Arama

Popüler aramalar

‘’Bu kadar çatlak su tutmazdı!‘’

Terzi, uzun süre inkar etti. Ama gerçek ortaya çıkınca sürecin devam ettiğini açıklamak zorunda kaldı. Ardından gençlere ve yıldızlara kadar sirayet eden doping kâbusu bir karabasan gibi Türk atletizminin üzerine çöktü. Terzi bu dönemde de doğru bir kriz yönetimi sergileyemedi. Ekibini korumak, kollamak gibi bir cihete gitti. Oysa bu konuda görev kusuru olanları derhal uzaklaştırmalıydı. Dopinge karşı sıfır töleransla hareket etmeli ve sorumlu kimlerse hepsinin cezasını kesmeliydi. Usun süre süreci savsakladı. Mızrak çuvala sığmayınca da masaya yumruğunu vurmaya hazırlandı. Lakin artık çok geçti. Canavar onun da başını yedi. İstanbul’un 2020 adaylığına zarar vermemek için belki bir takım kararları sürüncemeye bıraktı ama bu iyi niyeti dahi onu kurtarmaya yetmedi. Tabii elde edilen başarılar da... Yapması gereken dirayetli olmasıydı. Ama o kadife eldivenin içindeki demir yumruk olamadı. Olmaya karar verdiğinde de iş işten geçti. Kendisine bundan sonraki yaşamında başarılar dilemekten başka bir şey elimizden gelmez. Yeni gelecek ekibin de bütün bu olanlardan dersini çıkararak Türk atletizmini bu illetten kurtarmayı birinci vazifeleri olarak görmeleri gerek. Aksi takdirde canavar yedi başlı ejderhaya döner ki, bir başını kessen yerine yedisi daha çıkar.

02 Ağustos 2013, Cuma 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Türk sporu göçük altında!‘’

Bu ülkenin kuytu köşelerinde binlerce Murat Karabaş olduğudan emin olabilirsiniz. Bizim onların farkına varabilmemiz için ne yazık ki zamansız bir şekilde bu dünyaya veda etmeleri gerekiyor. Varlıklarından ancak böyle haberdar olabiliyoruz. Kürsüye çıktıklarında, madalyalarla ülkelerine döndüklerinde yanlarında bir fotoğraf çektirmek için tepinenler, akşamın alaca karanlığı çöktüğünde bir sis bulutu gibi ortadan kayboluyorlar. Murat Karabaş gibi gençlerimiz ise yaşam gaileleriyle baş başa kalıyor. Kaderlerine meydan okuyorlar, hayatla baş etmeye çalışıyorlar. Kimi zaman galip geliyorlar, çoğunlukla da kaybediyorlar. Muğla’da göçük altında kalan sadece Murat Karabaş değildir, Türk Sporu’dur aslında toprağın altında kalan...

Hala babadan kalma yöntemlerle Türk Sporu’nu yönetmeye çalışanlar, bilime, medeniyete, uygarlığa sırt çevirenlerdir aslında göçükle göçenler. Görkemli, şatafatlı, limuzinli, mercedesli, bol sıfırlı paralarla spor organizasyonları düzenlemek marifet değildir. Marifet Metin Karabaş gibi sahipsiz sporcularına gelecek kaygısı taşımadan spor yaptırabilmektir. Marifet insana yatırım yapmaktır. Marifet insanı yaşatabilmektir. Ama nerede o izan, o sağduyu, o akıl, o vicdan? Spor bürokrasisinin soğuk duvarlarına çarpıp toprağa düşen Murat Karabaş ne ilktir, ne de sonuncu olacaktır. Sporumuzda insanı baz alacak bir yönetim modeli, çağdaş bir sistem oluşturamadığımız müddetçe böylesi trajedilerden kaçış yoktur. Bize de Murat Karabaş’a Allah’tan rahmet, ailesine baş sağlığı dilemekten başka bir söz düşmüyor, ne yazık ki...

Lanet olsun!

23 Temmuz 2013, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Akdeniz'in öteki yüzü (2)‘’

Sayının 30’lu rakamlara kadar çıkacağı dillendiriliyor. Atletizmde ve halterde yaşanan doping skandalları yeni değil. Son bir yıldır bu iki branşımızın yasaklı ilaçlarla başı dertte. Ancak Akdeniz Oyunları sürecine girilince dopingli çıkan sporcu sayısında bir patlama yaşandı. Peki neden? Nedeni gayet basit. Akdeniz Oyunları’nda altın madalya kazanan porcuya verilecek ödülün 500 altına çıkarılması. Yaklaşık olarak 350 bin Lira gibi bir rakama tekabül eden bu akıllara ziyan ödül, sporcuların başını döndürmeye yetti de arttı bile. Türkiye’nin dışında hiç bir ülkenin iplemediği, -iplemediklerini de getirdikleri üçüncü-beşinci sınıf sporcularla gösterdiler- Akdeniz Oyunları’na bu kadar büyük miktarda para ödülü vermek, hayatı boyunca bir daha böyle bir parayı kazanma şansı bulunmayan sporcuları gayrı meşru işlere teşvik etmekten başka bir işe yaramazdı, yaramadı da zaten. Bizden sonra en büyük para ödülünü 15 altına tekabül eden bir miktarla İtalya’nın verdiğini, 11 ülkenin ise hiç ödül vermediğini hesaba katarsak, nasıl bir savurganlığın içine girdiğimiz daha iyi anlaşılır. Bu ödül işinin bir başka boyutu da bazı branşlara sadece iki ya da üç sporcunun katılması nedeniyle, müsabakaya çıkan Türk sporcularının otomatikman para ödülüne hak kazanması oldu. Yani orada ben de çıksam, ikinci ya da üçüncü olarak para ödülü alırdım! Ödülle ilgili şunu da eklemeliyim: Altın madalyaya 500 altın, gümüşe 75, bronza 50! Bu nasıl matematik, bu nasıl mantık, biri bana izah etsin.

Ambulansın önünü kapayan konvoy!

Dünkü yazımızda Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın Oyunlar’a tam anlamıyla damga (!) vurduğundan söz etmiştik. Devam edelim: Bakan Kılıç’ın müsabakalara gidiş gelişleri sırasında yaşananlar tam bir Üçüncü Dünya ülkesine ait görüntülerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bakan’ın 8-10 araçlık, bir o kadar da motorize ekiple tesislere teşrifi sırasında yolların kesilmesi, tesis otoparklarına başka araçların sokulmaması, onlarca insanın ellerinde telsizlerle ve kulaklıklarla bağıra çağıra konuşmaları, koşuşturmaları, ortalığı dizayn etmeye çalışmaları, etrafta kuş uçurtmamaları insana sürrealist bir coğrafyada yaşadığı hissini veriyordu. Aynı telaş ve koşuşturmaların Bakan protokol tribinüne otururken de devam ettiğini eklemeliyim. Bakan’ın postmodern bir padişah gibi hareket etmesi sonucu fenalaşan bir sporcuyu taşıyan ambulansın da yaklaşık 6-7 dakika konvoya ait bir aracın çekilmesini beklediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Nevin Yanıt Atletizm Sahası’nın protokol tribününün önünde yaklaşık 100 metrelik bir yol mevcut. Bu yolun bir şeridini bakan konvoyu işgal etmiş. Açık olan şeride de yine konvoydan bir araç park etmiş ve yolu tamamen kapatmış. Şöforü de tribüne çıkmış. Cezayirli bir sporcu yarış sonrası fenalaştı. İlk müdahelenin ardından göğsünde sıkışma olduğu gerekçesiyle ambulansla hastaneye doğru yola çıktılar. Gelgelelim, ambülans bakan konvoyunun yolu kapatması nedeniyle devam edemedi! Ambulansın içindeki sporcunun antrenörleri bağırıp çağırıyor, tepiniyor, aracın camlarını yumrukluyor ama nafile! Ben dışarı çıktığımda ambulans her nedense sirenlerini kesmişti! Görevlilerden bilgi aldıktan sonra ben aracın yanında durdum ve 5 dakika saydım. Bir süre sonra şöför bulundu da ambulans tekrar hareket etti. İçerideki hasta için saliselerin bile büyük önemi varken, bu ilkellik nedeniyle hasta 6-7 dakika ambulansla beklemek zorunda kaldı. Allah müstehaklarını versin diyorum ve geçiyorum bir başka ayıba.

Sultanlar’a yapılan büyük ayıp!

Kadın Voleybol Milli Takımımız İtalya ile final oynadı ve kaybetti. Bakan Suat Kılıç ile Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan da tribündeydi. İlk üçe giren takımlar için seremoni hazırlıkları yapılırken, iki Bakan da salonu terk edip gitti. İkinci oldu diye Sultanlar’ı tebrik etme gereği bile duymadılar. Kızlarımız birinci olsaydı ödüllerini takdim edip, birlikte de basına poz vereceklerdi elbette. Ama ikinci olarak Sayın Bakanlarımızı yedi düvele utandırdıkları için cezalarını çektiler! Bakan Kılıç’ın damgasını vurduğu bir olay da, günlük olarak hazırlanan Oyunlar Gazetesi’nin her sayısında en az 8-10 fotoğrafının yer almasıydı. Onunla ilgili bir ya da bir kaç haber mutlaka oluyordu; onunla ilgili olmayan başka haberlerde de bir formül bulunup fotoğraflarına yer veriliyordu. Bunun, hepsi değerli meslektaşım olan editoryal kadronun tercihi ya da işgüzarlığı olduğunu sanmıyorum. Onlara yapılan baskı sonucu böyle olduğunu düşünüyorum. Olan, Bakan Kılıç’ın Oyunlar’ın önüne geçme çabasından başka bir şey değildi. Son olarak ciritte altın madalya alan Fatih Avam’ın madalya töreninin Bakan Kılıç orada olmadığı için ertelendiğini ve bunun da krize neden olduğunu bir kez daha hatırlatayım ve Bakan bahsini burada kapatayım.

Jeneratör dumanı soluyan atletler!

Tesislerin mükemmeliğinden dünkü yazımda söz etmiştim. Bu tesisleri Türk Sporu’na kazandırdıkları için Spor bakanlığı’na ve Spor Genel Müdürlüğü’ne de teşekkür ettim. Ama Mersin Büyükşehir Belediyesi’ni atlamışım. Tesislerde onların da büyük bir emeği ve bütçesi olduğu aşikar. Onlara da bir teşekkür borçluyuz. Temennim, bu tesislerin sürekli çalşıtırılarak atıl hale gelmemesi. Ayrıca Oyunlar boyunca tesislerin bakımının ve temizliğinin çok iyi yapıldığını da eklemeliyim. Tek gözüme takılan Nevin Yanıt Atletizm Sahası’ndaki jeneratör oldu. Şehir şebekesinin kesilme ihtimaline karşılık atletizm sahasının jeneratörle aydınlatılması doğru bir yaklaşım gibi görülebilir. Ancak jeneratörün çıkardığı gürültü hiç hesaba katılmamıştı. Atletizm yarışları, özellikle start esnasında büyük sessizlik ister. Tribünler sessizliğe davet edildiğinde bu sağlandı ama jeneratörü susturmak mümkün olmadı! Jeneratörün yeri konusunda da büyük bir hata yapıldığını söylemeliyim. Çünkü tam ısınma sahasının yanıbaşına kurulmuştu. Orada ısınarak müsabakalara hazırlanan sporcular mecburen jeneratörün çıkardığı dumanı solumak zorunda kaldılar ve buna haklı olarak da isyan ettiler. Ama seslerini duyurabilecekleri bir merci yoktu.

04 Temmuz 2013, Perşembe 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Akdeniz'in öteki yüzü! (1)‘’

Bu sınavdan alnımızın akıyla çıkabildik mi? Eğer her şey gösterişten ve şatafattan ibaret olsaydı, en iyi Akdeniz Oyunları düzenleyen ülke sıralamasında açık ara birinci olmuştuk! Belki şu an 2020’yi bile cebimize koymuştuk! Ama maalesef bu parametreler Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap şeyhliklerinde veya Kuzey Kore, Belarus gibi diktatörlüklerde geçerli oluyor. Modern dünya senin ne kadar gösterişli, ne kadar pahalı organizasyon yaptığına bakmıyor. Onların kriterlerinin tamamı insana yapılan yatırımlar üzerinedir. Burada bir parantez açayım. Devletin ve spor teşkilatının hakkını yememem gereken bir konu var. Tesisler gerçekten mükemmeldi. Bu tesisleri 18 ay gibi kısa zamanda Mersin’e, Mersinliler’e kazandırdıkları için emeği geçen herkese teşekkür etmek bir borçtur. Ben de bu modern tesisler için Bakanlığa ve Spor Teşkilatı’na teşekkür ediyorum. Madalyonun diğer yüzüne gelince...

Bakan’dan siyasi şov, SGM’den özel uçak!

Her şeyden önce bir spor organizasyonunun sportif değerler üzerine inşa edilmesi gerekiyor. Ki, biz bu konuda baştan sınıfta kaldık. Mersin’de göze çarpan tek şey vardı: Başrolünde Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın yer aldığı siyasi şov! Her şey Bakan Kılıç’ın müsabakalara gelişi, gidişi, konuşmaları, madalya vermesi, tribünleri selamlaması, resim çektirmesi, medyaya çıkması üzerine inşa edilmişti. Burada siyaset sporu kelimenin tam anlamıyla tuş etti. Bunun sinyallerini oyunlar başlamadan önce zaten almıştık. İnternet üzerinden satışa sunulan açılış ve kapanış törenleri biletlerinin 15 dakika içinde tükenmesi, açılışa katılacak Başbakan Erdoğan’ın yuhalanma ihtimaline karşılık biletlerin tamamının bilinmeyen eller tarafından alınıp AKP teşkilatlarına dağıtıldığı haberlerinin ayyuka çıkması daha oyunlar başlamadan mideleri bulandırmaya yetti bile. Açılış günü bu haberleri teyid eder gelişmelerin yaşanması da gecikmedi tabi. Spor Genel Müdürlüğü personeli için Ankara’dan özel uçak kaldırıldığı, yaklaşık 80-90 kişinin açılışa getirildiği, törenlerden hemen sonra da aynı uçakla geri gönderildiği Mersin’de en çok konuşulan konulardan biriydi. Bunun maliyetinin ise en iyimser rakamla 250-300 bin Lira civarında olduğunu belirtmeliyim. Böylece 15 dakikada tükenen biletlerin bir kısmının nereye gittiği de ortaya çıkmış oluyor! Tabi, federasyonların bütçesinden Akdeniz Oyunları için yapılan yüzde 20’lik kesintinin bir bölümünün de!..

Belediye Başkanı konuşturulmadı


‘Açılış töreni’ demişken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu türden spor organizasyonlarının sahibi şehirlerdir; dolayısıyla belediye başkanlarıdır. Açılışı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın onurlandırması elbette takdire şayan bir durum. Lakin, Başbakan’ın, Spor Bakanı’nın konuşma yaptığı törende asıl ev sahibi Belediye Başkanı Macit Özcan’ın konuşturulmamasını nasıl izah edeceğiz? Eloğlu bu duruma ne der acaba? Onlara Macit Bey’in CHP’li olması nedeniyle konuşturulmadığını hangi dille anlatacağız? Kafilelerin geçit töreninde ırkçı bir sporcuya bayrağımızın taşıttırılması çok konuşuldu, tartışıldı. Bu konuya ve bütün biletlerin tükenmesine karşın açılışta tribünlerin bir kısmının boş kalmasına, bunu hiç bir televizyonunun göstermemesine birer cümleyle değinmiş olayım ve geçeyim gönüllü meselesine...

GBT engeline takıldılar

Gönüllüler bu türden organizasyonların gizli kahramanlarıdır. Mersin için de bundan 10 ay önceden binlerce gönüllü tespit edildi. Bu gönüllü ordusu aylardır oyunlar için eğitim aldı, provalar yaptılar. Ancak oyunların başlamasına kısa bir süre kala binlerce gönüllü GBT’yi (Genel Bilgi Tarama) geçemedi ve görevlerine son verildi. Yerine alınan gönüllüler de gerekli eğitimden geçmediği için bütün iyi niyetlerine rağmen yetersiz kaldılar. Hatta çoğu Mersin’de gönüllü kalmadığı için civar illerden getirilmişti. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz? Ben de beşlangıçta GBT’den geçemeyen birinin gönüllü yapılmamasını makul karşıladım. Öyle ya, ne yapacağı belli olmayan sabıkalı birinin başta Başbakan ve Spor Bakanı olmak üzere önemli kişilerin etrafında olması büyük sakıncalar doğurabilir. Ayrıca Türkiye’yi zor durumda bırakmak için Oyunları sabote edecek girişimlerde de bulunulabilir.

Gönüllülere Gezi Parkı fişlemesi!

Ancak, 10 aydır çalışan ve oyunların başlamasına bir kaç gün kala devre dışı bırakılan gönüllülerin GBT’den geçememelerinin sebebi twitter ve facebook üzerinden Gezi Parkı olaylarına destek vermeleri olunca işler karışıyor. Bu, neredeyse tamamı üniversite öğrencisi olan gençlerin düşünceleri ve fikirleri nedeniyle fişlendiği anlamına geliyor. Oysa GBT, herhangi bir suçtan dolayı sabıkası, hakkında yakalama, tutuklama yahut yurt dışına çıkma yasağı kararı çıkartılmış olanlar hakkında tutulan bir kayıttır. Herhangi bir şekilde gözaltına alınmış bulunan kimseler ile disiplin cezası almış bulunanların kayıtları GBT’de yer almaz. Hele sosyal medyada fikir beyan edenler hiç yer almaz. Alırsa bunun adı Faşizm’dir. Bu, sıradan insanların fikirleri nedeniyle fişlendiği anlamına gelir. Bu fişleme olayını en son 12 Eylül öncesi sıkıyönetim zamanları ile 12 Eylül Darbesi döneminde yaşamıştık. Bunu yapanlar, Türkiye’yi 35 yıl öncesine geri götürmenin utancını gelecekte kaldırabileceklerse fişlemeye devam etsinler! Tarih en iyi yargıçtır ve elbet herkesi layık olduğu şekilde yazar.

Hamit Turhan

03 Temmuz 2013, Çarşamba 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Binnaz'a kim(ler) kıydı?‘’

Arkamda bekleyenlerden iki kişi kendi arasında sohbet ediyordu. Başlangıçta iki erkeğin konuşması gibi gelmişti bana. Sonra birinin sesinde bir tuhaflık olduğunu farkettim. Geriye döndüm, baktım. Konuşanlardan biri genç bir kadındı! Ama sesi öylesine kalınlaşmış, öylesine detone olmuştu ki, duyduğunuzda konuşanın erkek olduğunu sanıyordunuz. İşte o genç kadın bugün İngiltere’nin bir kasabasında yoğun bakımda yaşamla ölüm arasında gidip gelen milli atlet Binnaz Uslu’dan başkası değildi. Sohbet ettiği kişi de antrenörü Yahya Sevütekin’di. Bozulma Binnaz’ın sadece sesinde değildi. Yüzü de perişan vaziyetteydi. Suratı kıpkırmızıydı ve akne doluydu, o zaman henüz 20 yaşında olan gencecik Binnaz’ın. Onu o şekilde görünce içim acımıştı. Metabolizmasındaki bozulmanın, aldığı ilaçlardan kaynaklandığı besbelliydi. Onun o görüntüsü ve adeta bir kobay gibi kullanıldığı düşüncesi hiç bir zaman aklımdan çıkmadı.

Antrenörü rüşvetten ceza almıştı

Zaten iki yıl sonra da Binnaz Uslu dopingten iki yıl ceza aldı. Antrenörü Yahya Sevütekin’e de, WADA denetçilerine rüşvet teklif ettiği gerekçesiyle iki yıl ceza verilmişti. Hatta bu konuda Türkiye Atletizm Federasyonu’nun isteksiz davrandığı, ancak IAAF’ın baskı yapması sonucu bu cezayı kestiği de ileri sürülmüştü. İşte sporcusuyla birlikte ikişer yıl ceza alan bu Sevütekin’in gelinen son noktada da büyük ihmali olduğu apaçık ortada. Zira, Binnaz Uslu’nun Mayıs’ın sonlarında Portekiz’de yapılan Kulüpler Avrupa Şampiyonası’nda da midesinden hastalandığı, istifra ettiği bana gelen bilgiler arasında. Yani iddialara göre Binnaz’ın hastalığı yeni değildi ve hasta hasta koşturuluyordu. Yine bu şekilde İzmir’deki Türkiye Şampiyonası’nda da koşmuş ve birinci gelmişti. Hatta İngiltere’de komaya girmese dönüşte 500 altın ödüllü (!) Akdeniz Oyunları’nda da koşturulacaktı.

Bu durumda aklıma bir kaç soru takıldı. Onları da sıralayayım...

