‘’Denizli aranıyor!‘’
Bir tarafta ilk haftadan beri evinde kazanamayan Konyaspor, diğer yanda da son 4 deplasmanında üç puan yüzü görmeyen Beşiktaş olunca, iddaacılar için ideal bir beraberlik maçı çıkmıştı ortaya. Sonuçta iki takım da kendilerine güvenen bahisçilerin yüzünü kara çıkarmadı! Rekor sayıda top kaybı yapan, hücumda organize olamayan iki takımın gol bulabilmesi, ya tasadüfen olacaktı ya da bariz defans hatasıyla... Hal böyle olunca, sabaha kadar oynasalar gol atamayacak, iki takım izledik. Denizli, Bobo ve Holosko konusunda yapılan eleştirilerin etkisiyle midir, yoksa maça göre takım anlayışıyla hareket ettiğinden midir bilinmez, otoritelerin istediği takımla sahaya çıktı. Üstelik Beşiktaş’ın en skorer oyuncusu Nobre’yi yanına oturtarak. Kendisine akıl vermek biz ölümlü kullara düşmez ama naçizane fikrimi söylemek isterim: Nobre-Bobo-Holosko üçlüsünü birlikte kullanılmalıdır. Ayrıca Yusuf’u bir an önce takıma adapte etmek gerekli. Cesareti ve sıra dışı oyun felsefesiyle Türkiye’de hücum futbolunun öncüsü olan Denizli, Beşiktaş’ta kendi özünden ve kimliğinden uzaklaşıyor görüntüsünde. Kazanmayı değil, kaybetmemeyi ilke edinen bir Denizli var.
Elle tutulur pozisyon bulamayan ve en iyilerin defans oyuncuları ile ön libero Ernst’in olduğu Beşiktaş’ta işler yolunda değil. Tamam, lig uzun maratondur, fark kapanabilir. Ama bu maraton, yarı maraton oldu artık. Ve deplasmanda kazanamayan bir takımın şampiyon olabilmesi hiç bir ligde mümkün değildir.
‘’Sarısıyla, kırmızısıyla!‘’
Bu maç için, kendi ezberimi bozacak ve yazıma hakemle başlayacağım. Zira, dün geceki karşılaşma Selçuk Dereli’nin 2 hafta içindeki, ikinci vukuatıydı. Bir hafta önce, Beşiktaş-Antalyaspor maçını katleden Selçuk Dereli, dün gece de sahne aldı. Dereli’nin verdiği yanlış kararlar ve çıkarttığı hatalı kartlar değil, sadece kastetmek istediğim. Selçuk Dereli, Türkiye’de maçın önüne geçen, hakem ekolünün en son temsilcisi. Hakem, bir maçın en önemli yardımcı unsurudur. Gel gelelim Selçuk Dereli, bir türlü yardımcı oyuncu rolünü benimsemiyor ve sürekli başrole soyunuyor. Otoritesini kabul ettirmek için, ucuz kartlar çıkartıyor, futbolcuları azarlıyor ve en önemlisi, yaptığı bariz hatalarla bir hafta boyunca gündemi meşgul ediyor. Ne de olsa Türkiye’de şöhretin ve popüleritenin en kestirme yollarından biri de, 3 büyük takımın maçlarını katletmek!
Hakan Balta’nın ısınırken sakatlanmasının ardından, Mehmet Güven’le oyuna başlayıp, sistem değişikliğine giden Skibbe, bu tercihiyle 5’li orta sahanın solunda oynayan Arda’nın yükünü bir misli daha artırdı. Maç boyu, ileri-geri koşan ve çok çalışan yıldız futbolcunun ofansif etkinliği, yorgunluğu nedeniyle, maçın son 20 dakikasında iyice düştü. Bu nedenle, Lincoln’ü kaybeden Galatasaray, Arda’nın oyundan düşmesiyle koca bir ikinci yarıyı pozisyonsuz geçirdi. Bu sistem Arda’yı bitirmenin en kestirme yolu!
Galatasaray’ın 10 kişi kalmasını fırsat bilen Tolunay Kafkas, 2.yarı bütün hücum silahlarını oyuna sokmasına rağmen, Kayserispor, De Santcis’i sadece bir kez geçince sahadan galibiyetle ayrılma fırsatını tepti.
‘’Hırslı antrenörler!‘’
Hırs futbolun olmazsa olmaz faktörlerinden biridir. Aslına bakılırsa sadece futbolun değil, hayatın her alanında insanoğlunun gereksinim duyduğu en önemli motivasyon kaynağıdır, hırs... Bir insanın başarması için mutlak surette hırsa ihtiyacı vardır. Hırsı olmayanın başarabilmesi sadece şansa bağlıdır. Bu nedenle bir ekibin başındaki yöneticilerin, liderlerin kesinlikle hırslı olması gerekir. Ki, hükmettiği topluluğa da sahip olduğu hırsı aşılasın. Boşuna değildir, futbolda kulüp başkanlarının hırslı antrenörler araması. Hiç kuşkusuz Fatih Terim, bu tip antrenörlerin en önde gelenidir. Bir modeldir, örnektir, idoldür diğerleri için de... Futbolumuzda kendisini Fatih Terim'e benzetmek için çaba harcayan teknik adamların sayısı hiç de azımsanmayacak miktardadır. Gelgelelim bazı teknik adamlarımız bunu yaparken, kantarın topuzunu iyice kaçırmaktadır.
Oyuncumu motive edeceğim diye hırsı öfkeyle karıştıran bu teknik adamlar, futbolcusunun ya da hakemin yaptığı en ufak hatada çılgına dönmekte, adeta yerlerde tepinmektedirler. Bu şekilde davranarak hem kendilerine, hem de sahadaki futbolcularına zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir. Bunda aslında toplumun bakış açısının da rolü var. Kenarda en çok tepinen, bağırıp çağıran, kendini kaybeden teknik adam, en hırslı teknik adam statüsünde kabul edildiği, sus pus oturup oyunu izleyen teknik adamların ise hırslı olmadığı yönünde toplumda yanlış bir kanaat oluştuğu için antrenörlerimiz, bir nevi pandomimaya kendilerini zorluyorlar. Sonunda da ortaya o bildiğimiz çirkin görüntüler çıkıyor. Dışarıda melek gibi diye tabir edeceğimiz, halis munis adamlar kulübeye geçtiklerinde birer canavara dönüşüyor. Onlara birinin şunu hatırlatması lazım: Hırslı antrenör, hırssız antrenör diye bir şey yoktur. İyi antrenör, kötü antrenör vardır. İyi antröner de zaten gerekli hırsa sahiptir. Bu kadar basit!
‘’Kartal'ın ruhu yetti‘’
Türkiye Kupası statüsündeki çarpıklık nedeniyle, bir sezonda 5 kez karşılaşacağı Antalyaspor’la dün gece dördüncü maçına çıkan Beşiktaş, ‘yine mi aynı rakip’ dercesine bir bezginlik içinde başladı maça... Haksız da değillerdi hani. Düşünsenize İbrahim Toraman, ailesinden çok Sergey ile karşılaşıyor!
Denizli maçındaki küfürler nedeniyle hafta içi ucuz kurtulan Beşiktaş taraftarı, bu kez ders almış gibiydi. Takımı olması gerektiği gibi desteklediler. Şifo Mehmet’e gösterdikleri sevgi gösterisi ise görülmeye değerdi. Taraftarın bu coşkusu dahi ilk yarıda Beşiktaş’ı uyandırmaya yetmedi, saman alevi gibi parlayıp sündüler. Tello’nun muhteşem golü, sönük geceyi aydınlatan işaret fişeği gibiydi.
İkinci yarı ise Kartal silkelendi. Bunda hiç kuşkusuz, Serdar Özkan’ın yerine oyuna giren Holosko’nun maçı hareketlendirmesi ve rakibin risk alması nedeniyle boş alan bulan Yusuf’un sahaya ağırlığını koymasının rolü büyüktü. Ancak ne var ki, Siyah-Beyazlılar buldukları pozisyonları cömertçe harcayınca, Antalyaspor maçın sonlarına doğru cesaretlenip Beşiktaş kalesine yüklendi. Fakat onlar da son vuruşlardaki beceriksizlik ve Beşiktaş defansının özverili mücadelesi nedeniyle beraberlik sayısını bulamadılar.
Bu skor Beşiktaş’ı kuşkusuz biraz daha iddialı hale getirdi. Ancak forveti Serdar Özkan, ön liberosu Cisse olan bir takım diğerlerinden bir adım geride demektir. Mustafa Denizli, Bobo ile Holosko’yu mutlaka hazırlayıp, yarışın içine sokmalıdır.
‘’İnönü'deki marazi aşk!‘’
Aşkın bin bir türlü hali vardır. Kimi tutkuyla yaşar aşkı, kimi romantiktir. Kimi sever sevilmez, kimi sevginin kıymetini bilmez. Kimi platonik takılır, kendi içinde yaşatır sevgisini, kimi de aşkına öfkesini katık yapar; ki bunun adı marazi aşktır. Yani hastalıklıdır. Sever delicesine sevmesine de, arzusu doyurulmadı mı zarar verir; hem sevdiğine, hem kendine, hem de sevenlerine... Tıpkı Beşiktaş taraftarı gibi. Beşiktaş taraftarı tutkuludur, coşkuludur, arzuludur... Lakin kırar göğsüne bastırırken! Taşkın bir sevgidir, Beşiktaşlı'nın takımına karşı hissettiği duygular. Deli doludur, kontrolsüzdür. Yakar, yıkar; gözü hiç bir şeyi görmez. Öfke patlaması geçirmediği zamanlar tadından yenmez Beşiktaş taraftarının, ama öfkesiz günü de geçmez. Hep bir paranoya halindedir. Başkalarının sevdiğine zarar verdiği histerisinden bir türlü kurtaramaz kendini... Sürekli sanal düşmanlar yaratır. Varolduğunu sandığı düşmanlara karşı hep teyakkuz halindedir. O nedenle sık sık saldırganlaşır. Dili zehirli ok gibi olur. Ve zehirler, takımını da, kendini de...
Bu hafta da öyle oldu. Bu seferki düşmanları hakem Selçuk Dereli'ydi. Evet, Dereli iyi maç yönetmedi. Hatalar yaptı. Otoritesini kabul ettirmek için gereksiz atraksiyonlara girdi. Vücud dilini iyi kullanamadı, zaman zaman futbolcuları azarladı. Çevresine negatif elektrik verdi. Ancak bu her iki takım için de geçerliydi. Sadece Beşiktaş aleyhine hata yapmadı Dereli... Denizlispor'a karşı da yanlış kararlar verdi. Ama Beşiktaş taraftarı yine öfkesine yenik düştü. Bütün uyarılara rağmen ana avrat küfür ettiler hakeme... Üstelik tüm stat, koro halinde. Bunun takıma nasıl bir ceza getireceğini bile bile... Bütün uyarılara rağmen. Gazze'deki çocuklara, analara pankart açılıyor, ağıtlar yakılıyor. Ancak ne yazık ki aynı duyarlılık Selçuk Dereli'nin anasına gösterilmiyor. Başka zamanlar, başka kişilerin anaları da nasibini almıştı İnönü Stadı'nda... Beşiktaşlı bir türlü bundan vazgeçmiyor. Beşiktaşlı yalnız takımına zarar vermiyor, kendini de yiyip bitiriyor. Gözü dönmüş aşıklar gibi her yeri, her şeyi tarumar ediyor, enkaza çeviriyor. O enkazın altında Beşiktaş'ın da kalacağını düşünmeden... Fütursuzca, pervasızca... Ne desem bilmem ki? Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil...
‘’BeşiktAŞK!‘’
Hiç kuşkusuz bütün taraftarlar için tuttukları takıma karşı hissettikleri, ‘aşk’ denen duygudan farksızdır. Tutkulu taraftar, günün 24 saati takımıyla yatar, takımıyla kalkar. Hiç akıldan çıkmayan bir sevgili gibidir, tutulan takım... Bu durum Beşiktaş taraftarı için daha da tutkulu bir hal almıştır. Beşiktaşlılık bir nevi kara sevda gibidir. İşte dün de İnönü Stadı’nı dolduran Siyah-Beyazlı taraftarlar 90 dakika sevgi, coşku ve zaman zaman da öfkelerini tribünlerden sahaya yansıttı. Gelgelelim aynı coşku ve heyecanı futbolcularda göremedik. İçlerinde Sivok, İbrahim Toraman ve Nobre’yi tenzih edelim, ama genel görüntü, Beşiktaşlı futbolcuların şampiyonluk arzusu taşımadığı yönündeydi. Sadece iş disiplini vardı. Bu da kazanmalarına yetti. Oysa tribünlerin hissettiklerini onlar da hissetselerdi sahada çok daha coşkulu ve arzulu bir takım olurdu.
Mustafa Denizli, futbol yorumculuğu yaptığı günlerden birinde, üstelik Beşiktaş’ın başına geçmeden bir hafta önce Atatürk Olimpiyat Stadı’nda yaptığımız bir sohbette Metin Tükenmez ile bana Türkiye’de en iyi kadronun Beşiktaş’ta olduğunu söylemişti. Ancak devre arasında iki futbolcu alındı, muhtemelen iki futbolcu daha yolda. Alınanlar orta saha. Alınmak istenenler de öyle. İki ön libero Cisse ile Uğur İnceman yedek kulübesinde, stoper Sivok onların yerinde! Bu işte bir terslik var! Ama nerede? Bana kalırsa Denizli hâlâ arayışta. Umarım aradığını iş işten geçmeden bulur.
Doğal olarak dün gece bütün gözler Yusuf’un üzerindeydi. Onun gözü de tribünlerde... Belli ki, Beşiktaş taraftarının maç öncesi verdiği ince mesaj aklını karıştırmıştı. Bildiğimiz Yusuf’tan uzaktı. Adaptasyon diyelim, geçelim.
Beşiktaş üç puanı aldı, ama bu futbol şampiyonluk için yetmez. Daha fazlası lazım. Tribünlerin aşkını onlar da anlamalı ve içlerinde hissetmeli!
‘’Kaptan Ümit!‘’
Galatasaray salt bir spor kulübünden ibaret değildir. Tüm sportif yapılanmanın ötesinde, kökü 1481 yılına kadar dayanan değerler bütünüdür. Galatasaray, bir kültürdür, bir gelenektir, bir medeniyettir, bir aidiyettir, bir tarihtir. Galatasaray, nihayetinde etkinlik alanını ulusal sınırların dışına çıkarıp uluslararası boyutlara taşıyan, adını Afrika’nın cangılından Sibirya’nın steplerine kadar dünyanın en ücra köşelerine kadar yazdıran bir evrensel fenomendir. Galatasaraylı’nın kendini ayrıcalıklı hissetmesi boşuna değildir.
Galatasaray ayrıcalığı
Bu ayrıcalıklardan biri de Galatasaray’da futbol oynamaktır. Sarı-Kırmızı formayı sırtına geçiren bir futbolcu, sıradanlığın ötesine geçmiş demektir. Galatasaraylı futbolcular bu toplumun seçilmişleridir. Ondan dolayıdır ki, sorumlulukları bir kaç misli daha artar. Bu, içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu olma halidir. Galatasaraylı futbolcunun bir duruşu, bir vakarı, bir asaleti olmalıdır. Galatasaraylı futbolcu, içeride ve dışarıdaki her davranışını, attığı her adımını, ağzından çıkan her kelimeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamalı, ölçüp biçmelidir. Yaptığının kendine misliyle döneceğinin bilinciyle hareket etmelidir. Bu durum Galatasaray kaptanları için daha da önemlidir. Onlar diğer futbolculardan çok daha fazla eylemlerine ve söylemlerine dikkat etmelidir.
Zira Galatasaray kaptanlığı bu camia içindeki en yüksek mertebelerden biridir. Galatasaray’da kaptan olmuş bir futbolcu, artık sadece kendisi değildir. Bir kurumsal kimliktir kaptanlık.
Ümit yol ayrımındadır
Her Galatasaraylı futbolcunun gönlünde yatan aslandır, o pazubandı koluna takmak. Arda ve Sabri’nin serzenişlerini anlamak gerekir. Bunu en çok anlaması gereken de Ümit Karan’dır. Galatasaray’daki inişli-çıkışlı grafiğine karşın bu kulübün kaptanlığına kadar ulaşmanın önemini kavramalıdır Ümit Karan. Arkadaşlarına lider ve idol olmalıdır. Onlara gerektiği yerde ağabeylik, gerektiği yerde dostluk, gerektiği yerde de hamilik yapmalıdır. Futboluyla, kişiliğiyle, karizmasıyla bir model oluşturmalıdır. Saha içi ve saha dışı davranışlarına çeki düzen vermeli ve bir Galatasaray kaptanı gibi yaşamalıdır. Futbolculuk yeteneklerine ve zekasına inandığım, güvendiğim Ümit Karan bu sezon yol ayrımındadır. Ya Galatasaray’ın efsanevi kaptanlarından biri olarak tarihe adını altın harflerle yazdıracak, ya da bu mertebenin kıymetini bilmeyen diğerleri gibi Anadolu’nun tozlu topraklı yollarında tükenip gidecektir. Seçim kendisinindir: Olmak ya da olmamak!
‘’Sivasspor ile Trabzonspor'un önündeki engeller...‘’
Hiç kuşku yok ki 2008/2009 sezonu zirve mücadelesinde son yılların en çekişmeli sezonu oluyor. Bunda en büyük etken, başta Sivasspor ile Trabzonspor olmak üzere Ankaraspor, Gaziantepspor ve Kayserispor gibi Anadolu takımlarının da yarışın içinde yer almasıdır. Her ne kadar Sivas ve Trabzon'un dışındakilere pek şampiyonluk şansı tanınmasa da bu takımlarımız da ilk 3 için sonuna kadar mücadele verecek, dahası ligdeki sıralamayı etkileyecek sonuçlara imza atacaklar. Bu nedenle şampiyonu belirleyecek parametrelerden birinin de ilk 8 takımın kendi aralarında yapacakları maçlar olduğunu söyleyebiliriz. Buna, kümede kalma mücadelesi veren takımların ikinci yarıda daha dirençli futbol oynayacaklarını eklersek, şampiyonluğun aslanın ağzında olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.
Peki, lider Sivasspor ile ikinci Trabzonspor'un şampiyonluğu aslanın ağzından alma şansları nedir? Ben Üç Büyükler'den daha az olduğunu düşünüyorum. Elbette bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, her iki takımımızın da Üç Büyükler kadar kadro genişliğine sahip olmaması. Özellikle de, oyun şablonları her geçen hafta oturan, form durumları giderek yükselen, sakatları iyileşen, takviye yapan ve kulübesi iyice zeninleşen Galatasaray ile Fenerbahçe yarışta bir adım daha öne çıkıyor.
Aslında Sivasspor ile Trabzonspor bu dezavantajı aşacak tecrübede bir yönetime, teknik heyete, birlik, beraberliğe, dayanışma ruhuna, hırsa ve inanca sahipler. Zaten bunu ligin ilk yarısında gösterdiler. Burada en büyük sorun, iki takımızın da kendi yapılarıyla alakalı. Üzerinde yoğun bir şampiyonluk baskısı olan Trabzospor'un en ufak bir krizde sallanması, hocasının tartışmaya açılması, yönetimin ve tribünlerin gerilime girmesi, bunun futolculara olumsuz yansıması, yerel basının provokatif yayınları Bordo-Mavili takımın şampiyonluk yarışındaki en ciddi rakipleri olarak gözüküyor. Sivaspor'un ise bir türlü transfer borsasından çıkmaması, futbolcularının isimlerinin sürekli speküle edilmesi -ki bunda başta Bülent Uygun olmak üzere kendilerinin payı büyüktür-, yönetimin, teknik heyetin ve futbolcuların son zamanlarda adeta medya gülü haline gelmeleri Yiğidolar'ın önündeki en büyük engeldir.
Trabzonspor'un şampiyonluğu çok istediğini, yıllardır bunun özlemiyle yanıp tutuştuğunu ve Şenol Güneş döneminden beri ilk kez bu sezon mutlu sona çok yakın olduklarını biliyoruz. Ancak Sivasspor'un şampiyonluğu çok istediği konusunda bazı kuşkular var. Takımın en önemli kozu, iki yıldır ligi forse eden Mehmet Yıldız'ı ısrarla satmak istemeleri, şampiyonluktan çok acil paraya ihtiyaçları olduğunu gösteriyor. Sivas kentinin takıma maddi anlamda yeteri derecede sahip çıkmaması da bir diğer olumsuz faktör Yiğidolar için...
Şu ana kadar karamsar bir tablo çizdiğim için Sivasspor ve Trabzonspor yadaşları belki sinirlenebilir. Ancak ligdeki bugünkü tablo her iki kulübümüzü de aldatmamalı. Geldikleri nokta mutlaka büyük bir başarıdır. Alkışı sonuna kadar hak ediyorlar. Devamını getirmeleri herkes kadar benim de dileğim. Lakin, kadrolarında önemli yıldızlar bulunduran Üç Büyükler'in, buna karşın teknik heyette ve oyun yapılarında yaşadıkları köklü değişimler Sivas ve Trabzon için büyük bir fırsattı. Ben bu fırsatı değerlendirebildiklerini sanmıyorum. Üç Büyükler'e kaos yaşadıkları ilk yarıda bir kaç puan fark atmalıydılar. Zira ikinci yarıda karşılarında daha derli toplu İstanbul bulacaklar. Baştan beri anlatmak istediğim de buydu. Şansları bol olsun...