‘’Kurdun ensesi kalın!‘’
Meslek hayatım boyunca kişilerle uğraşmamayı ilke edindim. Ağaçlara bakarak ormanı ıskalamamaya çalıştım. Ülkemizde yaşanan tüm olumsuzlukların -hangi alanda olursa olsun- bozuk sistemden kaynaklandığına inandım. Bütün bunları tekrarlamamın nedeni, kendimi, bundan 1 yıl önce yaşanan utanç verici bir olayın kahramanını yeniden gündeme getirme zorunda hissetmem. Söz konusu zatla kişisel bir hesabım yok. Kendisi olsa olsa bozuk bir sistemin yan ürünüdür.
Bundan 1 yıl önce 16 yaşındaki öğrencisi Y.C. ile ilişkiye girdiği iddiasıyla gündeme gelen beden eğitimi öğretmeni ve atletizm antrenörü F.E.Ö., FANATİK’te ‘Kurt kuzuyu kaptı!’ başlığıyla haber olmuştu. Y.C’ye gönlünü kaptıran orta yaşlı bu öğretmen (!), büyük bir atlet yapacağı vaadiyle genç kızın ailesini ikna ederek öğrencisini görev yaptığı ile getirmiş ve ondan sonra ikili arasında yaşananlar iki kenti de tedirgin edecek bir hal almıştı. Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi, olaydan sonra soruşturma açtıracağını söylemişti. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ise ses-seda çıkmamıştı. Gelgelelim aradan geçen bunca zamana karşın, ortada ne soruşturma var, ne de başka bir şey. F.E.Ö. sanki dokunulmaz! Hatta işleri biraz daha ilerletmiş! Öyle ki, öğrencisi Y.C’yi 10 Kasım’da Ankara’da yapılan Atatürk’ü Anma Koşusu’nda Isparta ilinden koşturan F.E.Ö., 21 Kasım’da İstanbul’da düzenlenen Ömer Besim Kır Koşusu’nda ise Gümüşhane’den yarıştırıyor. Yani bu ikili aynı anda iki ilin antrenör ve sporcusu olabiliyor! Tabii F.E.Ö’nün hesabına yatan harcırahlar da ikiye katlanıyor. Meblağ önemli değil.. Önemli olan meslek haysiyetı bu kadar tartışılan birinin hala fütursuzca işler yapabilmesi ve gerek eğitim, gerekse atletizm camiasında kabul görmesi. Ve elbette kimsenin üzerine gitmemesi. Peki böyle yüz kızartıcı hadiseler görmezlikten gelinirse, kim çoluğunu, çocuğunu atletizme yönlendirir? Söyler misiniz kim?
‘’Maestro Arda‘’
Büyük takımlarımız tarafından genellikle angarya olarak kabul edilen kupa maçlarının en önemli özelliklerinden biri alternatif oyuncuların kendilerini gösterebilme olanağı bulmalarıdır. Gösterdiler, gösterdiler... Aksi durumda Lüleburgaz, Pendik gibi sürprizler kaçınılmazdır. Tabii yedeklerin, yedek olarak kalmaları veya bir kısmının gönderilmesi de...
Dün gece Galatasaray açısından böyle bir geceydi. Her ne kadar Rijkaard bu konuda kantarın topuzunu kaçırsa da, Trabzonspor maçı görev verdiği yedek isimler için sezon sonuna kadar Galatasaray’da kalıp kalmamaları bakımından son fırsattı. Bu fırsatı yeterince değerlendirebildiler mi? Alpaslan Erdem ve Aydın Yılmaz için ne yazık ki, ‘hayır’ diyeceğiz. Kanımca bu iki futbolcu devre arasında başka kulüplerin yolunu tutar. Ayrıca bu sezon kulübeye mahküm olan Ayhan Akman’ın da bundan böyle kolay kolay ilk 11’de yer bulacağını sanmıyorum. Zira onca tecrübesine rağmen hiç bir sorumluluk almaması ve takımın en çok top kaybeden ismi olması adına yakışmayacak bir performanstı. Gecenin parlayan ismi hiç kuşkusuz Caner Erkin’di. Gerçek mevkii olan sol kanadın önünde oynayan genç futbolcu, attığı şık golün yanı sıra Trabzonspor defansını takımını bir maestro gibi yöneten ve sahanın tartışmasız yıldızı olan Arda Turan ile birlikte en fazla zorlayan isimdi.
Dün gece forma giyen futbolcuların ligde toplam 8 gole sahip olmasına karşın Trabzonspor’a karşı 2 gol birden atması, iki mislini de kaçırması, kaderin garip bir cilvesi midir, yoksa ortada Trabzonspor diye bir takımın olmaması mıdır, takdiri size bırakıyorum. Karadeniz ekibi adına üzüntü duymamak elde değil.
‘’Hakemlere de 'Azizsilin'!‘’
Futbolu en basit tabiriyle bir 'oyun' deyip geçiştirebilir miyiz? Yoksa oyun içinde oyunların döndüğü devasa bir kumpanya mıdır? Bu, nerede yaşadığınıza ve meseleye hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Harcı evrensel değer yargılarıyla karılmış toplumlarda futbola bakış açısı çok daha naiftir. Her alanda kaosun hüküm sürdüğü bizim gibi ülkelerde ise futbola hak ettiğinin üzerinde anlamlar yüklenir. Futbol, içinde her türlü oyunun sergilendiği bir çadır tiyatrosuna dönüşür. Yönetenlerle yönetilenler iç içedir. Roller bazen birbirine karışsa da başrol oyuncularıyla figüranlar genellikle bellidir. Ve bu oyunda kimi futbola hayat verirken, kimi de futboldan hayat bulur!
Futboldan hayat bulanların bazıları daha sonra o varlık nedenlerine yön vermeye kalkışır. İşte asıl kargaşa
ondan sonra başlar. Çünkü iktidara oynayan başkaları da vardır. Onlar da kendi cephelerinde mevzilenir ve zamanı geldiğinde harekete geçer. İşte futbolumuzda son zamanlarda olan bitenler bundan ibarettir. Bütün savaşlarda olduğu gibi bu muharebenin temelinde de ekonomik nedenler yatar. Savaş, paylaşım savaşıdır. Amaç pastadan daha fazla pay kapmaktır.
Aziz Yıldırım'ın iki hafta önce kaybedilen Eskişehirspor maçı sonrasında izlediği strateji tam olarak budur. Aziz Bey, "Bu hakemler değişecek" derken, işaret ettiği değişimi iki haftadır görüyoruz. Başkan Yıldırım şimdi sus pus. Çünkü amacına ulaştı. Tehdit etti, korkuttu, sindirdi, baskı altına aldı. Üç metre geriden çıkan oyuncuya ofsayt bayrağını kaldıran o gencecik hakemin yüzüne bakarsanız o korkuyu, ürkmüşlüğü görürsünüz. O ruh halinden sağlıklı kararlar beklenebilir mi? Ne yazık ki bizim ülkemizde en geçerli yöntem hakemler üzerinde baskı kurmaktır. Bugün Aziz Yıldırım, dün de Adnan Polat ile Yıldırım Demirören... Hatta en centilmen başkan olarak bilinen Özhan Canaydın'ın bile bir hakeme düdük astırdığına şahit olduk.
Bütün bunları söylerken hakem camiasının da çok masum olduğunu iddia etmiyorum. Onlar da bu kaosun önemli bir parçası. Ve azarlanmaya dünden razılar! Böylece gündeme geliyorlar. Figüranlıktan başrole geçiyorlar. Ne de olsa şöhretin iyisi, kötüsü yoktur. MHK zaman zaman kimsenin aklının almadığı icraatlarıyla yöneticilere çanak tutuyor. Mesela; Galatasaray'ın Ali Sami Yen'deki son üç maçının ikisine Kuddusi Müftüoğlu'nu vermenin nasıl bir izahı olabilir? Sözümü Mehmet Tezkan'ın politikacılar için söyledikleriyle tamamlayayım: "Bu ülkede futbol, yöneticiler daha az konuştuğu zaman huzur bulur."
‘’Keita böyle istedi‘’
Sturm Graz ve Gençlerbirliği maçlarının verdiği en önemli ders, Galatasaray’da kadro derinliğinin olmadığıdır. Yedeklerin perişanlığını çarşamba günü Avusturya temsilcisi karşısında görmüştük. Dün gece de Galatasaray 50 ile 60’ıncı dakikalar arasında Gençlerbirliği önünde yaprak gibi sallanırken, Rijkaard çaresizce seyrediyordu. Zira, kulübede oyunu çevirecek bir oyuncusu yoktu. Elindeki tüm silahlarını zaten sahaya sürmüştü. Yorulsalar da, oyundan düşseler de, bayılsalar da sahada kalmak zorundaydılar. Öyle de oldu. Ve Elano-Keita-Kewell kombinasyonuyla atılan mükemmel golle de kaliteli ayakların sahada kalması gerektiğini ispatladılar. Ama bu her zaman böyle gitmez. Şu bir gerçek: Galatasaray’ın devre arasında biri santrfor olmak üzere mutlaka iki ya da üç takviyeye ihtiyacı var. Yönetim bu operasyonu gerçekleştiremezse ligin ikinci yarısı ilk yarıdan daha zorlu geçer.
Ali Sami Yen’deki son üç maçında adeta ecel terleri döken Galatasaray’ın Gençlerbirliği karşısında zorlanmasının birinci nedeni, Ankara ekibinin gerçekten dirençli bir takım olmasıysa, ikinci ve daha önemli nedeni Sarı-Kırmızılı takımın oyunu çabuklaştıramamasıydı. Oysa takımda bunu yapabilecek bir Elano varken, nedense Brezilyalı oyuncunun çok fazla topla buluşturulamadığını gözlemledik. Bu, takım bütünlüğü açısından ciddi bir sorun.
Keita’nın mükemmel oyununu alkışlarken, son sözümüzü MHK’ya söyleyeceğiz: İki hafta önce Ali Sami Yen’deki Vestel Manisa maçında görevlendirilen Kuddusi Müftüoğlu’nun bu maça da atanmasının mantıklı bir izahı var mı?.. Elde hakem mi yok?.. Komplo teorisyenlerinin eline malzeme vermenin alemi var mı?
‘’Yerli hoca devrimi‘’
Öncelikle şunu belirtmeliyim: Futbolda teknik direktörleri ırk, milliyet, yaş, cinsiyet, ideoloji gibi parametreler üzerinden sınıflandıranlardan değilim. Bunu yapanlara da şiddetle karşıyım. Benim için şu veya bu değil, iyi ya da kötü hoca vardır. Aslolan, bir teknik direktörün sahip olduğu meziyetlerinin ve bilgisinin üzerine koyması, kendini geliştirmesi, çağa ayak uydurması, işini iyi yapabilmesidir. Namuslu ve dürüst olması ise zaten insan olmanın bir gereğidir. Bütün bunlara bir de çalıştığı camiayla bütünlük sağlayabilmesi eklenebilir. Özellikle de bizim gibi duygularıyla yaşayan toplumlarda. Hiddink, Del Bosque gibi dünya çapında hocaların ülkemizde düştüğü durum buna en iyi örnektir. Tabii bardağın dolu tarafından da örnek vermek gerekirse; Derwall ve Milne'den bahsedilebilir. Kuşkusuz hepsi iyi hocalardı; ancak kimi çalıştığı camiaya uyum sağladı, kimi sağlayamadı.
Ülkemizde uyum konusunda yerli teknik direktörlerin yabancılara nazaran biraz daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu ülkenin geleneklerini, alışkanlıklarını, beklentilerini çok iyi biliyorlar. Sonuçta hepsi bizim insanımız! Yakın zamana kadar tek eksikleri, futbolumuzun Avrupa ve Dünya standardında olmamasıydı. Buna paralel olarak yerli hocalar da, Avrupalı meslektaşlarının gerisindeydi. Ancak son 10 yılda gerek kulüp takımlarımız, gerekse milli takımlar düzeyinde yakaladığımız ivmeye koşut olarak yerli hocalarımızın önemli bir kısmı da eşik atlamayı başardı. Bilhassa genç jenerasyonda bunu çok daha iyi gözlemleyebiliyoruz. Ligin ilk yarısının bitimine bir hafta kala Tolunay Kafkas'lı Kayserispor'un zirveye kurulması, ilk 6 takımın, 4'ünün hocasının yerli olması tesadüf değil. Keza, 17 takımın 13'ünün başındaki hocalardın yerli olması da... Bu, futbolumuzda son yıllarda yaşanan gelişimin bir sonucudur.
Ligi forse eden yerli hocalarımızın, değeri yüz milyonları aşan Fenerbahçe ve Galatasaray'ın başındaki Daum ile Rijkaard'a karşı bugünkü tabloyu yaratmaları, hiç kuşkusuz başarılarının önemini bir kat daha arttırıyor. Bütün bu saptamaların ışığında günümüz realitesi şudur: Meseleye yerli-yabancı hoca olarak değil, başarılı-başarısız hoca olarak bakmak gerekir. Ve artık bizde de Avrupalı teknik adamlar kadar iyi ve başarılı yerli hocalar vardır. Milli Takım'a iki aydır hoca bulamayanlar, arayışlarını biraz da bu gerçeğin ışığında yapmalıdır. Tabii, onları bu arayışa iten saha dışı faktörler söz konusu değilse...
‘’Es Es Bandosu‘’
Arjantin ve Brezilya takımlarının tribünlerindeki renklilikten, cümbüşten, eğlenceden etkilenen bir grup Eskişehirspor taraftarı, aynı atmosferi kendi statlarında da yaratmaya karar vererek Temmuz 2006'da bir bando takımı kurar. Başlangıçta enstrümanlarını başta belediye olmak üzere çeşitli kurumlardan emanet alırlar. Kısa sürede tribünlerde benimsenirler. Ardından taraftarlar arasında para toplanır ve kendi enstrümanlarına sahip olurlar. Çeşitli meslek gruplarından 21 kişinin oluşturduğu Es Es Bandosu o gün bu gündür Atatürk Stadı'nın tribünlerinde yer alarak marşlar eşliğinde taraftarı coşturuyor. Kavga ve küfürden arınmış bir taraftar profili oluşturmayı hedefleyen Es Es Bandosu'nun fark edilmesi için ne yazık ki bir büyük takımın maçının Lig TV'den naklen yayınlanması bekleniyormuş. Oysa onlar üç yıldır Orta Anadolu'nun bozkırında tüm Türkiye'ye bir futbol kültürü aşılamak için canla başla çalışıyorlar. Tribünde yarattıkları sinerji, Eskişehir kentini sarmalamış durumda. Zaten barışçıl bir kent olan Eskişehir'den yükselen bu ışığın, diğer şehirlere de yayılması için başta federasyon olmak üzere her kurumun seferber olması gerekir. Buna, deplasmanlarda polis tarafından tribünlere alınmayan Es Es Bandosu'nun önündeki engelleri kaldırarak başlayabilirler. Tabii temiz futbol özleminde samimiyseler...
‘’Aslanlar gibi!‘’
Ligde arka arkaya alınan kötü sonuçlardan sonra üç ön liberolu sistemden vazgeçerek yeniden sezon başındaki oyun kurgusuna dönen Rijkaard’ı bu hamleye iten en önemli neden grubu lider bitirme zorunluluğuydu. Takım tertibindeki tek fark Keita’nın yerine Elano’nun ilk 11’de olmasıydı. Sarı-Kırmızılı takımın vazgeçilmez futbolcularından biri olarak gösterilen Ayhan’ın kulübeye mahkum olması ise tecrübeli futbolcunun, Hollandalı teknik adamın gözünden düştüğü yorumlarına neden oldu. Rijkaard’ın kadro üzerinde yaptığı bu ufak rötuş bile özlenen coşkulu futbolu geri getirdi. Bunda hiç kuşkusuz tribünleri tıka basa dolduran taraftarla Arda Turan’ın da payı vardı. Hücumda Galatasaray’ın en etkili ismi olarak göze çarpan Kaptan, oyunun belli bölümlerinde Panathiakoslu oyuncularla adeta kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı.
Galatasaray’ın bu oyun şablonuyla rakibine gol atması zaten bekleniyordu. Ancak bu sistemle kalesinde çok pozisyon vermesi endişeleri de beraberinde getiriyordu. Lakin korkulan olmadı. Sarı-Kırmızılı takımda ilerideki oyuncular da takım savunmasına katkı yapınca, zaman zaman Cisse karşısında zorlansalar da Yunan ekibine fazla pozisyon vermediler.
Galatasaray’ın gruplar sonrasında seri başı olması bakımından önem taşıyan karşılaşmanın verdiği bir başka önemli ders de, Sarı-Kırmızılı futbolcular işlerini ciddiye aldıkları takdirde kaybetmelerinin çok zor olduğu gerçeğiydi.
‘’Size bir özür borçluyuz...‘’
Aslında siz-biz ayrımı yapmak da yanlış. Lakin, yaşam standartlarımız bizleri bu ayrıma itiyor! Belki, biz engelsizler Tanrı’nın daha sevgili kullarıyız. En azından şimdilik!
Sizleri anlayabileceğimizi sanmıyorum. İnsan sahip olduğu bir şeyi kaybetmeden, kaybedenleri anlayamaz ki!..
Neler hissettiğinizi, ne acılar çektiğinizi, ne zorluklarla karşı karşıya olduğunuzu kendimizi sizin yerinize koyarak ne kadar anlayabiliriz ki? Sakın sizlere acıdığımı düşünmeyin. Sizleri bir birey yerine koymayarak bir insanlık suçu işlediğimizi anlatmaya çalışıyorum sadece.
Günlük hayatınızı kolaylaştıracak, sizleri yaşamın içine çekecek düzenlemeleri yapmadığımız için görev kusuru işlediğimizi dile getirme çabası içindeyim.
Bu bir günah çıkarma da değil. Sekiz küsur milyon insanını yok sayan, evlerine hapseden bir ülkenin engelsiz bireyi olarak utanç duyuyorum. Her yıl 3 Aralık Özürlüler Günü nedeniyle göstermelik törenler düzenleyip sonra da unutan bir zihniyeti de lanetliyorum.
Ve sizden özür diliyorum.
En azından kendi adıma...
(Bu yazı, Dünya Engelliler Günü dolayısıyla 07.12.2005 tarihinde yayınlanmıştır. Aradan geçen dört yıllık zaman zarfında değişen hiç bir şey olmadığı için noktasına virgülüne dokunmadan aynen yayınlıyorum. Sadece kullandığım görsel materyal farklı. Tabii nicelik olarak...)