Arama

Popüler aramalar

‘’Eskişehir hayat buldu‘’

Aslına bakarsanız, gerek iki kentin sahip olduğu potansiyel, gerekse başta fair play olmak üzere ürettikleri futbol değerleri olarak düşmeyi hak etmeyen takımlardan ikisi Konyaspor ile Eskişehirspor’dur. Ancak ne var ki, sezon içinde zaman zaman yapılan yönetimsel ve teknik hatalar iki takımı da sırat köprüsünde karşı karşıya getirdi.
Hafta boyunca bu maç üzerine yapılan yorumlar, karşılaşmanın bir gerilim filmi geçeceği şeklindeki beklentileri arttırmıştı.
Emniyet güçleri de önlemleri iki katına çıkarmıştı. Fakat beklenilen olmadı. Çünkü maç öncesi iki takımın teknik direktörü Giray Bulak ile Rıza Çalımbay’ın dostça kucaklaşmaları, futbolcuların da onlara ayak uydurması maçı normal seyrine soktu. Burada benim garipsediğim durum, taraftarlara ‘maçı ayakta seyredin’ şeklinde anons yapılmasıydı. Bunun talimatlara aykırı bir çağrı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
İki takımın da fazla risk almadan birbirini yokladığı ilk yarıda Eskişehirspor daha atak olan taraftı.
Oyunun kontrolünü elinde tutan Kırmızı-Siyahlılar’da, başta Engin Baytar olmak üzere forvet oyuncularının taktik disiplinden uzak olmaları, buldukları pozisyonların heba olmasının en büyük nedeniydi. Burada Engin Baytar’a bir parantez açmak istiyorum: Yetenekli bir futolcu olan Baytar, aynı zamanda da art niyetli bir sporcu. Gerek rakibe, gerekse hakemlere karşı... Attığı golden sonra Konyaspor tribünlerinin önüne gelip ev sahibi taraftarları tahrik etmesi affedilir gibi değildi. Nitekim onun bu terbiyesizce davranışından sonra statta gerilim tırmandı. Küfürler ve sahaya atılan yabancı maddeler birbirini kovaladı. Bir kendi bilmezin, bir maçı nasıl çığırından çıkaracağına iyi bir örnekti.
Galip olduğu bölümde Eskişehirspor risk almışken Giray Bulak’ın Serhat’ı oyuna sokması doğru bir hamleydi. Ancak oyundan çıkacak futbolcu Bülent Bölükbaşı mı olmalıydı, tartışılabilir. Zira, Bülent Bölükbaşı da rakip alandaki boşlukları çok iyi değerlendirecek çabukluğa, sürate ve futbol zekasına sahip bir futbolcu. Ayrıca çıkana kadar sahanın en etkili ismiydi.
Bu sonuçla aslında deplasmanlarda pek başarılı olamayan Eskişehirspor rahat bir nefes alırken, Konyaspor işini çok zorlaştırdı.
Yeşil-Beyazlılar’ın kalan iki haftada 6 puan çıkarması gerekir. Ki bunun, bu futbol anlayışı ve kadro yapısıyla kolay olacağını sanmıyorum.

18 Mayıs 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şampiyon Ertuğrul Sağlam!‘’

Hakikat nedir? Bizim gördüklerimiz mi, yoksa bakış açımızın dışında kalan mı? Somut gerçekle, mutlak gerçek arasındaki nüansı belirleyen parametreler nelerdir? Bu parametreleri neye göre koyarız? Ve hangisi daha gerçektir? Somut olan mı, mutlak olan mı? Bugün Süper Lig'deki tabloya baktığımızda ortaya çıkan aslında budur. Puan cetvelindeki sıralamayı baz aldığımızda en başarılı teknik direktör olarak Bülent Uygun'u görüyoruz. Bülent Uygun, Sivassspor'la çıktığı 31 maçta 60 puan toplamış. Puan baremine göre teknik adamlar arasında ilk sırada. 31 maçta 54 puan toplayan Luis Aragones ise ikinci! 29 maçta 48 puanla Ersun Yanal üçüncü, 25 maçta 48 puanla Mustafa Denizli dördüncü, 21 maçta 46 puanla Ertuğrul Sağlam da beşinci sırada yer alıyorlar. Bir de madalyonun diğer yüzü var: Maç başına toplanan puan ve başarı yüzdesine göre hesaplarsak görüntü değişiyor. Ertuğrul Sağlam yüzde 2.2 ortalama puan ve yüzde 78.5'la birinci sırada. Bülent Uygun 1.94 ve yüzde 69.3, Mustafa Denizli de 1.92 ve yüzde 68 ile Ertuğrul Hoca'yı takip ediyorlar. Şimdi bu iki tabloya göre hangisi daha başarılı? Ve gerçek hangisi? Bu, meseleye nereden baktığımıza bağlı. Benim bakış açıma göre Ertuğrul Sağlam 'Yılın En Başarılı' teknik direktörüdür. Şayet Beşiktaş şampiyon olursa, bu takımın temelini atan ve liderin iki puan gerisindeyken bırakan odur. Keza, dağılmaya yüz tutan Bursaspor'u toparlayıp UEFA Kupası'nın eşiğine getiren de... Tablo ortada. Reel ekonomi gibi!

Teknik adamlarOGBMAYP%Ort.P.
1.Ertuğrul Sağlam21137134134678,52,2
2.Bülent Uygun31179548236069,31,94
3.Mustafa Denizli251465422348681,92
4.Ersun Yanal29158640285365,51,83
5.Luis Aragones31166953325461,31,74

12 Mayıs 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Messi'ye bak Arda!‘’

Benzer birçok özellikleri var. İkisi de çok genç. İkisi de yıldız. İkisi de yetenekli, çocuksu, sempatik, muzip, cana yakın. İkisi de çocukların, gençlerin idolü, rol modeli. Biri dünyanın gözbebeği, diğeri de bizim. Lakin bir noktada birbirlerinden taban tabana ayrılıyorlar. Messi üstüne katarak tarihsel bir figür olma yolunda hızla ilerlerken, Arda şöhretin ağırlığı altında ezilmeye başladı. Öyle ki son zamanlarda hangi taşı kaldırsan altından Arda çıkıyor. Bilerek ya da bilmeyerek, kendisine duyulan sempatiyi bitirecek olayların ortasında boy gösteriyor. Eylemleriyle, söylemleriyle, yaşam tarzıyla bir futbol yıldızından çok kenar mahalle kabadayısı görüntüsü sergiliyor. Tavırları, tarzı öylesine itici ki, sanki karşımızda Kurtlar Vadisi’nin en kurdu Polat Alemdar’ın kötü bir kopyası duruyor. Galatasaray asaleti ve terbiyesi dururken, o mafya jargonunu benimsiyor. Bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, üzerinde silah resmi olan tişörtle halkın arasına karışabiliyor. Oysa diğer yanda Messi çocukları pençesine alan genetik bir hastalığın adını tişörtüne taşıyarak dünyanın dikkatini bu illete çekiyor. Biri ne kadar anlamlıysa, diğeri o kadar manasız ve sığ. Messi yaşatın diyor, Arda ise...



Sorun yaşta değil başta!
‘Arda henüz 22 yaşında’ diyenlerin seslerini duyar gibiyim. Messi de öyle! 22 yaş deyip geçiştiremeyiz. Ne de olsa Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştır, 21 yaş. 68 kuşağının dünyayı değiştirmek için harekete geçtiği yaşlardır aynı zamanda 20’li yaşlar. Sorun ne yazık ki yaşta değil, başta! Arda, nereden geldim değil, nereye geldim demelidir. Nereden geldiğinin bu saatten sonra önemi yoktur. Gelmiş olduğu nokta, çocukluğunda edindiği varoş kültürünü terketmesini zorunlu kılmaktadır. Galatasaray gibi köklü bir kulübün sembol oyuncusu olmak yolunda ilerlediğini unutmamalıdır. Metin Oktay’ın tahtının varisi olmak istiyorsa, şimdiki kafa yapısını değiştirmelidir. Edindiği çevreyi de... Kendisini hoş görüp sırtını tapışlayanlara kanmamalıdır. Düştüğü zaman ilk tekmeyi onlar vurur çünkü.
Arda sorumlu davranmaya mecburdur. Bulunduğu konum bunu gerektirir. Zira bir popüler kültür ikonudur. Bir modeldir. Arda silahlı tişörtle gezerken, bu ülkenin genç nesli de onun resminin, isminin basılı olduğu tişörtleri giymektedir.

Ya bu işi başarır ya da...
Arda’nın kendisini örnek alan bu nesle şiddet mesajı vermeye hakkı yoktur. Üstelik bu ülke şiddetten bu kadar muzdaripken. Arda sahip olduğu misyonun farkına varmalı ve kendisini ona göre dönüştürmelidir. Bunu başardığı takdirde futbol tarihimize adını altın harflerle yazdıracaktır. Aksi halde parlak bir gecede aniden kayan yıldızlar gibi boşluğa düşüp kaybolacaktır. Seçim kendisinin...

08 Mayıs 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fener ile Antep'in onuru!‘’

Adına futbol dediğimiz şu tuhaf oyun aslında hayata dair bir çok gizem barındırır içerisinde. Futbola sadece oyun deyip geçemeyiz. Futbol, oynayanın ve oynatanın karakterine dair sayısız ipucu verir izleyenlere... Sahada oynanan oyun, oynayanların temel karakteristik özelliğinin bir yansımasıdır bir bakıma. Oyuna bakarak, oyuncuyu tahlil edebiliriz. Futbolu dünyanın en popüler oyunu yapan niteliklerinden biri de budur. Futbol bu yüzünü geçtiğimiz hafta bir kez daha gösterdi bizlere. Fenerbahçeli ve Gaziantepsporlu futbolcular bir hafta boyunca üretilen komplo senaryolarını boşa çıkaracak sonuçlara imza attılar; işlerini yapmak suretiyle. 'İşlerini yapmak' cümlesinin altını bilerek çiziyorum burada. Çünkü gerçekten de sadece işlerini yaptılar. Onlara atfedilen onur, gurur gibi yaldızlı kavramlar, aslında bu toplumun değer yargılarının nasıl ters yüz edildiğinin, algıların negatif anlamda nasıl değiştiğinin çarpıcı bir göstergesidir. Nicedir bu ülkede yapması gerekeni yapan insanlar kutsanıyor. Tıpkı dürüstlüğün erdem olarak kabul edilmesi gibi. Oysa ne dürüstlük bir erdemdir, ne de Fenerbahçeli ile Gaziantepsporlu futbolcular iddialı rakiplerine boyun eğmedikleri için onurludur. Her ikisi de olması gerekendir. İnsan olmanın gereğidir. Çağdaşlığın, medeniyetin göstergesidir. Ne zaman ki dürüstlük ve iş ahlakı toplumun temel harcı olur, işte o zaman bu ülke çağdaşlık çizgisini geçmiş demektir. Gerisi çürümedir. İçinde bulunduğumuz süreç de budur. Ne yazık ki...

05 Mayıs 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Nostradamus Denizli!‘’

Evet, hepimizin çok iyi bildiği bir realite var: Futbol bir takım oyunudur ve başarı da, başarısızlık da tüm ekibin hanesine yazılmalıdır. Fakat gerçek olan bir şey daha var ki, iyi bir ekip olmak, ancak ve ancak iyi bir lidere sahip olmakla mümkündür. Lider, büyük takımlar için ise olmazsa olmaz bir koşuldur. Takımı lider özelliklere sahip bir teknik adama teslim etmeyen büyük takımlar başarısızlığa mahkümdur. İşte ligin bitimine 5 hafta kala ortaya çıkan tabloya baktığımızda Üç Büyükler arasındaki farkı belirleyen de budur. Yani fark, Mustafa Denizli farkıdır. Oysa kadro kalitesine ve zenginliğine göz attığımızda en dezavantajlı takımın Beşiktaş olduğunu görürüz. Her ne kadar Mustafa Denizli sezon başından beri en iyi kadrorun Beşiktaş'da olduğunu iddia etse de... Tecrübeli hocanın bu iddiası aslında futbolcularına olan güveninin bir ifadesidir. Liderin ilk yapacağı da zaten budur: Futbolcularına en iyi oldukları inancını aşılamak ve onların özgüvenini arttırmak. Lider Denizli'nin bir başka özelliği de aslında bir öngörü olan -ki bir liderde bulunması gereken özelliktir- kehanetleridir. Denizli'nin 26. hafta kehaneti 1-2 hafta sapmayla tuttu. Yeni kehaneti ise, şampiyonluk. Bunu de geçen hafta taraftara deklere etti. Bunun da tutma ihtimali yüksek. Aslında bu kehanetler Denizli için yeni değildir. Galatasaray'ın başındayken Werder Bremen ile oynanacak UEFA Kupası çeyrek final rövanş maçı öncesi "Onları elimizden ancak Tanrı kurtarır" demişti. Ve ilkbaharın ortasında İstanbul'da bir tek Ali Sami Yen'e lapa lapa kar yağarak sahayı oynanmaz hale getirmiş, Almanlar de Galatasaray'ın elinden Tanrı'nın bu müdahalesi sonucu mucizevi bir şekilde kurtulmuştu! Eee, kahin olmak kolay değil! Lider olmak da...

