‘’Manisa'nın Kemal'i!‘’
Hani, klasik bir özdeyiş vardır: "Sadece ağaçlara bakarsanız ormanı göremezsiniz." O misal, biz futbol kamuoyu ağaçlara bakmaktan ormanı ıskalıyoruz. Tekile takılıp, bütünü kaçırıyoruz. Gözümüzün önünde olanları, gözümüze sokulanları; ağaçları, ağaçkakanlarını, ağaç kurtlarını görmekten ormanın derinliklerindeki harikulade güzellikleri göremiyoruz. Medyasıyla, okuruyla, izleyicisiyle, taraftarıyla elimize tutuşturulanlarla oyalanıyoruz. Öyle olduğu içindir ki, ancak bir arpa boyu yol kat ediyoruz. Yıllardır içine hapsolduğumuz bir kısırdöngüdür bu. Türk futbolu İstanbul odaklı olduğundan beri Anadolu'da olup bitenler pek fazla fark edilmez. Kim nedir, ne değildir, nasıl çalışır, nasıl başarır, ne tür şartlarda bir şeyler üretmeye çalışır, pek umurumuzda olmaz. Birden bire karşımıza çıktıklarında ise apışıp kalırız. İşte Kemal Özdeş de bu isimsiz kahramanlardan biri. Sadece iki transferle sezona başlamasına rağmen şu an puan cetvelinde Galatasaray'la birlikte aynı puana sahip olup averajla üçüncü sırada bulunan Manisaspor'un teknik direktörü Kemal Özdeş tırnaklarıyla kazıya kazıya bulunduğu yere gelenlerden. Ersun Yanal'ın rahle-i tedrisatından geçmiş olan Özdeş, akademili, çalışkan, akıllı, bilgili, mütevazı, paylaşımcı... Oyuncularıyla antrenör-futbolcudan çok ağabey-kardeş ilişkisi içinde. Başarısının sırrı da bu. Ön plana çıkmayı sevmeyen yapısıyla yepyeni bir teknik adam profili çizen Özdeş, kendisi gibi fırsat bekleyen genç teknik adamların önünü açacak bir rehber niteliğinde. Özdeş'in başarısı, bundan sonra kulüplerin yeni Kemal Özdeş'lere takımlarını emanet etmesine neden olacaktır. Yani, sezona 20 transferle başlayıp, devre arasında 10 transfer daha isteyen ve buna rağmen takımını küme düşüren ya da yarı yolda bırakıp kaçan demode teknik adamlar çağının sonu geliyor gibi. Simsarlar, tüccarlar, hokkabazlar, madrabazlar, şahbazlar, şaklabanlar, rüzgar gülleri, medya bülbülleri... Çanlar sizin için çalıyor! İşiniz artık çok daha zor.
‘’Olcan sabretmeli‘’
Ülkemizde milli takım ile ilgili en sık karşılaştığımız spekülasyon kimlerin alınıp, kimlerin alınmadığıyla ilgilidir. Her ne kadar sığ bir tartışma olarak gözükse de, yapılan eleştirilerde haklılık payı da yok değildir. Milli takım kurmaylarının, zaman zaman insanın vicdanını yaralayan haksız seçimler yaptığı hep olmuştur. Bu Hiddink zamanında da böyleydi, bundan öncekilerde de... Emin olun, Abdullah Avcı da bu konuda önümüzdeki süreçte eleştirilere uğrayacaktır. Hiddink’in seçimlerine gelince; Olcan Adın’a gerçekten de haksızlık yapılmıştır. Türkiye’ye çok sık uğramayan, Türkiye Ligi’ni seyretmeyen, ligde kim kimdir, kim nasıl futbolcudur bihaber olan Hiddink’ten bundan fazlası beklenmezdi! Kabahat onu yönlendirmesi gereken kurmaylarındadır. Geçtiğimiz sezon takımını sırtlayan ve ilk 4’e sokan oyuncuların başında gelen Olcan, bu performansının yarısını 4 Büyükler’de gösterseydi milli takımın değişmez adamı olurdu, bundan hiç kuşkunuz olmasın. Burası Türkiye ve düzen böyle! Olcan’a tavsiyem, sabırlı olsun! Nasıl olsa bir gün yolu İstanbul’a düşer ve gözüne mil çekilmişler onu farkeder!
‘’Rıdvan'ın şeytanlığı!‘’
Yıllardır ‘Fenerbahçe medyası’ diye bir tevatür ortalıkta dolaşır durur. Var mıdır, yok mudur? Gerçek midir, yalan mıdır? Bilinmez! Lakin, kimi zaman bunu haklı çıkaracak medya manüplasyonları da olmuyor değil... Fenerbahçe’yi koruyan, kollayan ya da çıkarlarına hizmet eden haber ve yorumlara zaman zaman rastlıyoruz.
Süreç bazen de farklı bir şekilde işliyor. Başta Galatasaray olmak üzere Fenerbahçe’nin rakiplerine zarar verecek yalan, yanlış ya da abartılı haber ve yorumlar havada uçuşuyor. Bu durum genellikle şampiyonluk ya da transfer yarışının kızıştığı zamanlarda ortaya çıkıyor.
Hadi, ‘amigo yazarlar’ şeklinde kategorize edilen kerameti kendinden menkul bir takım yazar-çizer tayfasının tıynetini biliyoruz. Onlar ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin dikkate alınmamaları gerektiğini geç de olsa öğrendik. Taraftar da böyle düşündüğü takdirde, bu söz konusu güruh, zaten doğal seleksiyona uğrayarak yok olup gidecektir.
Burada sorun aklı başında olanlar. Doğru, dürüst ve objektif olduklarını düşündüklerimiz. Her kulübe aynı mesafede durduklarını zannettiklerimiz. Yıllarca maskeyle dolaşanlar. Bizi kandıranlar. Fenerbahçe şike soruşturmasına uğradığından beri gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başladı. Başta Rıdvan Dilmen olmak üzere... Benim de gerek futbolculuğuna, gerekse yorumculuğuna hayran olduğum Rıdvan Hoca, Fenerbahçe formasını sırtına öyle bir geçirdi ki, büyük bir şaşkınlıkla izliyoruz. Hatta iki kez şaşkınız, çünkü o forma zaten içindeymiş. Takım elbise ile kamufle ediyormuş. Ancak biz hep onun objektif olduğuna safça inandık.
Eboue sahtekar öyle mi!
Onun Fenerbahçeli olduğunu elbette dünya alem biliyor. Ama Rıdvan Dilmen işini yaparken o formayı bir yana asmalı. Saygın bir televizyon kuruluşunda ondan beklenen budur. Asamıyorsa yoluna Fenerbahçe yorumcusu olarak devam etmeli.
Şu son Eboue olayı Rıdvan Dilmen’in geldiği noktayı çok iyi ortaya koyuyor. Sahaya yabancı madde yağdıranları değil de, başını elleriyle koruduğu için ‘sahtekar’ ilan ettiği Fildişili futbolcuyu taraftarı tahrik etmekle suçlaması, Rıdvan Dilmen’in adalet terazisinin ne denli şaştığının bir göstergesidir. Şiddete çanak tutması bir yana, Eboue Fenerbahçeli olsaydı meseleye bu şekilde bakmayacağını biliyoruz, çünkü yıllardır sahalarda terör estiren Volkan ve Emre’ye gıkı çıkmıyor.
İş sahtekarlıktan açılmışken, önceki gece Lig TV’de İsmail Kartal’ın aktardığı bir olayla yazıyı noktalayalım:
“Yıllar önce oynanan bir Galatasaray maçında Yusuf Altuntaş bana biraz dokundu. Ben de kendimi yere attım. Rıdvan yanıma geldi. Bir şeyin var mı, diye sordu. Yok, dedim. Hakem geliyor, kalkma sakın diye tembihledi. Hakem Erman Toroğlu’ydu. Yanımıza geldiğinde Erman Hoca’ya benim yumruk yediğimi, hatta kafamın kanadığını dahi söyledi. Erman Hoca da Yusuf’a kırmızı kart gösterdi.”
İşte böyle sevgili okurlar. Üzerine yabancı madde yağan Eboue’yi sahtekar diyerek yerden yere vuran adam bu. Allah’ın sopası yok işte...
‘’Çarşı'dan 'Van' minüte!‘’
Taraftarlık, aynı zamanda doğrudan, haktan, adaletten, mazlumdan yana da olmaktır. Depremzedelerin trajedisine kayıtsız kalmayan Beşiktaş tribünlerinden alınacak çok ders var.
Futbolu sadece basit bir oyun olarak değerlendirirseniz, çekirdek çitleyerek takımınızın maçlarını seyredip, evinizin yolunu tutabilirsiniz. Hatta üstüne, şayet tuttuğunuz takım galipse bir de mışıl mışıl uykuya bile dalabilirsiniz. Dünyadan bihaber olmanın en kestirme yollarından biridir böylesi taraftarlık. Oysa taraftarlık, sorumluluk ister, akıl ister, bilinç ister, yürek ister, empati ister, vicdan ister. Sadece takımınızı çılgınca desteklemekle kalmayacaksınız; yeri gelecek sosyal sorumluluğunuzu üstleneceksiniz, yeri gelecek kendinizi rakibinizin yerine koyacaksınız, yeri gelecek düşenlerin elinden tutacaksınız, yeri gelecek ülke gerçeklerine seyirci kalmayacaksınız. Taraftarlığı salt kulüp taraftarlığına indirgerseniz, sığlaşırsınız, manasızlaşırsınız. Taraftarlık aynı zamanda doğrudan, haktan, adaletten, mazlumdan yana da olmaktır.
Dayanışma ruhu
Zemherinin ayazında naylon çadırlarda donarak ölen çocukların trajedisini yüreğinizin derinliklerinde hissetmektir, taraftarlık. Enkaz altından çıkamayanların anısına saf tutmaktır, taraftarlık. Binlerce kilometre ötedeki depremzedeleri unutmamak, unutturmamak, onlarla ülkenin öbür ucundan empati kurmaktır, taraftarlık. Bu toplumun en önemli hasletlerinden biri olan dayanışma ruhunu her daim canlı tutabilmektir, taraftarlık. Gerçek taraftarlık, bütün bunları yapabilecek donanıma ve güce sahip olmak; kısaca insan olmak, insan kalmaktır. O elit taraftarı görebilmek içinse, BJK İnönü Stadı'na yönünüzü çevirmeniz yeterlidir. Çünkü o tribünlerde insan var, insan sıcaklığı var. Ve alınacak çok da ders...
‘’Terim'in adaleti!‘’
Bir teknik direktör için gerek futbolcusunun, gerekse camiasının nezdinde çok önemli bir kredidir, adalet duygusuna sahip olmak. Eğer mahiyetindekilere bu güveni ve inancı verirsen, sonuna kadar senin ve kararlarının arkasında dururlar. Attığın adımlar yanlış, kararların isabetsiz olsa dahi... Fatih Terim’i Türk futbolunun en başarılı teknik adamı yapan önemli faktörlerden biridir gelişmiş bir adalet duygusuna sahip olmak. Bir lideri, lider yapan özelliklerden de biridir adil bir insan olmak. Öyle olduğu içindir ki, Fatih Terim, salt bir teknik direktör değil, aynı zamanda bir liderdir. Üstelik, bu konuda üniversitelerde konferanslar verecek kadar önemli bir liderdir.
Gelgelelim, Fatih Terim’in liderliğine ve karizmasına yakışmayacak bir zafiyeti var ki, o da bazen paniklemesidir. Oysa lider, kriz anlarında soğukkanlı olur. Ki, arkasındakilere önderlik yapsın, yol göstersin. Terim çoğunlukla bunu başarıyor. Ancak ne var ki, zaman zaman panik-atak krizine giriyor ve yalpalıyor. Yalpaladıkça daha çok panikliyor ve hatalar yapıyor. Yanlış adımlar atıyor, isabetsiz kararlar alıyor. Bütün bunları yaşarken de, Terim’i Terim yapan adalet duygusundan ödün veriyor. Bu süreçte kendisini uyaranlara da kulaklarını tıkıyor, bildiği yolda ilerliyor.
Galatasaray’daki ikinci döneminde yaşadığı başarısızlığın en büyük nedeni, işler yolunda gitmediğinde paniklemesiydi. O dönemdeki onca isabetsiz transferin sırrı da buydu. Belki o günlerde verilen, ‘on yılda yedi Türkiye, iki Avrupa şampiyonluğu’ vaadinin altından kalkamadı ve bu nedenle panikledi. Ama bugünkü koşullar öyle eğil ki. Paniklemesini gerektirecek bir durum da ortada yok. Onu çöken bir enkazı ayağa kaldırsın diye getirdiler zaten. Bundan dolayı sonsuz bir kredisi var. O nedenle Terim, bugün her zamankinden daha fazla serinkanlı olmalı ve adalet duygusundan sapmamalı. Riera transferi, Arda’nın ardından girilen paniğin sonucuydu. Lakin, Galatasaray bu sonuca katlanmalı mı? Ayrıca, Semih Kaya ile Ayhan Akman’ın gösterdiği performansı görünce, bu iki oyuncuya bugüne kadar neden forma verilmediği de, Terim’in adaleti hakkında kuşkular doğuruyor. Bu kuşkuları giderecek olan bizzat Terim’in kendisidir. Kendi gibi davranarak...
‘’BJK kumpanyası!‘’
Bir futbol takımının başarıya ulaşması için olmazsa olmaz koşullardan biri, 'takım' hüviyetine kavuşmasıdır. Kalecisinden forvetine, teknik heyetinden yedek oyuncularına kadar birbirleriyle uyumlu, birbirlerini tamamlayan, aynı dili konuşan, aynı duyguları hisseden, sahada ve saha dışında paylaşan, yardımlaşan, adeta canlı bir organizma gibi hareket eden takımlar için kullanılır 'takım' olmak deyimi. Dünyada bunun en iyi örneği hiç kuşkusuz Barcelona'dır. Sahaya baktığınızda yek vücut olmuş bir futbolcu ve teknik adam topluluğu görürsünüz. Gelgelelim, 'takım' olmak için de önce 'kulüp' olmak gerekir. Kurumsal bir kimliğe sahip olmak yetmez 'kulüp' olmak için. Kulüb olmak için, kulübü oluşturan yapı taşlarından her birinin üzerlerine düşen görevi eksiksiz yerine getirmeleri şarttır. Birbirleriyle tam uyum sağlamaları, profesyonelce davranmaları, tasada ve kıvançta beraber olmaları gerekir kulübü oluşturan unsurların. Başkanından, kapıcısına kadar... Biri aksadı mı, tamamına sirayet eder. Ülkemizde henüz bu tanıma uyan bir kulüp yapılanması mevcut değil. En fecaati ise Beşiktaş. Müthiş bir potansiyele sahip olmasına karşın Beşiktaş bir türlü o kritik eşiği aşamıyor. Arzu edilen istikrara kavuşamıyor. Çünkü Siyah-Beyazlı kulüpte yok, yok! Q7 çetesiyle, alemcisiyle, fiyasko transferleriyle, 'Mendes'iyle, birbirine düşen yöneticileriyle, hocasızlığıyla tam bir çadır tiyatrosu! Beşiktaş'ın sorunu takım olamamak değil, kulüp olamamak! Bunun sorumlusu da elbette ki, başta Yıldırım Demirören olmak üzere yöneticilerdir. Revizyon oradan başlamalıdır. Aksi takdirde 'büyüklük', adıyla, sanıyla sınırlı kalır. Ötesi ise hayal ve hüsrandan ibarettir.
‘’Fenerbahçe yenilmez!‘’
Bir camiayı büyük kılan pek çok etken vardır. Yeri ve zamanı geldiğinde her bir yapı taşı teker teker aktive olur ve camiayı güçlü kılar. Ancak olağanüstü durumlarda tümü birden harekete geçer. Ve görülmemiş bir direniş başlar. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı'nda verdiği mücadele buna çok iyi örnektir. Bugün ise aynı süreci Fenerbahçe yaşıyor. Fenerbahçe'nin de Türk Ulusu gibi yabancı güçler tarafından işgal edildiğini iddia etmiyorum elbette. Aziz Yıldırım'ın masumiyetinden, suçsuz olduğundan filan da söz etmiyorum. İleride süreç neyi gösterir bilemeyiz. Aziz Bey ceza da alabilir, Fenerbahçe küme de düşebilir. Lakin bütün bu ihtimaller bir şeyi asla değiştirmez: Fenerbahçe'nin büyüklüğünü ve bu büyüklüğünden kaynaklanan dik duruşunu.
Fener'in 'Kurtuluş Savaşı'
Zor günlerde gösterdiği direnç ve dayanışma duygusudur Fenerbahçe'yi bugün ayakta tutan. 90 dakikayı 10 kişi oynadığı maçta kaderine boyun eğmemesinin sırrı da burada gizli. 300 küsür gündür yenilmiyor Sarı-Lacivertli takım. Benim ise kast ettiğim yenilmezlik bu değil. Yarın bir gün elbette sahada maç kaybedecekler. Ancak bu başkaldırı kültürü, bu direnç, bu kenetlenmişlik, bu inanç, bu motivasyon, bu ruh var olduğu müddetçe Fenerbahçe'nin sırtı, ne bugün, ne de uzak-yakın bir gelecekte asla yere gelmez. Amatör kümeye bile düşse... Yerle yeksan bile olsa... Çünkü Fenerbahçe kendi 'Kurtuluş Savaşı'nı veriyor. Pek çoğumuzun anlamadığı budur. Ve bundan dolayıdır ki, Fenerbahçe yenilmez!
‘’Muhammed'in suçu neydi?‘’
Üç gün içinde Türkiye'nin gündemine oturan Muhammed Demir'in gökten zembille düştüğünü mü sanıyorsunuz. Genç milli takımlarda maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan Demir, bugüne kadar kendisini görmezden gelenlerin utancıdır.
Gün geçmesin ki, kulüplerimizin devasa borçlarıyla ilgili haberlerle karşılaşmayalım. Üstelik gelirleri, bir kaç yıl öncesine nazaran kat be kat artmışken! Bunun böyle olmasının en büyük nedeni hiç kuşkusuz yöneticilerin transfer hovardalığıdır. Sınırsız yabancı transferini fırsat bilen kulüp yöneticileri, öylesine akılsız işlere imza atıyorlar ki, Türkiye kısa sürede vasat futbolcu mezarlığına dönüyor. Gelenler de, rüyalarında göremeyecekleri paraları kazanarak ülkelerine servet sahibi olarak dönüyorlar. Tabii bu arada olan da, altyapıda fırsat bekleyen yerli yıldız adaylarına oluyor. İşte bunlardan biri de üç gün içinde oynadığı iki maçla Türkiye'nin gündemine oturan 19 yaşındaki Muhammed Demir'dir. Eminim, "Şimdi bu genç de nereden çıktı?" diye düşünenleriniz çoğunluktadır.
Keşfedilmeyi bekledi!
Muhammed durup dururken ortaya çıkmadı. Gökten zembille de inmedi. Zaten vardı. Ama görmezden geliniyordu. Önce Ertuğrul Sağlam tarafından derdest edildi. Altyapısından yetiştiği Bursaspor'da toplam bir saat bile forma giyemedi. Sözleşmesini yenilemeyince de kadro dışı bırakıldı. Ardından Gaziantep'in yolunu tuttu. Ne var ki kendisini transfer eden Tolunay Kafkas da nedendir bilinmez, yüzüne bakmadı. Üstelik takım, tarihinin en kötü sezon başlangıcını yapmasına rağmen. Muhammed bütün bunları yaşadığı süreçte ise genç milli takımlarda leblebi gibi gol atmaya devam etti. Maç başına bir gol ortalamasıyla oynayan genç futbolcuyu bir kaç yıl sonra Dört Büyüklerden birinde milyonlarca Euro'ya forma giyerken görebilirsiniz. Ama önce, Brozek'ler, Henrique'ler, Bienvenu'ler, Edu'lar, 'Büdü'ler ve daha nicelerinin eşek yüküyle parayı ceplerine indirmeleri gerekir! Ki, rahatlayalım!
Yine yeniden hakemler!
Muhammed'in futboluyla içimizi ısıttığı haftaya bir kez daha hakem hataları damgasını vurdu. En bilineni hiç kuşkusuz Abdullah Yılmaz'ın Galatasaray-Gaziantep maçını katletmesiydi. Servet'in kırmızı kart gördüğü pozisyonda Yılmaz'ın kararı için 'büyük hata' demek bile hafif kalır. Bu kararda hakemin niyetinin sorgulanması gerekir. Maç içinde verdiği diğer yanlış kararlar ise ipin ucunu kaçırmasının sonucudur. Değinmek istediğim bir diğer konu ise, Sivas-Mersin maçında Hüseyin Göçek'in Eneramo'ya gösterdiği sarı karttır. Kurallara göre kart doğrudur. Futbolcu formasını sıyırıp başını kapattığı için sarı kart görmesi gerekir. Burada Göçek kuralı uyguladı. Ancak işin bir de insani boyutu var. Eneramo bir kaç gün önce kaybettiği annesine adıyordu, attığı golü. Bunu formasının altındaki fanilasına da yazmış ve gol sonrası taraftara göstermişti. Belki eski kafayım ama, burada ben hakem olsam o kuralı uygulamazdım. Eneramo'yla empati kurardım. Acısını paylaşırdım. Tepkisini anlayışla karşılardım. Yaptığı kural ihlalini görmezden gelirdim. Ama Göçek bunu yapmadı. Keşke Hüseyin Göçek bütün kuralları, tüm maçlarında böyle titizlikle uygulasa da, alem hakem görse! İki hafta önceki Galatasaray-Bursa maçında uygulamadığı kurallar henüz hafızalarda yerini koruyor da...