‘’Enerjik Cim Bom‘’
Elano ve Keita’nın yokluğunda macburi rotasyona giden Rijkaard’ın sahaya üç ön liberoyla çıkması ilk bakışta yadırganabilir. Ancak günümüz futbolunun temel ilkelerini göz önüne aldığımızda orta alanın atletik ve enerjik futbolculardan oluşması takım savunması açısından hayati önem taşır. İşte dünkü Galatasaray’ın bundan öncekilerden farkı buydu. Ligde oynadığı son üç maçta kalesinde 9 gol gören Sarı-Kırmızılı takımın, Sivas’a hemen hemen hiç pozisyon vermemesinin nedeni; Barış Özbek, Mustafa Sarp ve Mehmet Topal’ın orta alanda adeta geçit vermez bir ‘majino hattı’ oluşturmasıydı. Takım savunmasına büyük katkı yapan bu üçlüden Barış Özbek ve Mustafa Sarp ataklarda da etkili olunca, Galatasaray farkı daha da arttırabilecek pozisyonları bulmakta gecikmedi. Gelgelelim Sarı-Kırmızılı oyuncular başta Arda olmak üzere, son vuruşlarda istenilen beceriyi gösteremeyince, Galatasaray ilerleyen haftalar için gerekli moral motivasyonu verecek ve takımı havaya sokacak farklı skoru yakalayamadı.Son haftalarda depresif bir görüntü veren Arda Turan, dün gece de durgundu! Ancak bu durgunluk futbolunda değil, hal ve hareketlerindeydi. Hücum organizasyonlarında yine başrolü üstlenen milli futbolcu, yaptığı klas hareketlerle tribünlerden en çok alkışı alan futbolculardan biriydi. Bir diğeri de Sabri Sarıoğlu’ydu. Adeta bir enerji küpü olan genç futbolcu, Sivasspor’un sol kanadını deyim yerindeyse tek başına çökertti. Ne var ki, o da final paslarında başarılı olamayınca, verdiği olağanüstü çabanın karşılığını alamadı. Seyircinin Ercan Saatçi’ye öfkesinin damga vurduğu gecenin en anlamlı olayı ise Kıtalararası Şampiyon olan Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı’nın devre arasında Başkan Adnan Polat tarafından ödüllendirilmesiydi.
‘’Derbin varsa derdin yok!‘’
Bilmem ne ülkesinin diktatörü halkını 40 yıl boyunca 3F (F'lerden biri malumunuz futbol) ile yönetmiş gibi klişelerden bahsetmeyeceğim. Futbolun sadece bir oyun olduğu naifliği de değil konumuz. Dile getirmek istediğim, futbolun ülkemizde sosyolojik bir travma boyutuna ulaşarak toplumu delirmenin eşiğine getirmesidir. Bir haftadır derbiyle yatıyoruz, derbiyle kalkıyoruz. Muhtemeldir 'derbimania' bir hafta daha sürecek.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin dünyanın üçüncü büyük derbisi olduğu illüzyonuna kendimizi o kadar kaptırdık ki; ne ülkenin iç savaşın eşiğine gelmesi, ne milyonlarca işçi, memur, emeklinin yoksulluk ve açlık sınırında yaşaması, ne işsizlik oranının cumhuriyet tarihimizin en yüksek oranına ulaşması, ne 'Anadolu Kaplanları' diye adlandırdığımız sanayi kuruluşlarımızın birer birer kapısına kilit vurması, ne üç kuruşa en yakınlarını bile katleden umutsuz, başıbozuk, gözü dönmüş bir güruhun sokaklarda serseri mayın gibi dolaşması, ne de kapımıza dayanan salgın hastalık umurumuzda değil. Bütün bunların umurumuzda olmaması bir yana, Fenerbahçe-Galatasaray üzerinden yeni kamplaşmalar, yeni düşmanlıklar pompalıyoruz toplumun ana arterlerine.
Derbinin toplum üzerindeki etkisini öylesina akıl almaz boyutlara çıkardık ki, yeni nesilin gözü Fenerbahçe ve Galatasaray'dan başka bir şey görmez oldu. Okumayan, bilmeyen, anlamayan, ilgilenmeyen, duyarsız, cahil bir jenerasyonu kendi ellerimizle inşa ettik. Hayatlarının tek aidiyeti ve amacı takım taraftarlığı olan bir kayıp kuşak ülkenin geleceğini teslim almak üzere aportta bekliyor. Sadece İstanbul'da değil, Anadolu kentlerinde de kendi kırmızı çizgilerini çizen ve karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin gırtlağına basmaktan hiç imtina etmeyen bir kitleyle karşı karşıyayız. Tablo flu. Ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor. Avunsak ya da afyonlansak belki anlaşılabilir bir tarafı olacak.
Ama öyle de değil. Bu başka bir şey. Bir anafor. Kendimizi kaptırmış gidiyoruz. Oysa derbi dediğin ne ki? İşte buyrun:
Toplam maç: 361, Galibiyet: 137, Beraberlik: 111, Mağlubiyet : 113, Attığı gol: 505, Yediği gol: 454 (Tablo Fenerbahçe'ye göre hazırlanmıştır).
Gördünüz. Sadece istatistik. Hepsi bu!
‘’Genlerinde var‘’
Gelenekleriyle yaşayan bir kulüp olan Galatasaray’ın 20. Yüzyıl’ın sonlarına doğru edindiği en önemli karakteristik özelliklerinden biri de Avrupalı kimliğidir. Türkiye ligindeki formu, konumu ne olursa olsun Avrupa’ya çıktığı zaman kendi klasiğini mutlaka sahaya yansıtıyor Sarı-Kırmızılı takım. Dün gece de böyle oldu. Ligdeki Ankaragücü yenilgisi ve sancılı Trabzon galibiyetinin üzerine çıktığı Dinamo Bükreş karşısında sakin, kontrollü, kendinden emin bir Galatasaray vardı. Orta alanda inisiyatifi sürekli elinde tutan Cim Bom, rakibin sert oyununa ve hakemin müsamahasına karşın bir an olsun oyundan düşmedi. Sabırla top çevirdi, uzun ve kontra paslarla kanatlara işlerlik kazandırdı. Nitekim atılan tüm goller de kanat akınlarından geldi. Bu şablonda en önemli rol Elano ve Keita’ya biçilmişti. Sambacı futbol zekası ve atığı milimetrik paslarla, Fildişili oyuncu da fuleleri ve yaptığı asistlerle üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler. Galatasaray için söylenecek tek olumsuz söz, 4. golden sonra konsantrasyonunu kaybetmesiydi. Bunda hiç kuşkusuz hafta sonu oynanacak Fenerbahçe derbisinin payı vardı. Ancak bu bölümde verilen pozisyonlarda Rumenler biraz becerikli olsaydı sakıntılı bir durum ortaya çıkabilirdi. Bükreş maçının ortaya koyduğu bir gerçe de Nonda’nın bu takımın ilk santraforu olduğudur. Son söz tarfatar için: Takımlarını coşkuyla desteklerlerken muhteşemdiler. Taa ki Fenerbahçe’ye küfürler edene kadar. Bu konuda daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor.
‘’İnönü Yeniçeri Ocağı!‘’
Spor tarihçileri, alt sosyal sınıfa ait toplum katmanlarının sempati duyması nedeniyle 'Arabacı Takımı' şeklinde nitelendirilerek aşağılanan Beşiktaş'ın aslında soyluların takımı olduğunu belirtir. 2. Abdülhamit zamanında saray erkanıyla dönemin asilzadelerinin çocuklarının Beşiktaş'ta spor yaptığını kaydeden tarihçiler, sporcuların antrenman ve maçlara gösterişli arabalarla gidip gelmesi nedeniyle takımın 'Arabalılar Takımı' olarak adlandırıldığını anlatır ve eklerler: "İşte bu 'Arabalılar Takımı' zamanla halk arasında 'Arabacı Takımı' olarak değişmiştir. Aslında gerçek asilzade takımı Beşiktaş'tır."
