler neler hisseder 23 Nisan’da... Nasıl geçer onlar için çocuk haftası? Anlatmak istediklerimi daha somut hale getirmek ve 23 Nisan’ın diğer yüzüne ayna tutmak için Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) hazırladığı Çocuk Yoksulluğunun Önlenmesi Raporu’nun Türkiye bölümüne bir göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Aslında fazla söze gerek yok. Gerçek çok yakıcı... Lütfen yüzleşin:Her 1000 bebekten 37’si 5 yaşından önce ölüyor* 15 yaş altı çocukların yüzde 27.7’si, yani 5.6 milyon çocuk gıda ve gıda dışı yoksulluk içinde yaşıyor. * Kırsal kesimde yaşayan 15 yaş altı çocukların yüzde 40.6’sı yoksullukla karşı karşıya. * 15 yaşın altındaki 4 çocuktan biri oldukça sınırlı bir bütçeyle geçinmek zorunda kalan ailelerin çocukları. Öyle ki bu miktar 2003’te 269 YTL’den bile daha azdı. * 3-6 yaş arası çocuklar arasında okul öncesi eğitim alanların oranı sadece yüzde 16. * 2003 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 12-17 yaş arası çalışan çocuk sayısı 770 bin. * Türkiye Nüfus ve Sağlı Araştırması 2003 verilerine göre ailelerin yüzde 10’u temiz içme suyundan yoksun; 13.5’i sağlık hizmeti alamıyor. * Çocukların yüzde 46’sı tam olarak aşılanmıyor; yüzde 3’üne ise hiç aşı yapılmıyor. • 1000 bebekten 29’u bir yaşını tamamlamadan, 37’si beş yaşından önce hayatını kaybediyor.

25 Nisan 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir münzevinin huzursuz anıları‘’

Bir yol kenarındayım. Duruyorum. Yol nehir gibi. Öylesine bakıyorum önümden akıp giden insan seline. Ellerimi daldırıyorum. Avuçlarıma birkaç nafile hayat takılıyor. Hepsi umutsuz, umarsız. Sonra bırakıyorum onları. Kaderlerine doğru gidiyorlar. Yürüyorum. Kaldırımlar da farksız. Uğultulu bir dere gibi. Asık yüzlü, çatık kaşlı, hayalleri bile ölmüş bir güruh geliyor üzerime. Yarmaya çalışıyorum onları. Başaramıyorum. Kenara çekiliyorum. Onlar da akıp gidiyor önümden. Gümbür gümbür çağlıyorlar. Kuru gürültü! Evime gitmeliyim. Odamın içindeyim. Perdelerim kapalı. Dışarının karanlığı odama sızmasın. Dört dönüyorum, kendi dünyamda. Burada bana çarpan kalabalıklar yok. Bazen oturuyorum, bazen kalkıyorum. Düşünüyorum. Sonra yolculuğa çıkıyorum. Kendi içime doğru. İçim çok derin, çok uzak, çok tenha, çok karmaşık. Labirent gibi. Bazen kayboluyorum. Sonra beni buluyorlar. Tekrar kayboluyorum. Aslında bulmalarını istemiyorum. Bütün çıkışlar kapatılmalı!İç yolculuğum sürüyor. Uzaklardan sesler geliyor. Bu sesler farklı sesler. Ne istediklerini biliyorlar, ne istemediklerini de... Ayaklarının altındaki zeminin sürekli kaymasına isyan ediyorlar. Ülkelerine, Cumhuriyete, Atatürk’e sahip çıkıyorlar. Güzel insanlar. Ama azlar. Daha çok olmalıydılar. Yüzbinlerce değil, milyonlarca... Gözlerim doluyor. Sonra gözlerim birilerini arıyor, onların arasında. Göremiyorum. Yoklar. Oysa ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sivil inisiyatifinin içinde onlar da olmalıydılar. Zira bu ülkenin en büyük sivil toplum örgütleri aslında onlar... Bildiniz kimlerden bahsettiğimi... Evet, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş... Güzide kulüplerimiz. Gözde takımlarımız. Ne düşünürler, ne hissederler acep Atatürk’e, onun Cumhuriyetine yapılan bunca saldırılar karşısında. Bilmem! Aklıma Atatürk’ü sahiplenme konusunda birbirleriyle yaptıkları sidik yarışı geliyor. Acı acı gülüyorum. Sonra o acı bütün bedenimi sarıyor. Bir ülkenin sporcusu, yöneticisi bu kadar duyarsız mı olur? Ya o milyonlarca taraftar... Başkanları için, federasyon için yürüyenler, ülkeleri, Atatürkleri için neden yürümezler? Tribünlerde neden pankart açmazlar, neden slogan atmazlar? Yoksa onlarda mı?..Biraz daha çekiliyorum kendi kabuğuma. Sesler gelmeye devam ediyor. Bu kez çocuk sesleri duyuyorum. Sesten ziyade bir feryat bu. Çığlık çığlığalar. Anlıyorum, ölüyorlar. İçim yanıyor bir kez daha. Ruhum alev alev. Ömrüm yangın yeri. Biliyorum, yine ihmal var işin içinde. O ihmal bu kez direksiyona oturmuş. Ya ona çocukları teslim edenler? Hangisi daha ihmal?.. Çocuklar paramparça, ben paramparça... Birden bir serinlik kaplıyor odamı. Titriyorum. Üşüyorum, çok üşüyorum. Üşümem, bir yaz günü üşümek gibi. Güneş de fayda etmez, bir dost da... Sığınmalıyım, kendi ıssızlığıma. Dalmalıyım içimin derinliklerine. Yine kaybolmalıyım. Başka dünyalar bulmalıyım; çocukların sonsuza kadar çocuk kalmadığı, insanın insana kıymadığı, insanın insana, ülkesine ihanet etmediği, insanın insanlıktan çıkmadığı, insanın insanca yaşadığı...

19 Nisan 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bugün keder ağlarımı ördü!‘’

Bugün kendime bir yalnızlık daha satın aldım... Alıcısı olmayan bölük pörçük hatıraların satıldığı o terkedilmiş bit pazarından. Sarındım yalnızlığıma, üşüyen ruhumu örtsün diye... Kozasının içine hapsolan ölü tırtıllar gibi çekildim kendi ıssızlığıma; tenhalaştım, kederlendim, dertlendim. Önce Dilara düştü aklıma, ardından ihmalin kör çukurlarında heder ettiğimiz öbür çocuklar... Sonra gençleri düşündüm; albayrağa sarılı tahta kutular içinde evlerine teslim edilen... Yüreği kor ateşle dağlanan anneler, babalar, kardeşler, dul eşler, yetim evlatlar geçti gözümün önünden. İnce bir sızı, zehirli bir ok gibi saplandı bağrımın orta yerine. Kederlendim, dertlendim, kahroldum. Ve öfkelendim.Her şeye öfkelendim. Ama en çok size öfkelendim; her gelene kanan, ülkeyi uygar dünyanın dışına sürükleyenleri, yaşam kalitenizi düşürenleri baştacı eden, nasıl uğursuz bir oyunun içine daha çekildiğimizin farkına varmayan, varmak istemeyen sizlere... Ülke, tarihinin en keskin virajına girmişken hiç umurunda olmayan, bilakis müptezel televizyon yarışmalarıyla eğlenen, beşinci sınıf dizilerle avunan, bir futbol müsabakası yüzünden birbirinin gırtlağına basan, hırsız politikacılara, magazin yıldızlarına, kulüp başkanlarına, yöneticilerine, teknik direktörlerine yazarından, aydınından, bilim adamından daha fazla değer veren, biat eden sizlere öfkelendim. Ne oldu size böyle? Bu kadar vurdumduymazlık, bu kadar aymazlık dünyanın neresinde görülmüş? Daha ne kadar afyonlatacaksınız kendinizi? Görmüyor musunuz, çocuklarınızı ellerinizden alıyorlar, geleceğinizi çalıyorlar, hayatınızı ipotek ettiriyorlar. Ne zaman aklınız başınıza gelecek; ne zaman göreceksiniz, nasıl bir kurt kapanı kurulduğunu? Bugün sizi düşünmeye davet ediyorum. Son bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni emperyalizme boğdurmaya çalışanları, Atatürk’ü kalbinizden kazımaya gayret edenleri, ölü çocuklarınıza kelle hesabı yapanları, içimizdeki hainleri, gizli gündemlerle iktidara gelenleri, gerçekleri sizden saklayanları, ordusuyla polisini karşı karşıya getirenleri düşünün bugün. Ve ona göre kendinize bir gelecek tasviri yapın; neye layık olduğunuza karar verin. Aslında bugün size yazacağım spor olayları vardı, ama elim gitmedi. Hakem vurmaya kalkan adamı yazacaktım, her lig sonu ortaya atılan komplo teorilerini yazacaktım, amigolarla birlikte şeref (!) turu atan yöneticileri yazacaktım, geçen yıl takımının şampiyonluğunda en büyük paya sahip olan futbolcusunu bir kırmızı kart nedeniyle hain ilan edenleri yazacaktım, Bülent Korkmaz mucizesini yazacaktım, Süreyya Ayhan ve eşinin Devlet’e kafa tutmasını yazacaktım; olmadı. Daha ciddi meselerle uğraşmamız gerektiğine inandım. Bu ülkenin, kazanılacak bir maçtan ve şampiyonluktan daha önemli sorunları olduğunu dile getirmek istedim. Doğu ve güneydoğumuzun saman balyası gibi için için yandığını ve bu yangının yakın bir gelecekte tüm ülkeyi saracağını hatırlatmayı bir borç bildim kendime. Zira zaman hızla tükeniyor. Ve her geçen gün aleyhimize işliyor. Bugün ülkemize, geleceğimize sahip çıkmayı her şeyin önüne koymalıyız. Bu vatan bize yüzbinlerce şehidin, gazinin emanetidir. Bu kutsal emanete hıyanet etmemeliyiz. Ve şunu hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız:Tarih herşeyi affeder, ihaneti asla...

11 Nisan 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ateşleyiciler!‘’

Skor kimseyi aldatmasın, baştan sona tempolu ve mücadeleli bir karşılaşma izledik, dün Antep’te... Her iki takım oyuncuları da 90 dakika boyunca durmak bilmedi. Ancak, sahanın en hareketli iki ismi, Yılmaz Vural ve Erdoğan Arıca’ydı. Kulübenin önünde bir an susmak bilmediler. Onların hırsı ve kazanma arzusu mu futbolcuları canlı ve diri tuttu bilemem, ama bazen işin dozunu kaçırdıkları da bir gerçek. Bu bir tarz da olabilir, ülkemizde kulübede eli şakağında oturan teknik adamların ruhsuz (!) olarak nitelendirilmesi de... Lakin gerçek olan bir şey var ki, teknik adamların kenarda gösterdikleri aşırı reaksiyon bazen futbolcuları öylesine bir baskı altına alıyor ki, hata yapmaları kaçınılmaz oluyor. Vural ve Arıca, Fatih Terim’le aşina olduğumuz, ateşleyici (!) teknik direktör ekolünün en uç örnekleri... Maç öncesi Murat Akbaş ile birlikte yaptığımız skor tahmini golsüz beraberlikti. Zira iki takım da savunma güvencesini ön planda tutuyor. Defans ile orta saha arasındaki uyum ve yardımlaşma üst düzeyde. Böylesi iki takımın birbirine gol atmasının son derece zor olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Dün sahaya daha iyi yayılan ve oyunun kontrolünü elinde bulunduran takım Antalyaspor’du. 9 maçtır yenilgi yüzü görmeyen Kırmızı-Beyazlı ekip, Türkiye’nin en iyi pas yapan takımlarından biri. Dün de yüksek yüzdeyle oynadılar. Ancak pozisyon üretmede o kadar becerikli değillerdi. Bunda Gaziantep savunmasının ortasında oynayan Bekir ile Afanou’nun, Coşkun ve Ali Zitouni’yi iyi kontrol etmesinin yanısıra kaleci Hasagiç’in zamanında çıkışlarının payı büyüktü. Bir diğer etken de İlyas’ın gününde olmaması, Ali Bilgin’in de Kirita’nın sertliği karşısında oyundan düşmesiydi. Hal böyle olunca konuk takım uzaktan şutlarla skor bulmaya çalıştı. Buna karşın Gaziantep daha net pozisyon bulan taraftı. Ancak onlar da beceriksiz kalınca, oyun 0-0’a kilitlendi. Sahanın en başarılı futbolcusu Volkan’dı. Gaziantep’in sağ kanadını çökerten genç oyuncu, rakip kaleyi en fazla yoklayan isimdi. Bir de hakem Çetin Sarıgül tabii. Hemen hemen hatasız bir maç yönetti.

09 Nisan 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şark yıldızı...‘’

Orhan Çelik...O da hayata 1-0 yenik başlayanlardandı. Elazığ’da yoksul bir ailenin 4 çocuğundan biriydi. Bir apartmanın izbe bir bodrum katında hiç kimsenin fark etmediği varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Günde iki kez kurabildikleri sofralarında bir tas çorbaya altı kişi kaşık sallıyorlardı. Hayat zordu, yaşamak oldukça meşakkatliydi hepsi için. Ama ailenin en büyük çocuğu Orhan Çelik’in pes etmeye niyeti yoktu. Umudunu hiç bir zaman kaybetmemişti. Okuyacaktı, büyüyecekti ve iş güç sahibi olacaktı. Hem kendini hem de ailesini bu perişanlıktan kurtaracaktı. Var gücüyle hayata asılıyordu ki, ikinci büyük darbeyi yiyiverdi. 2000 yılında, henüz daha 8 yaşındayken evin temel direği babasını kaybediverdi ansızın. Bu, o ve kardeşleri için tam bir yıkım olmuştu. Kahve telvesi gibi koyu, karanlık yıllar onları bekliyordu. Annesi ve üç kardeşiyle birlikte kah akrabaların, kah komşuların yardımıyla yoksulluğa direnç gösteriyorlardı. Hiç bir gelirleri ve sosyal güvenceleri yoktu. İşte tam da o zamanlara denk geldi küçük Orhan’ın atletizmle tanışması. Onun yeteneğini keşfeden öğretmeni elinden tuttu, atlet olmasını sağladı. Kısa zamanda arkadaşları arasında sivriliverdi. Katıldığı okullar arası yarışmalarda finişi hep en önde geçerdi. Atletizm yeni bir umut olmuştu onun için. Hayalleri artık bir büyük atlet olarak ülkesine madalyalar kazandırmak üzerineydi. Bu şekilde 14’üne kadar geldi Orhan. Kendini her geçen gün biraz daha geliştiriyordu. Adım adım zirveye tırmanıyordu. Parlak bir gelecek önünde simli bir atlas gibi uzanıyordu. Biliyordu ki, atletizm o ve ailesi için tek kurtuluş yoluydu. Ve o nedenle koşuyor, koşuyor, koşuyordu. Bingöl karayoluna savrulan hayallerTakvim yaprakları 09.07.2006’yı gösteriyordu. Ağrı’da Doğu’nun Yıldızları Pist Yarışları düzenlenmişti. Orhan da kulübü Elazığ İhtisas ile birlikte o yarışa gitti. 200 metrede piste çıktı ve yarışı birincilikle bitirdi. Bir yarıştan daha zaferle çıkmanın gururunu yaşıyordu. Evine dönünce annesi ve kardeşlerine rakiplerini nasıl geçtiğini anlatacaktı. Yarışlar bitti ve kafile bir minibüsle yola koyuldu. Araçta hüzün ve neşe bir aradaydı. Kazananların sevinciyle kaybedenlerin hüznü birbirine karışmıştı. Bu şekilde Bingöl-Karlıova yolu üzerinde Derinçay köyü mevkiine gelmişlerdi ki, birden şoför direksiyon hakimiyetini kaybetti. Minibüs şarampole yuvarlandı. Herkes bir tarafa savruldu. Kazanın bilançosu ağırdı. Şoför ölmüş, 17 sporcu da yaralanmıştı. Çoğu hafif yaralıydı. İçlerinden üçünün durumu ise ağırdı. Bunlardan biri de Orhan Çelik’di. Derhal hastaneye kaldırıldılar. Diğer iki sporcu hayati tehlikeyi kısa sürede atlattı. Orhan’ın ise durumunda bir ilerleme olmadı. Üç gün yoğun bakımda kaldı. Narin bedeni çektiği acılara daha fazla direnemedi ve 12.07.2006 gününün öğle vaktinde hayata gözlerini yumdu. Karanlıkta kayan bir yıldız gibi sonsuz boşluğa düşüverdi Orhan’cık... Acıyla, yoklukla, mücadeleyle geçen kısacık ömrü trajik bir şekilde sona ermiş ve geride perişan vaziyette bir anne ile üç kardeşi bırakmıştı. Orhan Çelik’in annesi ve kardeşleri bugün de yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar. Ne bir gelirleri var, ne de herhangi bir güvenceleri... İstedim ki; bugünlerde bir takım atletlerin kepazelikleriyle gündeme gelen atletizmin bir de bu görmediğimiz, bilmediğimiz arka yüzüne ışık tutayım. Türk atletizminin sadece Süreyyalar, Binnazlar vs.’den ibaret olmadığını anlatmaya çalışayım. Büyük bir vefa örneği gösteren ve Orhan Çelik’in ailesine sahip çıkarak bir yardım kampanyası başlatan, havuza ilk olarak da karınca kararınca kendileri su dolduran Atletizm Federasyonu’nun örnek davranışını gündeme getireyim. Ve sizleri de bu kampanyaya destek olmaya çağırayım. Bir insan bir dünyadır. Bir insan yarat, bir dünya kur. Orada, Elazığ’da sizlerin desteğine, yardımına muhtaç üç küçük kardeş ve yüreği yaralı bir ana var. Onlara el atın, yeni dünyalar kurun. Dünyalar da sizin olsun...NOT: Aileye yardım etmek isteyenler şu hesaba para yatırabilir: Türkiye Vaıkflar BankasıGSGM Büro Hesabı Şube Kodu: 484 Hesap No: 001587286179894İsmail Arslan...Bu portre de atletizmden... 100 metreci. Milli sporcu. Adı, geçtiğimiz ay Yunanistan’ın başkenti Atina’da yapılan Balkan Salon Atletizm Şampiyonası öncesi yaşanan alkol skandalıyla gündeme geldi. Havalimanında ortadan kaybolan iki sporcudan biriydi. Sonradan öğreniyoruz ki, kaybolan sporcu sayısı üçmüş! Ancak içlerinden sadece biri alkollü gelmiş, kafilenin bulunduğu otele. Biz İsmail Arslan’ın da alkollü olduğunu yazmıştık. Yanılmışız! Çünkü, Ceza Kurulu’na sevk edilen sporcular arasında adı yok! Kafile başkanı zaten hiç bir şey görmemiş! Ceza Kurulu’na sevk edilen Metin Durmuşoğlu için de kafiledeki bir başka yöneticinin raporu üzerine işlem yapılmış. Bu durumda bize de İsmail Arslan’dan bir özür dilemek düşer! Her ne kadar sicili oldukça kabarık olsa da...Tel: 0.212.505 68 32, Faks: 0.212.505 65 23E-mail: hturhan@#fanatik.com.tr

05 Nisan 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI