Arama

Popüler aramalar

‘’Aziz Yıldırım'ın iflası!‘’

Başkan Aziz Yıldırım'ın kulüp tercümanını abondene eden zalimce tarzı ile Kaptan Alex de Souza'nın naifliği arasında geceyle gündüz kadar fark vardı. Bir tarafta öfke, nobranlık, hoyratlık; diğer yanda ise sakinlik, dinginlik ve bilgelik... Bu iki farklı fotoğraf, Fenerbahçeliler'e nasıl bir Fenerbahçe istedikleri konusunda yol gösteriyor aslında... Ya içeride-dışarıda sürekli düşmanlık üreten kaosu seçecekler ya da saygı ve sevginin temel alındığı çağdaş bir kulüp yapılanmasını... Ve görünen o ki, Fenerbahçeliler asıl bu konuda ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmı, öfke kontrolü olmayan Aziz Yıldırım'ın iflas etmiş, çağdışı tarzını benimserken, çoğunluk olduğunu düşündüğüm diğer kısmı ise Alex'in bilgeliğini tercih ediyor.

Fenerbahçe, Alex'siz bu sezonu şampiyon tamamlayabilir, hatta Avrupa Ligi'ni dahi alabilir; ama bunlar hiç bir şeyi değiştirmeyecek. Bu ikilem, bu çatışma bundan sonra da devam edecek. Çünkü ortada bir arada barınması mümkün olmayan iki farklı mantalite, iki değişik anlayış mevcut. Fenerbahçe'nin geleceğini belirleyecek olan, kendi içindeki bu zihniyet çatışmasından hangisinin baskın çıkacağıdır. Tesisleriyle, taşınır-taşınmaz varlıklarıyla dünyanın en büyük, en zengin kulübü olabilirsiniz, şampiyonluklara da ambargo koyabilirsiniz, ama despotizmi ortadan kaldıramadığınız sürece hayatta hiç bir saygınlık elde edemezsiniz. Gerçek büyüklük, sahip olacağınız bu saygınlıktadır.

09 Ekim 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe düşmanları!‘’

Hayatı siyah-beyaz algılayanların paranoyasından başka bir şey değildir, kendi safında olmayanları düşman ilan etmek. Zaten sağlıksız olan futbol iklimi için fırtına toplamaktan başka bir amaca hizmet etmeyen sığ bir anlayıştır bu.

Esasında, düşman bir dünya tarafından kuşatıldığın vehmine kapıldığın an, kendi içinde bir şeylerin yolunda gitmediğini ifşa etmiş oluyorsun. 'Düşmanlık' yaftası bir nevi kamuflaj vazifesi görüyor; hatalarını, kusurlarını saklıyor.

Aziz Yıldırım tek adamlığını ilan ettiğinden beri kapılarını dış dünyaya kapayan, kendi içine gömülen, yapılan tüm eleştirileri düşmanlık olarak niteleyen Fenerbahçe için Alex olayı bir turnusol kağıdı olmuştur. Düşmanın dışarıda değil, içerida aranması gerektiğini göstermiştir Alex'in gönderilişi ve gönderiliş biçimi. Fenerbahçe'nin başına gelen, demir yumrukla yönetilen tüm kapalı toplumların başına gelenden farklı değildir. İçeride biriken basınç patlamıştır.

Burada kimin haklı, kimin haksız olduğu önemli değildir. Önemli olan asırlık bir camianın, kendi ürettiği bir krizle karpuz gibi ikiye çatlamasıdır. Şeffaf olunmaması, camia içindeki farklı seslerin susturulması, cumhuriyetin monarşiye dönüştürülmesi, içeride birliği sağlamak için dışarıdaki herkesin düşman ilan edilmesi, Fenerbahçe'yi bölünmenin eşiğine getiren asıl sebeplerdir.

Krizi yaratan Aziz Yıldırım ile krizi fırsat bilen anti Aziz Yıldırım cephesi, bu tutumlarıyla Fenerbahçe'ye fena halde kötülük yapıyorlar. Şike sürecinde parçalanmayan Fenerbahçe, kendi içindeki canlı bombaların pimi çekmesiyle tarihinin en ağır krizine yuvarlanmış durumda. Thomas Hobbes boşuna söylememiş: Homo, homini lupus (İnsan, insanın kurdudur). Bu söz, Fenerbahçeliler için de geçerli!

04 Ekim 2012, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman vefasızlık‘’

Aykut Hoca'yı darağacına çekmek isteyenler, önce geçen yıl yaşadıklarını akıllarından çıkarmamalı. Başkanı, yöneticileri hapse atılmış, dokuz koldan kuşatılmış, suçlanan insanların kişilik, 100 yıllık camianın da kurumsal hakları ayaklar altında çiğnenmiş, Türk futbolundaki yarım yüzyıllık genel çürümenin adeta tek müsebbibi ilan edilmiş Fenerbahçe'yi ayakta tutan lider kimdi? Fenerbahçe'ye hem hocalık, hem başkanlık, hem ağabeylik, hem de önderlik yapan Aykut Kocaman değil miydi? Tam dağılmak-dağıtılmak üzereyken, camiayı toparlayan, kenetlenmesini sağlayan, ayağa kaldıran, şampiyonluk yarışının içine sokan, birini kazanan, diğerini de son saniyelere kadar kovalayan Aykut Hoca'dan başkası mıydı?

Geçen yıl Fenerbahçe'nin başında Aykut Kocaman değil de, bir yabancı hoca olsaydı, pılısını pırtısını toplayıp kaçar mıydı, kaçmaz mıydı, bu soruyu bir kendinize sorun lütfen. Kaçmasa bile Aykut Kocaman'ın misyonunu üstlenebilir miydi? Fenerbahçe bu kadar dirençli olabilir miydi?

Alex'i oynatmaması, ya da oyundan alması -hatalı bile olsa-, alınan bir kaç kötü sonuç, takımın şu an için arzu edilen futbolu oynayamaması, Aykut Hoca'nın arkasından teneke bağlanması için yeterli olabiliyorsa, bu Fenerbahçe camiasında vefa duygusunun ortadan kalktığı anlamına gelir. Fenerbahçe'yi dışarıdan yıkamayanların ekmeğine bundan daha iyi yağ sürülemez. Aykut Kocaman'ın önderliğinde asırlık çınara diz çöktürülemeyeceğini ispatladınız; ama bu tutumunuzla o çınarın içten çürütülebileceğini de tarihe kayıt düşmek üzeresiniz. Bilesiniz...

25 Eylül 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ediz'in ardından...‘’

Futbol bu toplumun turnusol kağıdı sanki... Gerçek rengimiz, özümüz futbol sayesinde ortaya çıkıyor. Her hafta oynanan müsabakaların sonrasında "İşte biz buyuz" dedirten görüntüler arzı endam ediyor. Önce sahalardan, ardından ekranlardan, sayfalardan.. Zaman zaman bizleri silkeleyen trajediler sayesinde ancak ara veriyoruz çapaçulluğumuza. Sonra tekrar devam...

Gencecik Ediz Bahtiyaroğlu'nun zamansız ölümünde de aynı kısır döngüyü yaşadık. İçimiz yandı. Kahrolduk. Bir acı etrafında birleştik. Ölümün soğuk yüzü karşısında silkindik. Hayata dair muhasip kayıtlarımızı açmaya başladık. Ardından yine rutine döndük. Ediz gitti, biz kaldık karaya oturmuş teknenin içinde. Kendi sefaletimize tekrar geri döndük. Aynı kavgalar, aynı sığlıklar, aynı çirkeflikler hız kesmeden hayatı bize zehir etmeye devam etti. Topluca çıktığımız 'Amok Koşusu' bütün hızıyla sürüyor. Yavaş yavaş hepimizi tüketerek...

Oysa hepimiz biliyoruz ki, hayatın farklı tonları, farklı desenleri de mevcut. Kavgasız, gürültüsüz, küfürsüz, hakaretsiz, karşılıklı saygı çerçevesinde sürdürülebilir bir yaşam formu da bulunuyor şu ihtiyar gezegende. Vandalizm de insana özgüdür, barış ve huzur da... Yüzümüzü hangisine çevireceğimizdir bizi insanlık mertebesinde üst sıralara oturtacak. Mamafih, henüz evrimini tamamlamamış primatlar gibi birbirimizi yok etmeye çalışıyoruz. Medeniyete sırtımızı dönmüş, ilkel dünyanın ilkel aktörleri olmayı görev bellemişiz. Bu kabus ne zaman bitecek, belli değil. Bitip bitmeyeceği de öyle... Belli olan bir şey var ki, bu gidişle kendimizi sonsuz bir lanete mahküm edeceğimiz. Bedelini çocuklarımızın ödeyeceği bir lanete...

18 Eylül 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Bu madalyalar Türkiye'ye karşı!‘’

Ülkemizin yaşadığı en önemli paradokslardan biri de engelliler sporu konusundaydı. Nüfusun yüzde 12’sinin, -ki bu 8.5 milyon civarında bir rakama tekabül ediyor- engelli olduğu bir ülke, engelliler sporunda nasıl bu kadar geri olabiliyordu? Gelişmiş ülkelerin engelli insanları yarım asırdır spor sahalarında boy gösterirken, bizim engellilerimiz neden ortada gözükmüyordu. Bunun elbette çok derin sosyo-ekonomik ve psikolojik sebepleri vardı.

Ancak çok azını sıralayabiliriz. Yaşam alanlarının engellilerin kullanımına uygun olmayışı, ailelerin engelli bireylerinden utanarak onları eve hapsetmesi, engellilerin ‘Neden Ben?’ sorusu eşliğinde hayata küsmesi, engellilere iş imkanlarının yaratılmaması, meslek sahibi olamamaları gibi nedenler, Türkiye’yi bu konuda dünyanın en sabıkalı ülkelerinden biri haline getirdi. Bu durum 1990’lı yılların ortalarına kadar sürdü. Bu tarihlerde bazı gönüllü insanlar, kurum ve kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Kimi kendisi engelliydi, kiminin de ailesinde engelli vardı. Çok az bir kısmı da, ne kendisinde, ne de ailesinde engelli yokken, sadece empati kurarak bu işe soyundu. Başta Yavuz Kocaömer olmak üzere bu gönüllü ordusu, o tarihlerden itibaren canla başla çalıştı.

Önce devlet mekanizmasını, ardından da toplum dinamiklerini harekete geçirmeyi başardılar. Engelli federasyonları kuruldu, sponsorlar işin içine çekildi, engelli bireylerimizin spor yapabilmesi için teşvik edici hamleler yapıldı, maddi-manevi destek sağlandı, engelliler yüreklendirildi, özgüvenleri artırıldı ve engelli sporları bu şekilde çığ gibi büyüdü. Ülkemiz, Sydney’de sembolik olarak 1, Atina’da 8, Pekin’de 16 sporcuyla temsil edilirken Londra’ya 67 sporcuyla çıkarma yapıldı. Bu sayının 2016 Rio De Jenerio’da iki misline çıkacağını şimdiden söyleyebilirim.

Londra’ya giden 67 engelli sporcumuzun verdiği mücadele, sergiledikleri performans, kazandıkları 10 madalya göğsümüzü kabarttı. Daha fazlası da olabilirdi, ama bu bile engelli sporunun ülkemizdeki geçmişine baktığımızda büyük bir başarıdır. Bu madalyonun gurur duyabileceğimiz yüzü.

Bir de diğer yüzü var: Utancımız! Son 15 yılda sayıları çok az denebilecek bir avuç gönüllü insanın taşıdığı bayrağı ülke olarak sahiplenebiliyor muyuz? Evet, kısa zamanda bu kadar aşama kaydettik, ama göğsümüzü gere gere bundan kendimize pay çıkarabiliyor muyuz? Sanmıyorum. Engellilerin sorunları hala dağ gibi. İyi niyetli bir takım çabalara rağmen bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye devam ediyorlar. Yollar, sokaklar, yaya geçitleri, binalar, okullar, toplu taşıma araçları, yaşam alanları engelliler için başlı başına birer engel olmayı sürdürüyor. Ne belediyeler, ne devlet bu konuda yeterli çabayı göstermiyor ne yazık ki. Öncelikleri bu değil. O yüzden engelli bir insanımız tek başına sokağa çıkamıyor, eğitimini sürdüremiyor, iş güç sahibi olamıyor, spor yapamıyor. Bugün spor yapabilenler, buzdağının görünen yüzü. Diğerleri hala suyun altında! İşte bundan dolayı 8.5 milyon engelli insanı olan bir ülke ancak 67 sporcusunu gönderebiliyor Paralimpik Oyunları’na. Oysa bu sayının yüzlerle ifade edilmesi gerekirdi.
Londra’da ülkemizi başarıyla temsil eden bu 67 insanımızın en temel motivasyon kaynağı, işte ülkemizde yaşadıkları bu olumsuzluklar ve gördükleri ikinci sınıf muameledir. Başarılarının sırrı, ülkelerine karşı duydukları öfkedir. Onlar orada sadece sportif olarak yarışmadılar, varoluş mücadelesi verdiler. Çünkü kendilerini ancak bu şekilde ifade edebileceklerini, ancak bu şekilde ses getirebileceklerini biliyorlardı. O madalyaları onun için kovaladılar; onun için kazandılar. Türkiye için değil, Türkiye’ye karşı kazandılar. Evet, bunu belki yüksek sesle dillendirmediler, haykırmadılar ama gerçek buydu. Gerçek yüzlerindeki ifadede, konuşmalarındaki satır aralarında saklıydı. Ve o gerçeği olağandışı performanslarıyla tokat gibi yüzümüze vurdular. Belki utancımızdan kızarır diye!..

Bakan Kılıç’ın hezeyanı

Londra dönüşümde şahit olduğum ve duyduğum bir takım olumsuzlukları gazetemde yazdım. Bu olumsuzlukların merkezinde Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç vardı. Türkiye kitapçığında sansür uygulanması, elin oğluna taslanan kabadayılıklar, kurallara uymama konusundaki itici tutumlar, akreditasyon iptaline kadar giden sığlıklar, önüne geleni azarlamalar gibi bir devlet adamına yakışmayacak davranışlardı bahsettiklerim. Haberin ardından Gençlik ve Spor Bakanlığı, gazetemin Yazı İşleri Müdürlüğüne bir açıklama gönderdi. Yazılanların külliyen yalan olduğunu ve düzeltilmesini istediler. Gazetem de cevap hakkına olan saygısından dolayı bunu yayınladı. Buraya kadar her şey doğal. Ancak doğal olmayan şey, gazeteme gönderilen yazıda kullanılan hakaretvari ifadeler. Devletin resmi antetli kağıdında böyle bir üslup kullanılması ülkem için gerçekten büyük talihsizlik. Bir şeyler yazmayı isterdim, ama bu seviyeye verilecek bir cevabım yok. Ülkenin sporu ve gençliği bu kafaya emanet edilmişse, ne yapabilirim ki? Dizlerimi dövmekten başka!

13 Eylül 2012, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Türk işi Paralimpik!‘’

Londra’daki ikinci sınavımız olan 2012 Paralimpik Oyunları önceki gün sona erdi. Toplam 67 sporcuyla katıldığımız oyunlarda kazandığımız 1’i altın olmak üzere toplam 10 madalya ile rekor kırarken, olimpiyatı da geride bıraktık. Paralimpik’in ülkemizdeki geçmişine baktığımızda ortada gerçekten gurur duyulacak bir tablo var. 2000 Sidney’e sembolik olarak 1 sporcuyla giden paralimpik kafilesi, 2004 Atina’da 8, 2008 Pekin’de 16 sporcuya çıkarken, Londra’ya rekor sayıda (67) sporcuyla giderek olası başarıların müjdesini vermişti. Halterci kızların müthiş zaferinin yanı sıra,
masa tenisinde, atıcılıkta, goalbolde, okçulukta kazandığımız madalyalar engelliler sporumuzun önümüzdeki yıllarda daha büyük bir patlama yapacağının önemli göstergesi. Oyunlar sonunda Paralimpik sporcularımızın Türkiye’de gerekli ilgiyi görmesini umuyoruz ve geçiyoruz bize özgü çapaçulluklara:

Kitapçıktaki yazıya sansür


İşe en başından başlayayım: Oyunlar için bir kitapçık hazırlanıyor. Sporcuların tanıtımının yapılacağı bir rehber. Doğaldır, bu tür çalışmalarda o ülkenin sporunu yönetenlerin de birer kısa yazısı olur. Söz konusu kitapçık için Türkiye Milli Paralimpik Komitesi Başkanı Yavuz Kocaömer’den de bir yazı isteniyor. O da yazıp gönderiyor. Spor Bakanı Suat Kılıç’ın basın danışmanı, yazıdaki bir cümlenin rahatsızlık yaratacağını belirterek çıkarılmasını tavsiye ediyor! Kocaömer ise o yazıdan tek bir kelimenin çıkarılmamasını istiyor, sansür olması halinde yazının konmamasını talep ediyor. Sonuçta yazı konmuyor. Rahatsızlık yaratan ve çıkarılması istenen cümle ise şöyle: “Türkiye’de engelliler sporunun gelişiminde büyük katkıları olan eski Bakan Mehmet Ali Şahin, eski genel müdürler Mehmet Atalay, Yunus Akgül ve Spor Toto Teşkilat Müdürü Yunus Akgül’e teşekkür ederim.”

Bu konuda daha fazla söze gerek yok sanırım. Malumunuz, Türkiye 2020’ye aday. Bu işin bir ayağı da paralimpik. Paralimpik olmadan 2020’yi almamız mümkün değil. Gelgelelim, Londra’daki oyunlara devlet en üst düzeyde kayıtsız kaldı. Açılışa onlarca ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanı gelirken, bizimkiler katılmaya gerek görmedi. Spor Bakanı Suat Kılıç bile gelmedi! 2020 adayı Türkiye sadece bir bakan müsteşarı ile temsil edildi. Müsteşar demişken, bir paragraf açalım: Devlete hakim olan o ceberrut dilden o da muzdarip olsa gerek ki, yanındaki Spor Genel Müdür Yardımcısını herkesin içinde uluorta azarlamakta hiçbir beis görmüyor. Azarladığı kişi, yılların spor adamı. Yaptığı en hayırlı iş ise (!) halterde altın alan Nazmiye Muslu’nun kulağına o zaman Türkiye’de olan Bakan Kılıç’ı aradığı telefonunu yapıştırmak!

Derken, bakan Kılıç 5 gün sonra aniden zuhur ediyor. Tesadüf bu ya, görme engelli sporcularla karşılaşıyor. Selam sabahtan sonra sporculardan bir tanesi patlıyor: “Bizi şimdi mi hatırladınız sayın bakan!” Görme engellileri tanıyanlar bilir,
sözlerini esirgemezler.

Bakan’ın akreditasyonu iptal edilmiş!

Bakan’ın gelmesi elbette iyi bir şey.

Sonuna kadar kalması da öyle...

Bu kez olimpiyattakinden daha sevimli bir bakanla karşılaşıyor insanlar! Daha az azarlıyor çevresindekileri! Ama korumaları yine rahat durmuyor. Tesis girişlerinde aranmak istemiyorlar ve görevlilerle kavga ediyorlar. Olimpiyatta da aynısını yapmışlar ve ne olmuş biliyor musunuz? Bakan Suat Kılıç’ın akreditasyonu iptal edilmiş. Araya giren ataşeler vs. olayı çözmüş de Türkiye büyük bir ayıptan böyle kurtulmuş. Paralimpikte de böyle bir tehlike olacağını bildikleri için bu kez kısa kesmişler. Bir arbede de köy girişinde yaşanıyor. İçeri baklava vs. sokmak istiyorlar. Olimpiyat Köyü’ne dışarıdan yiyecek getirmek yasak. Doğal olarak görevliler de izin vermiyor. Harala gürele derken, bizimkiler amaçlarına ulaşıyor. İçeride sporculara baklava ziyafeti veriliyor. Kahvaltıdaki menü ise Erzincan peyniri! Yine de şükretmek lazım! Çiğ köfte partisi de verebilirlerdi!

11 Eylül 2012, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Alex'in profesyonelliği!‘’

Toplum olarak en büyük hastalıklarımızdan biri, kafamızda 'mit'ler yaratmamızdır. Ait olduğumuz topluma faydası olan herhangi birine karşı duyulan saygı-sevgi, kısa zamanda yerini hayranlığa ve kayıtsız şartsız bir bağlılığa yol açıyor. Bu kural siyasette de, sanatta da, sporda da; kısaca hayatın her alanında geçerli. Bir insanın yaptıklarından dolayı hakkını vermek, onu onore etmek farklı bir şeydir, kutsayıp tapınılacak mertebeye getirmek farklı... Oysa toplum için, insanlık için çok önemli işler yapanların da hepimiz gibi birer insan olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Onların da hatalar yapabileceğini, onların da bizler gibi zaafiyetleri olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. İşte bunun için gerçekçi olmalıyız; hayatın yakıcı gerçeklerine karşı... Yoksa sonu hüsranla biten marazi aşklardan kurtulamayız!

Kocaman'a yaptığı ayıptır

Fenerbahçeliler'in Alex konusunda içine yuvarlandıkları durum da aynen böyle bir şeydir. Alex'in Fenerbahçe'ye olan katkısını tekrarlamanın anlamı yok. Sembol isimlerden birisi olmuştur. Ben de ona saygı duyan, onu seven birisiyim. Lakin gelinen son nokta, çıkan krizden onun sorumlu olduğunu gösteriyor. Taraftarın sevgisine ve desteğine güvenerek Aykut Kocaman'a sosyal medya yoluyla savaş açması, bir bakıma hocasını taraftarın önüne atarak onu hedef haline getirmesi, bir profesyonele yakışacak davranış değildir. Son olarak Sivas maçında Kocaman'a karşı takındığı tavır kelimenin tam anlamıyla bir ayıptır. Oysa bu yaşa gelen bir oyuncunun yedek kalmayı, oyundan çıkmayı mesele haline getirmemesi gerekir. Bilakis bu konuda örnek olmalı. Ama Alex bunu yapmadı. O hocasının kendisine düşman kesildiği vehmine kapıldı. Bu bir hata değil, bir baş kaldırıdır. Öyle gözüküyor ki yolun sonuna gelinmiştir. Hocasına saygı duymayan bir futbolcunun vedalaşma zamanıdır. Yoksa kaybeden Fenerbahçe olacak.

05 Eylül 2012, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Burak Yılmaz bir kurban!‘’

Beşiktaş-Galatasaray derbisindeki penaltı pozisyonu üzerine o kadar çok gürültü koptu ki, dışarıdan bakanlar bu toplumun ne kadar ahlaklı, ne kadar erdemli, ne kadar centilmen olduğunu sanırlar. Oysa öyle miyiz? Kendimizi yeterince tanımamız açısından sadece bir veriye bakmak bile yeter: Yapılan tüm araştırmalarda, çocuk istismarında dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriyiz biz.

Bunun üstüne daha söze gerek var mı? O halde Burak Yılmaz'a yönelik bu linç kampanyası neden? Burak Yılmaz, kendini yere atarak takımına haksız bir penaltı kazandırmıştır. Bunun iler tutar yanı yok. Aynı Burak Yılmaz yıllar önce Beşiktaş forması giyerken de elle gol atmıştı. Yani o günden bugüne değişen bir şey de yok Burak Yılmaz tarafında. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar kimse bu kadar ahlakçılık oynamamıştı. Belli ki burada sorun Burak değil, Burak'ın sırtındaki forma!

Bu bile ne kadar ikiyüzlü bir toplum olduğumuzun açık göstergesidir. İşte Burak da böylesi bir toplumun ürünüdür. Hepimizin ruhunda ufak tefek sahtekarlıkların, riyakarlıkların yattığı bir sır değil ki... Çünkü bu toplumun harcı böyle karıldı 80'li yıllardan itibaren. "Benim memurum işini bilir", "Çalıyor ama çalışıyor" gibi postmodern felsefeler hala en geçerli düstur bu ülkede. İşte böyle olduğumuz için Burak Yılmaz'a kızmaya hakkımız yok. Yarın bir gün Burak aynı hareketi Milli Takım forması ile yapıp maç kazadırdığı zaman hepimiz sütre gerisine çekileceğiz; bundan eminim! "İstemem ama yan cebime koy" diyeceğiz. Onun için Burak'ı suçlamadan önce şöyle bir ayağa kalkıp aynaya bakmalıyız. Burak Yılmaz'ın bu toplumun bir yansıması olduğunu unutmadan. Zira, o bir suçlu değil, bir kurbandır! Bizim kurbanımız!

29 Ağustos 2012, Çarşamba 11:45
YAZININ DEVAMI