Arama

Popüler aramalar

‘’Avrupa geleneği‘’

Galatasaray denince akla ilk gelen gelenekleridir. Köklü geçmişi, kendine özgü kuralları, terbiyesi, ast-üst ilişkileri sahip olduğu geleneklerinden bazılarıdır. Son 20 yıldır buna tam bir Avrupa takımı olma özelliği de eklendi. Avrupa takımı demek, şartlar ne olursa olsun uluslararası müsabakalarda belli bir çizginin altına düşmemek demektir. Ligdeki konumu ne olursa olsun herhangi bir Avrupa maçında rakiplerine kök söktürmek, bize artık sürpriz gelmeyen sonuçlar almak Galatasaray’ın en belirgin alışkanlıklarından biri oldu. Panathinaikos, kağıt üzerinde Galatasaray’ı grupta en çok zorlayacak takımlardan biri olarak gözüküyordu. Sarı-Kırmızılı takımın eli boş döneceği deplasmanlardan biri olarak kabul ediliyordu. Gelgelelim Galatasaray maça öyle bir başladı ki, pas trafiğiyle adeta rakibinin başını döndürdü ve baskın basanındır misali golünü de buldu. Bu aslında bir Galatasaray klasiğiydi. Bundan sonrasının Cim Bom için çok daha kolay olacağı hesaplanıyordu. Ancak ne var ki, kısa sürede oyunda dengeyi sağlayan ev sahibi, her an beraberliği yakalayacakmış gibi bir görüntü veriyordu. Veriyordu vermesine ama pozisyonları bulan yine Galatasaray’dı.

İkinci yarının başı da ilk yarının kopyası gibiydi. Erken gelen gol ve iki farklı skor avantajı Galatasaray’ı rahatlatmıştı. Ama bu rahatlık biraz aşırıya kaçıp rehavete dönüşünce frikikten gelen şans golüyle fark üçe çıkmasına rağmen Sarı-Kırmızılı takımın kalesinde sayısız pozisyon vermesine neden oldu. Rakibin beceriksizlikleri bize yıllar öncesinin Türk takımlarını anımsattı. Bu sonuca sevinelim ama kalemizde gördüğümüz rekor sayıda tehlikeyi de göz ardı etmeyelim. Gelecek buna bağlı.

18 Eylül 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe, Fenerbahçe'ye karşı!‘’

Her takım teknik direktörüyle müsemmadır. Teknik adamlar görev aldıkları takımlara genellikle karakterlerini yansıtırlar. Ve o takımın her bir futbolcusu takımı yöneten kişinin sahadaki bir parçası olur. İster istemez hocasının temel karakteristik özelliklerinin ya tamamını ya da bir kısmını kendine uyarlar. Hoca aslında bir rol modelidir. Bu durum bütün dünyada üç aşağı beş yukarı böyledir. Ama bizim gibi abi-kardeş, ast-üst tarzında hiyerarşik yapıların geçerli olduğu, futbolcuların tam olarak profesyonel davranamadıkları toplumlarda teknik direktörün futbolcuyu bir illüzyonist gibi etkilemesi kaçınılmazdır. Bunun en çarpıcı örneği hiç kuşkusuz Fatih Terim'dir. Terim'in komuta ettiği futbolcuların hemen her maçta sergiledikleri hırçınlıkların ve gördükleri lüzumsuz kartların takımlarının başına ne çoraplar ördüğünü hep beraber biliyoruz.

Fenerbahçeli futbolcuların bu sezonun ilk 5 haftasında gösterdikleri sportif başarı ne kadar takdire şayansa, saha içindeki agresif davranışları bir o kadar yakışıksız ve itici. Hakemin hemen her kararına verdikleri aşırı reaksiyon ve itirazlar nedeniyle alınan kartlar öyle görünüyor ki Fenerbahçe'nin bu sezon ki en büyük rakibi olacak. Takımın Daum'la bu sezon kabuk değiştirdiği bir gerçek. Alman teknik adam futbolcularının tıpkı kendisi gibi daha agresif olmasını istiyor. Lakin, bu agresiflik topa karşı olmalı, rakibe ve hakemlere değil. Futbolcunun anlamadığı bu nüans. İlerki haftalarda bir Cem Papila çıkıp o nüansı anlatırsa iş işten geçmiş olur. Sonra dizini dövsen ne fayda!

15 Eylül 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Christoph Daum'un Atatürk sevgisi‘’

Türkiye’nin, okyanusta yolunu kaybetmiş sahipsiz bir tekne gibi fırtınalarla, dev dalgalarla boğuştuğu netameli yıllardan bir yıldı. İstanbul’un köklü bir imam hatip lisesinde üçüncü yılına başlayan bir yeni yetmeydim. Hocası olmadığı için İngilizce dersine yöredeki bir caminin imamı sözleşmeli olarak atanmıştı. Kendisiyle ilk dersimizdi. Bir hışımla içeri girdi ve selam verdi. Ardından eliyle kara tahtanın üzerindeki Atatürk resmini göstererek, “Bu kefereyi buradan kaldırın, gözüm görmesin” diye kükredi. Öğrencilerden biri sırasından fırladı ve bir sandalyeye çıkarak çerçeveyi yerinden söktü. Sırıtarak sordu: “Bunu nereye koyayım hocam.” Hoca eliyle çöp kutusunu işaret ederek, “Layık olduğu yere” dedi. Öğrenci de Atatürk resmini ters çevirerek çöp kutusunun üzerine bıraktı. Ders bitene kadar resim orada kaldı.

Okulda Atatürk’e yönelik olumsuz söz ve davranışlara -sistemli olmasa da- daha önce de tanık olmuştum. Ama hiç biri çöp kutusuna bırakılan Atatürk resmi kadar bende travma yaratmamıştı. O yaşa kadar Atatürk sevgisiyle büyümüş olduğum için beni çok çok üzen bu olay sonrası imam hatip lisesini bırakmaya karar vermiş ve ilk fırsatta da bırakmıştım.

Gün geldi, devran döndü. O zamanlar azınlıkta olan Atatürk düşmanları bugün bir hayli çoğaldı. Kimileri ülkenin kilit noktalarını tuttu. Son yıllarda Atatürk’e sistemli saldırıların olması boşuna değildir. Dünyada hiç bir ülke yoktur ki, ulusal kahramanına, kurucusuna kendi insanı tarafından böylesine öfke ve nefret duyulsun. Tarihin en onurlu kurtuluş destanını yazan ve tüm dünyada 20. Yüzyıl’ın en önemli lideri seçilen Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliğine kapılanlar, gün geçmesin ki onun adını, onun ilkelerini, onun cumhuriyetini ayaklar altına almaya kalkmasın. Artık bu konuda o kadar ileri gidiliyor ki, elalem kurucusunun ismini başkentine (Washington) verirken, Atatürk’ün adının verildiği statlar, caddeler tartışmaya açılıyor, binlerce insanın canı pahasına kurduğu ülkenin bir bölümünün elden çıkarılması gündeme geliyor. Rize’de yıkılan Atatürk Stadı’nın yerine yapılan yenisine onun ismi esirgenebiliyor. Ve bu puslu ortamda bir yabancı, bir Alman çıkıyor, Atatürk’e ve onun cumhuriyetine sahip çıkarak bizi kendimize getirmeye çalışıyor. O nedenle Cristoph Daum’un Atatürk sevgisi ve bunu her ortamda dile getirmesi çok çok anlamlıdır. Avucumuzun içinden bir kum gibi kayıp yere dökülen değerlerimize bir Alman’ın sıkı sıkıya sarılması, yüzümüze çarpan bir tokat gibidir. Bizi kendimize getirmesi gereken okkalı bir tokat...

********************

Kazım ve Emre’ye bu hoşgörü niye?
Galatasaray’ın Fatih Terim zamanında gerek ligi, gerekse Avrupa’yı sallamasının, Sarı-Kırmızılı takımın dünyanın dört bir yanında taraftar sayısında patlama yarattığı hepimizin malumu. Galatasaray sevgisi, elde edilen Avrupa başarılarıyla gururu okşanan Türk insanının içine kadar işlemişti. Gelgelelim, bu sevgiyi istismar eden bazı Galatasaraylı futbolcular vardı. Saha içi ve saha dışındaki olumsuz söz ve davranışlarıyla, çirkeflikleriyle, kibirleriyle akli selim bir Galatasaraylı’yı bile takımdan soğutuyorlardı. Bu tarz futbolcular Sarı-Kırmızılı takımda son yıllarda bir hayli azalırken, Fenerbahçe’de uç vermeye başladı. İşte Kazım ve Emre’yi görüyorsunuz. Gün geçmesin ki, bir vukuatları olmasın. Onların çıkardığı olayların, Fenerbahçe markasına koyu bir gölge gibi düştüğü bir gerçek. Bu gerçeği bilen yöneticiler, bu iki futbolcuya neden müsamaha gösterir, onu anlamak mümkün değil.

********************

Volkan iyiydi büyük oldu
Futbolda bir realite vardır: Büyük takımların kalesinde büyük kaleciler olmalı. Futbol tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Volkan Demirel, düne kadar iyi bir kaleci olarak nitelendiriliyordu. Ancak bu sezonki performansı, onu büyükler kategorisine soktu. Fener’in büyüklüğüne yakışacak kadar...

********************

Gökhan Gönül’ün Fener için önemi
Türkiye’de son yıllarda yıldızı parlayan iki isim var: Biri Arda Turan, diğeri de Gökhan Gönül. Aslına bakarsanız, bu iki futbolcu dünyanın en büyük takımlarında forma giyebilecek yeteneğe ve kaliteye sahip yegane oyuncularımız. Gökhan Gönül’ün Fenerbahçe için ne kadar önemli bir futbolcu olduğu Manisaspor karşısında ortaya çıktı. Büyük takımların kötü oyunlarını bir tek futbolcunun yokluğuna bağlamak elbette doğru değildir. Ama söz konusu futbolcu bugün Tuncay Şanlı’nın misyonunu üstlenmiş Gökhan Gönül olursa pekala böyle bir yargıya varabiliriz. Çünkü Gökhan Gönül sahada sadece işini yapmakla kalmıyor, aynı zamanda Fenerbahçe ruhunu temsil ediyor. İşte o ruh sahada olmayınca da bize Manisa’nın elinden zor kurtulan bir Fenerbahçe’yi izlemek kalıyor. Fenerbahçe ona gözü gibi bakmalı.

********************

Bu lig yarışı rekor getirir
İki büyük de dörtte dört yaptı. İkisi de kötü oldukları anda bile kazanmasını biliyor. İkisinin de sonucu etkileyecek önemli silahları var. Öyle görünüyor ki, Beşiktaş’ın dışında ikisini zorlayacak takım pek yok. Onların bu rekabetinin sezon sonunda puan ve gol rekoru getirmesi kuvvetle muhtemel. Hayırlı olsun...

03 Eylül 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bu ne 'Kaba'lık Gökhan!‘’

Futbol sadece pasdan, çalımdan, şuttan, golden, mağlubuyitten, galibiyetten mi ibarettir? Kuşkusuz hayır. Futbolun bileşenleri içinde bütün bunların çok önemli bir yeri olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Lakin, futbolu yalnızca futbol terimleriyle açıklayamayız. Zira, futbolun temelinde insan faktörü vardır. İnsanın olduğu her yerde de insana dair duygu ve davranış kalıplarıyla, sahip olunan melekeler belirleyicidir. Bu nedenle futbolu sevmemiz ya da nefret etmemiz için izlediğimiz oyunu kimlerin oynadığına bakmak gerekir. Yetenekli bir oyuncuyu izlerken keyif almak isteriz; ancak sergilediği bir davranış bozukluğuyla bizi bir anda futboldan soğutabilir. İşte gözünümüzün önündeki Emre Belözoğlu örneği...

Bunun tam tersi örnekler de vardır elbette. Bir futbolcunun yetenekleri sınırlı olabilir. Fazla göz önünde olmayabilir. Hatta çoğumuz varlığından bile habersiz olabiliriz. Ama o, sahada öyle bir jest yapar ki, gönlümüzün en mutena köşesinde kendisine yer açarız. Tıpkı İstanbul büyükşehir Belediyespor'lu Gökhan Kaba gibi. Berabere girilen Ankaragücü maçının son dakikalarında gol pozisyonundayken, yerde kıvranan rakibini görünce topu taca atan Gökhan Kaba unutmaya yüz tutan değerlerimizi tekrar hatırlamamızı sağladı bu hafta. Sağladı, sağlamasına da onun bu hareketini hiç bir televizyon kanalında görmedik. Atilla Türker dışında yazan bir meslektaşımız da olmadı. Gökhan Kaba'nın sadece soyadı Kaba. Asıl, 'Kaba'lık onun bu zerafetini farketmeyenlerde. Yani bizde...

02 Eylül 2009, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Arda'n varsa...‘’

Elano, Keita, Leo Franco ve diğerleri... Bunlar herkesin kabul ettiği üzere Galatasaray’ın bu sezonki flaş transferleri... Öyle mi? Kuşkusuz öyle. Lakin, akıldan çıkarmamamız gereken bir unsur var ki, bütün bunların içinde en flaş transferin kesinlikle Arda Turan olduğu gerçeğidir. Zira, koluna kaptanlık pazubandını takan, sırtına da 10 numaralı formayı geçiren Arda, bütün bunların moral motivasyonunun yanı sıra Rijkaard’ın saha içinde verdiği özgürlük sonucu bütün yeteneklerini sergileme fırsatı buldu. Bambaşka bir kimlik ve bambaşka bir futbol fenomeni olarak karşımıza çıkan Arda Turan, bu sezon ligi domine edecek en önemli figür olmaya şimdiden adaylığını koydu. Öyle görülüyor ki, o oynadıkça Galatasaray gol atmaya ve kazanmaya devam edecek. Tıpkı dün gece olduğu gibi. Ligin en dişli takımlarından biri olan Ankaraspor’un Galatasaray’a kafa tuttuğu anlarda sazı eline aldı, oynadı, oynattı; ardında da kilidi açan golün asistini yaptı.

Sonrasında ise Sarı-Kırmızılı takımın üstüne gelen Ankaraspor’un geride bıraktığı boşluklara sarkan arkadaşlarına attığı paslarla pozisyonlar yarattı, izleyenlere adeta bir görsel şölen sundu. Allah onu nazardan saklasın. Adeta bir makine gibi çalışan Galatasaray’ın aksayan isimleri Milan Baros ile Elano’ydu. Elano’nun uyum sürecini göz önüne alırsak, onu eleştirmek için henüz erken. Ancak Baros’un dökülmesini nasıl izah etmek gerekir? Bırakın pozisyona girmesini ve gol atmasını, ona giden paslar duvar tenisi gibi Galatasaray kalesine akın olarak geri dönüyor. Sarı-Kırmızılı ekibin teknik patronu Frank Rijkaard, Milan Baros’un yerine mutlaka Nonda’yı monte etmeli.

Ankaraspor’un ligde olmasına her zaman karşı çıktım. Ancak başkanı ve takımın hemen hemen yarısı, bir oldu bittiyle Ankaragücü’ne transfer edilerek lig macerasının sona eriş sürecinin başlatılması, ancak Türkiye’ye özgü absürd bir durum olsa gerek. Umarım Futbol Federasyonu’nun hukukçuları bu konuya bir an önce el atarlar.

01 Eylül 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Diyarbakırspor açılımı!‘’

Malum, son zamanların moda deyimidir, açılım... Biz de bugün burdan yakalım. Ama farklı pencereden. Biliyorsunuz, siyatesette açılan açılana! Eh, futbol kusur kalır mı? Bir açılım da futbolda gerekiyordu. Önceki gece açıldılar! Neler neler yoktu ki açılımda! Taş, sopa, çakmak, şişe, biber gazı, holigan, küfür... Cephane boldu. Belli ki, düşmana (!) karşı hazırlıklıydılar. Ve organizeydiler.

Diyarbakır'da bu olanları basit bir futbol terörü olarak görüp geçiştirmeli miyiz? Bas cezayı Diyarbakır'a, sorun çözülecek mi? Takım ceza alınca tribündeki terörist ıslah olacak mı? Olan biten, sadece Atatürk Stadı'nda gördüklerimiz mi? Yoksa derinlerde çok daha büyük çatışmalar mı var? Mesela, sosyo-ekonomik zeminde ve siyaset ikliminde gelişen politikaların Diyarbakırspor üzerinden yeşil sahadaki tezahürü olamaz mı, Fenerbahçe maçında yaşananlar? Orada hedef Diyarbakırspor muydu, Fenerbahçe miydi? Buna iyi bakmak lazım. Diyarbakırspor'a Gaffar Okkan zamanından beri neden devletin dışında yerel unsurların-yönetimlerin sahip çıkmadığını sorgulamak gerekir.

Devlet arka çıktığı için mi Diyarbakırspor'u sahiplenmiyorlar, yoksa Yeşil-Kırmızılı renkler, hazzetmedikleri bir ligde oynadığı için mi? Kritik soru bu! Derin devlet var da, derin Diyarbakır yok mu, sanıyorsunuz? Sakın Diyarbakırspor da, ayrılıkçı harekete alet edilmek isteniyor olmasın? Ve sakın sokaklara kadar taşan olaylar intifadının bir provası olmasın? Havada sinsi bir tuzağın kokusu var. Diyarbakırspor fotoğrafı çok flu. Dikkatli bakmalı! Ve dikkatli olunmalı!

25 Ağustos 2009, Salı 18:00
YAZININ DEVAMI

‘’Hagi'den de büyük!‘’

Kabul, çok iddialı bir başlık. Böyle bir iddiada bulunmak için henüz çok erken olduğu görüşünde olanlar itiraz da edebilir. Hagi’nin bu takıma ve ülke futboluna olan katkılarına, geçmişine, futbolcu kimliğine, büyüklüğüne, anısına saygısızlık yaptığımı düşünenler de olabilir. Lakin benim bu sezon gördüğüm en önemli realite, Arda’nın inanılmaz bir gelişim gösterdiği, takımı sadece bir kaptan olarak değil, gerçek bir virtiöz olarak müthiş yönettiği şeklinde. Yalnız yönetmekle kalmıyor, futbolun tüm güzelliklerini sahaya yansıtıyor. Top alıyor, veriyor, şut atıyor, adam kaçırıyor, pres yapıyor, duran top kullanıyor, boş alanlara kaçıyor, isabetli ortalar yapıyor.

Zaman zaman sergilediği estetik hareketlerle de gerek takımı, gerekse tribünleri coşturuyor, havaya sokuyor. Bir yıldızdan daha ne beklersiniz ki? Arda’nın yaşını göz önüne aldığımızda önümüzdeki yıllarda ülke futbolunu aşıp, dünya futbolunun en önemli yıldızlarından biri olacağını ileri sürmek kehanet sayılmamalı. Yolun açık olsun Arda, diyelim ve bu bahse burada bir nokta koyalım.

Elbette Galatasaray gibi bir takımın kendi sahasında kazandığı farklı bir maçı bir futbolcuya mal etmek diğerlerine haksızlık olur. Benim iddiam zaten sadece Kayserispor maçı için değil. Arda’nın genel performansına bakarak bunu söylüyorum. Galatasaray zaten Rijkaard’la farklı bir futbol kimliğine büründü. Hemen hemen tüm futbolcuların performansı yükseldi. Takım oyunu ön plana çıktı. Arda gibi bir lider olunca da seyrine doyum olmayan bir futbol izlemeye başladık. Bazı aksayan yönler giderildiği takdirde Galatasaray bu sezon yalnız ligin değil, UEFA Avrupa Ligi’nin de en büyük favorisi. Bayraklar sandıklardan çıkarılmalı...

24 Ağustos 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray Muz Cumhuriyeti mi?‘’

Önce Galatasaraylılar’ı rahatsız edecek bir kaç soru soralım: Fenerbahçe’nin son 10 yılda Galatasaray’ı idari ve mali açıdan sollamasının nedenleri nelerdir? Fenerbahçe’nin iyi yönetilmesi mi, Galatasaray’ın kötü yönetilmesi mi? Yoksa ikisi birden mi? 10 yıllık Aziz Yıldırım iktidarı boyunca Galatasaray’ın 4 başkan değiştirmesi Sarı-Kırmızılı kulübe ne getirdi, ne götürdü? Aziz Bey’in bu kadar uzun süre başkanlık yapmasının nedenini salt tesis hamlesine bağlamak doğru mudur?
Eğer Fenerbahçe’deki grupların tahakkümüne son verilmeseydi Aziz Yıldırım her şeye rağmen koltuğunu koruyabilir miydi? Aziz Yıldırım başkan seçildikten sonraki ilk kongrede kaşından aşağı gözün var denilerek devrilseydi, Fenerbahçe bu hale gelebilir miydi? Fenerbahçe’de yaşanan değişim ve dönüşüm, büyük kulüplerdeki yönetim istikrarının ne kadar önemli olduğunun göstergesi değil mi? Ve bu istikrar neden bir türlü Galatasaray’da sağlanamıyor? Bunda camiadaki bölünmüşlüğün ne kadar payı var?



Neden Galatasaray hala liseli-lisesiz gibi manasız bir çekişmenin ve gruplaşmanın içinde debelenip duruyor? (Şimdi de bu kavgaya bir de üniversite eklendi.) Kim ya da kimler yapıyor bu kötülüğü Galatasaray’a? Eğer bu kısır çekişmeler olmasaydı UEFA Kupası’nın getirmiş olduğu fırsatlar kaçırılır mıydı?

Üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve cevap aranması gereken bu soruları aklıma getiren, mart ayında yapılacak kongre öncesi camiada yaşanan hareketlilik. Ezelden beri Adnan Polat antipatisine sahip olan lisecilerin alternatif arayışında olduğu zaten biliniyordu. Şimdi harıl harıl bunun çalışmasını yapıyorlar. Galatasaray yeniden bir seçim sath-ı mailine giriyor. Girilirken de ortaya saçılan söylemler, dünyada en çok tanınan Türk takımı-markası olan Galatasaray’ın neden ezeli rakibinin gerisine düştüğünün en açık göstergesi. Bilgin Gökberk televizyonda aynen şunu söyledi: Şimdi Kalamış Tesisleri’nden geliyorum. Orada Liseli bir Galatasaraylı bana, “Benim 700 oyum var”, bir diğeri de “Benim 300 oyum var” dedi. Özhan Canaydın’da bana bir görüşmemizde kendisinin 1300 oyu olduğunu söylemişti.

Şimdi bu ne demek oluyor? Ey okur, soruyorum: Bir kişinin bu kadar oya sahip olması camia için sağlıklı mıdır? Demokratik midir? Kendisine kayıtsız şartsız bağlılık gösteren bir gruba hükmeden kişi, bütün yönetimlerin üzerinde bir ‘Demokles’in Kılıcı’ gibi asılı durmaz mı? İstediğini seçtirir, istemediğini devirmez mi? Galatasaray gibi ‘batıya açılan pencere’ olmakla övünen bir kulüpte hala kişi ve zümre tahakkümünün olması, feodal yöntemlerin geçerliliğini koruması gelişimin önündeki en büyük engel değil midir? Galatasaray hızla bir yol ayrımına geliyor: Ya çağdaş bir yapılanmaya giderek dünya kulübü olacak, ya da erken kalkanın devrim yaptığı bir Muz Cumhuriyeti’ne dönüşecek. Tıpkı Fenerbahçe’nin eski hali gibi!..

Forvetin ilacı Sercan Yıldırım
Son yıllarda Türk futbolu iki büyük yıldız yetiştirdi: Arda Turan ve Sercan Yıldırım. Arda zaten Galatasaray’da, Sercan da transfer edilmek isteniyor. Haldun Üstünel’in bu transferi bitirmek için görüşmeler yaptığı iddia ediliyor. Eğer alınırsa, Galatasaray Tanju Çolak ve Hakan Şükür’den sonra en büyük yerli transferini gerçekleştirmiş
olur.

ASY’deki değişim
Galatasaray’ın bu sezon Ali Sami Yen’de oynadığı üç maçta da dikkatimi çeken en önemli şey, seyircideki değişimdi. Geçtiğimiz yıllarda küfürlü tezahürat nedeniyle Sarı-Kırmızılı takımın epey ceza almasına neden olan taraftarın bu sezon küfürden arındığını görüyorum. Özellikle de her maçta rakip kim olursa olsun Fenerbahçe aleyhine yapılan küfürlü tezahüatların bu sezon kalktığına şahit olmak beni bir hayli mutlu etti. Küfür, yerini büyük bir coşkuye ve ‘hep destek, tam destek’ düsturuna bırakmış. Eski açık denilen yer, Liverpool’un ünlü Kop Tribünü’nü anımsatıyor. Çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu taraftar grubu, tribünü karnaval alanına çeviriyor. Öyle gözüküyor ki, Galatasaray taraftarı Ali Sami Yen Stadı’nı son sezonunda şanına yakışır şekilde uğurlayacak. Umarım bu değişim bir kaç kötü sonuçta tersine dönmez. Umarım hep böyle kalırlar.

Kalemim satılıktır!
Bu mesleğe başladığım anda maaşımla geçinemeyeciğimi anladım ve kalemimi satmaya karar verdim! Fiyatım kişilerin ekonomik gücüne ve yazacağım yazının etkisine göre hep değişti! İyi fiyat aldığım anda benden ne istenirse yaptım! Kalemim bazen savunma, bazen de hücum silahı oldu! Müşterimin menfaatleri neyi gerektiriyorsa ona göre bir kılıç gibi salladım kalemimi! Şöyle geriye dönüp baktığımda o kadar çok tetikçilik yapmışım ki, paraya para dememişim! “Sahalardan çekilen zerafet: Özhan Canaydın” diye yazmışım; Canaydın’ın adamı olmuşum!
Sonra daha yağlı kapı bulmuşum! Rahmetli anasına küfür edilen Aziz Yıldırım için, “Aziz Yıldırım’ın anası, benim de anam” demişim. İyi bir işti! Bazen Fatih Terim’e satmışım kalemimi, bazen Mustafa Denizli’ye! Ve daha nicelerine! Şimdi de duydum ki, Murat Yalçındağ ile Haldun Üstünel için çalıştığım açığa çıkmış! Cin fikirli bazı liseciler tespit etmişler! Murat Bey patronumun kardeşi, ondan pek fazla bir şey istemedim, Haldun Bey’den ise karınca kararınca!.. Ne yapalım geçim dünyası! Anlayamadığım bir tek şey var: Bu kadar çok adama iş yaptım da ben niye hala yat-kat sahibi olamadım? Ucuza mı gidiyorum ne?!!

20 Ağustos 2009, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI