Arama

Popüler aramalar

‘’Pardon Emre!‘’

Ve sadece siyaset için geçerli değildir bu tespit. Ekonomide de, sanatta da, sporda da 24 saat uzun bir süredir. Onun için herhangi bir konuda değerlendirmede bulunurken kesin yargılardan kaçınmak gerekir. Aksi takdirde kendinizi büyük yanılgılar ve derin düş kırıklıkarı içinde bulursunuz. Tıpkı şu an benim içinde bulunduğum durum gibi.

Emre Belözoğlu'ndaki, olduğunu sandığım değişim üzerine yüreğim kıpır kıpır olmuştu. Bayram gelmeden bayramlıklarını giyip sağa sola seğirten çocuklar gibi şenlenmiştim. Hemen kalemime sarılıp 'Helal olsun Emre'ye, işte budur' diye methiyeler düzmüştüm. Rakiplerine, arkadaşlarına saygısından, efendiliğinden filan söz etmiştim. Çok değil, daha bir hafta önce. Yine bu köşede, bu sütunlarda. Ne safmışım! Ne ağzı açık ayran budalasıymışım!
Bu ülkede 24 saat bile uzun süreyken, bir haftanın bir ömre tekabül edeceğini unutmuşum. Bir haftada neler neler değişebileceğini hiç aklıma getirmemişim. Fenerbahçe'deki cicim aylarını hesaba katmamışım. İşler biraz ters gidince Emre'nin taktığı maskenin düşeceğini hissedememişim. Giden Emre ile gelen Emre arasında zerre kadar değişen bir şey olmadığını anlamam için bir hafta yetti de arttı bile. Sağolsun, Emre Belözoğlu yazdıklarımı bana yedirdi! Yine çirkeflik, yine küfür.

Artık kafama dank etti. İyimserlik sari bir hastalıkmış! Bir kişi, bir olay, bir kurum, bir toplum hakkında kesin bir yargıya varmadan önce kırk bin kere düşünmek, temkini hiç bir zaman elden bırakmamak gerekiyormuş. Dersimi aldım bir kez daha.

İyisi mi ben 'pesimist' özüme tekrar geri döneyim! Bir kaç adım daha geri çekileyim. Hayata biraz daha uzaktan bakayım. Belki daha az yanılırım; sizleri de daha az yanıltırım.

Hepinize 'pardon' diyorum sevgili okurlar! Emre'ye de tabii!.. Bir daha Emre Belözoğlu'yla ilgili bir yazı kaleme alırsam namerdim!

01 Mart 2013, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Emre Belözoğlu'nun evrimi!‘’

Ancak, kısacık yaşantımızda kendimize ufak tefek rötüşlar yapabiliriz. Zaten hayat da bunu hepimize dayatmaktadır. 'Zamana ayak uydurma' deyimi boşuna değildir. Ayak uyduranlar yoluna devam eder, uyduramayanlar ise kendi daracık zamanlarının içine hapsolup kalır. Kozasından çıkamayan tırtıl gibi ölümü bekler!

Elbette Emre Belözoğlu da herkes gibi bu doğal döngüden nasibini alacaktır, almalıdır. İspanya'ya giderken alevlerin dört bir yanı sardığı bir yangın mahallinden kurtulup sakin ve dingin sulara yelken açan bir kazazede gibiydi. Alabildiğine öfkeli, hırçın ve yorgundu. Bir daha geri dönmeyeceği düşünülüyordu. Verdiği röportajlardaki sözlerinde, ekranlara ve gazete sayfalarına yansıyan görüntülerinde huzuru bulmuş gibi bir hali vardı. Yakın arkadaşı Arda ile birlikte olması hasebiyle, yalnızlık çekmiyor, adaptasyon sorunu da yaşamıyordu. İspanya onun son durağı gibiydi. Ama öyle olmadı. Sürpriz bir şekilde geri döndü. Hiç kuşkusuz Fenerbahçe'nin ona olan ihtiyacı bunda önemli rol oynadı. Ancak belli ki onun da Fenerbahçe'ye ihtiyacı vardı. Atletico Madrit'teki yedeklik günlerinin onun huzurunu kaçırdığı ortadaydı. Bunun Milli Takımı olumsuz etkilediği de... Şartlar onun Fenerbahçe'ye dönmesini gerektirdi.

Fenerbahçe'nin ligin ikinci yarısında değişen çehresi de bu gerekliliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor zaten. Emre takımına müthiş bir katkı yapıyor. Şampiyonluk yarışında Fenerbahçe'nin en büyük kozu olduğu bir gerçek. Gitmeden önce de öyleydi. Giden Emre ile gelen Emre arasında futbolu bakımından bir fark yok. Fark, Emre'nin saha içindeki duruşunda. Gitmeden önce herkesin antipatisini toplayan Emre'de büyük bir değişim gözleniyor. Hırsından, mücadele gücünden ve azminden bir şey kaybetmemiş. Ancak daha sakin, daha olgun, daha hoşgörülü. Ve daha saygılı; kendine, hocasına, mesleğine, meslektaşlarına, rakiplerine, basın ve kamuoyuna karşı... Belli ki
İspanya'daki futbol ortamı ona çok şey katmış. Daha önce de Avrupa'da bulunmuştu, ama o zaman toydu. Şimdi ise algıları daha açık. Uzakdoğu seferinden dönen bir yaşam gurusu gibi sanki. Umarım her şey bir illüzyondan ibaret değildir! Umarım bu böyle devam eder de hem kendisi kazanır, hem Fenerbahçe, hem Türk futbolu...

19 Şubat 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sürpriz olmadı!‘’

20 yıllık meslek hayatım boyunca güreşi yakından takip ederim. Yapılan her kural değişiklikliği güreşi giderek seyredilir olmaktan çıkardı. Hakem oyunları ve arada bir patlak veren doping skandalları da cabası. Bütün bunların IOC’de rahatsızlık yarattığı zaten biliniyordu. Gelgelelim başta FILA olmak üzere güreş dünyası yapılan uyarıları dikkate almadı. Sporun artık pazarlanabilir bir ürün olduğu gerçeği görmezden gelindi. Televizyon yayınlarının branşların olimpiyatlardaki kaderini belirleyecek hale gelmesi güreşin ipini çeken ana etkendir. FILA, bu konudaki önlemleri alamadığı için başlarına bu felaket geldi. Bundan sonra tekrar güreşi olimpiyat takvimine sokmak için çok çalışacaklar elbette. Mayıs ayında yapılacak IOC İcra Kurulu toplantısında üç ay önce olimpiyattan çıkarılan bir branş diğer 7 branşa tercih edilir mi, o bilinmez. Kanımca çok zor. Ama Allah’tan da ümit kesilmez!

13 Şubat 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Sabri'nin onur savaşı‘’

Olimpiyat Stadı'nda oynanan bir karşılaşmada takım hücumdayken top ona gelmişti. Topu biraz sürdü, kafasını kaldırdı ve kaleye mermi gibi bir şut çıkardı. Top direğin üzerinden auta çıktı. Taraftar onu alkışladı. Ne var ki, bu tercihi takım kaptanının hoşuna gitmemişti. Döndü, herkesin duyabileceği şekilde sahanın ortasında genç futbolcuyu azarladı. Kendisine pas vermeyip şut çektiği için ona bağırdı, çağırdı. O da eliyle 'pardon' işareti yaparak başını önüne eğdi ve yürüdü gitti. Yıkılan öz güvenini ve incinen gururunu da yanına alarak...

Sabri Sarıoğlu o günden sonra kaleye şut çekmekten korkar oldu. Oysa öyle bir yeteneği vardı. Kendisine yeni Emre Belözoğlu olarak bakılıyordu. Lakin, saha içinde ve dışında yaşadıkları kendine olan güvenini gidekek azaltıyordu. Bu da hırçınlaşmasına ve çoğunlukla sahada eli ayağına dolaşmasına sebep oluyordu. Bazan saçma sapan işlere imza attığına da tanık oluyorduk. Derken, bu mülevves hali onu bir komedi figürüne dönüştürdü. Sosyal medya denen linç ağı, onu dillere pelesenk etti. Mahallenin saf delikanlısı olmuştu. Herkes onunla dalga geçiyordu. Aşağılanıyordu, onuru çiğneniyordu. O da giderek içine kapanıyordu. Kendisine yapılanlara pek ses çıkarmıyordu. Hepimizin annesi olası başörtülü annesi onu izlemek içine tribüne geliyordu ama bu bile bize insanlığımızı geri getirmeye yetmiyordu. Kedinin yumakla oynadığı gibi onun kişiliğiyle, gururuyla oynuyorduk. O ise kendisine yapılanları bir çelebi olgunluğuyla karşılıyor ve işine bakıyordu. Aslında bir 'Galatasaray Kaptanı' nasıl davranırsa öyle davranıyordu. Sessizliğiyle hepimize okkalı bir cevap veriyordu ama biz anlamıyorduk. Neyse ki, bu savaşı o kazandı. Yıkılmadı, yerle bir olmadı. Bilakis dimdik karşımıza dikildi. Verdiği onur mücadelesinden galip çıktı. Futboluyla, efendiliğiyle, olgunluğuyla, yeniden kavuştuğu formasıyla, kazandığı özgüveniyle, dünyalar güzeli çocuğuyla bir gurur abidesi gibi duruyor karşımızda Sabri Sarıoğlu... Bundan sonra onunla ilgili konuşurken, yazarken, çizerken saygılı olmamız gerektiğini bilmem ki daha nasıl anlatsın? Kafamıza kafamıza vurdu işte. Utancımızla bizi baş başa bıraktı. Bu ayıp da bize yeter!

12 Şubat 2013, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Anadolu ihtilali mi?‘’

Galatasaray'ın 2006 yılındaki mucizevi şampiyonluğu yakaladığı gece ben Kayseri'deydim. Denizlispor-Fenerbahçe maçının son dakikalarını herkes nefesini tutmuş bir şekilde takip ediyordu. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte Kayseri sokakları bayram yerine döndü. Ellerinde Sarı-Kırmızı bayraklar ve flamalarla Kayseri şehri Galatasaray'ın şampiyonluğunu kutluyordu. Gördüğüm manzara karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Çünkü Galatasaray, kendisine şampiyonluğu getiren maçta Kayserispor'u yenmişti! Ve Kayserispor o yenilgiyle tarihinde ilk kez katılacağı UEFA Kupası'da mücadele etme şansını kaybetmişti! Normal şartlarda Kayserililer'in üzülmesi gereken bir tablo vardı ortada ama onlar sevinç çığlıklarıyla caddelerde tur atıyorlardı! Çünkü kentin takımına değil, bir İstanbul takımına aidiyet hissediyorlardı. Bu durum sadece Kayseri'de değil, Trabzon, Bursa ve Eskişehir dışındaki bütün Anadolu kentlerinde aynıdır.
Bu sezon Üç Büyükler 20. hafta itibariyle toplam 80 puan kaybederek lig tarihinin en büyük puan kaybını yaşıyor. Anadolu takımları İstanbul'a geliyor çatır çatır futbol oynuyor ve sahadan puanlarla ayrılıyor. Keza, Üç Büyükler hiç bir sezonda yaşamadıkları kadar deplasman kabusu yaşıyor. Futbolseverlerin aklına da ister istemez yukarıdaki soru geliyor: Beklenen Anadolu ihtilali gerçekleşiyor mu? Benim cevabım net: Hayır. Böyle bir ihtilalin ne bu sezon, ne de yakın bir tarihte gerçekleşme ihtimali sıfır. Bunun için önce Anadolu kentlerinde zihniyet devrimi gerekiyor. Ne yazık ki böyle bir devrimin ayak sesleri bile duyulmuyor. Anadolu takımları figüran olmaya ve kalmaya razı. Çok çarpıcı bir örnek verelim: Dört yıl önce şampiyon olarak '5. Büyük' unvanını alan Bursaspor'un, o takımı nasıl darmadağın ettiğini ve son sürat sıradanlaşmaya doğru gittiğini hatırlatırsak mesele daha iyi anlaşılır. Son bir hatırlatma daha yapayım: Futbol tarihinin en büyük puan kayıplarını yaşayan Üç Büyükler'den biri puan tablosunda hala lider; diğer ikisi de ilk 4'ün içinde ve şampiyon muhtemelen onlardan biri olacak!

04 Şubat 2013, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ünal Aysal devrimi!‘’

Zaman zaman bu konuda bazı kulüplerimiz adım atmaya çalışsa da, iç bünyelerindeki sorunlar ve göreve gelen ihtiraslı yöneticiler nedeniyle başarıya ulaşamadılar. Bu sezon ise kurumsallaşma yönünde dev adımlar atan örnek bir modelle karşı karşıyayız. Göreve geldiği andan itibaren en büyük hedefininin Galatasaray'a kurumsallaşmayı getirmek olduğunu her fırsatta dile getiren Başkan Ünal Aysal, Sneijder transferinde izlediği strateji ile bu konuda çok önemli örneklemeler sergiledi. Kulübü yavaş yavaş profesyonellerle yönetmeye başlayan Aysal, transferin ilk aşamasında başkanlar düzeyinde temas kurduktan sonra geri çekildi ve süreci yönetmeyi tamamen profesyonellere bıraktı. Ne kendisi, ne bir başka yönetici, ne de teknik direktör sürece müdahelede bulunmadı. Kulübün CEO'su Lütfi Arıboğan ile başkanın danışmanı Sinan Kalpakçıoğlu operasyonu yöneten isimler oldular. Son olarak dün gerçekleştirilen imza töreninde de Sneijder'in yanında futboldan sorumlu olması hasebiyle yönetici Ali Dürüst ve CEO Lütfi Arıboğan yer aldı. Futbol tarihimizin en önemli transferlerinden biri olmasına karşın Başkan Ünal Aysal imza fotoğrafına girmedi. Futbolla alakası olmayan diğer yöneticilerin de girmesine müsade etmedi. Ne yöneticiler, ne de teknik heyetten herhangi biri törende yer alıp öne çıkmaya çalışmadı. Bugüne kadar alışageldiğimizin dışında bir görüntü ile karşı karşıyayız. Ve bu, gerek Galatasaray, gerekse Türk futbolu için bir milattır. Başkan Aysal'ın başlattığı bu devrimin başarıya ulaşması, Galatasaray'ın ve Türk futbolunun önünü açacaktır. Diğer kulüpler de zamanla bu modele bürünecektir. Türk futbolu, ancak ve ancak eski arabesk yönetici modellerinin ve yöntemlerinin tasfiyesiyle kurtuluşa erebilir. Tabii, Ünal Aysal'ın da yoluna kulüp içinden taş koyup engellemeye çalışmazlarsa!..

23 Ocak 2013, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Dede'nin ikramı‘’

İki takım için de grupta ilk iki sıraya girmek için hayati önemdeki maç da, beklendiği gibi zevkli, çekişmeli ve tempolu geçti. İlk yarıda Antalyaspor, ikinci yarıda ise Eskişehirspor daha etkili gözüktü.

Saha avantajını iyi kullanmak isteyen Antalyaspor, kontrollü başladığı karşılaşmada rakibine önde basarak Eskişehirsporlu futbolcuları hataya zorladı. Bunda başarılı da oldular. Maçın ilk çeyreğinde Eskişehirspor oyun kurmakta zorlandı ve çok sayıda top kaybı yaptı. Gelgelim Antalyaspor, kazandığı bu toplarla Eskişehir kalesine ani baskınlar düzenlemesine karşın, net pozisyonlara giremedi. Kazandıkları gol ise Dede'nin akıl almaz bir hatasından geldi. Elbette bunda Isaac'in takipçiliğinin de rolü büyüktü. Antalyaspor'da yeni transfer Mehmet Sedef sahanın en başarılı ismi olarak göze çarptı. Sanki 40 yıllık Antalyasporlu gibi takımına ve arkadaşlarına uyum sağladığı gözlenen genç futbolcu, kendi kanadını başarıyla savunduğu gibi, zaman zaman arkadaşlarının da kademesine girerek Eskişehirspor ataklarına set çeken futbolcu oldu. Mehmet Sedef'e Musa Nizam enerjisi, Deniz de tecrübesiyle eşlik etti.

Eskişehirspor'da ise Diego dışında arkadaşlarının bir adım önüne geçti denecek futbolcu yoktu. Transferin flaş ismi Alper orta alanda yalnız kalınca hücuma da fazla destek veremedi. Bunda Tello'nun kötü gününde olmasının rolü büyüktü. Kırmızı-Siyahlılar'ın bir başka etkili ismi Erkan Zengin ise hakemle oynamaktan kendi futbolunu oynamaya fırsat bulamadı! Konuk takım, ikinci yarının büyük kısmını rakip alanda oynamasına rağmen, kalabalık Antalyaspor savunmasını aşamayınca kaderine razı oldu. Bu skor, kupa yolculuğunda Antalyaspor'a az da olsa avantaj sağlamış oldu. Ancak daha oynanacak üç karşılaşma daha var. Ve köprünün altından daha çok sular akabilir!

18 Ocak 2013, Cuma 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Şifo Mehmet'in zekası!‘’

Hadi bugün bırakalım Yıldırımları, Meirelesleri, PFDK'yı, Tahkim'i, Büyükleri, falanı, filanı... Şu toz duman arasında emekleri, alın terleri, başarıları görmezden gelinenlerden bahsedelim. Güney'in mütevazı ekibi Antalyaspor ve onun patronu Mehmet Özdilek'in hakkını teslim edelim. Ayak seslerini duyduğumuz '6. Büyük'ün heyecanını yaşayalım. Nasıl oluyor da, ufak bütçelerle oluşan bir takım bugün milyonlarca dolarlık İstanbul Dükalarına kafa tutabiliyor? Kırmızı-Beyazlı futbolcuların sahada göz kamaştırıcı işlere imza atmasının sebepleri nelerdir? Bir yıl içinde küme düşmekten kıl payı kurtulup da ligin zirvesine tırmanmalarının sırı nedir? Ben söyleyeyim size... Antalyaspor'la oynayan takımlar sahada 11 tane Mehmet Özdilek'e karşı oynuyor! Futbol yetenekleri sınırlı olsa bile Antalyasporlu futbolcuların ortak özelliği zeki olmaları. Fizik güçlerinin yanısıra akıllarını da sahaya yansıtmaları.

Mehmet Özdilek'i bilirsiniz. Ufak tefek olmasına rağmen sahada zekasıyla fark yaratıyordu. Futbol yeteneğini aklıyla harmanlayıp bir döneme damgasını vurmuştu. Futbol camiası da onu haklı olarak o zamanların en önemli futbol beyni Belçikalı Şifo'ya benzetmiş ve onun adıyla anmaya başlamıştı. İşte Mehmet Özdilek futbolcuyken yaptığını şimdi de teknik direktör olarak sergiliyor. Yine aklını ve zekasını konuşturuyor. Geçen yıl ki yaşlı ve hedefsiz kadroyu büyük ölçüde yenileyerek kendisi gibi zeki futbolculardan oluşan bir takım oluşturdu. Aynı zamanda da sakin ve özgüveni yüksek bir futbolcu topluluğu meydana getirdi. Bakın Antalyaspor'a, sahada ne yaptığını bilmeden gezinen bir adam göremezsiniz. Hepsi futbolu biliyor, hepsi verilen taktiği harfiyen yerine getiriyor. Hal böyle olunca da makine gibi işleyen bir takım seyrediyorsunuz. Birbirini tamamlayan, birbirini bütünleyen... Ve doğal olarak bu mekanizmanın bazı dişlileri de yetenekleri ölçüsünde kendilerini gösterme şansı yakalıyor. Aissati gibi, Uğur İnceman gibi, Diarra gibi...

Temennim, sezon başında akıllarında olmasa bile, bugün çıktıkları şampiyonluk yolculuğunu sonuna kadar sürdürmeleri. Umarım başarırlar. Umarım bir tabuyu da onlar yıkar. Çünkü buna hem kendilerinin, hem de Türk futbolunun şiddetle ihtiyacı var. Yolları açık olsun.

29 Aralık 2012, Cumartesi 18:20
YAZININ DEVAMI