28 Nisan 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Forması yetti!‘’

Siz bakmayın o formanın içindekilerin hiç bir şey oynamamasına... Bu gibi durumlarda o formanın özgül ağırlığı devreye girer ve rakibin işini bitirir. Büyük takımların en karakteristik özelliklerinden biridir bu. Dünkü takımın ismi Galatasaray olmasaydı Belediye sahadan rahatlıkla galip ayrılabilirdi. Ancak ne var ki Sarı-Kırmızılı takımın ismi, cismi, hacmi Belediyeliler’in ayaklarına pranga vuran en önemli etkendi. Ülkemizde küçük takımların yaşadığı en önemli sıkıntı da zaten budur: Büyük takım sendromu.
Galatasaray golü atana kadar kaleyi bulan şutu yoktu. Daha doğrusu şutu bile yoktu. Auta giden 1-2 cılız vuruş, hepsi bu. Doğaldır. Çünkü ne bir oyun kurgusu, ne doğru dürüst pas bağlantısı, ne de hücum organizasyonu vardı. Futbolun temel hareketlerini sergilemekten aciz bir futbolcu topluluğu mevcuttu sahada. Oyunu çekip çeviren, pozisyon arayan, gol girişimlerinde bulunan hep Belediyespor’du. Galatasaray’ın bırakın galip gelmesi, golü bulması bile rastlantılara kalmış gibiydi. Zaman zaman Kewell ile Baros ve 2. yarıda girip golü attıran Nonda’nın zorlamaları da olmasa sahadakinin Galatasaray olduğuna insanın inanası gelmezdi. Takımın en iyisinin genç Semih olduğunu söylersek ne demek istediğimiz anlaşılır sanırım.
Galatasaray bu sezonu dünkü gibi kör topal tamamlayacak anlaşılan. Alınan galibiyetler kimseyi aldatmamalı. Özellikle de yönetimi. Komplo teorilerini bir yana bırakıp bu takımı baştan aşağı revize etmeliler. Buna teknik heyet de dahil. Ancak teknik heyetten önce işe Lincoln’den başlamalılar. Çünkü Galatasaray forması bu adama yakışmıyor. Onun sahadaki varlığı, koşan, mücadele eden diğer futbolculara hakarettir.

20 Nisan 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mehmetçik Lugano!‘’

Hiç bir şeyin kendi mecrasında akmadığı sancılı bir süreçten daha geçiyoruz. Neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Kim suçlu, kim güçlü; kim rezil, kim vezir; kim mağrur, kim mağdur belli değil. Her şey, herkes birbirine karışmış. Önem atfettiğimiz tüm değerlerin, kavramların içi boşaltılmış. Saygı ve tevazuu bir alt lige düşürülmüş, kabadayılıkla züppelik ise açık ara şampiyon olmuş. Bu, yakıcı bir gerçek ve hayatın her alanında böyle. Bilhassa da futbol sahalarında. Çünkü futbol, bir ülke gerçeğinin en iyi tezahür ettiği alanlardan biridir. Bakınız dönemlere, kahramanlara, idollere, altta kalanlara, üste çıkanlara... İlahlaştırdığımız, putlaştırdığımız her futbocu, ülkenin içinde bulunduğu durumun ruhunu yansıtır. Metin Oktay ile Lefter Küçükandonyadis'e bakarak o devirdeki toplumun hangi değerlerle donatıldığını anlayabiliriz. Keza Emre Belözoğlu'nun, Sabri Sarıoğlu'nun, Volkan Demirel'in kimliğinde de şimdiki toplumun analizini yapabiliriz. Onlar aynadır. Bizim aynamız. Onlara baktığımızda aslında gördüğümüz kendi suretimizdir. Bu toplum boşuna boşuna Kurtlar Vadisi'ne reyting rekorları kırdırmıyor. Çünkü o kurtlar, kurtçuklar, olmak istediklerimizdir. İşte olmaya çalışanları ve olanları da bunun için baştacı yaparız. Onlar milli kurtlarımızdır! Gözbebeğimizdir. Baronları da öyle... Hatta biz bu konuda o kadar ileri gideriz ki, ithal kurdumuz bile olur. Dünyanın bir ucunda bile olsa onu bulur getiririz, kahraman yaparız. 'Mehmetçik Basri' ile aynı kefeye koyarız. Dirimlili ile yan yana fotoğraflarını asarız tribünlere, bu çirkeflik abidesinin. Hem Basri Bey'in kemiklerini sızlatırız, hem de şehit mehmetçiklerin... Aslına bakarsanız sözün bittiği yerdeyiz. Bu, karanlık bir geleceğe doğru son sürat yuvarlanan bir toplumun trajedisinden başka bir şey değildir.

14 Nisan 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şampiyonluk adımı‘’

Mustafa Denizli için en sık kullanılan yakıştırmalardan biri de ‘şanslı’ nitelendirmesidir. Dün geceki karşılaşma bu şekilde düşünenleri haklı çıkarabilecek nitelikteydi. Daha maçın başında Agbetu’nun golü attığı pozisyonu hazırlayan Taner Gülleri’nin 6. dakikada sakatlanarak çıkması bir teknik adam şansından başka bir şey değildir. Tecrübeli golcünün Kocaelispor’un her şeyi olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Şayet Taner oyunda kalmış olsaydı, Beşiktaş’ın sezonun belki de en kötü futbollarından birini sergilediği ilk yarının faturası Siyah-Beyazlılar için daha ağır olabilirdi.
Heba edilen bir 45 dakikanın ardından oyuna müdahale eden ve ikinci yarıya iki değişikle birden başlayan Mustafa Denizli’nin bu taktik planının da tam olarak tutuğunu söylemek güç. Zira, Cisse’nin yerine oyuna giren Uğur İnceman, Fransız futbolcuyu aratacak kadar kötüydü. Beşitaş’ın tek kaleye çevirdiği ikinci yarıda 75. dakikaya kadar golü bulamamasının en büyük nedeni Nobre’nin sahada olmamasıydı. Zira Brezilyalı, kapalı defanslara karşı ülkemizin en etkili forvet oyuncularından biri. Kocaeli defansı, başta Sadıgov olmak üzere fazla rahatsız edilmeyince Beşiktaş baskılı olmasına rağmen penaltı golüne kadar tehlike yaratmaktan uzaktı. Beraberlik sayısından sonra ise büyük takım-küçük takım farkı ile moral değerlerin önemi ortaya çıktı. Siyah-Beyazlılar ne kadar kötü oynarsa oynasın kazanma arzusuna ve skoru değiştirecek etkili silahlara sahip. Dünün kötülerinden Bobo’nun takımını galibiyete taşıması bunun en büyük örneği. Kocaeli maçı Beşiktaş için ligin en keskin virajlarından biriydi. Tecrübesiyle bu tehlikeli dönemeci hasarsız geçen Beşiktaş’ın şampiyonluk yürüyüşünün bu maçla ivme kazandığını söyleyebiliriz. Bana göre Kartal, son düzlükte vites artıracak ve ipi göğüsleyecektir.

11 Nisan 2009, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI