Arama

Popüler aramalar

‘’İntihar...‘’

Oldum olası intihar olgusunun gizemi beni çekmiştir. Bir insanın kendi hayatına neden ve nasıl son verebildiğini hep merak etmişimdir. Kimi çektiği acıya dayanamadığı, kimi hayata dair tüm umutlarını yitirdiği, kimi depresif ruh haline sahip olduğu, kimi savunduğu ideolojisi, kimi inançları, kimi işgal edilen ülkesi, kimi tutsak olarak yaşamayı kabul etmediği, kimi de hayata meydan okumak için intiharı seçer. Sebebi her ne olursa olsun, hayattaki en radikal başkaldırıdır intihar. Japon toplumu gibi bazı toplumlarda kutsanmasının sebebi bu olsa gerek. Onursuzca yaşamaktansa, onurluca ölmek!.. Onuruyla ölmek sözkonusu toplumlarda bir erdem olarak kabul edilse bile intiharın sorunların çözümü için uygun bir yöntem olmadığı yadsınmaz bir gerçektir. O nedenledir ki, bilim yüzyıllardır intiharın dinamiklerini çözmek için çaba sarfeder. En umutsuz insanları dahi yaşamaya teşvik eder. Hayata tutunmaları için değişik çözümler üretir. Yaşama hakkının en kutsal hak olduğu şiarını toplumlara empoze eder. Sorunların üstesinden akılla, zekayla, bilgiyle gelinmesini, en zor koşullarda dahi direnmeyi öğretir. Keza, semavi dinlerde de intihar en büyük günahlardan biridir. Aklın, bilimin, sağduyunun yol göstericiğiliğine inananlar, bu eylemden uzak durur, yaşamının kıymetini bilir. İnanmayanlar ise, bu dünyada bulamadığı huzuru başka diyarlarda aramak için kontağı çevirir ve bilinmeyene doğru yolculuğa çıkar.Futbolu, kendisinden ve çocuğundan çok seven adam!Hayatın en çarpıcı gerçeklerinden biri olan intiharın, hiç olmaması gereken bir alana, futbol literütürüne girmesini şaşkınlıkla izledik, önceki gece bir televizyon kanalında. Futbolumuzun renkli siması Yılmaz Vural, takımının küme düştüğü gün intihara teşebbüs ettiğini açıkladı, milyonlarca izleyicinin huzurunda. Yaşadığı acı o kadar yoğunmuş ki, buna son vermenin tek yolunun intihar olduğunu düşünmüş! Ve silahını çıkarıp başına dayamış, tam tetiği çekecekmiş ki, yardımcısı imdadına yetişmiş ve onu kurtarmış. Kulaklarımla duymasam inanmazdım böyle bir şeye. Nereden tutsan elinde kalacak bir durum. Bir spor adamının silah taşıması başlı başına absürt bir durum iken, bir de kendi canına kastetmesi ve bunu matah bir şeymiş gibi televizyon ekranından açıklaması Yılmaz Hoca’nın sağlıklı bir ruh haline sahip olmadığının en açık göstergesidir. Aynı Yılmaz Vural, sezon içinde takımının son saniyelerde gol yemesinden sonra, “çocuğum ölse, bu kadar üzülmezdim” şeklinde bir açıklama yapmış ve o günlerde bunun üzerinde pek durulmamıştı. Bir insan sevinci de, hüznü de en uç noktalarda yaşayabilir. Aşırı coşkulu ya da çok sakin, fazla iyimser veya aynı ölçüde kötümser biri olabilir. Bütün bunlar anlaşılabilir şeyler. Burada asıl üzerinde durulması gereken, sadece ve sadece bir oyun olan futbolun, bir hayat-memat meselesi haline gelmesidir. Yılmaz Vural üzüntüsünden intihara teşebbüs ederse, bazıları da tribünlerde, sokaklarda birbirini katleder. “Ölmeye, ölmeye geldik” sloganının temelinde de yatan budur zaten. Barış ikliminin ortadan kalkmasının en büyük nedeni, futbola hakettiğinden fazla bir önem vehmetmemizdir. Başta futbol olmak üzere hiç bir şey insan hayatından daha değerli değildir. Bu sahnede rol kapanlar; ister başrol oyuncusu, ister Yılmaz Vural gibi karakter oyuncusu (!), isterse de figüranlar olsun, bu bilinçle hareket edilmediği sürece futbol, kendi boynumuza geçirdiğimiz yağlı bir ilmek olmaya devam edecektir. Sehpaya tekme atacak birileri ise nasıl olsa her zaman bir yerlerde bulunur!Bir Aykut Kocaman vak’ası daha...Her sezon sonu aynı sahneler tekrarlanır durur. Bir yanda sevinç vardır, bir yanda hüzün. Sevinenler, hüzünlenenler olduğu için sevinirler; hüzünlenenler de, sevinenler olduğu için... Hayat böyledir. Tahtıravalli misali... Bir ineriz, bir çıkarız. Rakibimizin üzüntüsü, bizim sevincimizdir; bizim üzüntümüz de rakibimizin sevinci. Ya da tam tersi... Yeter ki, sıranın bize de geleceğini bilelim. Hiç kimse sonsuza kadar üzülmez ya da sevinemez. Bir başka deyişle, kazanamaz veya kaybedemez. O nedenle yaşadığımız her ne olursa olsun, ölçülü olmalıyız. Seviniyorsak, kaybedeni rencide etmeden sevinmeliyiz. Veya yapabiliyorsak, onun üzüntüsüne ortak olduktan, onu teselli ettikten sonra sevincimizi yaşamalıyız. Yıllar önce Aykut Kocaman yapmıştı bunu. Şampiyonluğun kazanıldığı maç sonrası, “Açıkçası fazla sevinemiyorum, çünkü üzülenler de bizim arkadaşlarımız, onların yerinde biz de olabilirdik” demişti, bilge adam. Ve aforoz edilmişti, futbol bezirganları tarafından. Konyaspor galibiyetiyle kümede kalan Gaziantepspor, haklı olarak bunun sevincini yaşarken, başkalarının üzüntüsüne içi cız eden biri vardı, Kırmızı-Siyahlı takımda: Faruk Bayar. Genç futbolcu, maç sonrası mikrofonlara duygularını anlatırken, “Düşen takımlardaki futbolcuları düşünüyorum. Hepsi bizim arkadaşımız. Onlar çok üzülüyor. O nedenle fazla sevinemiyorum” diyerek, insanın her koşulda insan kalabileceğini bir kez daha ispatladı. Ve şövalye ruhlu sporcular kervanına o da adını yazdırdı. Kutlu olsun.

30 Mayıs 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İmalat hatası!‘’

Kulüp yok, iş yok, gelir yok, sponsor yok... 2005 yılında tam sporu bırakıyordu ki, bir iş kadını imdadına yetişti. Dünya Kupası’nda altın madalya alarak cimnastik tarihine geçen Ümit Şamiloğlu, adeta çarpık sisteme meydan okuyor.Türk sporunun geçmişten bugüne kadar taşınmış ve kronikleşmiş o kadar çok sorunu var ki, köklü bir çözüm için bir alt üst oluş yaşanması gerekiyor. Ne özerkleşme, ne de günü kurtaracak palyatif çözümler, sporumuzu yerinde saymaktan kurtaramaz. Bunun en büyük nedeni de doğru çalışmayan, çağdışı, politikanın hegemonyasında çarpık bir sistemimizin olmasıdır. Daha doğru bir deyişle, sistemsizliğin sistem haline getirilmesidir. Bundan dolayıdır ki, 57 branşta dünya çapında yıldız sporcu sayımız iki elin parmaklarını geçmez. Bunların bir kısmı Naim Süleymanoğlu gibi ithal sporcu olurken, kalanları da tesadüfen ortaya çıkan değerlerdir. Yani, Genel Müdür Mehmet Atalay’ın deyişiyle, imalat hatası!Güreş, halter, tekvando, judo, karate gibi doğuya özgü sporlarda uluslararası arenada elde ettiğimiz başarıları ne yazık ki, üç ana spor dalı olan atletizm, cimnastik ve yüzmede gösteremiyoruz. Son yıllarda atletizmde bir kıpırdanma olduysa da cimnastik ve yüzmede durumumuz iç açıcı değil. Cimnastikte rahmetli Murat Canbaş’tan sonra dünya çapında bir sporcumuz olmadı. Zaman zaman Suat Çelen şartları zorladıysa da, beklenen patlamayı yapamadı. Son zamanlarda cimnastikte hızla yükselen bir değerimiz var: Ümit Şamiloğlu.Cimnastikteki en büyük başarıÖnceki yıl Akdeniz Oyunları Şampiyonu olan, bu yıl da Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası’nda finale kalarak adından söz ettirmeye başlayan Şamiloğlu, hafta sonu Rusya’da yapılan Dünya Kupası’nda barfikste altın madalya alarak cimnastik tarihimizin en büyük başarısına imza attı. Aslında Ümit Şamiloğlu yeni bir sporcu değil. 27 yaşında ve sporculuk hayatının sonbaharını yaşıyor. Önümüzdeki yıl, eğer gidebilirse olimpiyattan sonra bırakacak. Ümit Şamiloğlu son yıllarda ülkemizde yetişen en iyi cimnastikçi olmasına rağmen, kimse dönüp yüzüne bakmamış. Halen ne bir kulübü, ne bir işi, ne bir geliri, ne bir sağlık güvencesi, ne de bir sponsoru var. Bundan önce birçok uluslararası organizasyona da ödeneksizlik ve ilgisizlik nedeniyle gidememiş. 2005 yılında yokluklarla boğuşmaktan bıkmış ve sporu bırakmaya karar vermiş. İşte o anda Sevtap Aytuğ isimli cimnastik gönüllüsü bir iş kadını imdadına yetişmiş ve kişisel desteğiyle spora devam etmesini sağlamış. Gittiği birçok turnuvanın parasını da Sevtap Hanım ödemiş. Son zamanlarda onun da işleri bozulmuş.Bir teşekkürü bile unutmuşlar!Son başarılarından sonra federasyon arkasında dursa da, Ümit taşıma suyla değirmen döndürüyor. Durumunda bir değişiklik yok. Hatta, Rusya’daki tarihi başarısının ardından ne genel müdürlükten, ne de devletin diğer ileri gelenlerinden bir tebrik dahi almamış. Bu yaz hedefinde Universiad ile Dünya Şampiyonası var. Ümit bu iki büyük organizasyondan da madalya alacağına kesin gözüyle bakıyor. Ama her sporcu gibi onun da gönlünde yatan aslan, 2008 Pekin. Takım puanı baz alındığı ve Türkiye’nin de takımı olmadığı için olimpiyat vizesi alması için Dünya Şampiyonu olması gerekiyor. O da bunu başararak olimpiyatta ülkemizi temsil eden ilk cimnastikçi olmayı hedefliyor. Tabii sistem izin verirse!..

29 Mayıs 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kendi düşen...‘’

Dünkü maç öncesinde hocasını istifaya zorlayan ve spekülasyona yol açan İlhan Cavcav’ın kuyuya attığı taşın nasıl çıkarılacağı tartışılırken, Antalya’da sahneye çıkan bir avuç gururlu adam, bu sorunun cevabını verdiler. Ülkemizde alışık olmadığımız türden bir 90 dakikaya imza attı Kırmızı-Siyahlılar. Beklenilenin aksine sahada yatmadılar; savaştılar, direndiler. Hızlı ataklar geliştirdiler, attıkları kadar gol kaçırdılar. Gençler’in dünkü galibiyeti, Türk futbolunda artık bazı tabuların yıkılmaya yüz tuttuğunun en açık göstergesidir. İkinci yarının flaş takımı Antalyaspor 26. haftadan sonra stop etmiş. Son galibiyetini 8 hafta önce alan Yılmaz Vural’ın talebeleri, evindeki son 4 maçta bir puan almış. Kaybettikleri arasında Ankaragücü var, Denizli’yle de berabere kalmış. İşte Güney ekibini geldiği yere gönderen bu tablodur. Buna rağmen dünkü maçı alsaydılar, ligde tutunabileceklerdi. Ne var ki, ilk 45 dakikayı hiç bir şey yapmadan geçirdiler. İkinci yarıya baskılı başlamalarına karşın, Gençler’in ilk atağında kendi kalelerine golü attılar. Ardından Vural’ın panik değişiklikleri geldi. İkinciyi yedikten sonra buldukları sayısız pozisyonda başta çağdışı forvet Ahmet Dursun olmak üzere kaleci Gökhan’ı nişan tahtasına çevirdiler. Haminu’nun harika golünden sonra ise havlu attılar. Antalya’nın küme düşmesi, futbolun ve ligin şakaya gelir tarafının olmadığının bir ispatıdır. Bir kaç hafta önce başında kavak yelleri esen Vural’a hayatının en acı dersidir bu sonuç. Herşey güllük gülistanlıkmış gibi kanal kanal gezip kendini pazarlayan Vural’ın balonu patlamıştır. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz.

27 Mayıs 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yatağımdaki düşman!‘’

Herkesin bir Brütüs’ü vardır” diye başlamışım ve devam etmişim, 20.10.2006 tarihli Fanatik Gazetesi’nde: “Nice dostluklar, kardeşlikler, arkadaşlıklar, aşklar, ortaklıklar hain bir bıçak darbesiyle sona ermiştir. Bu darbelere dayanıklı olanlar kanayan bir yara ve derin bir sızıyla birlikte yaşam yolculuğuna devam eder. Taa ki, ikinci bir ihanet dalgası kapısını çalana kadar. Çünkü ihanet tsunami gibidir. İlk dalgadan kurtulsanız bile ikincisinden kurtulamazsınız. Narin bir bedene ve ruha sahip olanlar ise zaten ilk darbede yıkılır ve bir daha da ayağa kalkamaz. Dudaklarından içli bir şarkı gibi dökülen son sözlerini hepimiz biliriz: Sen de mi Brütüs!..Yalnız insanların mı ‘Brütüs’ü olur? Elbette hayır. Toplumların da, ülkelerin de, şirketlerin de, kurumların da ‘Brütüs’leri vardır; bilenmiş bir bıçakla kuytu bir köşede pusuya yatarak avını bekleyen... PSV Eindhoven’a yenilerek Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkma şansını mucizelere bırakan Galatasaray’ın ‘Brütüs’ü kendi seyircisiydi, önceki akşam. İkinci yarıda Mondragon’un yediği golün şokunu üzerinden atamayan takım, Gerets’in üst üste yaptığı değişikliklerle tam ayağa kalkmak üzereydi ki, ortaya ‘Brütüsleşen’ seyirci çıktı ve Galatasaray’ı Olimpiyat Stadı’nın çimlerine gömdü; daha bitime 10 dakika varken takımını protesto ederek...”O günden bugünlere çok şeyler değişmiş! İhanet dalgası öylesine kabarmış ki, 100 yıllık bir çınarı silkelemeye başlamış. Herkesin ‘Brütüs’ü aynı zamanda koynunda taşığıdı yılanıdır. Hayat yolculuğumuz boyunca hep yanıbaşımızdadır ve ne zaman fırsat bulup da bizleri sokacağını hiç bir zaman kestiremeyiz. Hep gafil avlanırız. Çünkü su uyur, o uyumaz. Nitekim uyumadığını pazar günü tüm dünyaya ispatladı. Her daim Galatasaraylılığı ile gurur duyan ben ve benim gibiler hicap duydu, gördükleri karşısında. O zavallılar ne bilir ki, sahaya atılan her yabancı madde aslında Galatasaray değerlerine sıkılmış bir kurşundur... ‘Dünya markası’ ve ‘batıya açılan pencere’ olmakla övünen bir kulübün, ‘taraftar’ diye sırtını dayadığı güruhun maskesi düşmüştür. Ali Sami Yen, ‘yeniçeri ocağı’na dönmüştür. Çeteleşen bir takım menfaat grupları kendi rantları için, kitle psikolojisinden de faydalanarak diğer taraftar gruplarını da harekete geçirip kulübü vesayet altına almaya çalışmaktadır. Olayın Fenerbahçe ile fazlaca ilgisi yoktur. Bu bir kıyamdır ve Galatasaray yönetimine karşı yapılmıştır. Galatasaray yönetimi bu oyuna gelmemelidir. Özhan Canaydın asıl şimdi direnmelidir. Kesinlikle istifa etmemelidir. Bunlara papuç bırakmamalıdır. Bırakırsa kulübün geleceğini bu çetelerin eline teslim eder. Bunlar istediklerini başkan yapar, istediklerini indirir bundan böyle. Bunun yolunu açmamalıdır Sayın Canaydın... Gerçek Galatasaraylının bugün Özhan Canaydın’a ve yönetimine sahip çıkması zamanıdır. Ve şunu hiç bir zaman akıllarından çıkarmamalıdırlar: Bugün Türkiye’nin en başarılı başkanı olarak kabul edilen Aziz Yıldırım, ilk 5 sezonunda 4 Galatasaray şampiyonluğu görmüştür. Gün sağduyunun günüdür. Ve bu sağduyu da Galatasaray camiasında yeterince vardır. Gelecek de bir gün gelecek ve hep beraber göreceğiz.Bayrak nöbeti!Galatasaray’ı bugünlere getiren en önemli nedenlerden biri de, vizyon sahibi insanların bir kenara çekilmesidir. Dar görüşlü, ufuksuz, yerel düşünen, bilgiyi paylaşmayan yöneticilerin işbaşına gelmesi, dünyanın en çok tanınan markalarından birini büyük bir kısır döngünün içine çekmiştir. Bu bir süreçtir. Gelir, geçer. Galatasaray marka değerinden hiç bir zaman bir şey yitirmez. Su yatağını mutlaka bulur. Gelgelelim, pazar günü Ali Sami Yen’i gerçek bir cehenneme çevirenler kadar utanç verici bir durum da bir yönetici ile bir kaç futbolcunun orta sahada bayrak nöbeti (!) tutmasıydı. Bayrak nöbeti derken, elbette sahip olunan bayrağın korunması için tutulan nöbetten bahsetmiyorum. Söz konusu işgüzarlar, bir delinin çıkıp da, Ali Sami Yen’in ortasına Fenerbahçe bayrağı dikmemesi için nöbete durmuştu. Manzara traji-komikti. Gerçekten absürt bir durumdu. Galatasaray’ın geldiği nokta bu mu olmalı? Velev ki, bütün olanlardan sonra bir zırdeli çıktı, oraya bayrak dikti. Ne olacak? Galatasaray kalesi düşmüş mü olacak? Sounnes bayrağı Saracoğlu’na dikti de Fenerbahçe kalesi düştü mü? Bu anlık bir tepkiydi ve özelliği de ilk olmasıydı. Bundan sonrakilerin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Ali Sami Yen’in ortasına 50 tane Fenerbahçe bayrağı dikilse ne yazar? Güler, geçersin. Hadi Sabri ve benzerlerinin böyle bir eyleme kalkışmasını anlayabiliz. Takımda futbol şube sorumluluğu gibi hayati bir görev üstlenmiş bir yöneticinin orada ne işi var? Balık baştan kokuyor... Son söz: Hasan Şaş, Ayhan Akman ve Sabri Sarıalioğlu pazar günkü gözü dönmüş taraftarlar kadar Galatasaray’a zarar veriyorlar. Her türlü çirkefin içinde bunları görebiliyorsunuz. Galatasaray yönetimi radikal bir karar alıp sezon sonu üçünün de biletini kesmelidir. ‘Bizim çocuklar’ demeden... Zira bu toplumun başına ne geldiyse, ‘bizim çocuklar’ denilerek müsamaha gösterilenlerden gelmiştir. Yönetim işe önce kendi kapısının önünü süpürerek başlamalıdır.

23 Mayıs 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kalecilerin gecesi‘’

Temmuz kıvamında bir mayıs akşamında kaderleri Kamil Ocak Stadı’nda çakışan iki sanayi kentinin takımı öylesine tempolu bir futbol sergiledi ki, kendinizi bir basketbol maçında sanırdınız. Bu sezon Anadolu’da izlediğim en zevkli, en keyifli, en mücadeleli karşılaşmalardan biriydi. Sahada verilen mücadeleyi görünce, insanın aklına ister istemez, ‘daha önce neredeydiniz’ sorusu geliyor. Bunda hiç kuşkusuz en büyük faktör Gaziantepspor ile Vestel Manisaspor’un küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissetmesiydi. Bizde böyledir. Kazananın çok şey kazanacağı, kaybedenin de çok şey kaybedeceği final niteliğinde bir maç söz konusu olunca, sahadaki futbolcular varını yoğunu ortaya koyuyor. Hedefsiz kaldıklarında ise ipe un seriyorlar! Aslında aynı durum taraftar için de geçerli. Tribünleri doldurmaları için ya takımlarının kümede kalma savaşı ya da şamiyonluk mücadelesi vermesi gerekiyor. Tıpkı dünkü Gaziantep taraftarı gibi... Bundan önceki maçların aksine stadı tıklım tıklım dolduran ve tribünleri binlerce beyaz bayrakla adeta zambak tarlasına çeviren Antep seyircisi, 90 dakika boyunca 12. adam rolünü kusursuz bir şekilde sahneye koydu. Karşılaşmanın genelinde topa daha çok sahip olan, daha atak, daha pozitif oynayan taraf Vestel Manisa’ydı. Organize ataklar geliştirdiler, çok sayıda duran top kullandılar, bi çok pozisyon buldular, ancak kaleci Oğuz Dağlaroğlu’nu aşamadılar. Gaziantep ise, özellikle Veysel Cihan ile Kayseri maçı öncesi yedek kulübesinin gediklisi olan Ekrem Dağ’ın geliştirdiği kontrataklarla etkili oldu. Bu ikiliye Diawara’nın ayak uyduramaması ve kaleci Ufuk’un kurtarışları, skor tabelasının ev sahibi ekip lehine değişmemesinin en büyük nedeniydi. Buna karşın, Erdoğan Arıca’nın oyundan aldığı ilk oyuncu Ekrem Dağ, ikincisi de Veysel Cihan oldu!Maçın en tuhaf yanı ikisine de yaramayan beraberliğe iki takımın da sevinmesiydi. Oysa haftaya kaybetmeleri durumunda ikisi de küme düşebilir. Sahanın iki yıldızı vardı: Kaleciler Oğuz ve Ufuk...

21 Mayıs 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bisiklet...‘’

Bisiklet sözü hayatıma ilk girdiğinde henüz 7’sinde bir tıfıldım. Ömrümün bir kaç güzel yazından biriydi. Ve yazlar o zaman yaz gibiydi; ağaçlar, kuşlar, çiçekler, böcekler ve sarı, sıcak... Yüreğim, bir kaç hafta sonra ilkokula başlayacak olmanın heyecanıyla kıpır kıpırdı. Mahallemizin en zengini, oğluna üç tekerlekli bir bisiklet almıştı. O bisiklet mahalledeki bütün çocukların hayatını alt üst etmişti. Uzaktan gıptayla bakardık. Bazen de yanına yaklaşıp arkadan itmeye çalışırdık; belki bizi de bindirir diye. Şımarık oğlan kimine izin verir, kimine vermezdi. Ben de izin verilmeyenler arasındaydım. Çünkü sırtımda soluk renkli bir gömlek, bacağımda da yamalı bir pantolon vardı. Ayağımda ise lastik ayakkabılar... Zenginler, çocuklarına yoksul çocuklarıyla oynamamaları için tembihte bulunurdu, o zamanlar. Onlar da, ben ve benim gibilere yüzlerini buruşturarak bakardı. Hatta bizim filmlerimiz bile hep böyleydi: itilip kakılan, horlanan fakirler; onları hakir gören zenginler...Bisiklet hayaliylegeçen nafile yıllarAkşam olup gece çöktüğünde üç tekerlekli bir bisikletin süslediği rüyalara yatardım. Bu şekilde günler günleri kovaladı. Bir gün akşam yemeğinde babamdan bana bir bisiklet almasını istedim. Şöyle bir baktı bana. Başımı okşadı. ‘Tamam’ dedi, ama bir şartım var: - Sınıfını birincilikle bitireceksin. Biraz içim burulmuştu, fakat gerçekleştirilmeyecek bir istek değildi. Okula başladığımda bunu anlamam için çok fazla zamana ihtiyacım olmayacaktı. Bir bisiklet hayaliyle geçen o yıl benim açımdan çok başarılıydı. Sınıfı birincilikle bitirmiştim. Eve geldiğimde gururla karnemi uzattım babama. Ağzından çıkacak sözü duymak için sabırsızlanıyordum. ‘Oğlum’ dedi, ve devam etti:- Biliyorum ne istediğini ama bu sene çok zor geçti bizim için, sana bisikleti bir dahaki yaza alayım. O yaz ödül olarak semtteki yazlık sinemalardan birinde film seyrettirdi babam bize. Ve bir beş yıl böyle geçti. Birincilikle biten sezonların ardından ben bir daha hiç bir yaz bisiklet lafı etmedim, babama. Bisiklet yerine her yaz bir, bazen de birden fazla sinemaya razı oldum. Dört kardeşi okutmak için izbe bir depoda pamuk tozlarıyla ciğerleri harap olan sevgili babamızın bana asla bisiklet alamayacağının farkındaydım; her ne kadar bir bisiklet sahibi olmanın hayaliyle hep yaşasam da... O ise benim farkında olduğumun farkında olmasa gerek, verdiği sözü tutamamanın ezikliğini yaşıyordu, sürekli...Lance Armstrong’ahayat veren araçOrtaokul, lise derken aniden üzerimize çöküveren 12 Eylül darbesi herşeyi bıçak gibi kesti. Eğitim hayatım sona erdi, geleceğim karardı, gençliğim öldü. Darbeciler yalnız gençliğimi değil, hayallerimi de öldürdü. Bisiklet uzak bir umman ülkesi kadar uzaktı artık bana...O günlerden bu günlere bu ülkede çok şeyler değişti. Bugün 78’li diye adlandırılan benim kuşağım, şöyle geriye uzanıp nostaljik bir gezi yaptığı zaman, bazen özlemle, bazen de kederle anıyor o günleri... Mamafih, benim yıllarca hayalimi süsleyen bisikletin ne mühim bir araç olduğunu son yıllarda daha iyi anlıyoruz. Bisikletin sadece çocuklar için bir oyuncak, büyükler için de kolay bir ulaşım aracı olmadığını, aynı zamanda yüksek performans gerektiren önemli spor dallarından biri olduğunu daha iyi kavrıyoruz; özelikle de bisiklet sporunun olimpiyatı sayılan Fransa Turu’yla... Hatta, sporun da ötesine geçen bir fenomen olduğunu.... Efsanevi bisikletçi Lance Armstrong, bisikletle bir insanın neleri yenebileceğini, kansere ve ölüme nasıl kafa tutabileceğini yazdığı zafer öyküleriyle bütün dünyaya öğretti. Armstrong’un iki tekerlekli aracıyla verdiği savaşı hepimiz alkışladık, ona şapka çıkardık.Meme kanserine karşı pedal çevirmez misiniz?Gelgelelim, Armstrong’a haklı olarak gösterdiğimiz ilgiyi, neden kendi ülkemizde kansere karşı düzenlenen bir bisiklet turuna göstermiyoruz, anlaşılır gibi değil. Fenerbahçe’nin bilmem kaçıncı şampiyonluğunun gürültüsü arasında kayboldu gitti, bu haber. Oysa ne büyük bir yaraya parmak basıldığının farkında bile değiliz. Bisiklet Federasyonu ile Roche Firması’nın meme kanserinin erken teşhisine dikkat çekmek için birlikte düzenlediği “Mavi Bisiklet Turu”nun startı cumartesi günü Caddebostan Sahil Yolu’ndan veriliyor. 12 milli bisikletçinin katılacağı tur, Bursa, Balıkesir, Manisa, Denizli güzergahı geçildikten sonra 26 Mayıs’ta İzmir’de sona erecek. Tur boyunca uzman doktorlar halkı bilinçlendirmek için seminerler düzenleyecek. Halka da açık olan tura katılım ne kadar yüksek olursa, verilmek istenen mesaj da o kadar güçlü bir şekilde iletilir kamuoyuna.Bildiğiniz gibi meme kanseri bir kadın, dahası bir anne hastalığıdır. Her yıl binlerce anne, bu lanet hastalık yüzünden geride perişan çocuklar bırakarak toprağa düşüyor. Oysa erken teşhis edilebilen meme kanserinin tedavi edilebilir bir kanser türü olduğunu ısrarla söylüyor doktorlar. Bunun önemini kavramak için illa başımıza gelmesini beklemeyelim. Bu konuyu gündeme getirecek her organizasyonun, her etkinliğin yanında duralım, destek verelim. Bilinçlenelim, bilinçlendirelim. Alın bisikletlerinizi, katılın tura; basın pedallara... Çevirdiğiniz her pedalın bir annenin hayatını kurtarabileceğini hiç bir zaman aklınızdan çıkarmadan...

17 Mayıs 2007, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’10 numaralar‘’

Ligin son iki haftasına girdiğimiz şu günlerde tam 10 takımın, küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissetmesi, oynanan futbolun kalitesini de son derece düşürüyor. Özellikle de düşme adayı takımların kendi aralarında yaptıkları maçlarda... Yarım puanın dahi büyük önem taşıması teknik direktörleri ister istemez defansif bir anlayışa itiyor. Tıpkı dün geceki Gençlerbirliği-Çaykur Rizespor maçında olduğu gibi... Kaybedenin çok şey kaybedeceği bilinciyle hareket eden Mesut Bakkal ile Rıza Çalımbay bu işi öylesine abartmışlar ki, iki takımın 10 numarası da kulübede oturuyor. Tek başlarına maç alabilecek kapasitede oyuncular olan Mehmet Çakır ile Altan Aksoy yedekler arasında, golcü Zafer Biryol ise orta sahada! Yani, ‘gel paylaşalım şu puanları, birbirimizin canını yakmayalım ‘ zihniyeti! Hal böyle olunca tatsız tuzsuz, yavan bir futbol oynandı 19 Mayıs Stadı’nda... Top iki ceza sahası arasında gitti, geldi. Ne bir hucüm organizasyonu, ne doğru dürüst gol pozisyonu, ne de kaleyi bulan isabetli şutlar... Şişirme toplar, kötü kullanılan serbest atışlar, faullerle sık sık kesilen oyun... ‘Sabaha kadar oynasalar birbirlerine gol atamazlar’ tarzında oynanan oyunda skoru bozabilecek iki oyuncu vardı sahada: Gençlerbirliği’nde Engin Baytar, Çaykur Rize’de ise Ferdi Elmas. Bu iki oyuncunun kişisel girişimleri, gecenin güzellikleriydi. Sahanın en iyisi olan Ferdi Elmas’ın taşıyıp boş kaleye attırdıığı gol, böyle bir çabanın ürünüydü. Gençlerbirliği’nin sağ kanadını adeta felç eden genç oyuncunun kapısını önümüzdeki sezonlarda büyük takımların çalabileceğini söylemek kehanet olmaz, sanırım. İlk 60 dakikası bu şekilde geçen karşılaşmanın sonları ise adeta heyecan fırtınasıydı. Gollerden sonra iki takım da hücumu hatırlayınca, iki kalede de önemli pozisyonlar yaşandı. Bunda, sonradan oyuna giren Mehmet Çakır ile Altan Aksoy’un büyük katkısı vardı. Nitekim, Gençler’in iki golünde de Mehmet Çakır’ın önemli payı vardı.

14 Mayıs 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Derinlik sarhoşluğu‘’

Dalgıçlar 30 metre ve sonrası derinliğe indiklerinde dipteki aşırı basınç, kandaki azot ve karbondioksit gibi asal gazların oranını arttırır ve bedende uyuşma başlar. Bu gazlardan azot, sinir sistemi üzerinde de narkoz etkisi yapınca, dalgıç sarhoşluk hisseder. Sarhoşluk hissine kapılan dalgıcın cesareti artar ve bilinçdışı hareketler başgösterir. Daha dibe inerek boğulmak ya da aniden yukarı fırlayarak vurgun yemek gibi sonuçlar doğuran bu duruma, dalgıçlık terminolojisinde “derinlik sarhoşluğu” adı verilmiş. Dibe batmak konusunda sınır tanımadığımız için adeta derinlik sarhoşluğunun pençesinde gibiyiz. O kadar şuursuz, o kadar korkusuz, o kadar kontrolsüzüz ki, her geçen gün biraz daha dibe çöktüğümüzün farkında değiliz. Toplu bir yokoluşa doğru gidiyoruz. Zıvanadan çıkmış yöneticilerin gerdiği şu puslu atmosferde kimin ne kadar suçlu olduğunun bir önemi yok aslında. Bugün canı yanan ve feryat eden, yarın başkalarının canını yakmakta bir sakınca görmüyor. Herkesin adaleti kendine! Kendi camiasına yapılan bir terbiyesizlik, densizlik karşısında haklı olarak ortalığı ayağa kaldıranlar, futbolcusu, yöneticisi ya da antrenörü aynı davranışı rakip camiaya karşı yaptığı zaman sus pus olabiliyor. Son olarak Fenerbahçe yönetiminin yaptığı gibi... Beşiktaş tribünlerine o parmak hareketini yapan Selçuk Şahin değil de, sözgelimi Burak Yılmaz Fenerbahçe taraftarına karşı yapsaydı, aynı sükuneti gösterecek miydi, Aziz Yıldırım ve şürekası... Susmak onaylamak değil midir? Neden Selçuk Şahin’i kendi elleriyle cezalandırmazlar, neden çıkıp Beşiktaş camiasından özür diletmezler. Ya da kendileri Selçuk Şahin adına dilemezler?Aslında o parmak Fenerbahçe’ye gösterilmiş olmuyor mu? Fenerbahçe’nin imajına bundan daha fazla zarar verilebilir mi? Bu hareketi yapan bir futbolcu Fenerbahçe camiasını temsil edebilir mi? Etmeli mi? Bir şampiyonluk uğruna bazı etik değerlerden vazgeçmek, yüzyılık bir kulübün geleceği nokta mı olmalı?Biliyorum, şimdi bazı Fenerbahçeliler çıkıp İnönü Stadı’nda edilen küfürlerden, futbolculara yapılan tacizlerden söz edecek. Zaten benim de anlatmak istediğim budur. Kendi yarattığımız cinnetimizde boğuluyoruz, hep beraber. Ne Beşiktaş taraftarı masumdur, ne Selçuk Şahin, ne ona karşı müsamahakar davranan Fenerbahçe yönetimi, ne de futbolu ölüm-kalım meselesi haline getirenler... Birlikte dipten dibe batıyoruz. Battıkça sarhoşluğumuz artıyor. Sarhoşluğumuz arttıkça da bilincimizi, kontrolümüzü iyice kaybediyor, biraz daha derine iniyoruz. Ve kendi ölümümüze dalıyoruz. Ağır, ağır...Türk polisi kovalar!Olayı dün gazetelerde okumuşsunuzdur. Bir kez daha hatırlatmamda fayda var: Uşak’ta yapılan bir tenis turnuvasında bayanlar finali oynanırken, şortla korta gelen bir emniyet amiri sporculara, “Çabuk kortu terkedin, birazdan vali gelecek, birlikte tenis oynayacağız” diyor. Birden neye uğradığını şaşıran sporcular kısa süren bir tartışmanın ardından maçı yarıda bırakarak tribüne çıkıyorlar. Derken vali geliyor. İşgüzar polisin yaptığını anlatıyorlar. Vali de şaşırıyor. “Ben buraya ödül vermeye geldim” diyerek sporcuların gönlünü alıyor ve maça devam etmelerini sağlıyor. Daha sonra emniyet amirini bu nedenle azarlıyor mu, bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, Anadolu şehirlerinde, kasabalarında mülki amirlerin önemli bir kısmı, “Ben devletim, istediğimi yaparım” havasındadırlar. Astıkları astık, kestikleri kestiktir. Dokunulmazdırlar. Halkı kendi tebaaları olarak görürler. Uşak’taki bu emniyet amiri de, sözünü ettiğim ilkel zihniyetin çarpıcı bir örneği. Görevi, halkın huzurunu sağlamak, sporcuların güvenli bir şekilde spor yapmalarını temin etmek olan bir emniyet amiri, AB kapısındaki bir ülkede gelip maç yapan tenisçileri “siz çıkın, ben oynayacağım” diyerek korttan kovma cüretini gösterebiliyor. Zira o cesareti ona birileri veriyor. Yaptığının yanına kar kalacağını biliyor. Sporcuların gönlünü alma inceliğini gösteren sayın validen bu saygısız emniyet amirine ne gibi yaptırımda bulunacağını bilmek istiyoruz. Devleti temsil eden birinin ayıbı, aslında devletin ayıbıdır. Bu ayıbı temizlemek de devlete düşer.

09 Mayıs 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI