‘’Kalecilerin gecesi‘’
Temmuz kıvamında bir mayıs akşamında kaderleri Kamil Ocak Stadı’nda çakışan iki sanayi kentinin takımı öylesine tempolu bir futbol sergiledi ki, kendinizi bir basketbol maçında sanırdınız. Bu sezon Anadolu’da izlediğim en zevkli, en keyifli, en mücadeleli karşılaşmalardan biriydi. Sahada verilen mücadeleyi görünce, insanın aklına ister istemez, ‘daha önce neredeydiniz’ sorusu geliyor. Bunda hiç kuşkusuz en büyük faktör Gaziantepspor ile Vestel Manisaspor’un küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissetmesiydi. Bizde böyledir. Kazananın çok şey kazanacağı, kaybedenin de çok şey kaybedeceği final niteliğinde bir maç söz konusu olunca, sahadaki futbolcular varını yoğunu ortaya koyuyor. Hedefsiz kaldıklarında ise ipe un seriyorlar! Aslında aynı durum taraftar için de geçerli. Tribünleri doldurmaları için ya takımlarının kümede kalma savaşı ya da şamiyonluk mücadelesi vermesi gerekiyor. Tıpkı dünkü Gaziantep taraftarı gibi... Bundan önceki maçların aksine stadı tıklım tıklım dolduran ve tribünleri binlerce beyaz bayrakla adeta zambak tarlasına çeviren Antep seyircisi, 90 dakika boyunca 12. adam rolünü kusursuz bir şekilde sahneye koydu. Karşılaşmanın genelinde topa daha çok sahip olan, daha atak, daha pozitif oynayan taraf Vestel Manisa’ydı. Organize ataklar geliştirdiler, çok sayıda duran top kullandılar, bi çok pozisyon buldular, ancak kaleci Oğuz Dağlaroğlu’nu aşamadılar. Gaziantep ise, özellikle Veysel Cihan ile Kayseri maçı öncesi yedek kulübesinin gediklisi olan Ekrem Dağ’ın geliştirdiği kontrataklarla etkili oldu. Bu ikiliye Diawara’nın ayak uyduramaması ve kaleci Ufuk’un kurtarışları, skor tabelasının ev sahibi ekip lehine değişmemesinin en büyük nedeniydi. Buna karşın, Erdoğan Arıca’nın oyundan aldığı ilk oyuncu Ekrem Dağ, ikincisi de Veysel Cihan oldu!Maçın en tuhaf yanı ikisine de yaramayan beraberliğe iki takımın da sevinmesiydi. Oysa haftaya kaybetmeleri durumunda ikisi de küme düşebilir. Sahanın iki yıldızı vardı: Kaleciler Oğuz ve Ufuk...
‘’Bisiklet...‘’
Bisiklet sözü hayatıma ilk girdiğinde henüz 7’sinde bir tıfıldım. Ömrümün bir kaç güzel yazından biriydi. Ve yazlar o zaman yaz gibiydi; ağaçlar, kuşlar, çiçekler, böcekler ve sarı, sıcak... Yüreğim, bir kaç hafta sonra ilkokula başlayacak olmanın heyecanıyla kıpır kıpırdı. Mahallemizin en zengini, oğluna üç tekerlekli bir bisiklet almıştı. O bisiklet mahalledeki bütün çocukların hayatını alt üst etmişti. Uzaktan gıptayla bakardık. Bazen de yanına yaklaşıp arkadan itmeye çalışırdık; belki bizi de bindirir diye. Şımarık oğlan kimine izin verir, kimine vermezdi. Ben de izin verilmeyenler arasındaydım. Çünkü sırtımda soluk renkli bir gömlek, bacağımda da yamalı bir pantolon vardı. Ayağımda ise lastik ayakkabılar... Zenginler, çocuklarına yoksul çocuklarıyla oynamamaları için tembihte bulunurdu, o zamanlar. Onlar da, ben ve benim gibilere yüzlerini buruşturarak bakardı. Hatta bizim filmlerimiz bile hep böyleydi: itilip kakılan, horlanan fakirler; onları hakir gören zenginler...Bisiklet hayaliylegeçen nafile yıllarAkşam olup gece çöktüğünde üç tekerlekli bir bisikletin süslediği rüyalara yatardım. Bu şekilde günler günleri kovaladı. Bir gün akşam yemeğinde babamdan bana bir bisiklet almasını istedim. Şöyle bir baktı bana. Başımı okşadı. ‘Tamam’ dedi, ama bir şartım var: - Sınıfını birincilikle bitireceksin. Biraz içim burulmuştu, fakat gerçekleştirilmeyecek bir istek değildi. Okula başladığımda bunu anlamam için çok fazla zamana ihtiyacım olmayacaktı. Bir bisiklet hayaliyle geçen o yıl benim açımdan çok başarılıydı. Sınıfı birincilikle bitirmiştim. Eve geldiğimde gururla karnemi uzattım babama. Ağzından çıkacak sözü duymak için sabırsızlanıyordum. ‘Oğlum’ dedi, ve devam etti:- Biliyorum ne istediğini ama bu sene çok zor geçti bizim için, sana bisikleti bir dahaki yaza alayım. O yaz ödül olarak semtteki yazlık sinemalardan birinde film seyrettirdi babam bize. Ve bir beş yıl böyle geçti. Birincilikle biten sezonların ardından ben bir daha hiç bir yaz bisiklet lafı etmedim, babama. Bisiklet yerine her yaz bir, bazen de birden fazla sinemaya razı oldum. Dört kardeşi okutmak için izbe bir depoda pamuk tozlarıyla ciğerleri harap olan sevgili babamızın bana asla bisiklet alamayacağının farkındaydım; her ne kadar bir bisiklet sahibi olmanın hayaliyle hep yaşasam da... O ise benim farkında olduğumun farkında olmasa gerek, verdiği sözü tutamamanın ezikliğini yaşıyordu, sürekli...Lance Armstrong’ahayat veren araçOrtaokul, lise derken aniden üzerimize çöküveren 12 Eylül darbesi herşeyi bıçak gibi kesti. Eğitim hayatım sona erdi, geleceğim karardı, gençliğim öldü. Darbeciler yalnız gençliğimi değil, hayallerimi de öldürdü. Bisiklet uzak bir umman ülkesi kadar uzaktı artık bana...O günlerden bu günlere bu ülkede çok şeyler değişti. Bugün 78’li diye adlandırılan benim kuşağım, şöyle geriye uzanıp nostaljik bir gezi yaptığı zaman, bazen özlemle, bazen de kederle anıyor o günleri... Mamafih, benim yıllarca hayalimi süsleyen bisikletin ne mühim bir araç olduğunu son yıllarda daha iyi anlıyoruz. Bisikletin sadece çocuklar için bir oyuncak, büyükler için de kolay bir ulaşım aracı olmadığını, aynı zamanda yüksek performans gerektiren önemli spor dallarından biri olduğunu daha iyi kavrıyoruz; özelikle de bisiklet sporunun olimpiyatı sayılan Fransa Turu’yla... Hatta, sporun da ötesine geçen bir fenomen olduğunu.... Efsanevi bisikletçi Lance Armstrong, bisikletle bir insanın neleri yenebileceğini, kansere ve ölüme nasıl kafa tutabileceğini yazdığı zafer öyküleriyle bütün dünyaya öğretti. Armstrong’un iki tekerlekli aracıyla verdiği savaşı hepimiz alkışladık, ona şapka çıkardık.Meme kanserine karşı pedal çevirmez misiniz?Gelgelelim, Armstrong’a haklı olarak gösterdiğimiz ilgiyi, neden kendi ülkemizde kansere karşı düzenlenen bir bisiklet turuna göstermiyoruz, anlaşılır gibi değil. Fenerbahçe’nin bilmem kaçıncı şampiyonluğunun gürültüsü arasında kayboldu gitti, bu haber. Oysa ne büyük bir yaraya parmak basıldığının farkında bile değiliz. Bisiklet Federasyonu ile Roche Firması’nın meme kanserinin erken teşhisine dikkat çekmek için birlikte düzenlediği “Mavi Bisiklet Turu”nun startı cumartesi günü Caddebostan Sahil Yolu’ndan veriliyor. 12 milli bisikletçinin katılacağı tur, Bursa, Balıkesir, Manisa, Denizli güzergahı geçildikten sonra 26 Mayıs’ta İzmir’de sona erecek. Tur boyunca uzman doktorlar halkı bilinçlendirmek için seminerler düzenleyecek. Halka da açık olan tura katılım ne kadar yüksek olursa, verilmek istenen mesaj da o kadar güçlü bir şekilde iletilir kamuoyuna.Bildiğiniz gibi meme kanseri bir kadın, dahası bir anne hastalığıdır. Her yıl binlerce anne, bu lanet hastalık yüzünden geride perişan çocuklar bırakarak toprağa düşüyor. Oysa erken teşhis edilebilen meme kanserinin tedavi edilebilir bir kanser türü olduğunu ısrarla söylüyor doktorlar. Bunun önemini kavramak için illa başımıza gelmesini beklemeyelim. Bu konuyu gündeme getirecek her organizasyonun, her etkinliğin yanında duralım, destek verelim. Bilinçlenelim, bilinçlendirelim. Alın bisikletlerinizi, katılın tura; basın pedallara... Çevirdiğiniz her pedalın bir annenin hayatını kurtarabileceğini hiç bir zaman aklınızdan çıkarmadan...
‘’10 numaralar‘’
Ligin son iki haftasına girdiğimiz şu günlerde tam 10 takımın, küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissetmesi, oynanan futbolun kalitesini de son derece düşürüyor. Özellikle de düşme adayı takımların kendi aralarında yaptıkları maçlarda... Yarım puanın dahi büyük önem taşıması teknik direktörleri ister istemez defansif bir anlayışa itiyor. Tıpkı dün geceki Gençlerbirliği-Çaykur Rizespor maçında olduğu gibi... Kaybedenin çok şey kaybedeceği bilinciyle hareket eden Mesut Bakkal ile Rıza Çalımbay bu işi öylesine abartmışlar ki, iki takımın 10 numarası da kulübede oturuyor. Tek başlarına maç alabilecek kapasitede oyuncular olan Mehmet Çakır ile Altan Aksoy yedekler arasında, golcü Zafer Biryol ise orta sahada! Yani, ‘gel paylaşalım şu puanları, birbirimizin canını yakmayalım ‘ zihniyeti! Hal böyle olunca tatsız tuzsuz, yavan bir futbol oynandı 19 Mayıs Stadı’nda... Top iki ceza sahası arasında gitti, geldi. Ne bir hucüm organizasyonu, ne doğru dürüst gol pozisyonu, ne de kaleyi bulan isabetli şutlar... Şişirme toplar, kötü kullanılan serbest atışlar, faullerle sık sık kesilen oyun... ‘Sabaha kadar oynasalar birbirlerine gol atamazlar’ tarzında oynanan oyunda skoru bozabilecek iki oyuncu vardı sahada: Gençlerbirliği’nde Engin Baytar, Çaykur Rize’de ise Ferdi Elmas. Bu iki oyuncunun kişisel girişimleri, gecenin güzellikleriydi. Sahanın en iyisi olan Ferdi Elmas’ın taşıyıp boş kaleye attırdıığı gol, böyle bir çabanın ürünüydü. Gençlerbirliği’nin sağ kanadını adeta felç eden genç oyuncunun kapısını önümüzdeki sezonlarda büyük takımların çalabileceğini söylemek kehanet olmaz, sanırım. İlk 60 dakikası bu şekilde geçen karşılaşmanın sonları ise adeta heyecan fırtınasıydı. Gollerden sonra iki takım da hücumu hatırlayınca, iki kalede de önemli pozisyonlar yaşandı. Bunda, sonradan oyuna giren Mehmet Çakır ile Altan Aksoy’un büyük katkısı vardı. Nitekim, Gençler’in iki golünde de Mehmet Çakır’ın önemli payı vardı.
‘’Derinlik sarhoşluğu‘’
Dalgıçlar 30 metre ve sonrası derinliğe indiklerinde dipteki aşırı basınç, kandaki azot ve karbondioksit gibi asal gazların oranını arttırır ve bedende uyuşma başlar. Bu gazlardan azot, sinir sistemi üzerinde de narkoz etkisi yapınca, dalgıç sarhoşluk hisseder. Sarhoşluk hissine kapılan dalgıcın cesareti artar ve bilinçdışı hareketler başgösterir. Daha dibe inerek boğulmak ya da aniden yukarı fırlayarak vurgun yemek gibi sonuçlar doğuran bu duruma, dalgıçlık terminolojisinde “derinlik sarhoşluğu” adı verilmiş. Dibe batmak konusunda sınır tanımadığımız için adeta derinlik sarhoşluğunun pençesinde gibiyiz. O kadar şuursuz, o kadar korkusuz, o kadar kontrolsüzüz ki, her geçen gün biraz daha dibe çöktüğümüzün farkında değiliz. Toplu bir yokoluşa doğru gidiyoruz. Zıvanadan çıkmış yöneticilerin gerdiği şu puslu atmosferde kimin ne kadar suçlu olduğunun bir önemi yok aslında. Bugün canı yanan ve feryat eden, yarın başkalarının canını yakmakta bir sakınca görmüyor. Herkesin adaleti kendine! Kendi camiasına yapılan bir terbiyesizlik, densizlik karşısında haklı olarak ortalığı ayağa kaldıranlar, futbolcusu, yöneticisi ya da antrenörü aynı davranışı rakip camiaya karşı yaptığı zaman sus pus olabiliyor. Son olarak Fenerbahçe yönetiminin yaptığı gibi... Beşiktaş tribünlerine o parmak hareketini yapan Selçuk Şahin değil de, sözgelimi Burak Yılmaz Fenerbahçe taraftarına karşı yapsaydı, aynı sükuneti gösterecek miydi, Aziz Yıldırım ve şürekası... Susmak onaylamak değil midir? Neden Selçuk Şahin’i kendi elleriyle cezalandırmazlar, neden çıkıp Beşiktaş camiasından özür diletmezler. Ya da kendileri Selçuk Şahin adına dilemezler?Aslında o parmak Fenerbahçe’ye gösterilmiş olmuyor mu? Fenerbahçe’nin imajına bundan daha fazla zarar verilebilir mi? Bu hareketi yapan bir futbolcu Fenerbahçe camiasını temsil edebilir mi? Etmeli mi? Bir şampiyonluk uğruna bazı etik değerlerden vazgeçmek, yüzyılık bir kulübün geleceği nokta mı olmalı?Biliyorum, şimdi bazı Fenerbahçeliler çıkıp İnönü Stadı’nda edilen küfürlerden, futbolculara yapılan tacizlerden söz edecek. Zaten benim de anlatmak istediğim budur. Kendi yarattığımız cinnetimizde boğuluyoruz, hep beraber. Ne Beşiktaş taraftarı masumdur, ne Selçuk Şahin, ne ona karşı müsamahakar davranan Fenerbahçe yönetimi, ne de futbolu ölüm-kalım meselesi haline getirenler... Birlikte dipten dibe batıyoruz. Battıkça sarhoşluğumuz artıyor. Sarhoşluğumuz arttıkça da bilincimizi, kontrolümüzü iyice kaybediyor, biraz daha derine iniyoruz. Ve kendi ölümümüze dalıyoruz. Ağır, ağır...Türk polisi kovalar!Olayı dün gazetelerde okumuşsunuzdur. Bir kez daha hatırlatmamda fayda var: Uşak’ta yapılan bir tenis turnuvasında bayanlar finali oynanırken, şortla korta gelen bir emniyet amiri sporculara, “Çabuk kortu terkedin, birazdan vali gelecek, birlikte tenis oynayacağız” diyor. Birden neye uğradığını şaşıran sporcular kısa süren bir tartışmanın ardından maçı yarıda bırakarak tribüne çıkıyorlar. Derken vali geliyor. İşgüzar polisin yaptığını anlatıyorlar. Vali de şaşırıyor. “Ben buraya ödül vermeye geldim” diyerek sporcuların gönlünü alıyor ve maça devam etmelerini sağlıyor. Daha sonra emniyet amirini bu nedenle azarlıyor mu, bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, Anadolu şehirlerinde, kasabalarında mülki amirlerin önemli bir kısmı, “Ben devletim, istediğimi yaparım” havasındadırlar. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Dokunulmazdırlar. Halkı kendi tebaaları olarak görürler. Uşak’taki bu emniyet amiri de, sözünü ettiğim ilkel zihniyetin çarpıcı bir örneği. Görevi, halkın huzurunu sağlamak, sporcuların güvenli bir şekilde spor yapmalarını temin etmek olan bir emniyet amiri, AB kapısındaki bir ülkede gelip maç yapan tenisçileri “siz çıkın, ben oynayacağım” diyerek korttan kovma cüretini gösterebiliyor. Zira o cesareti ona birileri veriyor. Yaptığının yanına kar kalacağını biliyor. Sporcuların gönlünü alma inceliğini gösteren sayın validen bu saygısız emniyet amirine ne gibi yaptırımda bulunacağını bilmek istiyoruz. Devleti temsil eden birinin ayıbı, aslında devletin ayıbıdır. Bu ayıbı temizlemek de devlete düşer.
‘’Kocaman'ın gençleri‘’
Ediz Bahtiyaroğlu, Anıl Taşdemir, Özer Hurmacı, Murat Tosun, Fırat Akkoyun, Serol Demirhan... Bu isimler size neyi çağırıştıyor? Duyan, bilen var mı? Sanmıyorum. Adı sanı bilinmeyen bu altı ismin beşini ilk onbirde, birini ise ikinci yarı sahaya sürmüştü Aykut Kocaman... Ve bu gençler dün, öyle müthiş bir futbol sergiledi ki, Antep'i adeta sürklase ettiler. Sakin, kontrollü ve kendilerinden emindiler. Ayağa çabuk paslarla sahaya çok iyi yayıldılar. 30 derece sıcağa rağmen, enerjileri doksan dakika boyunca bitmedi. Jaba, Wederson, Hakan Arıkan gibi isimleri kulübede oturtan Aykut hoca, dün Türk futboluna armağan edeceği gençleri adeta görücüye çıkardı. Anadolu takımlarının neden yabancı hocalara emanet edilmemesi gerektiğinin en önemli kanıtıdır Aykut Kocaman.Şayet Ankaraspor'da, macera arayan 3. sınıf yabancı bir teknik direktör olsaydı, Mavi-Beyazlılar Süper Lig'e çoktan el sallamış, dünkü gençler de 3.Lig takımlarında kendilerine nafile bir gelecek arıyor olacaklardı. Bu sezon olağanüstü bir lig yaşanıyor. Sakaryaspor dışında, ligde hedefsiz takım yok. Üç takım şampiyonluk, iki takım UEFA Kupası’nı kovalarken, tam 12 takım kümede kalma savaşı veriyor. Dolayısıyla ligimiz, sezon sonuna doğru rahat takım olmadığı için en şaibesiz dönemini yaşıyor! Bu 12 takım içinde kanımca en zayıf halka Gaziantepspor. Güneydoğu ekibinin, fikstürü diğerlerine nazaran daha iyi olmasına rağmen, kadro kalitesizliği, Erdoğan Hoca'nın seçim yanlışları ve takımın bozulan kimyası nedeniyle ligde kalması zor gözüküyor. Sezon başında 300 bin dolara almadık diye aşağıladıkları Zico'nun yerine, takımı stajyer Zenga'ya teslim eden yönetimin eseridir bu durum. Taraftar da zaten gerekli mesajı onlara verdi!
‘’Terim'in ukdesi!‘’
Hayatta herkesin bir düsturu vardır. Kimi yaşamına mana katmaya çalışır, kimi sağlıklı bir hayat sürmenin yollarını arar. Kimi bulunduğu alanda ‘en’ olmak ister, kimi daha tamahkâr bir ömür sürer. Kimi paranın, şöhretin, iktidarın peşindedir, kimi de ideallerinin... Ancak her ne olursa olsun, insanoğlunun ortak arzusu başarmak üzerinedir. Hiç kimse sahaya başarısız olmak için çıkmaz. Bütün enerjisini başarılı olabilmek için sarfeder. Başarmak esastır, ama hakça; arsızlaşmadan, faul yapmadan, çelme takmadan, ayak oyunlarına girmeden... Tabii hayatta herkesin başarması mümkün değildir. Bunun için salt çalışmak ve iyi niyetli olmak yetmez. Akıl ister, zeka ister, bilgi ister, birikim ister, vizyon ister, cesaret ister. Bütün bu faktörlere sahip olanlar hedefledikleri noktaya eninde sonunda ulaşırlar. Lakin, bunu pek azımız gerçekleştirebilir. İşte bunlardan biri de Fatih Terim’dir. Adana’nın tozlu, topraklı yollarından, kerpiç evlerinden çıkıp da yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın da en önemli teknik direktörleri arasına girmek gerçekten de takdire şayan bir durumdur. Sezar’ın hakkı Terim’e!Terim bir de Robert veya Boğaziçi’ni bitirseydi!..Ancak bazı şeyleri elde etmek için zirvede olmak dahi yetmiyor. Sahip olamadığımız bir şeyler, hep bir yerlerde duruyor. Her başarılı insanın içinde ukde olan bir şeyler varlığını sonsuza kadar sürdürüyor. Çünkü şan, şahret, para ve iktidarın elde edemediği değerlerdir bunlar. Geçmişte yapılması gereken ama ihmal ettiğimiz ya da o zamanlar önemsemediğimiz bir olgu, yıllar sonra boğazımızda düğüm, içimizde yara olabiliyor. Elde ettiği başarının görkemine kapılanların önemli bir kısmı içlerindeki ukdeyi dışa vurmak istemiyor. Son nefeslerini verene dek habis bir ur gibi bedenlerinde, ruhlarında taşıyorlar. Başaranların pek azı ise büyük bir samimiyetle “keşke” diyebiliyor. Tıpkı Terim’in, Boğaziçi Üniversitesi ve Robert Koleji Mezunu Sanayici, İşadamı ve Yöneticileri Derneği’nin düzenlediği, “Dünya Futbol Endüstrisi ve Türkiye’nin Konumu” konulu toplantıda itiraf ettiği gibi... UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik ile birlikte toplantıya konuşmacı olarak katılan Fatih Hoca, “Boğaziçi Üniversitesi ya da Robert Koleji gibi bir okulu bitirememek yıllardır içimde uktedir” derken, kamuoyunun bilmediği bir yönünü de ifşaa ediyordu. Aslında bu, aynı zamanda Terim’in yazdığı başarı öyküsünün ne kadar çarpıcı olduğunun da bir göstergesiydi. Zira, Boğaziçi veya Robert’i okuyamaması nedeniyle içi sızlayan Terim, o okullardan mezun olan seçkin bir topluluğa futbol endüstrisi konusunda ders verebiliyordu. Burada asıl üzerinde durulması gereken de buydu, kanımca...Bir itiraf daha: Gori ile takışmamda hatalı bendimOturumda futbol endüstrisinin Türkiye ayağını ve İtalya macerasını anlatan Fatih Hoca’nın itirafı sadece bununla da sınırlı değildi. Fiorentina’dan ayrılışını anlatan Fatih Terim, burada hatanın kendisinde olduğunu şu sözleriyle itiraf ediyordu: “Başkan Cecchi Gori ile takışmam doğru değildi. Sonuçta Gori o kulübün patronu. Ben ise bir çalışanıyım. Onun bir işçisi olarak kendisine kafa tutmam yanlıştı. Belki duruş olarak doğruydu, ama profesyonel iş yaşamında bu tür davranışlar hatalı hareketlerdir. Gori ile kavga ettikten sonra evime gittiğimde hata yaptığımı anladım, ama geriye dönemedim.”Evet, geriye dönememek... Hepimizin hayattaki en büyük yanılgılarımızdan biridir bu... Yaşamımızın kırılma anlarındandır geriye dönememek, özür dileyememek, bağışlanmayı isteyememek. O anlarda gururun dipsiz kuyusuna düşer kayboluruz. Hem kendimiz kayboluruz, hem de geleceğimizi atarız oraya... Terim o olayda geriye dönseydi, patronundan özür dileseydi, belki de şu anda İtalya Şampiyonu ilk ve tek Türk teknik direktörüydü... Neyse...Şenes Erzik’ten de kısaca bahsetmek gerek. Kendisi de Robert Koleji mezunu olan Erzik, ülkemiz futbolunun en önemli sorununun insan kaynaklarındaki yetersizlik olduğunun altını çiziyor ve bugünkü yönetim modelleriyle bu işin yürümeyeceğini, koltukların artık profesyonellere bırakılması gerektiğini söylüyordu. Çok doğru söz. Gelgelelim, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir hayal ülkesi gibi Erzik’in işaret ettiği konu. Kim terk edecek o koltukları? Aziz Yıldırım mı, Özhan Canaydın mı, İlhan Cavcav mı, politikacılar mı, şöhret budalaları mı? Kim bırakacak kim?İlahi Erzik... Arada bir uğrayıver şu ülkeye!
‘’İki yiğit...‘’
Bazı maçlar vardır, insan bir şeyler yazmakta zorlanır. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bursaspor-Gaziantepspor maçı da işte böyle maçlardan biriydi. Hani bir laf vardır ya, ‘iki yiğit çıkmış meydane, ikisi de birbirinden merdane’ misali, dün öyle iki takım izledik ki, neden kümede kalma savaşı verdikleri çok iyi anlaşılıyordu; sahada yaptıkları, bir başka deyişle, yapamadıklarından... Akıllara ziyan ortalar, birbirinden komik paslar, acemice top kaptırmalar, kaleye çekilen cılız şutlar, eli belinde gezen futbolcular... Yani, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Belki kümede kalma mücadelesinin getirdiği stres, belki iki takımın da beraberliği yeterli görmesi, belki de bahar yorgunluğu! Sebep her ne olursa olsun, iki takımın da bu kadar kötü oynamaya hakkı var mı? Yazık o tribünleri dolduran coşkulu taraftara... Bu maçta, ‘şu şöyle oynadı, bu böyle oynadı’ demenin alemi yok. Çünkü kimse bir şey oynamadı. Herkes o kadar kütüydü ki, hani sinemada yılın en kötülerine verilen “Ahududu Ödülleri” vardır ya, o ödülleri sonuna kadar hakettiler! Belli ki, iki takımın da kimyası oldukça bozulmuş! Kümede kalsalar bile önümüzdeki sezon taşların bir hayli yerinden oynayacağını söylemek kehanet sayılmaz.Neyse, lafı fazla uzatmanın alemi yok. Sizi iyisi mi Bursa taraftarının feryatlarıyla baş başa bırakayım:“Bu nasıl futbol, başımda saç kalmadı u...!”“Haftada bir gün iznim var, onu da size kullanıyorum. Çoluğumu çocuğumu bırakıp geliyorum buraya, yazıklar olsun!”“Çıkın sahadan, tribünden sizin kadar oynayacak 11 kişi buluruz!”“Sizi dava edeceğim, bana işkence yapıyorsunuz!”
‘’Yine bir 23 Nisan, keder doluyor insan!‘’
Ayların en güler yüzlüsüdür, nisan ayı... İçimize baharı üfler, yazın kapıda olduğunu müjdeler. Ağaçlar çiçek açar, göçmen kuşlar geri döner, kelebekler dans eder, bahar yağmurlarıyla duş alır tabiat ana... Rengarenktir doğa. Nisan büyüklerin enerji kaynağıdır; aşk kazanları kaynar, umutlar yeşerir. Çocukların ise her şeyidir nisan ayı. Çocuklar bir başka mutludur, keyiflidir, nisan aylarında. Belki de en çocuksu ay olduğu için öyledir. Yeryüzündeki tek çocuk bayramı da Nisan’dadır. Ve ülkemizdedir. Çocuklarına bayram armağan eden tek dünya ülkesi olmak bizim için ayrı bir övünç kaynağıdır. Her geçen yıl biraz daha gelişen 23 Nisan Çocuk Bayramı, ulusal olmaktan çıkıp, dünya çocuklarının bayramı olmaya son sürat gitmektedir. Her bayram bir neşedir, sevinçtir, coşkudur. Hele bu bayram çocukların bayramıysa... Çocuk sevinçleri, çocuk mutlulukları, çocuk gülüşleri ikiye katlanır, şen şakrak kah kahalar yükselir mavi gökyüzüne doğru... Çocuklar ve ebeveynleri tatlı bir heyecan yaşar her 23 Nisan gününde... Yaşlı gezegenimizde eşi benzeri olmayan bir birlikteliktir bu.Ya bayramı kutlayamayan başka çocuklarımız...Lakin bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Neşenin olduğu yerde keder de bulunur. Mutluluk, hüzünle birlikte girer insan yaşamına. Birileri kahkahalar atarken, birileri de hıçkırıklarla sarsılır. Diyalektik bunu gerektirir. Her şey doğada zıttıyla birlikte varlığını sürdürür. Ülkenin bir yerinde çocuklarımız 23 Nisan’ı coşkuyla kutlarken, bir başka yerinde bayramın ne olduğunu bilmeyen çocuklar yaşar; yoksul, aç, biçare... Başka başka yerlerde de bayrama yetişemeyen çocuklarımız bulunur. Kimi kentin ortasındaki bir çukurda kaybolur, kimi kahrolası bir kazada gider. Kimi sağlık hizmetleri verilmediği için ateşli bir hastalığın üstesinden gelemez, kiminin de bedeni, fakirlik ve yoksulluk nedeniyle yeterince gıda alamadığı için bitap düşer; toprağın kara bağrına... Hepsinden kurtulup hasbelkader yaşama tutunanları ise bekleyen tehlike, sevgisiz bir toplumdur. Sokaklarda, evlerde, okullarda, yurtlarda, spor sahalarında istismar edilen çocuklar 23 Nisan’ı nasıl kutlayabilir acep? Nasıl oluyor da bir millet, hem çocuklarına bayram yapıyor, hem de onları bu kadar istismar ediyor, katlediyor, geleceğini karartıyor. Nasıl oluyor, nasıl?UNICEF’in Türkiye raporu tüyler üpreten cinstenÇocuk ölümlerinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriyiz. Keza, çocuk istismarında, çocuk pornosunda, tacizde, tecavüzde de... Bebeğe tecavüz edilen bir ülke olmanın utancını kara bir leke gibi hala taşıyoruz alnımızda... Kah cehaletten, kah fakirlikten okula gönderilmeyen, kent ve kasaba varoşlarındaki izbe atölyelerde çağdışı koşullarda çalıştırılarak heba edilen yüz binlerce çocuğumuz var. Onların 23 Nisan’ı olur mu, sizce? 23 Nisan’da her çocuk neşelenebilir mi? Çocuklarını sadece bize özgü bir ihmale kurban veren aileler neler hisseder 23 Nisan’da... Nasıl geçer onlar için çocuk haftası? Anlatmak istediklerimi daha somut hale getirmek ve 23 Nisan’ın diğer yüzüne ayna tutmak için Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) hazırladığı Çocuk Yoksulluğunun Önlenmesi Raporu’nun Türkiye bölümüne bir göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Aslında fazla söze gerek yok. Gerçek çok yakıcı... Lütfen yüzleşin:Her 1000 bebekten 37’si 5 yaşından önce ölüyor* 15 yaş altı çocukların yüzde 27.7’si, yani 5.6 milyon çocuk gıda ve gıda dışı yoksulluk içinde yaşıyor. * Kırsal kesimde yaşayan 15 yaş altı çocukların yüzde 40.6’sı yoksullukla karşı karşıya. * 15 yaşın altındaki 4 çocuktan biri oldukça sınırlı bir bütçeyle geçinmek zorunda kalan ailelerin çocukları. Öyle ki bu miktar 2003’te 269 YTL’den bile daha azdı. * 3-6 yaş arası çocuklar arasında okul öncesi eğitim alanların oranı sadece yüzde 16. * 2003 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 12-17 yaş arası çalışan çocuk sayısı 770 bin. * Türkiye Nüfus ve Sağlı Araştırması 2003 verilerine göre ailelerin yüzde 10’u temiz içme suyundan yoksun; 13.5’i sağlık hizmeti alamıyor. * Çocukların yüzde 46’sı tam olarak aşılanmıyor; yüzde 3’üne ise hiç aşı yapılmıyor. • 1000 bebekten 29’u bir yaşını tamamlamadan, 37’si beş yaşından önce hayatını kaybediyor.









