Asillerin takımı olmak taşınması ağır bir yüktür. Hiç bir zaman asaletten ödün vermemek temel düsturdur. Günü kurtarmak için ucuz politikalara sapmamayı, 'amaca giden her yol mübahtır' anlayışından uzak durmayı, gerek kendi camiasına, gerekse rakip camialara karşı kusursuz bir saygıyı, tevazuuyu, büyüklere hürmeti, küçüklere sevgiyi, ahde vefayı, doğruluğu, dürütlüğü elden bırakmamayı gerektirir asalet erbabı olmak.
Beşiktaş tarihinden miras kalan bütün bu değerleri son 10 yılda birer birer tüketmenin sancılarını yaşıyor bugünlerde. Hikmet Çetin gibi bir akil adamının kurtarıcı olarak sahneye davet edilmesi boşuna değildir. Beşiktaş kaybolan değerlerinin peşinde. Süleyman Seba'nın temsil ettiği 'Beşiktaşlı Duruşu'nu arıyor Siyah-Beyazlı camianın ileri gelenleri. Serdar Bilgili'yle başlayan ve Yıldırım Demirören'le tavan yapan bir zihniyet erozyonunu durdurmanın çarelerinı arıyor bugün Beşiktaşlılar.
Son bir kaç yıldır 'Yeniçeri Ocağı'na dönen İnönü Stadı'nda olan bitenler neden değil sonuçtur. Tribünler, Beşiktaş'ın adına asalet dediğimiz doğal bitki örtüsünün ortadan kaldırılması sonucu önüne geleni silip süpüren, yutan azgın bir sele dönüşmüşse, bunun sorumlusu Siyah-Beyazlı kulübü Seba'dan sonra yönetenlerdir. 'Seba gitsin, Ahmet Dursun' diye taraftarı bağırtanlar bu fitili ateşlemiştir. O zamanki kartopu her sezon daha büyük bir hızla yuvarlanarak bugün Beşiktaş'ı tehdit eden bir çığa dönüşmüştür. O çığ önce Bilgili'yi yuttu, şimdi sırada Demirören var. Muhtemelen o da gidecek. Semirttiği canavara kurban olacak. Boşuna dememişler, 'Kılıçla yaşayan kılıçla ölür" diye... Gerçekten de öyle!..
‘’Alex, Arda ve Belediye‘’
Bu köşede mümkün olduğunca haftaya damga vuran olaylardan bahsetmeye çalışırım. Ancak bugün kendi kendime bir karar verdim. Haftanın en önemli gündem maddesi olan taraftar kepazeliğine girmeyeceğim. Ne İnönü'deki yeniçeri ayaklanmasına, ne Ankara 19 Mayıs Stadı'ndaki vandallığa, ne de Mesut Bakkal'ın uğradığı haksızlığa... Bunlar zaten bir çok köşe yazarı tarafından hafta boyunca eni konu işlenecek. Neden-sonuç ilişkisi irdelenecek. Taraftar kültürsüzlüğünden, görgüsüzlüğünden filan bahsedilecek. Ben ise bu ilkelliklerin, futbolumuzda yer alan az sayıdaki güzellikleri görmemize engel olmasına kalemim el verdiğince müsade etmemeye çalışacağım.
Bu sezon Fenerbahçe ile Galatasaray arasında geçmesi beklenen şampiyonluk yarışında sonucu belirleyecek olan en önemli parametre hiç kuşkusuz Alex ile Arda'nın performansı olacak. Tahteravallinin bir tarafında Alex, diğer tarafında Arda oturacak. Bazen biri yükselecek, bazen diğeri. Elbette arkadaşlarının onların performansına ayak uydurması da önemli bir etken olacak, ama şampiyonluğa giden yolun kilometre taşlarını Alex ile Arda'nın zekaları ve becerileri döşeyecek. Bugün Alex tecrübesi ve birikimiyle bir adım önde gözüküyor. Sezon başında ise ibre Arda'dan yanaydı. Yarın ne olur, bilinmez. Ancak çok iyi bildiğimiz bir gerçek var ki, bu sezon onları büyük bir keyifle izleyeceğiz. Burada Arda'ya yapılan bir haksızlıktan da söz etmeden geçemeyeceğim. Son haftalarda Arda'da bir düşüş olduğu vurgulanıyor ve bunun üzerinden kendisine vuruluyor. Tipik bir Türk refleksi. Zirveye tırmananı ayaklarından çekip indir misali. Geç bulduğumuz dünya çapındaki bu yıldızımızı tüketmek için bazı kopleksliler çok erkenden kolları sıvadı. Oysa düşüşün Arda'da değil, takım performansında olduğunu onlar da çok iyi biliyor. Ama serde linç kültürü olunca genç yaşına rağmen bunca sorumluluğun altına giren Arda için bir çırpıda darağacı kurulabiliyor. Batsın bu zihniyet!
Son söz İstanbul Büyükşehir Belediyesi için. Belediye kaynakları kullanıldığı için eleştirdiğimiz bu mütevazı takımımızın yarattığı futbol değerlerini göremiyoruz. Biraz farklı açıdan bakarsak, Abdullah Avcı ve talebelerinin gerçek futbol emekçileri olduğunu farkedeceğiz. İşleri sadece futbol. Dürüstçe, mertçe, profesyonelce... Yense de, yenilse de... İşte futbol bu, takım bu.
‘’Yol kazası‘’
Futbolun şakasının olmadığını dün gece bir kez daha gördük. Rakibi hafife almanın, oyun disiplininden uzak olmanın, basit oynamak yerine fantazilere kaçmanın bedelini kendi sahasında puan vererek ödedi Galatasaray. Elbette hakemin maçın kaderini etkileyecek hatalarından, şans faktörünün Galatasaray’dan yana olmamasından söz edilebilir. Ancak Galatasaray gibi Avrupa geleneğine sahip güçlü bir takımın bu mazeretlere sığınmaması gerekir. Büyük takımlar, hakemleri de, kötü talihini de, kaderini de bertaraf ederek sonuca gider. Ama bu durum, Galatasaray’ın güle oynaya çıkacağı bu grupta bir takım hesapları yeniden yapmasına yol açacak.
Eskişehirspor maçının kadrosunda üç değişiklik yapan Rijkaard o karşılaşmadaki beraberliğin faturasını Mustafa Sarp, Nonda ve Uğur’a kesmiş gibiydi. Sarp’ın yerine oynayan Ayhan’ın henüz hazır olmaması, Mehmet Topal’ın formsuzluğu, Sabri’nin savunduğu kanadın koridora dönmesi, Ali Sami Yen’de tek farklı bir yenilgiye dahi razı olan Avusturya ekibinin ummadığı kadar gol pozisyonuna girmesine neden oldu. Tek özelliği oyun disiplinine bağlılığı olan Sturm Graz’ın kadrosu Galatasaray’ın kadrosunun yarısı kadar kaliteli olsaydı, maçı almaları işten bile değildi. Umarım bu sonuç, Galatasaray için bir yol kazası olur. Aksi takdirde sezon başındaki cicim aylarının yerini kabus senaryoları alır ki, bu yalnız sezonun değil, geleceğin de kaybedilmesi anlamı taşır.
‘’Diyarbakırspor hangi ülkenin takımı?‘’
Tarihi boyunca ne yapıp edip diken üstünde yaşamayı, dahası kendine her daim üstünde yaşayacak dikenler üretmeyi başaran bu cennet ülkemiz, kritik bir süreçten daha geçiyor. Herkesin soğukkanlı olması, duygularla değil mantıkla hareket edilmesi, akl-ı selimin galebe çalması gereken şu kırılgan dönemde yangına körükle gitmek ülkenin geleceği açısından telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır.
Ayrılıkları derinleştirecek eylem ve söylemlerden kaçınmak ülkesine bağlı, vatanını seven her Türk yurttaşının asli görevidir. Aksi ise, ülkeyi bölüp parçalamak isteyen dahili ve harici bedhahların işine yarayacaktır. Yıllardır pusuda bekleyen böylesi büyük bir tehlike varlığını korurken, spor sahalarında etnik ayrımcılığı körüklemek kimin işine geliyor, bir düşünmeli Bursasporlu taraftarlar.
Takımlarına olan tutkulu bağlılıklarını, aidiyet hislerini, kendilerine özgü taraftar kültürünü, her hafta sonu Atatürk Stadı'nı karnaval yerine çevirmelerini hep takdir ettiğimiz Bursaspor taraftarlarının Diyarbakırspor takımına yaptıklarının iler tutar tarafı yoktur. Uzun zamandır devletle ayrılıkçı güçlerin arasında gel-git yaşadığı için belki de dünya yüzeyinde hiç bir takımın olmadığı kadar 'aidiyet sendromu' çeken Diyarbakırspor'u kaybetmenin bundan daha kolay bir yolu bulunamazdı.
Aslında şimdi tam da onlara sahip çıkma zamanıdır. Kırmızı-Yeşilli futbolculara ırkçı tezahüratlar yapmak, onları terörle bağdaştırmak, Diyarbakırspor üzerinden hesaplar yapanların, takımı ayrılıkçı hareketin merkezine oturtmaya çalışanların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir. Diyarbakırspor'da oynayan Kürt futbolcu sayısı sadece ikidir (Tamamı Kürt olsa bile bir şey değişmez). Ülkenin diğer takımlarında oynayan Kürt futbolcular ise sayılamayacak kadar çoktur.
Bu bile, nasıl etle tırnak gibi kaynaştığımızın bir göstergesi değil midir? Tarihimiz boyunca da bu böyle olmamış mıdır? Ülkenin dört bir yanında kurtuluş savaşını Türk-Kürt-Çerkez-Laz vs. hep birlikte vermedik mi? O halde neden? Diyarbakırspor'u emperyalizmin piyonu olmuş ayrılıkçı güçlerin kucağına itmek kime fayda sağlayacak, başta Bursasporlular olmak üzere herkes bir düşünmeli. Hatta bir değil bin düşünmeli. Zira bundan başka Türkiye yok.
‘’Sabri sol kanada!‘’
Bu maçı önemli kılan bir kaç faktör vardı: Galatasaray’ın 7’de 7 yapma şansı, liderliğini koruyacak olması ve Eskişehir’n formu bunlardan bazılarıydı. Nitekim maçın önemine binaen Alpaslan Dikmen’in ruhunun önderlik ettiği seyirci tribünleri doldurmuş, Sarı-Kırmızılı takım da maça hırslı ve arzulu başlamıştı. İki takımın golcü kimliği nedeniyle genel beklenti maçın bol gollü geçeceği yönündeydi. Ancak Eskişehir’in oyunu kendi yarı alanında kabul etmesi, sert ve diri savunma yapması, duran toplara aldıkları önlemler ile Arda’ya uygulanan kademeli baskı -ki buna rağmen sahanın en başarılı ismi Arda’ydı- Galatasaray’ın fazla pozisyon bulamamasına neden oldu. Bu durumda Sarı-Kırmızılı futbolcuların bireysel yeteneklerini ön plana çıkarması gerekiyordu. Nitekim Keita bunu bir kez yaptı, o da gol oldu.
Galatasaray’ın bu maçta aksayan bir yönü de isabetli dış şutlar atılamaması ve kanatlardan etkili ortalar yapılamamasıydı. Sabri’nin bilinen yetersizliklerine, soldaki Uğur Uçar’ın sol ayağını kulanamaması eklenince hücumda yapılacak pek bir şey kalmadı; ikisinin yer değiştirmesi haricinde! Sabri nasıl olsa sağını da, solunu da kullanamıyor; hiç olmazsa solu olmayan Uğur, sağda sağını devreye sokar ve Galatasaray bir kanadını kurtarmış olurdu! Bu bir latife tabii. Gerçeğe dönersek, Galatasaray’da düşünülmesi gereken en önemli konu, Elano’dan böylesine zorlu bir maçta dahi faydalanılamaması. İkinci bir Lincoln vakası ile karşı karşıya mıyız acaba nedir?