‘’T'etik'çiler!‘’
Lafı fazla dolandırmadan direkt konuya gireceğim. Muslera olayını ben de tasvip etmiyorum. Melo'nun yaptığını ise kabullenmek zaten mümkün değil. Keşke, Melo soyunma odasında Riera'ya pusu kurup saldırmasaydı; Muslera'ya da, düşen bir takıma karşı penaltı attırılmasaydı. Ama olan oldu. Galatasaray'a yakıştı mı? Hayır. Eleştirilmeli midir? Elbette. Zaten eleştirenler arasında Galatasaraylılığı ile bilinenler de var. Lakin diğerleri çoğunlukta. Belki, bunun da anlaşılabilir bir yönü vardır! Tuttukları takımların menfaatlerini ön planda tutuyor olabilirler! Ya da tutmadıkları takımları yıpratma gibi bir misyon da edinmişlerdir kendilerine!
Bilinmez!
Oysa Melo olayı da, Muslera'nın penaltısı da futbolumuzun olağan halleri. Bütün takımlarda zaman zaman çeşitli kavgalar oluyor. Tüm takımlarımız arada sırada centilmenlik kurallarını unutabiliyor. Burada spor kamuoyuna ve medyaya düşen görev, her nerede ne oluyorsa hepsine hakkaniyet sınırları içinde yaklaşılması; objektiflikten sapılmamasıdır. Gelgelelim durum bizde farklı. Saflaşmalar, cepheleşmeler almış başını gidiyor. Savaş sadece sahada yürütülmüyor. Saha dışı faktörler de devrede. Tabii işin içinde medya ayağı olmazsa, olmaz! Tuttukları takımın centilmenlik dışı hareketlerinde üç maymunu oynayanlar, rakip takımın en ufak hatasında etik dersi veriyor. Bunun adı iki yüzlü ahlaktır. Bu, medyanın şirazesinden çıkmasıdır. Bu, zavallılıktır! Riyakarlık ruhumuza işlemiş!
‘’Süper tehlike!‘’
Lig tarihinin en kritik sezonunu yaşıyoruz. 3 Temmuz'da şike ve teşvik depremi ile başlayan ligimiz bugüne kadar mahkeme sürecinin gölgesinde oynandı. Futbolun doğru dürüst konuşulmadığı, kulüp muhabirlerinin antrenman sahası yerine adliye koridorlarında konuşlandığı 2011/2012 sezonunda yeni ve daha büyük bir tehlike kapımıza dayanmış gibi gözüküyor. Bir önceki federasyonun başımıza bela ettiği Play-Off garabeti, yükselen bir şiddet dalgasıyla beraber geldi çattı. Demirören Federasyonu'nun 'Süper Final' şeklinde yaldızlı bir isimle cilaladığı Play-Off'ta 4 Büyüklerin kendi aralarında 12 maç daha yapacak olması, Saracoğlu ve Avni Aker'de olanları gördükten sonra insana alacakaranlık kuşağı gibi geliyor.
Bugün bıçak, yarın...
Devam eden şike ve teşvik davası, yöneticilerin sorumsuz demeçleriyle tribünleri tahrik etmesi, hakemlerin formsuzluğu gibi faktörleri düşününce bu 12 maçta neler yaşanabileceğini kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Yayıncı kuruluşun zararını tolere etmek için koca bir sezonu 6 haftaya sığdırmak gibi bir cinliği düşünenler, tribünlerin buna hazır olup olmadığını hesaba katmamanın bedelini ne yazık ki Türk futboluna ödetecekler. Şimdi yetkililere düşen, bu süreci en az hasarla atlatacak önlemleri almaktır. Aksi takdirde, Allah korusun, Volkan'a atılan bıçağın yerini yarın bir gün kurşunlar dahi alabilir! Tribünler o misal yani!..
‘’Mehmet Batdal'ın onuru!‘’
Bir Türk genci düşünün ki, uzun yıllar Türk futboluna hizmet verebilecek yeteneklerde olsun ama bir türlü sabredilmesin. Ülkemize gelen yığınla pespaye yabacıya gösterilen hoşgörü ondan esirgensin. Kaçırdığı bir kaç gol nedeniyle yerden yere vurulsun, sonra da kapının önüne konsun. Gittiği takımlarda da horlansın, itilip kakılsın. Dalından koparılan bir yaprak gibi oradan oraya savrulsun. Sonra kulüp bulamasın, yeniden kovulduğu takıma sığınsın. Ve orada da yüzüne bakılmasın. Sizce böyle bir genç kolay kolay kendine gelebilir mi? Kaybettiği öz güvenini bir daha kazanabilir mi? İşte Mehmet Batdal'ın son iki yıldır yaşadıkları bunlar. Hakan Şükür'ün tahtına oturabilecek bir forvet adayı iken bugün varoluş mücadelesi veriyor. Hiç bir maçta kulübeye dahi alınmazken, Trabzon karşısında aniden kurtarıcı oluveriyor! Oynadığı kısa süre içinde görevini fazlasıyla da yapıyor. Gelgelelim, son saniyelerde kaçırdığı gol nedeniyle yeniden hedef tahtasına oturtuluyor. Başta hocası Terim tarafından. Adam kazanmakla nam salan Terim, Mehmet Batdal'ı bozuk para gibi harcıyor. Değer mi kaçan iki puan için? Milan Baros'a iki yıldır derviş sabrı gösterenler söz konusu Mehmet Batdal olunca şahin kesiliyor. Türk futbolunun yarınlarına da işte böyle darbe vuruluyor. Yazıktır, ayıptır, günahtır. Bir gencin onuruyla bu kadar da oynanmaz ki...
‘’Galatasaray Takımı!‘’
Futbolda takım olma olgusunun son yıllardaki önemini bilmeyen kalmamıştır. Bunu tüm dünyaya en iyi ispatlayan örnek elbette Barcelona'dır. Modern çağın en büyük futbol fenomeni haline gelen Katalan ekibine baktığınızda karşınıza 11 parçadan oluşan canlı bir organizma çıkar. Her yöne birlikte hareket eden akışkan bir madde gibidirler. İşte bu özelliğinden dolayı Barca modeli, dünyadaki tüm teknik adamların dikkatle izleyip, uygulamaya çalıştığı bir modeldir.
Galatasaray'da üçüncü serüvenine çıkan Fatih Terim'in de oluşturmaya çalıştığı böyle bir şeydir. Son derbi maçı bir kez daha göstermiştir ki, Galatasaray bu yolda çok mesafe kat etmiştir. Sarı-Kırmızılıların diğer takımlarımızdan farkı da 'takım' hüviyetine kavuşmasıdır.
Ligin üzerinde...
Mutlaka bazı eksiklikler vardır, ancak bu kadar kısa zamanda bu noktaya gelebilmesi bile gelecek açısından son derece ümit vericidir. Terim, öyle bir ekip ruhu oluşturmuş ki, bütünleşme, birbirini tamamlama, yardımlaşma ülke standartlarımızın üstüne çıkmış. Baros gibi uluslararası standartta bir yıldızı dahi yedek kulübesine mahküm edebilen, oynadığında da kendi ceza alanına kadar adam kovalatabilen bu sistem Türk futbolu için bir şanstır. Öyle anlaşılıyor ki, ustalığının doruğuna çıkmış olan Fatih Terim, bir Avrupa Kupası daha kaldırmadan bu işin peşini bırakmayacak. Haydi hayırlısı diyelim...
‘’Antalyaspor nereye?‘’
Türk futbolunun kuruluşundan bu yana 3 Büyükler'e endeksli olmasının diğerlerinde yarattığı rahatsızlık, yıllardır süregelen bir gerçektir. Gelgelelim, bunun önüne geçmek için de pek bir şey yapıldığı söylenemez. Anadolu kulüpleri, figüran olarak kalmayı sanki içselleştirmiş gibi bir durum söz konusudur. Son yıllarda naklen yayın gelirleriyle kasaları dolmasına karşın Trabzonspor ve Bursaspor dışındakiler şampiyonluğu hedefleyecek vizyona bir türlü sahip olamıyor. Süper Lig'in gedikli takımlarından Antalyaspor da bunlardan biri. Bir kaç sezondur Süper Lig'de mücadele eden Antalyaspor, ligin renkli takımlarından biri olmasına karşın bir türlü sınıf atlayamıyor. Oysa Türkiye'nin turizm başkenti olan bir kentin takımından beklenen, her sezon şampiyonluğu ve Avrupa kupalarını kovalamasıdır. Ne var ki Güney ekibi, sahip olduğu potansiyele rağmen henüz bu kültürü edinememiş gözüküyor. Yaşlı ve tecrübeli futbolcuları bünyesine toplayıp ligde kalmayı hedeflemek, sanki onlar için yeterli. Doğrusu, bu sezona kadar işler umdukları gibi de gitti. Bir kaç hafta öncesine kadar bu sezon için de bir problem gözükmüyordu. Ancak arka arkaya alınan bir kaç kötü sonuçla kendilerini bir anda küme düşme potasında buldular. Öyle gözüküyor ki, yaşlı takım ligin temposunu kaldıramadı. Yabancı futbolcuları da yeterli kalitede olmayınca Antalyaspor, sıradan bir takıma dönüştü. Tutarlı bir yönetimi, cin gibi bir hocası, coşkulu taraftarı, ekonomik potansiyeli olan bir takımın vizyonu bu olmamalı. Antalyaspor, doğru ve akılcı bir planlamayla ligin büyükleri arasına adını yazdırabilir. Ama bunu önce kendileri istemeli. Elbette şu an içinde bulundukları sıkıntılı durumu bir an önce atlatmak kaydıyla...
‘’'Sağlam'sa Bursa!‘’
Futbolun değişmeyen klasiklerinden biri de, başarısızlık halinde ilk kurbanın teknik adamlar olmasıdır. Bu, bütün dünyada böyledir. Bizim ülkemizde ise iş, mide bulandırıcı noktaya ulaşmıştır. Ligimiz, yılda bir kaç teknik adam değiştiren takımlardan tutun da, sezon başlarken hocasını kovan takımlarımıza kadar oldukça geniş bir yelpazeye sahiptir. Elbette bunun bu köşeye sığmayacak kadar çeşitli sebepleri vardır.
Bilgisiz ve sığ yöneticiler, saha dışında kurulan kumpaslar, ahbap-çavuş, kulüp-siyasetçi-mafya-federasyon ilişkileri bunlardan bazıları... Bu, olayın teknik boyutu. Bir de duygusal ve insani yönü var. Bir kulübe yıllarca başarıyla hizmet verdikten sonra en ufak başarısızlığa tahammül edilmeyip derdest edilen hocalara çok tanık olduk. Bu ülkede Fatih Terim bile UEFA şampiyonu yaptığı takımdan kovulabildi. Bu sezon ise aynı akıbete Ertuğrul Sağlam uğramak üzereydi... Şayet Bursaspor yönetimi arkasında durmasaydı.
Ertuğrul Sağlam'ın Bursaspor için ne ifade ettiğini tekrarlamanın lüzumu yok. Gelgelelim, bu sezon iyi başlamadı Bursaspor ve Ertuğrul Hoca için. Sezon başından beri bir türlü balans tutmadı. İkinci devre de böyle devam etti. Fırsat bu fırsat, şer cephesi derhal ortaya çıktı. Bursa'yı 5.Büyük yapan adamın kellesi istendi. Yönetim ise çatlak seslere kulak tıkadı. Sonuçta Bursa bugün yeniden sahne aldı. Şampiyonluğa ulaşamayacak olsalar da, Avrupa Kupaları’na katılmaları kuvvetle muhtemel. Ne mutlu ki Bursalıya, bu kez cehalet kaybetti, aklı selim kazandı. Darısı diğerlerinin başına.
‘’Üç boyutlu Terim!‘’
İnsanların yaşarken onore edilmeleri, bu hayatta her zaman savunduğum ilkelerden biridir. Bunu, elbette önce kendi bireysel ve toplumsal ilişkilerimizde uygulamalıyız. Sevdiklerimizi, başta anne-babalarımız olmak üzere bu dünyadan göçüp gitmeden mutlu etmenin, onurlandırmanın formülünü bulmalıyız. Şükran duygularımızı onlar yaşarken ifade etmeliyiz. Bir gün gelip ayrılık vaki olduğunda arkalarından minnet duymanın hiç bir şey ifade etmeyeceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Ve bunu herhangi bir nedene bağlamaksızın, sadece onlara müteşekkir olduğumuz ve kendilerine saf sevgiyle bağlı olduğumuz için yapmalıyız. Aynı durum tüm toplumlar, topluluklar için de geçerlidir.
Yaşadığı topluma, ait olduğu kurum ya da camiaya bir şekilde hizmet etmiş olanların ölmeden önce taltif edilmeleri bir insanlık borcudur. Bu prensibe sadık kalan camialar ülkemizde ne yazık ki pek fazla değil. Galatasaray camiası ise bu konuda bir istisna teşkil ediyor. Gerek Polat, gerekse Aysal yönetimleri nicedir camianın emektarlarını bir şekilde onore ediyorlar. Onları hatırlıyor, hatırlatıyorlar. Şimdi de aynı duyarlılığı taraftar gösteriyor. Fatih Terim için hazırlanan olağanüstü güzellikteki üç boyutlu koreografi son derece anlamlı bir jestti. Büyük takımın, büyük seyircisi olmanın yollarından biri de budur: Zeka, yaratıcılık ve vefa duygusu. Galatasaray taraftarına da yakıştı, Fatih Terim'e de...
‘’Ustalara saygı haftası!‘’
Bu köşede en son ne zaman futbol yazdığımı hatırlamıyorum. 3 Temmuz'da başlayan baş döndürücü süreçte gündem o kadar hızlı değişiyor ki, takımlarımızın sahada verdiği mücadeleye dönüp bakma fırsatımız olmuyor. Şikeyle yatıp, teşvikle kalkıyoruz. Futbolun 'F'sini ağzımıza almaya hazırlandığımız anda karşımıza tapeler, iddianameler, suçlamalar, başkanlık krizi çıkıyor. Mahkeme koridorlarından kurtulamayan futbol bir türlü doğal mecrasına; yani yeşil sahalara dönemiyor. İşte, çöle düşmüş kazazede gibi futbola susadığımız şu günlerde sahneye çıkan üç usta adeta bir vaha gibi imdadımıza yetişti.
Fenerbahçeli Alex, Galatasaraylı Necati ve Karabüksporlu Mehmet Yıldız, performanslarıyla, profesyonellikleriyle, takımlarına sağladıkları katkılarıyla parmak ısırtıyorlar. Yıllanmış şarap gibi yaşlandıkça değerlerine değer katıyorlar. Yıllara meydan okuyorlar. En ihtiyaç duyulduğu anda ortaya çıkıyorlar. Yalnız takımlarının değil, ligin de kaderini değiştiriyorlar. Her türlü övgüyü, takdiri, alkışı sonuna kadar hak ediyorlar. Yeni neslin onlardan öğreneceği çok şey var. Dikkatle izlemeleri gerekir. Bizlere de düşen, şu çorak mevsimde rahmet bulutu gibi beliren bu üç ustaya saygıda kusur etmemek. Onlara şapka çıkarın, önlerinde eğilin. Ben öyle yapıyorum. Helal olsun üçüne de...