Arama

Popüler aramalar

‘’Top toplayıcı çocuk...‘’

Biz onları hep böyle tanıdık: Top toplayıcı çocuk! Cisimleri vardır ama onlara hitap edeceğimiz bir isimleri yoktur. Genellikle, varoş olarak nitelendirdiğimiz kenar mahallelerin çocuklarıdırlar. Topla ilk tanışmaları sokak aralarıdır ve bir profesyonel kulübün altyapısına hasbelkader kapağı atmışlardır. Düşlerindeki yıldızlara en yakın oldukları zamandır, sahanın kenarında ‘top toplayıcı çocuk’ oldukları zaman... Bir yandan kendilerine idol olarak gördükleri futbolcuları hayranlıkla seyreder ve hayaller kurarlar, diğer yandan da ellerindeki topu bir an önce oyuna sokmak için telaşla oraya buraya koştururlar. Aslında futbolun olmazsa olmaz parçalarıdırlar. Hatta oyunun temposunu ayarladıkları zaman bile olur! Bazen yükseltirler, bazen düşürürler! Tuttukları takımın durumuna bağlıdır bu! Futbolcular onları genellikle görmezden gelir. Yanlarından gelir geçerler ama varlıklarının bile farkına varmazlar. Farkına vardıkarı zaman ise, ya sunturlu bir küfür çıkar ağızlarından, ya da bir tokat akşederler pembe yanaklarına... Zira mağlupturlar ve top toplayıcı çocuk, topu onlara geç atmıştır! Top toplayıcı çocuk olup da horlanmayan, hakaret edilmeyen neredeyse yok gibidir. Büyüdüklerinde, bir kısmı kenarında bekledikleri sahanın içine terfi ederler, bir kısmı da çeşitli nedenlerle başka mesleklere kayarlar. Futbolcu olanların çoğu vasat bir oyuncu statüsünden ömür boyu kurtulamaz. İçlerinden pek azı ise, hayallerini gerçekleştirir ve bir zamanlar gıptayla izledikleri yıldızların mertebesine çıkarlar. İşte, Galatasaraylı Arda Turan da bunlardan biridir.Arda’nın önünde uzun ve engebeli bir yol var; kenarı uçurum kaplı O da bir top toplayıcı çocuktu. Bayrampaşa’nın varoşundan çıktı. Günümüz futbolunda yıldız adayı futbolcular çok küçük yaşlarda fark edilirken o, yeteneklerine rağmen uzunca bir müddet kimsenin dikkatini çekmedi. Bir sezonluk başarılı Vestel macerasından döndükten sonra bile takımdaki en zayıf halka olarak görülüyordu. Ancak bir gün, oyuncu yokluğundan sırtına geçirdiği formaya öyle bir asıldı ki, bir daha onu takımdan kesme cüretini kimse gösteremedi. Adeta tırnaklarıyla kaza kaza Galatasaray’ın sol kanadını parselledi. Bugün yalnız Türkiye’nin değil, Avrupa’nın dahi gözünün üzerinde olduğu bir büyük yıldız olma yolunda. Ama işi çok kolay değil. Önünde uzun, dolambaçlı ve oldukça engebeli bir yol var. Kenarı uçurumlarla dolu! Çok dikkat etmeli. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de mevcut. Ve su uyur, onlar uyumaz. Kendini lime lime etmek için pusuda bekleyenlere fırsat vermemeli. Gerek sahada, gerekse saha dışında büyük yıldızlara yakışır bir duruş sergilemeli. Aksi takdirde futbolculuğundan, insanlığından, zekasından çok, çapkınlığıyla ve zaman zaman sergilediği hırçınlığıyla gündeme gelecektir. Türk insanı sever böyle şeyleri. Kahve dedikodularında ağızlarına sakız yaparlar, özel yaşamlarıyla göze çarpanları. Ama işler kötü gittiğinde ilk tekmeyi vuran da, bugünün şakşakçıları olur. Oysa biliyoruz ki, varoştan çıkan her top toplayıcı çocuk gibi, o koca gövdenin içinde sıcacık bir yürek barındırıyor Arda Turan... Kazandığı parayla ilk yaptığı iş, kendisini bugünlere getirmek için gecesini gündüzüne katan babasına, ailesine ev ve araba almak; tam da yokluk içinde büyüyen kenar mahalle çocuklarına özgü asil bir davranıştır. Gezetede okuduğu haber üzerine hasta miniklere forma göndermek de, o çocukların yapabileceği bir jesttir. Ama böyle şeyler kolay kolay gündeme gelmez. Zira, popüler kültürün yozlaştırdığı toplum pek itibar etmez bunlara. Eğleneceği malzeme arar. Bulduğu anda da bozana kadar, kırana kadar oynar onunla. Sonra kaldırıp atar, bir kenara...Spor tarihimiz bunun çok acı örnekleriyle doludur.Düttürü dünya!En az beş Kemal Sunal filmi seyretmeyenimiz yoktur. Hemen her gece televizyon kanallarından ya birinde, ya da bir kaçında onun filmlerine rastlarız. Kemal Sunal’lı filmler hala reytinglerde üst sıralarda kendine yer bulur. Çünkü kaybettiğimiz saflığı, naifliği temsil eder. Onun filmleri neşeli bir seyirlik olmaktan ötedir bizler için. Kemal Sunal adeta ailemizin bir parçası gibidir. Onun bıraktığı boşluğun uzun yıllar bir daha dolmayacağını söylemek kehanet sayılmaz. Gelgelelim, bu kadar içimizden biriymiş gibi duran bu fenomenin bu kadar kısa zamanda unutulacağı kimin aklına gelirdi ki? Aradan sadece 7 yıl geçmiş. Ve dünkü anma töreninde mezarı başında ailesi ve bir avuç seveninden başka kimse yok. Onun filmlerini binlerce kez ekrana getiren ve sırtından reyting sağlayan televizyonlarda bir anma programı da yok. Aslında söylenecek fazla söz de yok.Yalan dünya... Kavanoz dipli dünya... Düttürü dünya...

05 Temmuz 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Köle tüccarları‘’

Endüstriyel futbol kavramı ortaya çıktığından beri, insan faktörü ikinci plana itildi. Futbolun ağır işçileri olan futbolcular birer “meta” olarak kabul edilmeye başlandılar, işveren konumundaki kulüp yöneticileri tarafından. Belli bir fiyatı olan, istendiği zaman alınan, istenmediği zaman da atılan bir makine, alet-edevat gibi... Demokrasinin işlediği Batı ülkelerinde, özellikle Bosman olayından sonra yasalar, yönetmelikler, kurallar futbolcular lehine değişti. Fakat bizim de içinde bulunduğumuz üçüncü dünya ya da gelişmekte olan ülkelerde durum pek de iç açıcı değil. Bu ülkelerde futbolculara kulübün malı gibi davranılır. Herhangi bir kulübe bir kaç yıllık imza atan bir futbolcu, bir daha kendi geleceği hakkında söz sahibi olamaz. Bu durum bizim ülkemizde, özellikle de Anadolu kulüplerinde böyle cereyan eder.Rüştü, Tuncay ve Ümit Fener’den ayrıldı, Cim Bom, Karan’a derhal yol verdiİstanbul-Anadolu arasındaki en büyük fark da bu çağdışı zihniyettir. Daha kurumsal bir yapıya sahip olan Üç Büyükler’de gitmek isteyen futbolcuya “dur” denmez. Futbolcunun tercih hakkına saygı gösterilir. Son yıllarda sık sık bu tür örneklerle karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi, son olarak Tuncay şanlı, Ümit Özat, Rüştü Rençber; Fenerbahçe’nin üç kaptanı, gitmek istedi ve gittiler. Yönetim bırakmak istemese de, futbolcuların tercihine saygı duydu ve önlerini kesmek için bir girişimde bulunmadı. Keza, Galatasaray’daki Ümit Karan, takımının en önemli futbolcularından biri olmasına ve sözleşmesi devam etmesine karşın, Fenerbahçe’de oynamak istediği ortaya çıkınca, derhal yol verildi. Bu doğru bir anlayış ve insan haklarına saygı duymanın bir gereğidir. Futbolda Batı normları yakalanmak isteniyorsa, her alanda zihniyet devrimine ihtiyaç vardır. İstanbul, eksik de olsa bu alanda çok önemli adımlar attı, atmaya da devam ediyor.Kayserispor Yönetimi’nin tavrı insan haklarına aykırıdır...Gelgelelim, Anadolu kulüplerinde hala aşiret kuralları işliyor. Yönetici isterse, bir futbolcunun hayatını karartabiliyor. Yıldızı parlayan bir futbolcuya Üç Büyükler’den teklif geldi mi, ya verilmiyor ya da astronomik rakamlar istenerek önü kesiliyor. Geçmişte bir çok kulüpte bu tür olaylara şahit olduk. Bir çok futbolcunun futbol hayatı karardı veya sekteye uğradı. Bu türden bir olay, bu transfer sezonunda ise ligin 5. büyüğü olmaya en namzet takımı Kayserispor’da yaşanıyor. Yönetimin, gitmek isteyen Gökhan Ünal ve Mehmet Topuz’a yaptığına akıl sır erdirmek mümkün değil. 24-25 yaşına gelmiş bir futbolcunun kendi geleceğini İstanbul’da görmesi kadar doğal bir şey yoktur. İddialı bir takım kurmak isteyen yönetimin bırakmak istememesi de doğal, ancak bu, uzlaşmayla olur. Eğer bir uzlaşı sağlanamıyorsa, futbolcunun önünü kesmek, ne insan haklarıyla bağdaşır, ne de çağdaş yöneticilik anlayışıyla... Efendi-köle ilişkisi insanlık tarihi kadar eskidir. Lakin, Batı toplumları bunu aşalı 100 yılı geçmiştir. Günümüz modern dünyasında efendi-köle ilişkisinin yeri yoktur. Futbolcusuna köle muamelesi yapan bir yönetimin de büyüklükten söz etmeye hakkı yoktur.

03 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Geçmiş geçmiyor!‘’

Yer yuvarlağının üzerinde değil de, içindeyiz sanki! Hapsolmuş gibiyiz. Dünya döndükçe zaman ilerler sanırdık, ama buralarda böyle olmuyor. Dev bir mikserin içinde döndükçe dönüyor, alabora oluyoruz. Zamanın bir kesitinde takıldık, kaldık. Gelecek uğramıyor bize, geçmiş ise peşimizi bırakmıyor. Hep aynı sesler, aynı yüzler, aynı kavgalar, aynı sığlıklar. Yeni bir şey yok. Nicedir iktidar koltuğunu eline geçirmiş olan kabalık, semirdikçe semiriyor. Hep kaybeden zerafet ise, yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor. Aynı adamlar, aynı ayak oyunlarıyla hayatı bize zehir etmeye devam ediyor. Kötüler dimdik ayakta, iyiler yerle bir. Bir yıldız daha kaydı gitti, sessiz sedasız. Bu dünyaya tesadüfen düşmüş kadar bize benzemeyen biri daha o meçhule giden gemiye bindi, sonsuz yolculuğuna çıktı. Yeşil sahaların asalet timsali Jupp Derwall, ait olmadığı bu dünyaya daha fazla katlanamadı ve aldı başını gitti. Onun gidişiyle asalet, zerafet bir kez daha diz çöktü. Hayatın özü yine çekildi. Geriye tortusu kaldı. Ve biz hep aynı yerde, aynı düzlemde, aynı enlemde, aynı boylamda, aynı biçimdeyiz.Yalnız futbol devrimi yapmadı, bir felsefe, bir kültür aşıladıOysa bize ne çok şey kazandırmıştı, ak saçlı, ak gönüllü adam. Sadece futbol devrimini gerçekleştirmedi bu ülkede, Jupp Derwall. Bir hayat felsefesi aşıladı, bir yaşam kültürü yerleştirdi, bu çorak topraklara. Bizim içimizdeki varolan potansiyeli keşfetti, onu harekete geçirdi. Yıkılan özgüvenimizi yeniden imar etti. Kaybederken bile kazanmayı onunla öğrendik; Rize’de bir hainin attığı taşla başı yarıldığında; o dik duruşuyla, metanetiyle, olgunluğuyla... Keza, kazanırken kaybetmemeyi de onunla kavradık; rakibe saygısıyla, tevazuuyla... Avrupa futbolu karşısındaki aşağılık kompleksimizi onunla yendik; bizim onlardan bir eksiğimiz olmadığını zihnimize nakşetmesiyle...O sadece teknik direktör değildi, sevecen bir dost, müşfik bir babaydıYüreğinin ışığıyla aydınlandık; ondaki insan sıcaklığı, insan sevgisiyle huzur bulduk. O salt bir teknik direktör, bir futbol adamı değildi, ondan öte bir şeylerdi, bizim için; sevecen bir dost, müşfik bir baba, fırtınada sığınılacak bir liman, gönüllü bir Türkiye elçisi... Bazı değerler vardır... İçimizdeyken farkına varmayız. Hatta önemsemeyiz. Ancak gittikten sonra bıraktığı boşluğu görüp neler kaybettiğimizi anlarız. O boşluk ki, yeri bir daha asla doldurulamaz. Monet’nin, Goya’nın, Van Gogh’un fırçasından çıkmış ölümsüz bir tablo gibidirler. Tıpkı, aramızdayken kötülükler yaptığımız, üzdüğümüz, kırdığımız ama buna rağmen bizi ölesiye seven, hakkımızda tek kötü söz söylemeyen, yüzünden tebessümü eksik etmeyen asil, zarif adam; son şövalye Jupp Derwall gibi...Yeryüzünün gelmiş geçmiş bütün ressamları toplansa, bir daha böyle bir tablo yapamayacak...

28 Haziran 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Cuma babaları...‘’

Her hafta cuma günleri Edirnekapı Şehitliği’nde bir hareketlilik yaşanır. Boş mezarların her geçen gün azaldığı şehitlikte evlatlarını teröre kurban veren anne-babalar görürsünüz. Her mezarın başında bir bayrak asılıdır. Şehitlik, gelincik tarlası gibidir. Anne-babalar, bir çiçek bahçesine çevirdikleri mezarların toprağını okşarlar; çocuklarının başını okşar gibi. Sevgiyle, şefkatle... Diktikleri gülleri, karanfilleri koklarlar; çocuklarını koklar gibi. Kederle, acıyla... Mezartaşına sarılırlar; çocuklarına sarılır gibi. Hüzünle, hasretle... Çocuklarının saçını tarar gibi parmaklarıyla çapaladıkları toprağı, gözyaşlarıyla sularlar. Her şey derin bir sessizlik içinde olur. Mezarın etrafı adeta tavaf edilir, ayrık otları toplanır, mermerler yıkanır; ardından dualar okunarak evlerinin yolunu tutarlar. Paramparça olmuş ruhlarını mezarın başında bırakarak... Her cuma günü, dünyada eşi benzeri olmayan bu ritüeller tekrarlanır durur. Anneler çoğunluktadır. Lakin son yıllarda babaların da bir hayli arttığı göze çarpar. Oysa bize yıllardır babaların ağlamadığı öğretilmişti. Meğer onlar da ağlarmış. Ancak biz görmezmişiz. Bize göstermezlermiş ağladıklarını. Anne yüreği kadar baba yüreğinin de yandığını öğrendik, genç ölülerimiz sıkça toprağa düştüğünden beri. Evet, şehit anneleri kadar şehit babaları da var bu memlekette. Ve onların da kanı çekiliyor, adres soran kurşunlar çocuklarını bulduğunda. Onlar da darmadağın oluyor. Onların da bedenini, ruhunu ağu gibi bir acı kavuruyor. Onlar da kan göz yaşlarını içlerine akıtıyor. Onlar da ellerinden alınan evlatları için ağıtlar yakıyor. Onlar da hayata küsüyor. Zifiri bir karanlık, onların da ömrüne kıyamet bulutları gibi çöküyor. Gece olduğunda bir battaniyeyle mezara gidip, üşümesin diye oğlunun üstünü örten, sabahleyin de onu uyandırmak için kulağına bir şeyler fısıldayan şehit babaları duydum ben. Yıllardır odasına kapanıp bir yorganın altında saklanan ve hiç kimseyle, bir daha hiç bir şey konuşmayan, hayatı susarak protesto eden babalar olduğunu da biliyorum; bu ülkenin köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde...Her cuma günü gerek Edirnekapı, gerekse diğer şehitliklerde anneler kadar babalarla da karşılaşırsınız. Yumruk şeklindeki elleri göğüslerinin üzerinde kavuşmuş, sarsıla sarsıla ağlayan şehit babalarıdır onlar. O kadar çoğaldılar ki, saklayamazlar artık hıçkırıklarını, gözyaşlarını... Babaların da insani duyguları olduğunu, metanetlerinin asaletlerinden geldiğini çok daha iyi anlarsınız, o zaman. Bu gün de istedim ki, bir babalar gününü daha geride bıraktığımız şu günlerde, şehit babalarını bir hatırlayalım. Bundan böyle babalarımızın ellerini öperken, onlara sarılırken, hediyeler sunarken, şehit babalarının da tarifsiz acılarına ortak olalım. Onları da kendi babamız gibi kucaklayalım, bağrımıza basalım. Onlara da evlatlık yapalım. Ve bu trajedinin daha fazla devam etmemesi için taşın altına elimizi sokalım. Aklımızı, sağduyumuzu yitirmeden...Bu nasıl spor?Oldum olası boks sporuna karşı durdum. Boksun bir spor olmadığını savundum; her ne kadar son yıllarda amatör boksta kask gibi önlemlerle, yeni kurallarla risk azaltılmaya çalışılsa da... Zira uzun yıllara yayılan etkileri olduğunu bilim insanları ne zamandır haykırıyor. Profesyonel boksun ise spor olduğunu savunmak için insanın sporun anlamını bilmemesi gerekir. Bugün profesyonel boks, milyonlarca doların döndüğü bir kumar sektörü haline gelmiştir. Burada boksörler, sporcudan ziyade birer kumar aracı olarak algılanırlar. Bütün kurallar da, daha fazla paranın dönmesi üzerinedir. Tıpkı horoz ya da köpek döğüşü veya at yarışı gibi. Aralarında nitelik olarak hiç bir fark yoktur. Böyle olduğunu Sinan Şamil Sam’ın, ABD’li McCall ile yaptığı maçta bir kez daha anladık. İkinci raundda gözü patlayan Sam, tam 12 raund ringde kaldı; her arada gözüne, kaşına bir dikiş atılmak suretiyle... Maç sonuna kadar tam 28 dikiş atılmış. Başlangıçta pes etmediği, ne kadar dayanıklı olduğu şeklinde yorumlar yapılarak Sinan Şamil Sam takdir edildi. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı daha sonra anlaşıldı. Menacerinin, ‘12 raund ringde kalacak’ şeklinde rakibiyle bahis yaptığı ve bu bahsi kaybetmemesi için Sam’ın hayatını dahi riske atarak rakibinden dayak yediği ortaya çıktı. Tabii bu arada, Sam’ın maç öncesi şehit aileleri için ringe çıkacağını söylemesinin de ne kadar içi boş, yaldızlı bir laf; dahası bir istismar olduğu da...Bu işler hep böyledir zaten. Bir yerde toplumsal bir hassasiyet varsa, istismar da kaçınılmazdır.

20 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil‘’

Yumurtanın döllenmesinden sonra oluşan canlıya embriyo demiş, bilim insanları. Ana rahmindeki canlıların önce kalbi oluşuyormuş; hayat iksiri olan kanı beyne pompalasın diye. Ardından diğer organ ve uzuvları gelişiyormuş. İnsan, son halini aldığında da dünyaya “merhaba” diyormuş. Kainatın en büyük mucizesi böyle gerçekleşiyormuş. İş bununla da kalmıyor tabii... Dünyaya gelmek, dünyada kalmanın garantisi değil ki... Yeryüzünde insan yavrusu kadar ebeveynlerinin bakımına muhtaç bir canlı türü daha yoktur. Yeni doğan bir bebeğin başkalarının yardımı olmadan yaşaması mümkün değildir. Bu öylesine uzun ve sancılı bir süreçtir ki, canlılar arasında en fedakarının insan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir anne-baba için yavrusundan daha değerli hiç bir şey yoktur, dünyada. Çekilen sancılar, uykusuz geçen geceler, titreyen yürekler, sarfedilen emekler, edilen dualar, akıtılan gözyaşları hep sahip olunan evlat içindir. Onun daha sağlıklı, daha iyi, daha müreffeh yaşaması içindir, o seferberlik hali... Evladı olanlar kendileri için yaşamaktan vazgeçerler. Varlık nedenleri, çocuklarıdır. Onları, bin bir zahmetle büyüttükleri zaman dahi görevleri sona ermez.O kınalı kuzular, bizim de evlatlarımız değil mi?Evladı gittiği yerden geciktiği zaman yer sarsıntısını hisseden atlar gibi huysuzlanırlar, huzursuzlanırlar. Yürekleri daralır. Kulakları hep kiriştedir. Çocuklarını ayak seslerinden, kokusundan tanırlar. Gelenin o olduğunu anladıkları anda, yeniden doğarlar. Yastığa baş koyduklarında yanaklarından aşağı süzülen damlalar ise, sevinç gözyaşlarıdır. Bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Yani, gidip de gelmeyenler. Geri dönmeyenler. Evinden telli duvaklı gelin gibi süslenerek, güle oynaya uğurlanıp, bir daha kavuşulamayanlar. O kınalı kuzular. Şehitler. Onlar da bir embriyo olarak ana rahmine düştüler. Onların da önce kalpleri oluştu. Sonra geliştiler. Aylarca o sıcacık yuvada dünyaya gelecekleri günü beklediler. Doğdular. Bir güneş gibi aydınlattılar anne-babalarının dünyasını. Çocuk oldular. Koştular, oynadılar. Terli terli su içtiler, öksürdüler. Düştüler, dizlerini kanattılar. Sonra okullu oldular. Heyecandan yürekleri bir kuş gibi pır pır etti. Ardından başları hülyalı birer ergen oldular. Sevdiler, sevildiler. Terkettiler, terkedildiler. Derken delikanlılığa adım attılar. Gelecek planları yapmaya başladılar. Hayaller kurdular. Tam yetişkinliğe adım atıyorlardı ki, vatan görevi kapılarını çaldı.Onların da birer hayatı, hayalleri, umutları vardıVe hayallerini ertelediler; döndükleri zaman kaldıkları yerden devam etmek üzere... Askerlikleri boyunca hep o umutla yaşadılar. ‘Döndüğüm zaman’ diye başlayan cümleler kurdular, pusularda, nöbetlerde. Özlem dolu mektuplar yolladılar sevenlerine. Taa ki, hain bir namludan çıkan hain bir mermi veya namussuz bir mayın tuzağı bedenlerini bir cemre gibi toprağa düşürene kadar. İşte böyle, her gün, her gün gencecik fidanlar kırılıyor. Kendi yurtlarında, kalleşçe vuruluyorlar, alçakça havaya uçuruluyorlar. Ölüyorlar; hayalleriyle, umutlarıyla, özlemleriyle beraber. Aniden belirip, karanlıkta kayan bir kuyrukyıldız gibi sonsuzluğa akıyorlar. Geride, yaşanamamış bir hayat ve yürekleri kor ateşle dağlanan, acılı anne-baba, kardeş, eş, sevgili, dost, arkadaş bırakarak... Yıllardır al bayrağa sarılı tabutlarla omuzlanıyorlar, devre arkadaşları ve sevdikleri tarafından. Bitmiyor, hiç bitmiyor. Bitmek bir yana, her geçen gün artarak devam ediyor şehit cenazeleri. Bir daha yolunu gözleyemeyecekleri çocuklarıyla birlikte tabuta girmek istiyor anne-babalar. Onlar da ölüyor, şehitleriyle beraber.İspanyol halkı kadar olamıyor musunuz?Ve sizler, günlük gailelerin içinde öylesine kayboluyorsunuz ki, kendi çocuklarınıza ağıt yakmıyorsunuz. Yine o rezil eğlence programlarına reyting patlattırıyorsunuz, tatil günlerinde pikniklere koşuyor, oyun havaları eşliğinde göbek atıyorsunuz. Tuncay’ın gidip gitmeyeceğini, şehitlerinizden daha çok konuşuyorsunuz. Vurdumduymazlığınızla dünyayı şaşkına çeviriyorsunuz. Sizlerin duyarsızlığı üzerine iktidar bina edenlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Neden ispanyol halkının ETA terörüne karşı sergilediği dik duruşu sizler sergileyemiyorsunuz? Onlardan eksiğiniz ne? Kurtuluş savaşını siz yapmadınız mı? Ülkenin dört bir yanını işgalcilerden geri almadınız mı? Ne oldu size? şimdi niye böylesiniz? Gençlerinizin bir kum tanesi gibi avuçlarınızın içinden kayıp yere dökülmesine daha ne kadar sessiz kalacaksınız? Haydi, atın ölü toprağını üzerinizden. Kalkın ayağa. Silkelenin, silkeleyin.Sahip çıkın, gençlerinize, geleceğinize, ülkenize... Ve onurunuza...

13 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Kop'artın gitsin‘’

Herkesin bildiği bir olgudur; vücudun herhangi bir bölgesinde metastas oluşmuşsa bedeni kurtarmak için o bölüm alınır. 4 yıldır koşmayan, genel müdürlükle, federasyonla restleşen, milli formadan kaçan Süreyya Ayhan’a artık yol verilmeli.Bilirsiniz, meşhur bir hikaye vardır. Valinin biri yıllar sonra babasını huzuruna çağırır ve,- Baba, bana hep sen adam olmazsın derdin ya... Bak işte vali oldum!Babası da şöyle bir bakar ve başını esefle sallar,- Be hey evlat, ben sana vali olamazsın dememiştim ki! Adam olamazsın adam. Evet, vali olmuşsun ama yine adam olamamışsın!Bir insan her şey olabilir. Vali olabilir, bakan olabilir, başbakan olabilir, mühendis, doktor vs. olabilir, şampiyon olabilir... Ama aslolan adam olmaktır, insan olmaktır. Her makamdan, her mevkiiden, her statüden, her başarıdan önce gelen budur; insan olmak. Onursuzca şampiyon olmaktansa, onuruyla sonuncu olmaktır aslolan. Dünya çapında sporcu sayısı bakımından çorak bir iklime sahip olan ülkemizde hasbelkader bir yıldız çıktığı zaman herkes üzerinde titrer. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmazlar. İmkanlar seferber edilir, onlar için. Halk bağrına basar; sever, sayar. Her yerde ayrıcalıklı bir muamele görür. El üstünde tutulur. Ve o sporculardan da bu sevginin, ilginin hakkını vermesi istenir. Ama şampiyon olur, ama olamaz. Önemli olan iyi niyetle çaba göstermektir. Çalışmaktır, terini son damlasına kadar akıtmaktır. Kazanamazsa bile bu millet yine bağrına basar, teselli eder, onu kucaklar.Devletiyle, milletiyle adeta alay ediyorİşte Süreyya Ayhan’a da böyle davrandı bu ülke ve davranmaya da devam ediyor. O ise, bırakın bu sevgiye ilgiye layık olmayı, devletiyle, milletiyle adeta alay ediyor. Ruhunu teslim etmiş bir muhteris adama, kendisine uzatılan bütün elleri geri çeviriyor. Kendisini Atletizm Federasyonu’nun ve diğer tüm atletlerin üstünde görüyor. Kendisine harcanan tüm emeklere, zamana, paraya nankörlük ediyor. Bu devlet, bu millet hiçbir sporcuya olmadığı kadar ona kucak açmışken, o ısrarla “mahallenin şımarık kızı” rolünü oynamayı sürdürüyor. Kırıyor, döküyor, incitiyor. Tam 3 yıl 9 aydır, yani 13 Eylül 2003 tarihinden beri yan gelip yatıyor. Bu devlet ona harcırah çıkarıyor, yurt dışına kamplara gönderiyor, sakatlığını tedavi ettiriyor, buna karşın o hiçbir yarışa çıkmıyor. Kendisine yapılan profesyonel ekip kurma gibi tüm teklifleri geri çeviriyor, milli formayı giymeyi reddediyor. O adamla birlikte her şeyden, herkesten kaçıyor. Başına buyruk hareket ediyor. Kampa gidiyor, adres vermiyor. Bıraktığı telefonlara ulaşılamıyor. Federasyon temsilcileri dedektif gibi onu arıyor, bulamıyor. Kayıplara karıştı diye gazetelere manşet oluyor, buna rağmen, ne bir ses, ne bir seda, ne bir cevap. Nerede, ne yaptığı belli değil.Süreyya’ya harcanan para 6 atlete bedelTürkiye Atletizm Federasyonu’yla köşe kapmaca oynuyor. O federasyon ki, 2006 Eylül’ünden beri sadece ABD kampı için Süreyya Ayhan’a 24 bin 620 (33 bin 276 YTL) ABD Doları para harcamış. Buna karşılık Elvan Abeylegesse, Halil Akkaş, Eşref Apak, Nevin Yanıt, Esen Kızıldağ ve Recep Çelik’e harcanan toplam kamp masrafı 57 bin 500 YTL. Yani 6 atleti toplasan ancak bir Süreyya Ayhan ediyor. Hal böyleyken, devletin kurumlarını suçlayan, devletin kurumlarına kafa tutan, kimseyi takmayan, ilgisizlikten yakınan yine Süreyya Ayhan. Süreyya Ayhan bir şampiyondur. İlklerin kadınıdır. Türk atletizminin en büyük yıldızıdır. Ama iyi bir sporcu değildir. Ve hiçbir zaman olmayacağı da yanındaki kılavuzundan bellidir. Yetkililer artık ondan umudunu kesmelidir. Bu saatten sonra ondan gelecek bir başarının, ne bu devlete, ne bu millete faydası olmaz. Süreyya Ayhan’la bu sürtüşme devam ettikçe, bundan en büyük zararı Türk atletizmi görecektir. Milli formayı reddeden bir sporcuya “uğurlar olsun” demekten başka yapılacak bir şey yoktur. Mehmet Terzi ve ekibi de bunu yapmalıdır. Korkmadan, cesurca...

11 Haziran 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yengeç sepeti!‘’

Denizden toplanıp bir sepete doldurulan yengeçler, dışarı çıkmaya çalışanı aşağı çeker ve bir süre sonra da birbirlerini yerlermiş. Onları yok etmek için dışarıdan bir müdahaleye gerek olmazmış. Yengeç, yengecin kurduymuş! Tıpkı biz Türkler gibi! Dev bir yengeç sepetine çevirdiğimiz güzelim ülkemizde birbirimizi yok etmek için öylesine akıl almaz taktikler geliştiriyoruz ki, şeytanın bile pabucunu dama atıyoruz. Uzlaşı kültürünün yerine linç kültürünü koyduğumuzdan beri, nice değerlerimizi alaşağı ettik veya arkalarına bile bakmadan ülkeyi terketmelerine yol açtık. Başarmak için yola çıkanlar, çıktığına da, çıkacağına da bin pişman ediliyor. Öylesine ağır saldırılara uğruyorlar ki, insanın aklı hafsalası almıyor. Sinirleri sağlam olanlar, vasatların hücumlarını savuşturabiliyor, dayanıksız olanlar ise, “Lanet olsun” diyerek alıp başını gidiyor, kendilerine yaban diyarlarda gelecek arıyorlar. Beraberlerinde yeteneklerini, öfkelerini ve kırgınlıklarını da götürerek...Toplumsal lince maruz kalan son değerimiz ise Ertuğrul Sağlam. Beşiktaş’ın başına geçeceği yönündeki haberler çıktığı andan beri adeta parça pinçik ediliyor genç teknik adam. Beşiktaş’ın ağırlığını kaldıramayacağından tutun da, dindarlığına ve eşinin başörtüsüne kadar o kadar haksız ve mesnetsiz eleştirilere maruz kalıyor ki, insanın vicdanı sızlıyor. Dört bir yanı sarılmış durumda Ertuğrul Hoca’nın... Bir taraftan Siyah-Beyazlı takıma antrenör olmak isteyenlerin oluşturduğu lobi, bir taraftan kendi adamını takıma antrenör yapmak isteyen yöneticiler, bir diğer taraftan da laubali olmadığı, yüz vermediği Beşiktaş basını tarafından kuşatılmış durumda. Ve saldırılar sürekli belden aşağı. Bunu yapanların, Ertuğrul Sağlam’ın futbolculuğunda dahi kendisini teknik direktörlüğe hazırladığını, dünya futbolunu yakından takip ettiğini, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında bir çok seminer ve kurstan geçtiğini, bir Anadolu kulübünde iki yıl kalmayı başardığını, çalıştırdığı takımlara pozitif futbol oynattığını bilmemeleri mümkün mü? Elbette değil. Zaten sorun da bu değil. Sorun, hastalıklı bir yapıya sahip olmamız. Herkes bir hesap peşinde. Bir yerlerden kendilerine bir şeyler yontmanın çabası içindeler. Onları ne Beşiktaş’ın geleceği ilgilendiriyor, ne de Ertuğrul Sağlam’ın başarıp başaramayacağı. Onları ilgilendiren, Beşiktaş’ı ellerinde oyuncak yapıp istedikleri gibi oynamak. Bu oyuncak ellerinden alınmak istendiğinde de her türlü densizliği, pervasızlığı yapmaktan çekinmiyorlar. Yıldırım Demirören’in başkan olduğu günden beri belki de yaptığı en olumlu icraattır, Ertuğrul Sağlam’ı takımın başına getirmek. Bu bir devrimdir. Ve devrimler hep sancılı geçer. Lig başlayıp, bir iki maç kaybedildiğinde silahlar bir kez daha çekilecek ve Ertuğrul Sağlam bir daha ayağa kalkamayacak şekilde, darmadağın edilmek istenecektir. Beşiktaş başkanına düşen, Ertuğrul Hoca’nın sonuna kadar arkasında durmaktır. Aksi takdirde kendisi de Ertuğrul Sağlam ile birlikte yengeç sepetinin dibini boylar! Hem kendi kaybeder, hem Beşiktaş, hem de Türk futbolu... Bu ülkenin bir değerini daha yitirmeye tahammülü yok. Üstelik, bugüne kadar kaybettiklerimizin acısı hala yüreklerimizi kor gibi yakmaya devam ederken...Cimnastik festivaliEn önemli kalıtımsal hastalıklarımızdan biri de, her şeyi devletten beklememizdir. Bir yurttaş olarak bizlerin de ülkemize karşı bazı sorumluluklarımız, yükümlülüklerimiz olduğunu unuturuz genelde... Sadece vergi vermekle görevimizi yerine getirdiğimizi sanırız. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Vergiden daha fazlasını yapmalıyız ülkemiz için. Herkes taşın altına elini sokmalıdır. Kimi yeteneğiyle, kimi bilgisiyle, kimi zekasıyla, kimi parasıyla bir şeyler üretmelidir. Tıpkı Sevtap Aytuğ hanımefendi gibi... Kendisinden, son yılların en önemli cimnastikçisi Ümit Şamiloğlu’na verdiği destekten dolayı daha önce bir yazımızda sözetmiştik (O yazıda işlerinin bozulduğundan bahsetmiştik, ama bu, bereket ki doğru değilmiş). Meğer Sevtap Hanım bundan fazlasını da yapıyormuş. Cimnastik sporunu geliştirmek, sevdirmek, tanıtmak ve altyapısına katkıda bulunmak için bir avuç gönüllü sporsever ile birlikte bir ‘Uluslararası Cimnastik Festivali’ düzenleyeceklermiş. Festival, 28 Haziran-1 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Maltepe Stadı’nda yapılacakmış. CimCim Harikalar Gençlik ve Spor Kulübü ile Çekmeköy Rotary Kulübü’nun birlikte organize ettiği festivale yurtdışından ve Türkiye’nin her yerinden küçük sporcular katılacakmış. Hedeflerini, ülkemizde kökten değişim sağlayacak, özgüvenli, emek vererek bir şeylere ulaşmayı prensip edinmiş, hem fiziksel hem de ruhsal açıdan sağlam bireylerin yetişmesi için cimnastiğin yaygınlaştırılması olarak belirlemişler. Umarım hedeflerine ulaşırlar. O tarihlerde Maltepe Stadı’na uğramanızda fayda var. Bu ülkede iyi şeyler de oluyor diyebilmeniz için...

06 Haziran 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yangın olur‘’

Malümunuz, Ankara’nın Büyükşehiri’nden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyespor Futbol Takımı da Süper Lig’e yüseldi. Ne de güzel oldu! Sayın Başbakanımız da pek keyiflendi! Çocuklarını kabul ederek tebrik filan etti! Ne de olsa bugünün temellerini bizzat kendisi atmıştı. Belediye kaynaklarını profesyonel futbolculara aktararak Türk gençliğini kötü alışkanlıklardan korumayı amaçlamıştı! Sonra bir çok belediye kendisini takip etti. İkinci ve Üçüncü liglerde belediye takımları fink attı, hâlâ da atıyor. Belediyelerimiz, hizmet için yeterli parayı bulamıyor, işçisine, memuruna maaş ödeyemiyor, sokaklar kirden pastan geçilmiyor, her yağmurda caddeler sandalla aşılıyor, açık rögarlarda, fosseptik çukurlarında çocuklarımız kayboluyor ve bütün bunların mazereti hazır: Bütçemiz kısıtlı! Profesyonel futbol takımları söz konusu olduğunda ise, para muslukları ardına kadar açık! Çünkü orada popülarite var, oy avcılığı var, populizm var, eşe dosta imkan yaratmak var, varoğlu var...Belediyenin futbol takımı olur mu?Halka spor yaptırmak, halkı spora teşvik etmek, spor sahaları açmak, spora altyapı hizmeti görmek, belediyelerin görev ve yetkileri arasındadır. Ancak bu, profesyonel futbol şubeleri kurup, halktan gelen parayı buraya aktararak haksız rekabete yol açmak değildir. Ki, bu gelen para içerisinde belediye takımlarına rakip olan kulüplerin yandaşlarının vergileri vesair ödentileri de mevcuttur. Belediyelerin spora hizmeti amatör branşlarla sınırlı olmalıdır. Amatör sporlara hizmet etmelidir. Amatör branşlarda şubeler kurarak, çarpık sistem nedeniyle bin bir badire atlatan sporculara sahip çıkmalıdır. Yeni sporcular yetiştirmelidir, spor sahaları açmalıdır. Ve bütün bunları hakkaniyet içinde, toplumun her kesimini, her branşı, her sporcuyu kucaklayarak yapmalıdır. Bir tarafı ihya ederken, diğer tarafı mağdur etmemelidir. Futbol takımını asla ve asla tasvip etmesek de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, spora hizmet alanında önde gelen belediyelerimizden biridir. Başta güreş olmak üzere bir çok şubeleri olduğunu biliyoruz. Keza, bir çok milli sporcuyu bünyelerinde barındırdıklarını da... Ancak bu şubelerde her şeyin yolunda gittiği konusunda bazı kuşkularımız var. Uygulamalarda bir takım haksızlıklar yapıldığı yönünde iddialar mevcut. Karatede yaşananlar buna en iyi örnek. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sporcularından biri olan Haldun Alagaş’a yapılanlardan söz etmeyeceğim. O, belki bir başka gün, başka bir yazının konusu olacak. Tabii kendisi izin verirse...Akademi mezunu sporculara başka kadro mu yok?Okay Arpa, İlker Arslantaş, Şevket Baştürk... Üç milli karateci. Yurtiçi ve yurtdışında şampiyonlukları var. Bu üç sporcumuz Büyükşehir’de sözleşmeli sporcuymuş. Sonra bir gün, kapının önüne konmuşlar. Başarısız oldukları için değil; senin adamın, benim adamım olayı! Bir anda işsiz kalan sporcular çareyi itfaiyeye başvurmakta bulmuş. Ve sınavları geçerek itfaiyeci olmuşlar. Aynı dönemde yukarıda ismini saydığımız üç sporcu, yeni kurulan İzmit Kağıtspor’a geçmişler. Kendileriyle birlikte kovulan diğer sporculardan ikisi ise karateyi ve itfaiyeciliği bir arada yürütemeyince sporu bırakmışlar. Şimdi bu üç sporcumuz, İstanbul’da mesai saatleri içinde yangından yangına koşuyorlar. Ardından da yangını hasarsız atlatırlarsa antrenmana ve müsabakalara çıkıyorlar. Zira duman yutuyorlar, yaralanıyorlar, hatta yanma tehlikesi geçiriyorlar. Gerek ulusal, gerekse uluslararası müsabakalara katılmaları durumunda da ücretsiz izine çıkarılarak cepten yiyorlar. Oysa belediye, spor akademisi mezunu olan bu eski sporcularına eğitimci kadrosunda görev verebilir. Altyapılarda onların birikiminden, bilgisinden faydalanabilir. Ama yapmıyor. Onlar da geçim derdi nedeniyle gidip itfaiyeci oluyorlar. Sonra da milli formayı giyerek bu ülkeye madalya getirmeye çalışıyorlar. Tüm spor branşlarını, doğru bir hamleyle özerkleştiren GSGM, illerde spor branşlarını ve tesisleri belediyelere devretmeye hazırlanıyor. Şimdi, İstanbul’un göbeğinde bunlar yaşanıyorsa, gözlerden uzak diğer il ve ilçelerde neler olabileceğini kestirmek zor olmasa gerek.Kaş yapalım derken, göz çıkarmayalım...

05 Haziran 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI