‘’Sapara'dan tur açılımı!‘’
Hatta böylesine berbat geçen bir sezon için kupayı almak, hatta finale çıkmak tam bir piyangoydu. Gelgelelim, gerek kenar yönetimi, gerekse sahaya çıkan futbolcular bunun pek farkında değil gibiydi. Elbette, takımla bir hafta boyunca çalışan, futbolcuları hazırlayan teknik adamların sahaya nasıl bir 11’le çıkacaklarını söylemek bize düşmez. Ancak Tolunay hocanın sahaya sürdüğü kırılgan takıma, oyun kurgusuna bakınca ortada hatalı bir seçim olduğu da bir gerçek. Fizik ve mental açıdan pek hazır olmadıkları gözlenen Soner, Colman, Adrian, Volkan ve Zokora’dan oluşan orta alanın ligin en dirençli takımlarından biri olan Sivasspor’a üstünlük sağlayamayacağı beklenen bir durumdu. Nitekim de öyle oldu. İçlerinde sadece Zokora ayakta kaldı. Kadir Pekmezci, Hakan Arslan ve Erman Kılıç gibi koşan ve basan, ikili mücadelelerde diri oyuncular orta alanda tam bir hakimiyet kurdu. Trabzonspor’un, ileride yalnızları oynayan Henrique ile olan pas bağlantılarını kesmek bu üçlü için pek de zor olmadı. O kadar ki, Bardo-Mavili takım ilk yarı boyunca tek bir pozisyon dahi bulamadı. Kaleyi bulan tek bir şutu bile yoktu. Soner ve Adrian’ın kargaları kovalayan gelişigüzel çektikleri iki şut, o kadar!
Pozisyon zenginliği bakımından Sivasspor için de ilk yarı pek iç açıcı değildi. Ev sahibi ekibin de, 40. dakikaya kadar rakip kalede yarattığı bir tehlike yoktu. Bunun sebebi de Giray ve Mustafa’nın kademeli olarak Eneramo’yu çok iyi marke etmesiydi. Sivaspor’un kenar oyuncuları Aatif ile Grosicki’nin, Nijeryalı forvete pek fazla yaklaşamaması da Trabzonspor stoperlerinin işini kolaylaştıran etkenlerdi. Gelgelelim, böylesine kısır geçen ilk yarının son 5 dakikası nefesleri kesti. Bu bölümde Sivas, Trabzon kalesinde baskı kurdu. Önce Eneramo yokladı. Ardından Aatif rakip yarı alanın ortasından aldığı topla Trabzonsporlu oyuncuların arasından Alberto Tomba gibi slalom yaparak geçti ve harika bir vuruşla tribünlerin gözlerinin pasını sildi. Tolga Zengin, Eneramo’nun kafa vuruşunu son anda önlemeseydi, konuk takımın soyunma odasına iki farklı yenilgiyle gitmesi işten bile değildi.
Sivasspor’un öne geçmesi ikinci yarının daha tempolu geçmesine neden oldu. Trabzonspor beraberlik için oyunu rakip yarı alana yıkarken, kendi sahasında bıraktığı geniş boşluklar Sivasspor için bulunmaz bir nimetti. Nitekim ev sahibi ekip kendisine sunulan bu nimeti tepmedi. Aatif, Eneramo, Erman ve Grosicki gibi çabuk, süratli ve dikine gidebilen oyunculara sahip Sivasspor, tehlikeli kontrataklar geliştirdi. Bunlardan birinde de ikinciyi bularak Trabzonspor’u şoka soktu. Yiğidolar, tam turun kapısını ardına kadar aralamıştı ki, Ümit’in uzatmanın son dakikasındaki gereksiz faulü sonrası Sapara’nın ayağından frikik golünü kalesinde gördü. Bu gol Trabzon için bir hayat iksiriydi. Kötü geçen bir sezonun, kötü giden bir maçın ardından bundan iyisi şamda kayısı artık!
‘’Fırtına değil meltem!‘’
Bunun sonucunda iki takım adına da beceri noksanlığı, amatörce top kayıpları, gelişigüzel şutlar maça damgasını vurdu. Özellikle ilk 45 dakika, izleyenlere adeta ızdırap çektirdi. Bu bölümde Orduspor rakibine nazaran biraz daha derli topluydu. Trabzonspor ise defans oyuncularının cansiperane mücadelesiyle ayakta kaldı; hücumda ise hiç bir etkinlik gösteremediler. Ataklarda o kadar acemice işler yaptılar ki inanılır gibi değildi. Topu alan, mahalle maçında oynuyormuşçasına burnunu dikine gidiyor, ne boşa kaçanı görüyor ne de yanı başındaki arkadaşına pas aktarabiliyordu. Sonunda da doğal olarak kalabalığın arasında topu kaybediyorlardı.
Futbolda her zaman için en tehlikeli anlar, rakip atağa kalktığında kapılan toplardır. Bu maçta gerek Trabzonspor, gerekse Orduspor birbirlerini eksik yakalayacakları çok sayıda top çaldılar; bir başka deyişle iki takım da atağa çıkarken çok sayıda top kaybetti. Gelgelelim, ikisi de rakibi kontra yakaladıkları bu pozisyonları basit pas hatalarıyla heba ettiler.
İkinci yarıda Alanzinho'nun yerine oyuna giren Adrian oyuna hareket getirdi. Devre arasında Tolunay Kafkas'ın hışmına uğrayan Bordo-Mavili futbolcular daha hırslı, daha istekliydi. Ama hepsi bu kadardı. Oyunu Orduspor yarı sahasına yıkmalarına rağmen beceri noksanlığı yine had safhadaydı. Ta ki, Halil Altıntop oyuna girene kadar. Kritik maçların kritik golcüsü, altı pasta kendisine gelen topu soğukkanlı bir şekilde düzelterek ağlara gönderdi ve Trabzonspor'un dün geceki kabusuna bir son verdi. Golden sonra Orduspor'un beraberlik için kurduğu baskı heyecanın biraz daha artmasına neden oldu. Sezon başında bir ara zirve mücadelesi veren Mor-Beyazlı takımın, nasıl bu kadar sert bir düşüş yaşadığı sanırım futbol akademelerinde ders konusu olur. Tabi aynı durum Trabzonspor için de geçerli. Yılların 'Karadeniz Fırtınası' nasıl dindi, nasıl dindirildi, nasıl denizden esen ılık, hafif melteme döndü? İki yıl önce 82 puan toplayan takım bu sezon nasıl oluyor da küme düşmeme mücadelesi veriyor? O takımdan bu takıma neler değişti? Trabzonsporlular bu soruların cevaplarını bulup, yapılan yanlışları giderebilirse, geleceğe yeniden ümitle bakabilirler. Aksi takdirde bundan sonraki sezonlar da, bu sezonun tekrarı olur ki, bir gün gelir hiç kimsenin ummadığı bir trajedi yaşanabilir? Allah korusun!
‘’Fatih Terim sendromu!‘’
Savunmak bir yana, onu seven biri olarak derin bir hayal kırıklığı içinde olduğumu söylemeliyim. Çünkü sorumsuz davranıyor. Sorumsuzluğuyla hem kendine hem Galatasaray'a zarar veriyor. Kendi yarattığı miti kendi elleriyle yıkıyor. Aslında kendine yazık ediyor. Düşmanlarının eline koz veriyor. Ki, gelmek istediğim nokta da burası! Fatih Terim, sevenleri kadar düşmanları da olan bir figürdür. Üstelik düşmanları sadece karşı cephede değildir; kendi kulübünde de hatırı sayılır oranda düşmanı vardır. Ve bu Fatih Terim'in paranoyası değil, bir realitedir.
Bir zümre vardır ki, Fatih Terim ülke futboluna ne kadar hizmet ederse etsin onu asla sevmeyeceklerdir. Ondan asla hazzetmeyeceklerdir. Galatasaray'ı Şampiyonlar Ligi Şampiyonu, Türk Milli Takımı'nı da Dünya Şampiyonu yapsa bu realite değişmeyecektir. Terim düşmanlığı bakidir! Terim sendromu sari bir hastalıktır! Bir haftadır lince uğraması da bunun en açık göstergesidir. Azınlıkta olan bir kesim, Terim'i yaşadığı düş kırıklığından, yaptıklarını kendisine yakıştıramadıklarından dolayı naifçe eleştirirken, içi Terim nefretiyle dolup taşanlar buldukları fırsatı sonuna kadar kullanıyorlar.
Fatih Terim öfke kontrolünü bir türlü başaramadığı için sık sık bu linç mekanizmasıyla karşı karşıya kalıyor, kalmaya da devam edecek. Terim bu gerçeği bilmek ve bununla yaşamaya alışmak zorundadır. Çünkü biz buyuz. Ya severiz, ya nefret ederiz. Ortası yoktur. Sevgi-nefret ikileminin yerine saygıyı tesis edebilsek bunların hepsi ortadan kalkacak ama olmuyor. İki yüzlülüğümüz buna izin vermiyor.
Yazıyı neden riyakarlığımıza getirip bağladığımı merak edenlere bir sorum olacak: Fatih Terim Fenerbahçe'nin teknik direktörü olsaydı, ondan nefret edenler yine nefret eder, bugünkü linç kampanyasının içinde yer alırlar mıydı? Ya da Aziz Yıldırım Galatasaray başkanı olsaydı!..
İşte budur asıl mesele! Budur çözümsüzlüğümüz!
‘’Pist kaosun eşiğinde‘’
Türk atletizminin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya devam ediyor. Son yıllarda elde edilen başarıların keyfini tam olarak çıkaramadan arka arkaya patlayan doping skandalları nedeniyle sıkıntılı günler yaşayan atletizm sporumuzu bu kez çok ciddi birtakım gelişmelerin yaşanacağı endişesi sarmaya başladı. Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği (IAAF) Anti-Doping Şefi Thomas Captevielle’nin dünyada soruşturulmalarının devam ettiğini duyurduğu 17 faal sporcu arasında 4 Türk atletinin bulunduğu, son olarak bir büyük atletimizin numunelerinin de pozitif olduğu haberleri ayyuka çıkmış durumda. Capdeville’in sözünü ettiği 17 atletin 2009 yılından itibaren uygulamaya konan biyolojik pasaport üzerinden soruşturulduğu bildirilirken, aralarında çok önemli atletlerimizin de olduğu 4 sporcumuzun mercek altına alındığı iddiaları şok etkisi yaratmış durumda. IAAF’in konuyla ilgili Atletizm Federasyonu’na bir yazı gönderdiği, ancak bu yazının kamuoyundan sır gibi saklandığı belirtiliyor. Hatta bu konuda Spor Genel Müdürlüğü ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın dahi devreye girerek kamuoyunda deprem etkisi yaratacak haberin kesinlikle sızdırılmaması talimatı verdiği ifade ediliyor. Bu listede olduğu kaydedilen bazı elit sporcularımızın geçerli bir mazeretleri olmamasına rağmen uzun süredir hiç bir yarışta koşmamaları da iddiaların doğru olabileceği yönünde endişeler yaratıyor.
Büyük bir bomba patlamak üzere!
IAAF’in doping konusundaki baskıları devam ederken, son olarak atletizm camiasına bomba gibi düşen bir haber ise herkesin keyfini kaçırmış durumda. Önemli atletlerimizden birinin -özlük haklarına olan saygımızdan dolayı ismini açıklamıyoruz- kampına 20 gün önce yapılan baskında alınan numunelerin pozitif çıktığı haberi atletizm camiasını bir kez daha sarsmış durumda. Konuyla ilgili bilgisine başvurduğum herkes fıslıtı halinde konuşurken, resmi bilgi almak istediğim Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi ile Federasyonun Genel Sekreteri Nihat Doker telefonlarıma cevap vermediler. Sporcunun antrenörünün ise telefonu kapalıydı. Hiçbir zaman ulaşmakta sıkıntı çekmediğim Sayın Terzi’nin bu kez telefonlarıma çıkmaması ve geri de dönmemesi beni de kuşkuya sevk ederken, önümüzdeki günler Türk atletizmi açısından çok vahim birtakım sürprizlere gebe gibi gözüküyor. Son 1 yıl içinde 8 atletimizin ceza aldığını, birinin ise isminin dopingle anıldığını, bu konuda 11 sporcusu doping cezası alan Hindistan’ın ardından dünyada ikinci olduğumuzu göz önüne alırsak, “Eyvah!” diyorum, başka bir şey demiyorum!
Halter gibi olmasın!
Türk atletizmini ahtapotun kolları gibi saran doping kâbusunun getireceği bir başka tehlike de Atletizm Federasyonu’nun özerkliğinin elden gitmesidir. Halterde yaşananları hepimiz biliyoruz. Kısaca tekrar edelim: 23 Yaşaltı Avrupa Şampiyonası’nda 5 haltercide doping çıkması sonucu Başkan Hasan Akkuş ve Yönetim Kurulu topluca istifa etti. Akkuş giderayak sporcuların tamamının kontrolünü istedi. Yapılan kontroller sonucu 19 sporcuda daha dopinge rastlandı. Bunun üzerine devlet haltere el koydu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Spor Bakanı Suat Kılıç’ın talimatıyla Spor Genel Müdür Yardımcıları’ndan Tamer Taşpınar haltere aday oldu. Camiaya da Taşpınar’ı seçmeleri yönünde telkinde bulunuldu! Sonuçta Tamer Taşpınar Halter Federasyonu Başkanı oldu. Taşpınar, hem Spor Genel Müdürlüğü yardımcılığına devam edecek hem de halterin başkanı olarak görev yapacak. İşte atletizm camiasının asıl endişe duyması gereken de budur. Yarın bir gün korkulan senaryolar gerçekleşirse devlet atletizm için de bir Tamer Taşpınar bulmakta zorlanmayacaktır. O zaman iki kere “Eyvah!” diyorum!
‘’Türk futbolu 'Zan' altında!‘’
Evrensel değerler, kurallar, kanunlar, hukuk, nizam etik bizim için hak getire. Mutlaka bir punduna getirip yasaların, yönetmeliklerin etrafından dolaşmayı başarıyoruz. En geri futbol ülkesinde bile olmayan bir uygulamayı yürürlüğe koyarak ne hakka, ne hukuka, ne vicdana sığan garabet bir fiili durum yarattık. Kırmızı kart gören bir futbolcunun cezası Futbol Disiplin Talimatı'nın 103. maddesine göre ertelenebiliyor. Bundan bir kaç hafta önce bu maddeden Kardemir karabüksporlu Lualua faydalanmıştı. Beşiktaş maçında direkt kırmızı kart Demokratik Kongolu futbolcunun iki maçlık cezası ertelenmiş ve Lualua bir sonraki hafta oynanan Bursaspor maçında forma giymişti. Lualua Üç Büyük takımın formasını giymediği için bu durumun üzerinde o zamanlar pek fazla durdulmamıştı. Ne var ki, şampiyonluk yarışının kızıştığı şu son haftalarda aynı haktan Galatasaray Gökhan Zan için faydalanınca kızılca kıyamet koptu. Herkes her şeyi nalıncı keseri gibi kendine yonttuğu için Gökhan Zan ve Galatasaray eleştirilmeye başlandı. Hiç kuşkunuz olmasın, aynı haktan Fenerbahçe herhangi bir futbolcusu için faydalansaydı bu kez Galatasaray camiası ayağa kalkacaktı. Aslına bakarsanız 103. maddeden yararlanan takım da haklıdır, feveran eden takım da! Burada haksız olan Futbol Federasyonu'dur. Dört sarı kartı dolduran bir futbolcu cezasını çekiyor ama kırmızı karttan atılan bir futbolcu affa uğruyor. Böyle bir uygulamanın izahı yoktur. Bunu ne bugünkü aklı selim insanlara anlatabilirsiniz, ne de gelecek nesillere... Oldu olacak kırmızı kart kaldırılsın da tam kendimize göre bir düzeni tesis edelim! O zaman gücü gücüne yetenin üstte kaldığı bir futbol sistemimiz olur ki, tadından yenmez hani! Hemen hemen her konuda çuvallayan Futbol Federasyonu mum dikmeye devam ediyor! Allah müstehaklarını versin!
‘’Toplu firar !‘’
Türk atletizmini ikinci kez doping hadiseleriyle yazmaktan hicap duyuyorum. Ancak son zamanlarda ceza alan sporculardaki artış da dikkat çekici. İşin daha vahim tarafı ise denetçiler ile sporcular arasında yaşanan kovalamaca! Denetçilerin, Antalya’daki milli takım kampına yaptığı baskında 20 sporcu birden kirişi kırıyor! Denetçiler de yakaladıkları yıldız atletlerden ancak numune alabiliyor. Bundan birkaç ay önce gazetem FANATİK’te ‘Pis’t kokular!’ başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Söz konusu yazıda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun doping yüzünden başının ağrıdığını dile getirmiştim. Doping kontrolleri, numuneleri pozitif çıkan sporculara verilmeyen veya az verilen cezalar vb. nedenlerle Uluslararası Anti-Doping Ajansı (WADA), Türkiye Anti-Doping Ajansı (TADA) ve Uluslararası Atletizm Federasyonu (IAAF) gibi kuruluşlarla federasyonumuzun başının derde girdiğini anlatmıştım.
Federasyon sert çıkmıştı
Atletizm Federasyonu’nun bu yazıya reaksiyonu oldukça sert olmuştu. Beni yalan yazmakla suçlamışlardı. Ancak yaşanan süreç, beni değil federasyonu yalanlamıştı! Zira o yazıda bahsi geçen üç sporcu da ceza aldı. IAAF, biyolojik pasaportundaki kan değerlerinde saptanan anormallikler nedeniyle Bekele’ye 4 yıl ceza verirken, Türkiye Atletizm Federasyonu Ceza Kurulu da, Ali Ekber Kayaş ile Nilgün Öztürk’ü 1 yılla geçiştirdi. Gelgelelim, bu iki sporcuya verilen cezaya Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) Dopingle Mücadele Komisyonu itiraz ederek olayı Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu’na taşıdı. Tahkim Kurulu’nda görülecek dava sonunda Kayaş ve Öztürk’e verilen 1 yıl cezanın 2 yıla çıkarılması kuvvetle muhtemel. Çünkü sporcularda çıkan yasaklı maddeler anabolik steroid cinsinden. Bunun da cezası en az 2 yıl!
Dopingli atletler artıyor
Dopingle olan derdimiz sadece bunlarla sınırlı olsa ‘eyvallah’ diyeceğiz. Ama ne yazık ki öyle değil. Son 1 yıl içinde doping nedeniyle ceza alan Türk atleti sayısı 8’e yükseldi. Bu rakam çok yüksek. Halterden sonra en fazla dopingli çıkan sporcu atletizmde. Devletin bu nedenle özerkliği hiçe sayarak Halter Federasyonu’na el koyduğunu göz önüne alırsak, Atletizm Federasyonu’nun da çok dikkat etmesi gerektiği gün gibi aşikar. Kayaş ve Öztürk olayı da federasyonun dopingle mücadele konusunda gevşek davrandığının bir göstergesi. O kadar ki, geçmişte bir müsabakaya yapılan baskında denetçilerin milli takım sorumlusu tarafından tartaklandığını da burada hatırlatmakta fayda var. Hal böyle olunca federasyonun bu tutumundan cesaret alan sporcular da her türlü aymazlıkta bulunabiliyor.
WADA ve TADA yakın takipte
Son yaşanan hadise pes dedirtecek cinsten. Bu ayın başında milli atletlerin Antalya’da kamp yaptığı Akropol Hotel’e TADA denetçileri baskın yapıyor. Bunu haber alan 20 sporcu birden kirişi kırıyor! Denetçiler aynı gün bir daha baskın yapıyor, bir kez daha toplu firar yaşanıyor! Denetçiler üçüncü baskında ise bazı genç atletlerden ancak numune alabiliyor! Çemberin daraldığını gören bazı tecrübeli sporcular (!) dilekçe yazarak mazeret bildiriyor ve kampı 5 gün önceden terk ediyolar. Denetçilerle sporcular arasında yaşanan bu kaçan-kovalayan hadisesini federasyon bilmiyor mu? Elbette biliyor. Neden göz yumduğunu ise bizim bilmemiz mümkün değil. Belki ‘bu durum, bütün dünyada böyledir’ diye düşündüklerindendir! Ama mesele küçümsenecek, geçiştirilecek bir mesele değil. Gerek WADA, gerekse TADA dopinge karşı gösterilen bu tolerans nedeniyle Türk atletizmini yakın takibe almış durumda. Umarım ileride büyük sürprizlerle karşılaşmayız!
‘’Yılmaz Vural'a ayıp!‘’
Uluslararası arenada yüz akımız olan hakemler Türkiye'de linç ediliyor. Onları savunması gereken kurumlar ise aslanların önüne yem olarak atıyor, kendi öz evlatlarını... Lanet olsun, diyerek bu bahse burada ara veriyorum. Çünkü ileride yine hakemlerin yalnızlığına, sahipsizliğine değineceğimizi biliyorum. Ve geçiyorum haftanın dikkat çekici bir başka olayına; Yılmaz Vural'ın istifanın eşiğine gelmesi meselesine... Yılmaz Vural'ın kim olduğunu burada tekrar etmenin alemi yok. Elazığspor'da bugün yarattığı tabloya bakılacak olursa, bir mucizenin eşiğinde olduğunu söyleyebiliriz. Göreve geldiği 8. haftada Elazığ'ın galibiyeti yoktu ve sadece 3 puanı vardı. Ligin sonuna demir atmıştı. 25. hafta itibariyle ise durum şu: Elazığspor 30 puanla 13. sırada. Bu bir başarı mıdır? Elbette başarıdır. Bu şekilde devam etmesi halinde ligde kalma ihtimali bir hayli yüksektir. Hiç kuşkusuz bu da önemli bir başarıdır.
Aslan payı ise tabii ki Yılmaz Vural'a aittir. Çünkü bitip tükenmiş bir takımı devralarak ayağa kaldırmayı başarmıştır. Tekrar yarışın içine sokmuştur. Kente ve takıma yeni bir sinerji katmış, yeni bir hava ve yeni bir heyecan getirmiştir. Gelgelelim, birileri bundan rahatsızlık duymuş olmalı ki, Yılmaz Vural'ın arkasından dolaplar çevirmişler. Yerine TV yorumcusu Ümit Özat ismini telaffuz etmişler. O da bunu doğrulamış. Yılmaz Vural'ı zaman zaman ekrandan ağır bir şekilde eleştirmiş filan... Yılmaz Hoca da istifanın eşiğinden dönmüş. Tam Türkiyelik bir durum yani... İşte bizim futbol iklimimiz, futbol kültürümüz budur. Emeğe, emekçiye, spor adamına, meslektaşa saygı hak getire. İşleri yoluna soktu ya, o bıraksın, kaymağını ben yiyeyim mantığı. Tam bir ilkellik, tam bir ilkesizlik. Buna çanak tutanlar varsa, -ki muhakkak vardır- onlar için de aynı tanımlamam geçerlidir. Belli ki, Elazığ'da Yılmaz Vural'ın çapını, ağırlığını kaldıramayanlar var. Sorunun bir kaynağı da bu olsa gerek. Her ne olursa olsun, Yılmaz Vural'a yapılanlar kelimenin en hafif tabiriyle ayıptır. Yazıktır, günahtır. Bu günahın vebali de işleyenlerin boynunadır!
‘’Özerkliğin iflası‘’
Ancak bazı federasyonlar bu fiili durumu başıboşluk olarak algıladı. Bu da bir takım çekişmeleri beraberinde getirdi. Federasyonların hemen hemen tamamında kişisel ya da grupsal çatışmalar yaşanmaya devam ediyor. Halterdeki doping skandalına ve sonrasında gelişen olaylara bu çerçeveden bakmakta fayda var. Hasan Akkuş dopingi kaldıracağım iddiası ile göreve gelmişti. Bu konuda ciddi çalışmalar da yaptı. Gelgelelim, spor tarihimizin en kitlesel doping olayı da onun zamanında yaşandı. Ben, Akkuş’un uygulamalarından rahatsız olan bir takım çevrelerin Türk halterini sabote ettiği kanaatindeyim. Sonuçta devlet olaya el koydu ve Spor Genel Müdürlüğü (SGM) yardımcılarından Tamer Taşpınar’ın seçilmesini sağladı. Hiç kuşkusuz bu halterin özerkliğine vurulan ağır bir darbedir. Taşpınar hemSGM’deki görevine devamedecek hemde Halter Federasyonu Başkanlığı’nı sürdürecek. Bir yandan devleti temsil edecek, bir yandan da özerk federasyonun başında yer alacak! Böyle bir özerklik anlayışı olamaz. Zaten seçim sürecinde de devlet bütün ağırlığı ile Taşpınar’ın kazanması için yüklenmişti. Ortada tambir tülüat var! Bu aynı zamanda diğer federasyonlara da gözdağıdır. Tamam, federasyonların büyük çoğunluğu özerkliği yüzüne gözüne bulaştırdı. Ama bunu çözmenin yolu, federasyonlara el koymak değildir. İşlerini düzgün yapmaları için devletin rehberlik yapması yeterliydi. Ya da yasaları ve yönetmelikleri uygulaması... Ama görünen o ki, bugün sporu yönetenlerin anlayışı Kuzey Kore ve Küba sporunu yönetenlerden farklı değil. Yine döndük 30 yıl öncesine!..