Arama

Popüler aramalar

‘’Şike mi ayıp eşcinsellik mi?‘’

Bundan bir kaç yıl önceydi. Komşu ülkelerden birinde yapılan bir Dünya Şampiyonası’nda güreşçilerimizden biri müthiş bir final sonucunda favori olan rakibini yenerek altın madalyayı kazanmıştı. O altın organizasyondaki tek şampiyonluğumuzdu. Tüm Türk kafilesi gibi biz de çok mutlu olmuştuk. Hep beraber gönenmiş ve şampiyonumuz hakkında kahramanlık menkıbeleri döşenmiştik.
Gel gelelim, final sonrası bir takım dedikodular havada uçuşmaya başlamıştı. Güreşçimizin rakibi para karşılığında maçı satmıştı! Telaffuz edilen rakamlar 45-50 bin dolardı. Ve söz konusu güreşçiyle yapılan şike anlaşması, dönemin tüm yöneticilerinin bigisi dahilinde gerçekleşmişti. Elde bir delil veya itiraf olmadığı için bunları ne yazık ki yazamamıştık.
Bu olayın ardından bir kaç yıl geçmişti ki, yine bir Dünya Şampiyonası’nda finale çıkan bir güreşçimiz, daha teri soğumadan kenardaki yöneticilere dönerek uluorta, “Benden bu kadar, şimdi sıra sizde!” demişti. Bunu duyan bazı yabancı gazetecilerin final müsabakası sırasında “Bu maç şike, şike” diyerek gevrek gevrek gülmelerine şahit olmuştuk. Sonuçta o güreşçimiz de kazandı! Yine pis dedikodular salonu kapladı. Olayın peşine düştük. Lakin, bu iş de rüşvet gibi belgesi olmayan bir tezgah olduğu için konu kapandı.
Derken bir gün bir Avrupa Şampiyonası’nda dönemin Federasyon Başkanı, eski bir güreşçi tarafından tokatlandı. Daha sonra olayın perde arkasında şike pazarlıklarının yattığını öğrendik. Bu kez rakip satın alınamamıştı! Öğrendiklerimizi haber olarak servis ettik. Tabii yalanlandı! Ancak dönüşte olayın kahramanı olan eski güreşçi bana gelerek her şeyi itiraf etti. Tam sayfa yayınladık. Kimsenin kılı kıpırdamadı. Olay soğutuldu ve kapatıldı.
Bunları neden anlattım? Hatırlayacağınız gibi Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı, geçen hafta yayınladığı bir genelgeyle sporcular arasında eşcinsel ilişki şüphesiyle Güreş Eğitim Merkezleri’nin yatılı bölümlerini kapattı. Ben de konuyu haberleştirdim. Güreş camiası ise bana tepki gösterdi. Türk güreşine büyük zarar verdiğimi, dahası düşmanlık yaptığımı iddia ettiler. Türk güreşine bu tür ilişkilerin örtbas edilmesi mi, yoksa ifşa edilmesi mi zarar verir mevzuunu bir yana bırakıyorum, şikeler havada uçuşurken kılı kıpırdamayan güreş camiası, konu eşcinsellik olunca bir anda ‘cabbar-cevval’ kesildi. Öfkeli ve tehditkar mesajlar aldım. Bu öfke, bana bilinçaltında yatan korkuların tezahürü gibi geldi. Oysa Roosvelt’in söylediği gibi, “Asıl korkulması gereken, korkunun ta kendisidir.” Utanç duyulması gereken de, satın alınan madalya-lardır!

O yurtlarda daha vahim şeyler mi oldu?
Güreşte yaşanan eşcinsel ilişki konusuna devam edelim ve rahatsız edici bir kaç soru soralım. Bakanlık genelgesindeki Güreş Eğitim Merkezleri’nin yatılı bölümlerinin kapatılması gerekçesinde büyük sporcularla çocuk yaştaki sporcuların aynı yatakhanede kalmasının ‘eşcinsel ilişki’ şüphesi doğurduğu belirtilmiş. Eski başkanlarından Ahmet Ayık da, “Ben yıllardır büyüklerle küçüklerin aynı yerde yatırılmamasını söylüyorum” diyor. Şimdi buradan çıkardığınız sonuç nedir? Söz konusu küçük sporcular, 10-14 yaş grubu olanlar. Bu yaşlardaki çocukların eşcinselliği mi olur? Yoksa ‘eşcinsel ilişki şüphesi’ denilen olay, cinsel taciz gibi daha ağır ve vahim bir vaka mı? Asıl gizlenilmek istenen bu mudur? Ve bu merkezlerde çocuklara küfür, hakaret, dayak gibi kötü muameleler de tespit edildi mi? Birileri anlatsa da öğrensek!

Güreş Eğitim Merkezleri kapanmalı mı?
Türkiye’de yalnız sporda değil, eğitimin olduğu her alanda bazı aksaklıklar, suistimaller, haksızlıklar olabiliyor. Ayrıca sporun her branşının altyapısında bir takım olumsuzluklar yaşanabiliyor. Önemli olan bunların tespit edildiği anda üzerine gidilmesi ve düzeltilmesidir. Bakan Faruk Özak’ın Güreş Eğitim Merkezleri konusunda yapması gereken de budur. Merkezlerin yatılı bölümlerinin kapatılması, kapısına tamamen kilit vurulması anlamına gelir. Zira sporcuların yüzde 90’ı uzak köylerden, kasabalardan gelen yoksul aile çocuklarıdır. Onları sokağa atarsan, giderler köylerinde çiftçilik yaparlar. Yapılan icraatın, “Okullar olmasa şu maarifi ne güzel yönetirim” diyen bakandan bir farkı yok. Tek çözüm, bu merkezlerin Güreş Federasyonu’na devredilmesi ve çağın gereklerine göre rehabilite edilmesidir.

Voleybolcuları geri çekmeliydik
Dünya Gençler Voleybol Şampiyonası için Meksika’ya giden kızlarımıza gümrükte yapılan terörist muamelesini ve daha sonra yaşanan skandallarıı sineye çektik. Oysa kapıyı yüzlerine çarpıp geri dönmeliydik. Sporun ruhuna aykırı olsa dahi... Her yerde itilip kakılmaktan bıkmadık mı? Ne zaman dik duracağız? ABD’nin arka bahçesi Meksika’ya bile haddini bildiremiyorsak daha neden bahsediyoruz ki?

Gazetecinin ömrü neden kısadır?
Spor basını Orhan Şengürbüz ve Vedat Okyar’ın ölümleriyle sarsıldı. Her ikisine de Tanrı’dan rahmet dilerim. Her ölüm erken ölümdür, ama bu meslekteki ölümler nedense daha erken oluyor. Acep sebep ne? Fikir işçiliğinin, beden işçiliğinden daha ağır olmasından kaynaklanmasın sakın? Gazetecilikteki yıpranma payını kaldıranlar bunu nereden bilir ki?!! Hele gazeteci düşmanıysan!

23 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İyi ki Tobol!‘’

Mustafa Denizli’nin klişeleşmiş laflarından biri de şudur: “Soyunma odasında tahtaya ilk 11’i yazdığınız zaman futbolcular kazanmaya mı, kaybetmeye mi çıktığınızı anlar. Çünkü futbolcu cin gibidir.”
Dün gece Tobol maçında olan biten de budur. Arda ve Baros gibi sonuca doğrudan etki edecek iki yıldızı kenarda oturtarak sahaya hazırlık maçı kadrosuyla çıkarsan, futbolcular da karşılaşmayı aynı havada oynar. İşte bu ciddiyetsizlik daha maçın başında basit bir gol yenmesine ve koca bir ilk yarının heba olmasına neden oldu. Aradaki olağanüstü kalite ve kalibre farkına rağmen futbolda bu tür tablolar sık sık yaşanabiliyor. Ve ne hikmetse son yıllarda bu tarz sürprizler de hep Galatasaray’ın başına geliyor!
İkinci yarıya beklenen değişiklikleri yaparak çıkan Rijkaard, kısa zamanda bu hamlesinin karşılığını beraberlik golüyle almasına rağmen, oyun kalitesinde herhangi bir fark yaratamadı. Bunda hiç kuşkusuz takıma monte etmek istediği yeni sistemi henüz oturtamasının rolü var. Ancak başta Ayhan olmak üzere dün gece sahadaki oyuncuların da bu sisteme uygun olduğunu söylemek mümkün değil. Kadroda oyunu çabuk ve dikine oynayan bir futbolcu göremedik. Geriye ve yana paslarla al gülüm ver gülüm! 90 dakika boyunca duran toplar dışında Galatasaray’ın bir tek pozisyonunun bile olmaması bunun sonucudur.
Galatasaray, Sami Yen’de sadece formasını çıkarsa bu turu geçer. Allah’tan ilk turda Tobol’dan daha dişli bir rakip çıkmamış! Yoksa ikinci bir ‘Trömsö faciası’ işten bile olmayabilirdi!

17 Temmuz 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Metin Oktay ruhu‘’

Aslında söylenmek istenen, ‘Galatasaray ruhu’dur. Metin Oktay, o ruhun cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş halidir. ‘Galatasaray ruhu’nun Metin Oktay üzerinden son yıllarda sık sık gündeme gelmesinin nedeni ise kaybolan değerlere ağıt yakma ihtiyacından başka bir şey değildir.


Oysa hepimiz biliyoruz ki, ‘Galatasaray ruhu’; yeryüzünde eşine benzerine rastlanmayacak bir apolettir, nişandır.
‘Galatasaray ruhu’; saygıdır, sevgidir, tevazudur, asalettir.
‘Galatasaray ruhu’; bilgidir, aydınlanmadır, çağdaşlıktır.
‘Galatasaray ruhu’; gönül zenginliğidir, yardımlaşmaktır, paylaşmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; kararlılıktır, direnmektir, dik durmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; büyük ülkülerin peşinde koşmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; imkansızı başarmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; asla pes etmemektir.
‘Galatasaray ruhu’; her daim vakur olmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; acıyı bal eylemek, öfkeyi iksir yapmaktır.
‘Galatasaray ruhu’; ülkesine, bayrağına, Atatürk’e bağlılıktır.
‘Galatasaray ruhu’; akıldır, vicdandır, adalettir.
‘Galatasaray ruhu’; onurdur, gururdur.
‘Galatasaray ruhu’; evrensel değerler bütünüdür.
Velhasıl, ‘Galatasaray ruhu’; ‘Kurtuluş Savaşı ruhu’dur.
Ve o ruh bugün yaralıdır. ‘Galatasaray ruhu’, bizzat Galatasaraylılar tarafından örselenmiş, incitilmiş, yaralanmıştır. UEFA Kupası sonrası başlayan ve hâlâ sürmekte olan iktidar savaşları, mektepli-alaylı bölünmesi ‘Galatasaray ruhu’nu delik deşik etmiştir. Süregiden sinsi kavga, bir aile içi hesaplaşma olmaktan öteye geçmiş, camiayı parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Geçmiş yıllarda gıptayla bakılan Galatasaray’ın adı şimdilerde ihtiraslarla, entrikalarla, ayak oyunlarıyla anılır olmuştur. İşte, hâlâ çoğunlukta olduğuna inandığım aklı-selim Galatasaraylılar’ın yitip gitmeye yüz tutan ‘Galatasaray ruhu’nu yeniden canlandırmaya çalışmasının nedenleri bunlardır. Onlar tehlikenin farkındadır. Onun için canla başla çabalamaktadırlar. Yapılanların, basit bir ruh çağırma seansı olarak kalmaması için bütün Galatasaraylılar sorumluluk almalı, taşın altına elini sokmalıdır. Çünkü işlenen günah herkesindir. Vebali de tüm Galatasaraylılar’ın boynunadır. Bu böyle biline...
Ey Metin Oktay! Geldiğinde üç kere kapıya vur! Ve bir daha gitme! Hep bizimle kal! Ne olur!

Onlar yolcu, biz hancıyız!
Gazete köşelerinde meslektaşlarımla atışmayı pek sevmem. Hele olayın kişiselleşmesini asla kabullenemem.
Zira bu köşeler babamızın malı değildir. Sonuçta kamusal bir alandayız. Fikirler tartışılmalı. Ancak bunu yaparken alaycı, küçümseyici, aşağılayıcı bir üslup kullanılmamalı. Geçmişte Fatih Akyel’in milli takıma alınmasını eleştirdiğim bir yazım üzerine bir dinazor fosili bana hakaretler yağdırmıştı. Sonuçta salyasında boğuldu. Lincoln’un kaptanlığını eleştirmem üzerinede tenkitlere uğramıştım.
Lincoln şimdi malümunuz! Geçtiğimiz hafta Sabri’nin nahoş hareketini eleştirmiştim. Saygı duyduğum Ahmet Çakır Sabri’yi eleştirenlerle dalga geçti. Ben incindim. Üslup daha düzeyli olabilirdi. Lincoln, Sabri vb. bugün var, yarın yok.
Oysa biz hep burdayız.
Öyle değil mi Ahmet Abi!

Gerçek kaptan Ayhan Akman
Galatasaray’da en kutsal mertebelerden birisi hiç kuşkusuz kaptanlıktır. Her Galatasaraylı futbolcunun hayali bir gün takımın kaptanı olabilmektir. Galatasaray kaptanlığı, sıradan bir apolet değildir. Hiyerarşide en üstlerde yer alır. O nedenle kaptanlığa getirilen kişinin o ağırlığı taşıyabilecek özelliklere sahip olması gerekir. Fatih Terim, Cüneyt Tanman, Hakan Şükür ve adını hatırlayamadığım nice kaptan bu görevi layıkıyla yerine getirmiştir. Şimdi ise pazubant, Arda Turan’da. Bunda Ayhan Akman’ın özverisi çok önemlidir. Ayhan gerçek bir kaptan gibi davranarak hakkından feragat etti. Arda Turan da, Ayhan Akman’ın bu davranışının hakkını vererek kamuoyu önünde kendisini onurlandırdı. Bunlar sahalarımızda görmek istediğimiz hareketler. ‘Galatasaray ruhu’nun esintileri...

Erman Kılıç’ı görmeyenler
Bazı futbolcular yeteneklidir ama farkedilmezler. Çünkü albenileri yoktur! Belki de menacerleri becerikli değildir! Üç Büyükler bir tülü görmez. Erman Kılıç da bunlardan biridir. Üç Büyükler’in burnunun dibinden Sivas kaptı. Oysa Rijkaard’ın oyun sisteminde vazgeçilmez olabilirdi.

Halil ve Nevin’in ayak sesleri
Süreyya Ayhan’ın ilk patlama yaptığı organizasyon, 2001 Üniversite Oyunları’dır. Oyunlar’dan altın madalyayla döndü. Sonrası malüm. Şimdi de Halil Akkaş ile Nevin Yanıt, Belgrad’daki Üniversite Oyunları’nda altın madalya aldılar. Umarım bu madalyalar Berlin’in müjdesidir.

16 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Başkan Polat'ın sırdaşları!‘’

Bütün toplumsal ilişkilerin temelinde karşılıklı maddi-manevi çıkarlar yatar. Harcı ise güvendir. İlişkiyi yaşatan ve canlı tutan bu iki faktördür. İkisinden birinin ortadan kalkması halinde ilişkiyi sürdürmek mümkün değildir. Özellikle de güven! Eğer taraflar birbirlerine güvenmiyorsa çıkarlar sürse dahi ilişkiyi ayakta tutacak sütunlar, duvarlar çatlamış olduğu için yapı çökmeye mahkumdur.



Bugün Galatasaray’da yaşananlar da böylesi bir sürecin başlangıcı gibi gözüküyor. Çünkü ortada büyük bir güven bunalımı var. Bunu ben iddia etmiyorum. Bizzat Başkan Adnan Polat itiraf ediyor. Transferleri oğluna bile söylemediğini ifade ediyor. Bunda haklı. Söylememesi lazım. Ancak iki kişinin dışında diğer yönetim kurulu üyelerinin transferleri bilmemesi sağlıklı bir durum mudur? Çağdaş bir kulüp yapılanmasında böyle bir transfer stratejisinin yeri var mıdır? Bir yanda dünya devleri arasında kendine yer arayacaksın, diğer yanda yapılan milyon dolarlık transferleri kendi yönetim kurulundan bile saklayacaksın. Nereden bakarsanız bakın sakil bir durum. Bu, diğer yöneticilerin sorunu mudur, yoksa Galatasaray’ın mı? Bana kalırsa her ikisi de... Başkan’ın iki sırdaşı Haldun Üstünel ve Adnan Sezgin dışındakiler, sırf basına haber sızmasın diye transferleri kendilerinden saklama gereği duyan Adnan Polat’ın tutumu karşısında acaba neler hissediyorlar? Bugünkü Fanatik’te hissettiklerini okuyacaksınız. Ben de kulübün geleceğine yatırım yapılan bir süreçte devre dışı kalmalarından memnun olmadıklarını düşündüğüm için bu yazıyı kaleme aldım zaten.
Öte yandan geçmişte yaşananlara bakınca Başkan Polat’a hak vermemek de elde değil. Zira geçen hafta Halil Özer yazdı: Bundan önceki dönemlerde bazı yöneticiler, yönetim kurulu toplantılarında telefonlarını açık tutarak muhabirlerin zahmetsizce haber almasını sağlıyormuş! Eminim, bunu Sayın Polat da biliyordur! Ve mekteplisiyle, alaylısıyla, aristokratıyla, bürokratıyla nasıl kaotik bir kulübün başkanı olduğunu da!.. Faruk Süren’in sözleri hala kulaklarımda çınlıyor: “Burası Bizanstır, Bizans! Biliyorsunuz Galatasaray da Beyoğlu’ndadır!”

Terse yatan spor medyası
Galatasaray’ın transfer politikasının asıl sebebi hiç kuşkusuz spor medyasıdır. Ve bu konuda çok haklılar. Zira spor medyası halkı doğru bilgilendirmekten o kadar uzaklaştı ki, ortaya saçılan yalanlar insanı kusturacak düzeye geldi. Bu işin bir boyutu. Ve Polat ile ekibini ilgilendirmiyor. Onları asıl endişelendiren dezenformasyon ve manüplasyondur. Eskiden menacerler, kulüp yöneticileri, teknik adamlar ve futbolcular kendi çıkarları doğrultusunda basını manüple ederlerdi. Şimdi ise basın manüple ediyor! Medya ile futbol dünyası arasındaki ilişkiler öylesine grift ki, bazı gazeteciler de bu oyunun bir parçası oldu. Kimi gönül verdiği kulübe hizmet için yalan haber üretiyor, kimi de bir takım menfaat gruplarıyla olan tuhaf ilişkileri nedeniyle... Spor medyasının asıl karanlık yüzü budur. Ve trajedisi de...

O taraftar o çivili kramponu hak etmiş!
Bir kulüp bünyesindeki futbolcuların ismiyle müsemmadır. İnsani ve mesleki kalitesi üst düzeyde olan oyuncular kulübün marka değerini parlatır. Aksi ise düşürür. Galatasaray bu konuda en fazla gel-git yaşayan kulüplerden. Sarı-Kırmızılı kulüp, UEFA Kupası’nı kazandığı dönemde bile bazı futbolcuların davranış bozuklukları nedeniyle antipatik olabiliyordu. Bereket, bu tarz futbolcular azaldı. Ancak bitmediler. Son mohikan Sabri! Kamptaki vukuatını biliyorsunuz. İmza isteyen taraftarla önce tartışmış sonra da zavallının kafasına çivili kramponunu çakmış! Bu, sürpriz değil. Benim şaşırdığım, o kadar futbolcu dururken taraftarın gidip Sabri’den imza istemesi! Tabii bu işin latifesi! Özü ise şu: Galatasaray Sabri’yi ya ıslah etmeli ya da öncekiler gibi kapıyı göstermeli. Başka yolu yok.

Eşcinsel hakemden alevi hakemlere...
Türkiye 1.5 aydır eşcinsel hakemle yatıp kalkıyor. Hakeme en temel insan haklarından biri olan çalışma özgürlüğünün verilmesi yönünde yüzlerce haber, yorum çıktı. Doğrusu da buydu. Ancak bundan bir kaç önce Hatay’da alevi oldukları için görev verilmediğini iddia ederek MHK’ya dilekçe yazan hakemlerin durumu ne oldu? Eşcinselin hakkı hak da, alevinin değil mi? Ve neden sessiz kalındı?

Akdeniz zırvaları
İtalya’nın Pescara kentinde gerçekleştirilen 16. Akdeniz Oyunları bir yığın rezalet ve skandalla sona erdi. Tarihimizin en kalabalık kafilesiyle (384 sporcu) gittiğimiz Oyunlar’dan 20’si altın, 65 madalya ile döndük! Organize eden ülkenin bile burun kıvırdığı bir organizasyona bir tabur asker kadar sporcu ve yönetici götürdük. Sonuç ise fiyasko. Harcanan para da cabası. Nerden tutsan elinde kalıyor.

09 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aziz Şen!‘’

Hayatın bana öğrettikleri arasında en çok faydalandıklarımdan biri de fazla iyimser olmamaktır. Zira iyimserlik saflığın en saf halidir. Bizim gibi yalnız jeolojisi değil, ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi de fay hattı gibi kırılgan ülkelerde iyimserlik körlüktür. İyimserlik aklın prangasıdır. Gerçekleri görmemize, yaklaşan tehlikeleri sezmemize engeldir. Olaylara, olanlara, insanlara, dünyaya karşı ne kadar kuşkucu olursanız o kadar ayakta kalırsınız. Düş kırıklığı yaşamamanın tek yolu pembe gözlükleri çıkarmaktır. Sonuçta karşımızda zalim ve adaletsiz bir dünya ile bu dünyayı bu hale getiren insan vardır.
Ve insan her şeydir. İyiyle kötünün, güzellikle çirkinliğin, şefkâtle zulümün, medeniyetle ilkelliğin, aydınlıkla karanlığın bileşenidir insan. İnsanın olduğu yerde her türlü sürprize hazırlıklı olmak gerekir. Her daim zinde ve tetikte kalmanın tek çaresi budur. Bu, belki sizi huzursuz eder ama güçlü ve özgür kılar. Zincirlerinizden boşalırsınız. Kafanızdaki mitleri, putları kırıp atarsınız. Daha az üzülür, daha az acı çekersiniz. Ve daha fazla birey olursunuz.
İşte, son günlerde aklı selim Fenerbahçeliler’in yaşadığı hayal kırıklığının altında yatan neden de bunlardır. Yani inandıkları, güvendikleri, bazılarının ise tapındığı Aziz Yıldırım mitinin parçalanması... Aziz Bey’in de hepimiz gibi günahları, zaafları olan bir insan olduğu gerçeğiyle yüzleşmelerinden başka bir şey değildir, olanlar.
Sonuçta hepimizin içinde varlığını sürdüren yıkıcı ve makyavelist duyguların esiri olabilmektedir Aziz Yıldırım da...
Bir yanda Fenerbahçe’yi dünya kulübü yapma yolunda adımlar atarken, diğer yanda eski ilkel alışkanlıklara dönebilmektedir. Fenerbahçe’yi Ali Şen zihniyetinden ve tahakkümünden kurtarmaya çalışırken zaman zaman
kendisi de Ali Şen’leşebilmektedir.

Fenerbahçe’nin Başkanı hiç futbolcunun ayağına gider mi?
Ali Şen’in aşağılayarak ve Fenerbahçe seyircisine hedef göstererek kovduğu Aykut Kocaman’ı futbolun başına getirip iade-i itibar yapmak gibi ulvi bir davranış sergilediği sırada Mehmet Topuz transferinde izlediği yöntemin ve bu yöntem içindeki ana dişli Cemil Turan’ı amatör branşların başına getirmesinin başka izahı yok. Ki, o Cemil Turan’ı holiganlara bilet sattığı için kulüpten uzaklaştıran de bizzat kendisidir. Bir Fenerbahçe Başkanı’nın rakip takımı tuttuğunu açıklayan bir futbolcunun ayağına, yanına ‘hatırlı abiler’i de (Fenerbahçe’nin ve Başkanı’nın onlar kadar hatırı yok mu?) alarak ikna için gitmesinin ise iler tutar yanı yok. Eminim, bunu Ali Şen bile yapmazdı! Rakibin çağdışı yöntemlerine aynı şekilde karşılık vermek Fenerbahçe’nin büyüklüğüyle bağdaşacak bir tarz değildir.
Fenerbahçe seyircisine modern tesisler, çağdaş yaşam alanları kurarken, bir final maçında vakur duramaması, dahası yanındaki yöneticilerin taraftarı tahrik etmelerine engel olmaması da Aziz Bey’in ikilemlerinden biridir. Oysa, rakibe saygının Fenerbahçe geleneklerinin en önemli parçası olduğunu Aziz Bey herkesten iyi bilmektedir. Fenerbahçe’nin çıkarlarını savunmak, bir basketbol salonunu savaş alanına çevirtmek olmamalıdır?
Belki bu işe soyunduğu sırada böyle bir niyeti ve hedefi yoktu ama Aziz Yıldırım şu anda bir misyon şefidir. Taşıdığı o misyon ki, yalnız Fenerbahçe’yi değil Türk futbolunu da kaçınılmaz olarak bir devrime sürüklemektedir. Elbette devrimler sancılı olur. Lakin geriye dönüş affedilmez bir hatadır. Aziz Yıldırım’ın son zamanlarda sergilediği tutum ve davranışlar ise ne yazık ki budur. Ve karşı devrimcilerin ekmeğine yağ sürmekte, değirmenine su taşımaktadır. Ali Şen gibi olarak Ali Şen’e karşı mücadele edemezsiniz. Etmeye kalkarsanız, kazanımlarınız bir ‘Pirus Zaferi’ olmaktan öteye geçmez. Geriye kalan ise beyhude bir savaşın enkazıyla, tükenmeye yüz tutan umutlardır; Fenerbahçeli’nin umutları...

Bülent Hoca neden ‘Uygun’ görülmedi?
Son iki sezona baktığımızda Türkiye’nin en başarılı teknik direktörü hiç kuşkusuz Bülent Uygun’dur. Sivasspor gibi mütevazı bir takımı yüzlerce milyon dolarlık bütçelere sahip İstanbul Devleri’yle yarıştırmak yalnız bizim ülkemizde değil, Avrupa’da da benzeri görülmemiş bir başarı öyküsüdür. Üzerine tezler yazılması gereken...
Gelgelelim, böylesine başarılı bir teknik adama hoca arayan Üç Büyük’ten teklif gitmedi. Hadi Galatasaray’la Trabzonspor’un tutumu anlaşılabilir... Bülent Uygun’un Fenerbahçeli kimliği, taraftar tepkisi, yabancı hoca isteği vs. Peki, bit pazarına nur yağdırarak yeniden Daum’un ipine sarılan Fenerbahçe Bülent Uygun’u neden düşünmedi acaba?
Geçmişte yaşanan Ziya Şengül, Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin, Turhan Sofuoğlu deneyimlerindeki başarısızlık mıdır Fenerbahçe’yi Bülent Uygun’dan uzak tutan, yoksa genç teknik adamın henüz büyük takım ağırlığını kaldıramayacağı düşüncesi mi? Ya da Bülent Uygun’un sportif kimliğinin dışındaki sosyal ve siyasal ilişkileri midir Aziz Bey’e beklenen hamleyi yaptırmayan? Kimbilir? Aziz Yıldırım ve Bülent Uygun’dan başka!..

02 Temmuz 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray, Beşiktaş, Vefa!..‘’

Futbolun nankör bir yüzü vardır. Çünkü futbolda sadece bugün yaşanır. Ve o futbolun bugünü geçmişle geleceğin izdüşümü değildir. Bir geçiş noktası, bir ara istasyon da olmaz. Bugün sadece bir malzemedir. İştahla tüketilen, ardından istastiki değerler arasında yerini alan... Bugün, bir gün sonra dün olur ve sadece rakamsal bir veri olarak anlam ifade eder. Geçmiş, geçmiştir!

Futbolda dünün yeri yoktur. Dün ne yaptığın da o kadar önemli değildir. Önemli olan bugün ne yaptığın, yarın ne yapacağındır. Eğer bugünde ve yarında yerin yoksa kağıt bir mendil gibi buruşturulup tarihin çöp sepetine atılırsın. Yani durum o kadar acımasızdır. Özellikle de futbolun endüstrileşmesindan sonra... Zira, endüstriyel futbolda herkes, her şey bir metadır. Taraftarlar, teknik adamlar ve futbolcular... Adına kulüpler dediğimiz endüstriyel çarkların dönmesi için birer araçtır hepsi. Kullanılırlar, kullanılırlar; ardından da o dev çarkların dişlileri arasında un ufak edilirler. Sonrası bir büyük yalnızlıktır. Özellikle de teknik adam ve futbolcular için.

Geleneksel değerlerini nispeten koruyabilmiş olan bazı kulüpler daha dengeli bir tavır geliştirirler. Bugünü yaşarken geçmişle geleceği harmanlarlar. Geleceğe koşarken de, geçmişe sırt çevirmezler. Gelenekleri arasında adına 'Vefa' dediğimiz olgu baş köşeye oturtulur. O nedenle eski değerlerine sahip çıkarlar. Bazıları da bunu başaramaz. Belki tamamen kaybetmezler vefa duygusunu. Ama öncelikleri arasında olmaz genellikle. Günlük hercümercin içinde unuturlar bazı anlamlı davranışları, jestleri. Belki de bazen bilerek yaparlar. Bitmeyen bir öfke ya da husumet nedeniyle. Kimbilir? Sonradan akıllarına gelse de kırılan kırılmıştır artık! Toplasan ne fayda!

İşte görüyorsunuz, Beşiktaş'ın Ertuğrul Sağlam'a, Galatasaray'ın da Hasan Şaş'a yaptığını. Kuşkusuz ikisi nicelik olarak aynı şey değil. Ama nitelik olarak öyle mi? İkisi de aynı kapıya çıkar. Şampiyonluğu anasının ak sütü gibi hak eden Beşiktaş'ta ne yönetimin, ne Mustafa Denizli'nin, ne de futbolcuların Ertuğrul Sağlam'ın adını bir kez bile anmayışını nasıl yorumlayacağız? O Ertuğrul Hoca değil miydi, bu takımın temelini atan, 6 haftada 14 puanla liderin sadece 2 puan gerisinde namağlup bir takım bırakan? Sizce şampiyonlukta hiç katkısı yok mu Ertuğrul Sağlam'ın? Bir kuru teşekkürü bile haketmiyor mu? Keza Galatasaray'ın, kulübe 11 yıl hizmet verip sayısız kupa ve şampiyonlukta emeği geçen Hasan Şaş'ı bir mektupla kovmasını hangi davranış kalıbına sokacağız? Üstelik buna benzer davranış kusurlarından daha önce sabıkalıyken... Nereden baksanız tutarsızlık, nereden baksanız vefasızlık! Şunu öğrendik, Vefa artık bir semt adı! Yoksa Galatasaray ve Beşiktaş da mı öyle?..

02 Haziran 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Antalya çok sıcak!‘’

Burada bildik şeyleri tekrarlama niyetinde değilim. Ancak geçtiğimiz bir kaç gün içinde yaşananlara bakınca uyarı görevimi yerine getirme ihtiyacı hissettim. Her sezon sonu kümede kalma mücadelesi çerçevesinde ülkenin çeşitli kentlerinde tırmanan gerilimin bu yıl ki adresi Antalya oldu. Üst üste aldığı kötü neticeler sonucu kendini bir anda ateş hattının içinde bulan Antalyaspor cephesinden yükselen seslerle, Hikmet Karaman’ın gereksiz intikam hezeyanı hafta sonu oynanacak maçı bir anda korku filmine dönüştürdü. Şu bir gerçek: Antalyaspor son bir kaç maçında hakemlerin kurbanı oldu. Bunlardan birinin ben de canlı tanığıyım. Ancak buradan bir komplo teorisi üretmeli miyiz? Olayı yerel seçim sonuçlarına kadar götürerek siyasetin futbola müdahele ettiği ve Antalyaspor’un küme düşürüleceği iddialarının sağlam bir dayanağı var mıdır? Kaleye girmeyen topların ya da hakemlerin çaldığı yanlış düdüklerin arkasında bir takım kirli ittifaklar aramanın mantığı nedir? Hikmet Karaman’ın haklı olsa bile rövanşist duygularla maça hazırlanmasını neyle izah edeceğiz? Karaman sezon başında Antalyaspor’dan kovulmasaydı, bu maçı daha mı az önemseyecekti? Nereden bakarsanız bakın ortada bir sorumsuzluk var. Verilen yersiz demeçlerin Antalyaspor taraftarını barut fıçısına dönüştüreceğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmez. Çıkması muhtemel olayların önüne geçmek için herkes soğukkanlı olmalı ve sorumlu davranmalı.

29 Mayıs 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe neden büyük?‘’

Başlığa bakıp da çok iddialı bir yazı döşeneceğim düşünülmesin. Fenerbahçe'nin büyüklüğünü sorgulamanın benim haddime düştüğünü de sanmıyorum. Zira o büyüklük zaten tescillidir. Ayrıca büyük takımı büyük yapan bir çok parametre mevcuttur. Ben sadece birinden söz edeceğim. İşe önce bir hatırlatma yaparak başlayacağım: 1999/2000 Sezonu. Galatasaray Fatih Terim yönetiminde üst üste 4. şampiyonluğuna koşuyor. Tarihinin en parlak dönemini yaşayan Sarı-Kırmızılı ekip, gerek sportif, gerekse mali açıdan ezeli rakipleriyle arasındaki farkı giderek açıyor. Fenerbahçe o sıralar tesisleşmeyle meşgul. Ligde bir türlü istediği balansı tutturamıyor. Galatasaray'ı o sezon durdurmaya en yakın takım Beşiktaş. Ve Fenerbahçe ligin sonlarına doğru çıkıyor Beşiktaş'ı İnönü'de yenerek Galatasaray'ın önünü açıyor. Kimse buna akıl erdiremiyor. İşte büyüklüğün sırrı da burada. Büyük takımlar her ne koşulda olursa olsun, sahaya kazanmak için çıkarlar. Maçın sonucunun kime yaradığı ya da yaramadığı onları ilgilendirmez. Onları sadece kendi kazanımları ilgilendirir. Çağdaş düşünce de bunu gerektirir. Fenerbahçe bu sezon da aynısını yapıyor. Kimin ne yaptığıyla veya yapmadığıyla değil, kendisinin neler yapabileceğiyle meşgul. Çıkıyor dürüstçe, adilce oyununu oynuyor, yapması gerekeni yapıyor. Türk futbolundaki mantalite değişikliğinin de öncülüğüne soyunuyor. Büyüklüğüne yakışacak şekilde... Bence gönüllerin şampiyonunu arayanlar önce Kadıköy'e bakmalı.

26 Mayıs 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI