‘’Maskeli balo‘’
Karşılıksız aşklarımdan birinin hayatımı tarumar ettiği zamanlardan bir zamandı. Puslu bir günün gecesine zar zor yetişmiştim. Ağu gibi bir acı, bağrıma kırık bir bıçak gibi saplanmıştı. Paramparça ruhuma paramparça bir sonbahar girmişti. Koyu laciverdi bir gecenin sessizliğinde kaybolmaya yüz tutmuştum. Issız bir parkın en ücra köşesindeki yalnız ve mahzun bir çınarın dibinde oturuyordum..Terkedilmiş aşıklar gibi kimsesiz ve boynu bükük duran ulu çınar bu dünyadaki son sığınağımdı. İki yalnızın muhteşem buluşması gibiydi, birlikteliğimiz... Gece ıslak bir yorgan gibi üstüme çökmüştü. Gün boyu aldığım ve gecenin o kör vaktine kadar almaya devam ettiğim alkolün de etkisiyle hayatla ölüm arasında savrulup gidiyordum. Umarsız bir hastalık gibi sık sık nükseden ve ömrümü viran eyleyen umutsuz sevdalarımla hep baş etmiştim; ama bu kez yenilmek üzereydim. Beni bağrına basan ve en az benim kadar yaralı olan o yaşlı çınarın kollarında ebedi sükünete uzanmak istiyordum.Dostluğun gerçek adı: Eyüp CeylanBir an, ‘beni bu gereksiz hayata bağlayacak ne olabilir’ diye düşündüm. Ne, kim ya da kimler?.. Ailem geçti gözümün önünden, sonra dostlarım... O anda bir dosta şiddetle ihtiyacım olduğunu hissetim. Ama nereden bulacaktım? Alacakaranlığa az bir zaman kalmıştı. Hangi dostum derin uykusundan uyanıp yanıma gelecekti? Asırlık çınara sığınmıştım, fakat o dilsizdi. Konuşamıyordu, dokunamıyordu. Bir dost lazımdı; konuşacak, paylaşacak, dokunacak, göz yaşlarıma ortak olacak, acımı acısı belleyecek. Ve böyle bir dostum vardı benim. Mesleği kundurucalıktı, ama o bir şairdi. Adı Eyüp Ceylan’dı. Lakin zamanı mıydı? Acaba onun da ‘gecenin bu vakti’ diyerek beni reddetme ihtimali var mıydı? Bilemiyordum. Ve böyle bir ihtimale nasıl katlanırdım, onu da bilemiyordum. Titreyerek çevirdim telefonu. Karşımdaki sesin ağzından dökülen ilk kelime, ‘neredesin’ oldu. Ona yerimi söyledim. Hiç bir şey sormadan ‘Hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapattı. 10 dakika sonra motosikletiyle yanımdaydı. Sabaha kadar dertleştik. Biraz aşktan söz ettik, biraz hayattan, biraz da ölümden... En çok da karşılıksız aşkları konuştuk. Birlikte ağladık, birlikte sızladık. Sabah olup ayrıldığımızda, aslında böyle bir dosta sahip olduğum için ne kadar şanslı biri olduğumu düşündüm. Hayatın onlar için yaşamaya değer olduğunu farkettim. Ve o gece anladım ki, dostluk, ‘neden’ diye sormamakmış; kayıtsız şartsız inanmakmış, güvenmekmiş; ihtiyaç hissedildiğinde yanında bitivermekmiş; hiç bir çıkar, hiç bir menfaat gütmemekmiş; almadan vermekmiş; sevginin en katıksız, en saf haliymiş. Eyüp Ceylan’ın okyanus gibi yüreğinde bir su damlası olabilmek, bu hayatın bana verdiği en büyük nimetlerdendir. Böyle bir dost Tanrı’nın lütfudur.Herkesin gardorabı maskelerle dolu...Bilmem ki, sizin de var mı böyle dostlarınız? Olabilir, ama ben sayılarının her geçen gün azaldığını hissediyorum, görüyorum, biliyorum. Gerçek olan şu ki, dostluk ülkemizde en fazla içi boşaltılan kavramlardan biri. Bütün değerlerimiz hızla deforme ediliyor; ancak birincilik kesinlikle ‘dostluk’ kavramına verilmelidir. Mekanik, yapay, karşılıklı çıkara dayalı, samimiyetsiz, ikiyüzlü ilişkiler, bir ağac kurdu gibi toplumu için için kemiriyor. Herkesin gardorabı maske dolu. Sabah evden çıkarken hangisini takacağımız, günü kiminle geçireceğimize bağlı. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran maskeli bir balonun figüranlarıyız sanki. Kimin, kim olduğu belli değil. Dost diye tuttuğumuz el, bir gün geliyor, katilimiz olabiliyor. Sırtımıza hançeri sokabiliyor. Dost o kadar kolay harcanıyor ki, insan neye, kime güveneceğini, kendini nasıl güvende hissedeceğini bilemiyor. Bu öyle korkunç bir virüs ki, sızdığı topluma bir daha aman vermiyor. Hızla yayılıyor, herkesi etkisi altına alıyor. Öyle ki, bir kaç kez harcanan, zamanla harcayana dönüşüyor. Yürekler katılaşıyor, sevgi ve merhametin yerini, bencillik ile ihtiras alıyor. Şiddete meyilli, sevgisiz, gözü dönmüş, bir hiç için insan öldüren yeni nesillerin harcı da böyle karılıyor. İşte budur bizi yıkacak olan: İyiliği, merhameti, sevgiyi, saygıyı, dostluğu, dayanışmayı, paylaşmayı hayatımızdan çıkarmamız...Bu yazıyı, dostluk duygusunu baki kılanlara adıyor ve sevgili dostum Eyüp Ceylan’ı kendisinin ‘Yerçekimli Karanfil’ başlıklı şiirinin son iki dizesi ile selamlıyorum: ”Benim dostum yerçekimli bir karanfildir.Çat-kapı karşınızda bulursunuz!..”
‘’Seçim meydanı!‘’
Türkiye her ne kadar uluslararası arenada sportif başarıda istenilen düzeyde olmasa da, organizasyon konusunda her zaman üzerine düşeni yerine getirmiş bir ülkedir. Ülkemizde düzenlenen uluslararası organizasyonlarda sürekli tam puan almayı başarmışızdır. Zaman zaman çıkan aksaklıkları da pratik zekamızla gidermiş ve gelen konukların ülkemizden memnun ayrılmasına neden olmuşuzdur. Ancak gelgelelim, Antalya Dilek Sabancı Spor Salonu’nda 6 ülkenin katılımıyla yapılan ve iki gün süren Grekoromen Güreş Dünya Kupası’ndaki başıboşluk bu konudaki şanımıza yakışmayacak cinstendi. İnsanlar müsabakaların yapıldığı minderlerin kenarında elini kolunu sallaya sallaya geziyordu. Kimin ne olduğu belli değildi. Ortada ne bir görevli, ne de güvenlik önlemi vardı. Sık sık arızalanan skorboardlar, sporcu ve antrenörlerin itirazlarına neden oldu.Federasyon var mı yok mu belli değilGazetecilerin çalışacağı bir basın odasının olmayışı, internet bağlantısının bulunmaması konuk basın mensuplarını zor durumda bıraktı. ‘Bu nasıl uluslararası organizasyon’ dedirten Dünya Kupası’nda yaşanan bu aksaklıklarda hiç kuşkusuz 15 gün sonra görevi bırakacak olan Güreş Federasyonu’nun mevcut yönetiminin ipe un sermesinin önemli rolü vardı. Tabii güreşte seçim atmosferine girilmesinin organizasyona bir diğer yansıması da, şampiyonanın kulis merkezine dönüşmesiydi. Dört başkan adayı Osman Aşkın Bak, Mustafa Yener, Oktay Aktaş ve Yusuf Yoldaş şampiyonayı kulis için iyi bir fırsat olarak görmüş ve yoğun bir çalışma içine girmişti. Minderdeki müsabakalar kimsenin umurunda değildi. Herkes 15 gün sonra yeni başkanın kim olacağını konuşuyordu. Aslında geçen yılın harika ekibi Grekoromen Güreş Milli Takımı’nın ilk gün aldığı yenilgi nedeniyle ünvanını kaybetmesini ve şampiyonayı üçüncü sırada tamamlamasını bu çerçevede değerlendirmekte fayda var. Ortada bir başarısızlık varsa, bunda en az suçlu olanlar sporcular ile teknik heyettir. Gerçek suçlular ise köşebaşlarında yeni tezgahlar hazırlamakla meşguldüler!
‘’Cennet işte onların ayaklarının altında‘’
Ve sevgi gerçekte nedir? İçimizde varolan yüce bir duygu mu, basit bir alışveriş mi? Ya da almadan vermek mi? Eğer sevgi basit bir alışveriş ise, o zaman insanlar neden karşılıksız sevmeye devam ediyor? Ve niçin bu uğurda hayatlarından bile vazgeçebiliyorlar? Sevdiğimiz, karşımızdaki midir, yoksa beklentilerimiz midir? Veya karşımızdakinde gördüğümüz kendimiz midir? Belki bütün bunların ve hakkında binlerce sayfa yazılacak çeşitlemelerin tümüdür sevgi... Ama gerçek olan bir şey var ki; sevginin en saf, en yalın, en ölümsüz halidir; anne sevgisi... Doğada hiç bir şey o sevginin yerini alamaz. İşte bugün size böylesi iki anneden söz etmek istiyorum. Fakat onları başka annelerden ayıran bir özellikleri var: Hem çocuklarına annelik yapıyorlar, hem de eşlerine... Birinin adı Şükran Balkanlı, diğerinin ise Adalet Gökçek... İkisi de futbolcu eşi; Şükran Hanım Sedat Balkanlı’nın, Adalet Hanım da İsmail Gökçek’in...Şükran ve Adalet Hanım’ın sevgisiBir rüya gibi başlamış onlar için de her şey. Yeşil sahalarda filizlenen aşkları evliliğe dönüştüğünde, tarifsiz bir mutluluğun kapılarını aralamışlar. Arka arkaya gelen çocukları, yeni yuvalarına birer cemre gibi düşmüş; haneye ılık, tatlı, rengarenk bir bahar getirmiş. Lakin, toz pembe günler fazla sürmemiş. Biricik eşleri Sedat Bey ile İsmail Bey’in bir gün aniden rahatsızlanmasıyla yattıkları rüya kabusa dönmüş. Eşlerinin, tıbbın henüz çare bulamadığı ALS (Amiyotik Lateral Skleroz) isimli bir beyin hastalığına yakalanmasıyla hayatları alt üst olmuş. Beyindeki vücut kaslarını kontrol eden mekanizmanın iflas etmesi olarak bilinen bu umarsız hastalık, Sedat Balkanlı’yı ve İsmail Gökçek’i gün be gün eritmiş, bitirmiş ve yatağa mahküm etmiş. Bedenlerindeki tüm kasları devre dışı kalan iki talihsiz adamdan Sedat Balkanlı sadece göz kapaklarını, İsmail Gökçek de tek parmağını çalıştırabiliyor. Her ikisi de, saksının içindeki bir bitki gibi yaşamalarına rağmen, hastalığa direnç gösteriyor, bir gün tıbbın çare bulabileceği umudunu her daim muhafaza ediyorlar. Onları hayata bağlayan da bu yaşattıkları umutları oluyor. Ancak... Kolay mı buna tek başına karşı koyabilmek? Tek başına direnebilmek, tek başına hayata asılmak, içindeki umudu canlı tutmak... Elbette hayır.Kocalarının hem eşi, hem de anneleri...Sedat Balkanlı ile İsmail Gökçek yine de bu konuda şanslı sayılırlar. Zira Şükran Hanım ile Adalet Hanım gibi eşleri var yanıbaşlarında... Onların hem eşi, hem annesi; hem gözü, hem kulağı; hem eli, hem dili; kısacası herşeyleri... Biricik eşlerine bir anne gibi sevgi ve şefkat gösteriyorlar. Küçük bir çocuğun bakımından daha zor olan bakımlarını üstleniyorlar. Bir kartona dizdikleri harfler sayesinde dünyayla iletişim kurmalarını sağlıyorlar. Onlara destek veriyorlar, umut aşılıyorlar. Üstelik bu iki fedakar kadın, Sedat ile İsmail gibi bu hastalığın pençesine düşmüş olan başka hastalara ve ailelerine yol göstermek, dayanışmak, birlikte mücadele etmek için kurdukları ALS Derneği’ni de çekip çeviriyorlar. İnsan Şükran Hanım ile Adalet Hanım’ı tanıyınca anlıyor ki, cenneti annelerin ayaklarının altına seren, yüreklerinde taşıdıkları o muhteşem, o devasa sevgidir. Kendilerini, Can Yücel’in insanın ruhuna işleyen “Her Şey Sende Gizli” şiirinin bir kaç dizesiyle selamlıyorum: Sevdiklerin kadar iyisin/Nefret ettiklerin kadar kötü/Ne renk olursa olsun kaşın gözün/Karşındakinin gördüğüdür rengin/Yaşadıklarını kar sayma/Yaşadığın kadar yakınsın sonuna/Ne kadar yaşarsan yaşa/Sevdiğin kadardır ömrün/Gülebildiğin kadar mutlusun/Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin/Sakın bitti sanma her şeyi/Sevdiğin kadar sevileceksin/Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer/Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
‘’Kazanma arzusu‘’
Arka arkaya alınan galibiyetler de Sivaslılar’ın takımlarına olan tutkularını maksimum düzeye çıkarmış. Sivaslı futbolla yatıyor, futbolla kalkıyor. İnsanın içine işleyen şubat soğuğu bile Sivasspor tutkunlarının ateşini düşürmeye yetmemiş. 4 Eylül Stadı’nda öyle bir atmosfer yaratmışlar ki, futboldan hiç anlamayan biri bile sahaya çıkıp oynama isteği duyabilir! Bilirsiniz, futbolda bir taraftar klasiği vardır. Her maç öncesi ev sahibi takım taraftarları futbolcuları tek tek tribüne çağırır ve sevgi gösterilerinde bulunur. Önce takımın yıldızını çağırırlar, ardından da diğerlerini... Ancak bu teamül Sivas’ta farklı işliyor. Dün Sivassporlular’ın tribüne çağırdığı ilk isim başkan Mecnun Odyakmaz’dı. Belli ki takımın en önemli oyuncusu o! Ligin ikinci yarısının iki flaş takımının karşılaşmasına büyük beklentilerle gelenler, stattan hayal kırıklığı ile ayrıldılar. Özellikle de ilk yarıdaki futbol vasata bile ulaşamadı. Berbat bir zeminde berbat bir 45 dakika izledik. Gecenin ayazını yiyen çimler buz tutunca futbolcular ayakta kalmakta zorlandı. Maçın ikinci yarısında ise iki takımda da kazanma arzusu üst düzeydeydi. Bu durum, maçta temponun yükselmesine neden oldu. Pozisyon zenginliği yoktu ama sahada kora kor bir mücadele vardı. Antalyaspor savunmasıyla ön plana çıkarken, risk alan Sivasspor kalesinde büyük tehlikeler yaşadı. Bunlardan birinde de golü yiyince oyun disiplininden koptular, gelişigüzel ataklar yaptılar. Bu atakları da sağlam Antalya defansı savuşturmakta zorlanmadı. Konuk takımda golü atan Volkan ile savunmanın ortasındaki Dhewicki ile Bieniuk hatasız oynadılar. Ev sahibi ekipte ise Mehmet Yıldız’a takım arkadaşları ayak uyduramadı. Kırmızı-Beyazlı takımın en önemli gol silahı Balili de dar alana sıkışıp, pozisyona giremeyince ev sahibi ekibin golü bulması tesadüflere kaldı. Sivas seyircisinin maç sonu yenilgiyi olgunlukla karşılaması, Bülent Uygun’un da rakip futbolcuları ve hakemleri sahanın içine girerek tebrik etmesi günün en güzel görüntüleriydi. Umarım bu hep böyle devam eder.
‘’Eli öpülecek adam‘’
Hayat bize sunulan bir nimetse; hayatın da bize sunduğu bir takım nimetler vardır. Hiç kuşkusuz en önemlisi sağlıklı bir yaşamdır. Beden ve ruh sağlımızı son nefesimize kadar koruyabilmektir, en büyük nimet. Bununla birlikte hayat, bazı insanlara diğerlerinden daha cömert davranır. Güç verir, iktidar yapar, para ve mal mülkle donatır, göz açıp kapayıncaya kadar geçen ömürleri... Daha müreffeh bir hayat yaşarlar diğer dünyalılara göre... Ama çoğunun bunun kıymetini bildiği söylenemez. Sahip oldukları gücün, iktidarın, zenginliğin esiri olurlar. Sahip oldukları, zamanla kendilerine sahip olduğu için hayatı bir efendi-köle ilişkisi şeklinde yaşarlar. Son kez dünyaya baktıklarında, ne kadar manasız bir ömür geçirdiklerini farkederler; ama iş işten geçmiştir artık. Kendilerine sunulan hayata; o hayatın sunduğu nimetlere ihanet etmiş olmanın pişmanlığıdır, son nefeslerinde yaşadıkları... Ve o dönüşü olmayan yolculuklarına çıktıklarında, hayata karşı borçlu kalmışlardır.Hayata karşı borcunu ödeyenlerAma bazı insanlar da vardır ki, alacak-verecek hesabını bu dünyada kapatırlar. Hatta alacaklı gittikleri dahi söylenebilir. Sahip olduklarının, yalnızca kendilerine ait olmadığı düşüncesiyle yaşarlar hayatı. İnsanlığın ortak hizmetine sunarlar sahip oldukları zenginlikleri. İhtiyacı olanlar kullansın diye maddi-manevi tüm varlıklarını seferber ederler. Çevrelerine ışık saçarlar. Nur yağdırırlar ait oldukları toplumun üzerine... Kendilerine bahşedilen hayatın hakkını tam manasıyla verirler. Yeryüzüne bunca kötülük yapan insanoğlu, belki de onların yüzü suyu hürmetine hala ayakta kalabilmeyi başarıyor. İşte onlardan biri de Gazanfer Bilge’dir.Karamürsel’de eğitim yuvasıGazanfer Bilge’yi Türkiye, olimpiyat şampiyonu ve şehirlerarası taşımacılık şirketi sahibi olarak tanır. Ama o bütün bunların ötesinde bir figürdür. Olimpiyat şampiyonluğu ona onur vermiştir, gurur katmıştır, ticari zekası da maddi zenginlik... Ama o sahip olduklarının esiri olmamış; bilakis ‘bu ülke bana bu zenginlikleri verdiyse, ben de bu ülkeye giderayak aldıklarımı geri ödemeliyim’ şiarıyla hareket ederek doğup büyüdüğü Kocaeli’nin Karamürsel İlçesi’ni adeta ihya etmiş. Karamürsel’in Dereköy beldesinde kendi adını taşıyan bir mahalle kuran Bilge’nin, 85 dönümlük deniz manzaralı arazisine bugüne kadar yaptıklarını bir sıralayalım: 560 kişilik öğrenci yurdu, işitme engelliler okulu, çocuk yurdu, sağlık ocağı, ilköğretim okulu, stadyum ve spor tesisleri, el sanatları kursu, bilgisayar laboratuvarı, belediye binası, camii, içme suyu tesisi ve burs alan yüzlerce öğrenci...Şampiyonluk; hayatın her alanında82 yıllık ömrünü insanlığa hizmete adayan Gazanfer Bilge’nin son eseri ise, 5 bin öğrencinin eğitim göreceği bir üniversite. Üniversitede; beden eğitimi, su ürünleri, işletme, maliye, halkla ilişkiler, büro yönetimi, muhasebe ve turizm gibi bölümlerde eğitim görecek öğrenciler. Bilge Adam, okulu yapmakla kalmamış, her türlü donanımını da sağlamış. Önümüzdeki haftalarda açılması planlanıyor. Açılış için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bekleniyor. Gelecek yıl da tam teşekküllü olarak hizmete girecek. Eli öpülesi Gazanfer Amca’nın planları yalnızca bununla da sınırlı değil. Orayı bir çok dalda eğitim verecek büyük bir kampüs haline getirmeyi hedefliyor. Şampiyonluklar yalnızca sahalarda, salonlarda kazanılmıyor. Sadece oralarda kazananlar, zaten oralarda bırakıyor şampiyonluklarını... Gerçek şampiyonluk, hayatın her alanında kazanılan şampiyonluktur. Ve onlar sonsuza kadar şampiyon olarak anılacaktır... Tıpkı Bilge Adam, Gazanfer Bilge gibi... Tanrı ona daha nice ömürler bahşetsin, onu başımızdan eksik etmesin...
‘’Üvey evlat!‘’
Evet, Ankara’da üvey evlat muamelesi gören bir kulüp var: Gençlerbirliği. Ankaraspor’un arkasında Belediye, Ankaragücü’nün arkasında 19 Mayıs Stadı’nı her maç doldurabilecek sayıda taraftarı var. Gelgelelim, Gençlerbirliği’nin bir Allah’ı, bir de İlhan Cavcav’ı var!Öyle ki kendi sahalarında bile deplasman takımı durumuna düşebiliyorlar. Rakip takım taraftarı, Gençlerbirliği taraftarından iki misli olabiliyor. Hatta, Ankaragücü yandaşları bile rakip taraftarlarla birlikte Gençlerbirliği aleyhine tezahürat yapabiliyor. Tıpkı dün kardeş ilan ettikleri Bursasporlular ile birlikte konuk takımı destekledikleri gibi.Denk kuvetteki takımların hemen hemen bütün maçlarında iki farklı devre izlenir. İlk yarı genellikle tatsız tutsuz, ikinci yarı ise yapılan değişiklikler ve bazı futbolcuların fizik kondisyonlarının düşmesi sonucu daha zevkli ve bol pozisyonlu geçer. Dün bunun tam tersi oldu. İlk yarı kora kor bir mücadele ve iki takımın da girdiği pozisyonlarla birlikte kaçan goller vardı. Gençlerbirliği daha iyi olan taraftı. Sahanın en iyisi olarak dikkati çeken Engin Baytar’a, hayalet gibi dolaşan Isaac ile belirgin bir form düşüklüğü içinde görülen Mehmet Çakır’ın ayak uyduramaması, ev sahibi ekibin tek farklı skorda kalmasına neden oldu. Gençler’in iyi futbolunda, başta rekor sayıda top çalan Mehmet Nas olmak üzere orta alanın çalışkanlığının etkisi büyüktü.Konuk Bursaspor ise ligin ilk yarısındaki görüntüsünden uzaktı. Zaten Kupa’da lig sonuncusu Erciyes’e elenmelerinin yanısıra ikinci yarıda üç maçta aldıkları iki beraberlik, bir yenilgi, bunun en açık göstergesi. Gol umutları Sinan Kaloğlu, Tuna karşısında bir varlık gösteremezken, Burak’ın varlığı ile yokluğu belli değildi. Konuk takımda ayakta kalan oyuncular Egemen ile Veli’ydi. Benim anlayamadığım, Engin İpekoğlu’nun Pancu gibi bir oyuncu kulübede otururken, maçı neden tek değişiklik ile tamamladığıydı. Bursaspor’un en iyisi kim diye soracak olursanız; 12. adamıydı, diye cevap veririm. Yaklaşık bin kişilik taraftar grubunun maç boyu verdiği destek ve yaptıkları şov görülmeye değerdi.
‘’Maestro‘’
Özellikle de futbolda... Lakin bunu hakedenler de çıkmıyor değil futbol dünyasında. Maradona, Platini, Hagi en bilinen örnekleri. Ülkemizde de dünyadaki örnekleri kadar yetenekli olmasa da, zaman zaman bu formatta oyuncular çıkıyor elbette... Artık son demlerini yaşayan Sergen ile en parlak sezonlarından birini geçiren Ceyhun’u sayabiliriz. Dünkü Ankaragücü-Kayserispor maçında maestro olma yolunda hızla ilerleyen bir oyuncuyla daha tanıştık: Mehmet Topuz.Üç Büyükler’i peşinden koşturan genç futbolcu, Ankara deplasmanında takımını gerçekten çok iyi yönetti. Sağ kanatta oynamasına rağmen sık sık içe katetti, adam eksiltti, zamanlamalı paslarla forvet oyuncularını pozisyonlara soktu, serbest vuruşlarda tehlikeli ortalar yaptı ve maçın temposunu da istediği gibi ayarladı. Mehmet Topuz’un futboluna Gökhan Ünal ile Özgürcan’ın uyumlu birlikteliği de eşlik edince, Kayserispor zor gözüken maçı hiç de ummadığı bir skorla tamamladı. Aslında Sarı-Kırmızılılar, takım olarak dün çok iyiydiler. Görevini yapmayan oyuncu hemen hemen yoktu. Yüksek bir konsantrasyon ve takım disiplini içinde oynadılar. Hal böyle olunca da kaliteli ayaklarıyla Ankaragücü’ne bariz bir üstünlük sağladılar.Ankaragücü ise kelimenin tam anlamıyla tel tel döküldü. Trabzon’a giden Ceyhun ile cezalı Emre’yi çok aradılar. Defans ve kaleci faciaydı. Arka arkaya yedikleri gollerden sonra oyun disiplininden koptular. Şuursuz bir baskı kurdular. Hikmet Karaman’ın erken hamlesi de işe yaramadı. Maçın sonlarına doğru futbolcular kontrollerini iyice kaybedince kırmızı kartlar gecikmedi. Takımın en kötüsü Sedat Bayrak, çirkeflikte yine baş roldeydi. Hakemler bu oyuncuya nasıl tahammül ediyor, anlaşılır gibi değil. Yeni bir Alpay yetişiyor... Fatih Hoca’nın dikkatine!
‘’Arka Bahçe‘’
Sarışın çipil gözlü çocuk...Hayatın siyah-beyaz aktığı yıllardan bir yıldı. Güneşin altın sarısı ışıklarının saçlarımızı yaladığı güler yüzlü bir bahar mevsimine henüz yeni ‘merhaba’ demiştik. İçimize doğan her baharda olduğu gibi, o baharda da kıpır kıpırdık. Aşkın, arzuların, umutların depreştiği bir nisan sabahıydı. Çalıştığım şirkete gittiğimde yakın mesai arkadaşım, dostum Turgut Palaz’ın yüzünden düşenin bin parça olduğunu gördüm. Ne olduğunu sorduğumda, kardeşinin hasta olduğunu, hastaneye yatırdıklarını söyledi. Her zaman neşeli görmeye alışkın olduğum dostumun yüzü o gün hiç gülmedi. Kasvetli bir günün ardından akşama birlikte hastaneye gittik. Dostumun kardeşi 13 yaşındaydı. Adı Turgay’dı. Odasına girdiğimizde yattığı yerden derhal doğruldu. Gülen gözleriyle bizi karşıladı. Sarışın, çipil gözlü, güzel bir çocuktu. Hiç de hasta gibi durmuyordu. Yüzünde hayat vardı. Hoş sohbetti, neşeliydi. Bizimle bir büyük gibi konuşuyordu. Biraz okuldan söz ettik, biraz kızlardan, biraz da futboldan... Amatör bir kulübün genç takımında futbol oynuyordu. O Beşiktaş’ı tutuyordu, ben Galatasaraylı’ydım. Öylesine kaynaşmıştık ki, sanki kırk yıllık ahbaptık. Ben onun ‘Hamit ağabeyi’ olmuştum, o da benim kardeşlerimden bir kardeş... Yanında ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Ama o loş hastane odasında ömrümün en güzel birkaç saatini yaşadığımı anlamak için fazla beklemeyecektim. Hastalığına henüz teşhis konmamıştı, fakat biz orada sözleşiverdik; çıkınca ilk Beşiktaş-Galatasaray maçını birlikte seyredecektik. Ona formasını ben alacaktım. Birbirimize el salladık ve yanından ayrıldım. Ertesi günü Turgut işe gelmedi. O zaman cep telefonu da yoktu ki, arayıp nedenini soraydım. Merak ettim ve akşam tekrar hastaneye gittim. Turgut ve ailesi bir duvarın kenarına çökmüş kalmışlardı. Kötü bir şeyler olduğu ortadaydı. Yanlarına gittim. Hepsi ağlıyordu. Turgay’ın hastalığına teşhis konmuştu. Lösemiydi genç dostum. Birden gökkubbe tepeme çöktü. Dev bir mengenenin başımı sıktığını sandım. Beynimin içi karıncalanıyor gibiydi. Birkaç dakikalık şoktan sonra kendime geldim. Turgay’ın yanına gittim. Odasını değiştirmişlerdi. Yanında fazla kalamadım. Konuşamıyorduk, gülüşemiyorduk.Robyy Clamens’in en uzun koşusu...O gün karar verdik. Turgay’la birlikte biz de bu kahrolası illetle mücadele edecektik. Bir grup arkadaş yollara döküldük. Yardım kampanyaları açmaya çalıştık. Hayır kuruluşlarına, şirketlere, sendikalara gittik, gazete gazete dolaştık. Bu koşturmaca içinde günler günleri kovaladı. Her geçen gün eriyen Turgay’ın ilik nakli ile iyileşme şansı vardı. Pahalı bir ameliyattı ve yurtdışında olması gerekiyordu. Ama biz bir türlü gerekli yardımı hiçbir yerden alamıyorduk. Tüm kurumlar, kuruluşlar, şirketler, insanlar sağırlaşmış, körleşmişti adeta. Gittiğimiz her yerde bir duvara çarpıyorduk. Umutlarımız giderek tükeniyordu. Ve tükenen yalnız umutlarımız değildi. Turgay da tükeniyordu. Saçları tamamen dökülmüştü. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Zayıf bedeni hiçbir şey kabul etmiyordu. Yediği, içtiği her şeyi dışarı çıkarıyordu. Son gördüğümde çipil gözlerindeki ışığın kaybolduğunu fark ettim. İçimden bir şeyler koptu. Turgay’ın da, bizim de yenildiğimizi o an anladım. O gece hiç uyuyamadım. Sabah erkenden hastaneye gittim. Turgay morgdaydı. Beyaz bir çarşafın içinde, öylesine sessizce yatıyordu. Aydınlık yüzü bir sonbahar yaprağı gibi solmuştu. Bu dünyadaki kısacık yolculuğu, tan yeri ağarırken sona ermişti. Bir çiçeğe konup özünü aldıktan sonra havalanarak gözden kaybolan sarı bir kelebek gibi uçup gitmişti küçük Turgay. Geride onulmaz acılar bırakarak... O günden sonra ben bir daha Beşiktaş-Galatasaray derbisine gitmedim. Turgay’a verdiğim sözü tutamamanın ezikliğini yıllardır yaşadım, yaşıyorum. Ona bir forma alacaktım, alamadım. Forma yerine kefen giymesine hep birlikte seyirci kalmanın utancını hep taşıdım. Onu bizden alan belki kader, belki doğanın devinimi... Lakin ne olursa olsun, sanki onu yaşatabilecekmişiz hissinden hiçbir zaman kurtulamadım. Bu dünyada ruh ve beden sağlığı yerinde olan bizlerin, Turgay ve onun gibilere yardım edebileceğine hep inandım. Bu garabetle başetmenin tek yolu, insanoğlunun topyekün savaşmasıdır. Güç birliği, kader birliği yapmasıdır. Kansere karşı gönüllü ordular kurulmasıdır. Bu trajik öyküye, işte bu amaçla yola çıkmış bir insandan bahsederek son vermek istiyorum. Kendi küçük dünyalarımızda yarattığımız düşmanlıkların, kutuplaşmaların, cepheleşmelerin, kısır çekişmelerin ne kadar manasız olduğunu daha iyi anlamamız için Alman sporcu Robby Clamens’i yakından tanımamız gerektiğini düşünüyorum. 46 yaşındaki Clamens, lösemili çocuklar için 298 gün içinde tam 29 ülkeyi koşarak geçicek. Alman sporcu, 23 bin kilometre katederek Çukurova’da tam teşekküllü bir lösemi hastanesi yapılması için destek toplamayı hedefliyor. Kampanyayı Almanya’da kurulu Word Run (Dünya Koşusu) isimli bir dernek düzenliyor. Proje aşamasındaki hastane için Dünya Bankası’ndan finansman sağlamayı amaçlıyorlar. Dün Edirne’den Türkiye’ye giriş yapan Clamens de bunun için dünyanın en uzun koşusuna çıkmış. Gittiği her ülkede kanserli çocuklara dikkat çekecek ve hastane için sponsorlar bulmaya çalışacak. Clamens’i bu uzun koşusunda yalnız bırakmamalıyız. Biz de onunla koşmalıyız. Başka Turgaylar’ın ölmemesi için...İnsanlık için...