1.) Binnaz Uslu, son bir aydır hasta hasta yarıştan yarışa sürükleniyor mu?
2.) İngiltere’de yarıştan bir gün önce, yani cuma akşamı kafile doktorunun bilgisi dışında iğneyle ya da serum yoluyla kendisine enerji ihtiva eden ilaç verildi mi? Bu ilacı aldıktan sonra mı midesi delindi ve fenalaşarak hastaneye kaldırıldı?
3.) Binnaz Uslu cuma gecesi hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınmasına rağmen, hastalığı neden pazar günü açıklandı? Durumu kamuoyundan neden iki gün saklandı?
4.) Binnaz Uslu gibi üst düzey bir sporcu, midesindeki kronik ülseri bilinmesine rağmen yarışlardan önce sağlık kontrollerinden geçiriliyor mu? Geçiriliyorsa, sonuçları nedir? Geçirilmiyorsa, bugünkü gelinen noktanın cinayete teşebbüsten bir farkı var mı?
5.) Binnaz Uslu’nun mide ülserinin sebebi aldığı ilaçlar olabilir mi?
6.) Kafilede bir doktor olmasına rağmen, Binnaz Uslu’nun sağlığıyla ilgili açıklamaları neden Federasyon Başkanı Mehmet Terzi ile Teknik Kurul Başkanı Muharrem Or yapıyor?
7.) Ölümle pençeleşen bir sporcuyu binlerce kilometre ötede bir federasyon yöneticisi ve antrenörü ile baş başa bırakıp koştur koştur Akdeniz Oyunları’na gelmenin bir mantığı var mı?

Umarım bu sorulara tatmin edici yanıtlar verilir ve umarım Binnaz Uslu, Azrail’le girdiği yarışı da kazanır. Ve yine umarım bu konuyla ilgili bir soruşturma açılır da, Türkiye’deki çarpık sistemin bir defosu daha ortaya çıkar.

25 Haziran 2013, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Yine doping yine doping!‘’

Başta 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları olmak üzere bir çok büyük organizasyona talip olan Türkiye, ne yazık ki doping illetinden yakasını bir türlü kurtaramıyor. Özellikle atletizm ve halterde skandallar ard arda patlamaya devam ediyor. Bir çok sporcunun doping nedeniyle ceza aldığı bu iki branşımız bir kez daha aynı sorunla karşı karşıya kaldı.

İngiltere’de bugün başlayacak olan Avrupa Takımlar Şampiyonası’nda mücadele edecek Atletizm Milli Takımı’ndan 6 sporcuya doping şüphesi tedbir konduğu öğrenildi. Bu durumun, Türkiye’yi geçen yıl yükseldiği ve kalıcı olmayı hedeflediği Avrupa Süper Ligi’nde büyük bir sıkıntıya soktuğu belirtildi. Toplam 48 sporcuyla gittiğimiz şampiyonada 42 sporcumuz mücadele verecek. Halterde ise akdeniz Oyunları’na doping gölgesi düştü. Oyunlarda ülkemizi temsil edecek Milli Takım’dan 8 erkek sporcunun doping şüphesi nedeniyle kadrodan çıkarıldığı bildirildi. Türkiye Oyunlarda 7 bayan sporcu ile mücadele ederken, erkeklerde sadece 4 sporcumuz podyuma çıkacak.

22 Haziran 2013, Cumartesi 12:00
YAZININ DEVAMI

‘’Kazanmayı unuttuk‘’

Özellikle ilk 45 dakikasında çok iyi oynadığımız, iki kez de iki farklı öne geçtiğimiz Letonya maçını basit hatalar sonucu yediğimiz gollerle berabere bitirmemiz buna çok iyi örnektir. Bunda en önemli etken Milli Takımımız’ın bir kulüp takımı hüviyetine sahip olamamasıdır. Abdullah Avcı’nın her şeyden önce bu bütünlüğü sağalaması gerekiyordu ama aradan geçen zaman içinde ne yazık ki bunu başardığı söylenemez. Bilakis, yapılan eleştiriler, yaşanılan tartışmalar Milli Takımımız’ın daha da dağılmasına sebep oldu. Kendi takımlarında üst düzey performans gösteren oyuncular Ay-Yıldızlı formayı giyince futbolun en basit hareketlerini bile yapmakta zorlanıyorlar. Bir bütün olarak hareket edemiyorlar; dolayısıyla da oyunda devamlılık sağlayamıyorlar. Zaman zaman tempo yükseltiyor, oyuna hakim oluyorlar, hepsi o kadar. Ne orta alanda organize olabiliyorlar, ne hücumda bilinçli paslaşmalarla pozisyon üretebiliyorlar. Üstümüze gelen rakiplere de çok basit savunma hatalarıyla pozisyon ve gol imkanı veriyorlar. Dün geceki Slovenya maçı da bu dağınık görüntümüze önemli bir örnek teşkil etti. Letonya’dan daha güçlü ve kısacık mazisine rağmen İki Dünya Kupası, bir Avrupa Şampiyonası tecrübesine sahip olan Slovenler karşısında bölük pörçük bir futbol oynadık. Buna rağmen önemli pozisyonlar da bulduk. Ama takım halinde organize olarak yakaladığımız değil, gelişigüzel yarattığımız anlık pozisyonlardı bunlar. Slovenya ise bize nazaran daha organize, daha diri ve daha sert bir futbol sergiledi. Başta Alper olmak üzere teknik ayaklarımızı tatlı sert futbollarıyla sindirdirdiler. Rakibimizin ilk 11’inde yer alan tüm futbolcularının başta İtalya olmak üzere Avrupa’nın değişik liglerinde oynadığını göz önüne aldığımızda bizi bozmalarının gayet normal olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tür tecrübeli ve organize takımlara karşı hep bocaladığımız sır değil.

Milli Takımımız’da sakatlanıp çıkana kadar Alper Potuk iyi bir görüntü sergilerken, Slovenya’nın en göze çarpan oyuncusu Salzburg’da oynayan Kampl’dı. Süratli, çabuk ve atletik özelliklere sahip olan genç oyuncuyu defansımız durdurmakta oldukça zorlandı.
Bütün futbolcuların tatile çıktığı bir dönemde bu turnuvayı ayarlayıp Milli Takım’a seçilenlerin kimyasını da bozan Almanya kampını alibiyet alamadan kapattık. Elbette hazırlık maçlarında alınan sonuçlara değil, sahada oynanan futbola bakılmalıdır... Gelgelelim dünkü görüntümüzden sonra umutlanmamız için hiçbir neden yok. Dünya Kupası şansı mucizelere bağlı olan A Milli Futbol Takımımız’ın böyle bir mucizeyi gerçekleştirecek, ne gücü, ne de dermanı var. Hiç vakit kaybetmeden bir kan değişikliğine gidilerek 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın planlaması yapılmalıdır. Aksi takdirde orayı da ıskalamamız işten bile değil.

01 Haziran 2013, Cumartesi 20:00
YAZININ DEVAMI

‘’Muz Cumhuriyeti!‘’

Oysa realite başka. Kendimizi o kadar afyonlamışız ki, gerçeğin farkına varamıyoruz. Görmüyoruz, duymuyoruz, algılamıyoruz. Alıcılarımız kapalı. Hasan Sabbah'ın Haşşaşileri gibiyiz. Hepimiz birer fedaiyiz. Hepimizin bir Hasan Sabbah'ı var. Fanatizm gözümüzü öylesine kör etmiş ki, en aklı başında olan bile zıvanadan çıkabiliyor. Tuttuğumuz takımlara adeta tapıyoruz. Din gibi, tarikat olmuş takım taraftarlığı.

Orta Doğu'da demokrasiyle yönetilen tek ülke olmakla övünüyoruz ama gerçekten öyle mi? Gerçekten demokrasi var mı bu ülkede? Kendimizi ırkçılıktan soyutluyoruz. Sahiden de ırkçı değil miyiz? Buna gerçekten inanıyor muyuz? 6-7 Eylül olayları başka ülkede mi oldu? Başta Ermeniler olmak üzere azınlıklara negatif ayrımcılık yapan başka bir millet mi? Türk-Kürt kavgası neden hiç bitmiyor? Yunanlılar, Ruslar, Araplar hakkında yıllardır düşmanlık menkıbeleri dinlemedik mi? Bu uluslara kinlenmedik mi doğumumuzdan, ölümümüze kadar... Hristiyan misyonerleri nerede katledildi? Yahudilere hangi gözle bakılıyor bu ülkede? Ya Aleviler'e yapılanlar? Başta Anadolu kentleri, kasabaları olmak üzere tüm Türkiye'ye yayılan mahalle baskısının anlamı nedir? Faşizm değil midir, mahalle baskısı denen olgu? İsteyen istediği gibi yaşayabiliyor mu, istediği gibi düşünüp, düşüncelerini istediği gibi açıkça ifade edebiliyor mu?
Bunlar can sıkıcı sorulardır, ama her biri bir Türkiye gerçeğidir. Biz buyuz.

Biz bu olduğumuz için futboldaki hali pür melalimiz de genel iklimimizden farklı değil. Her konuda nasıl uçlara savruluyorsak, futbolda da öyle oluyoruz. Forma yüzünden ölüyoruz, katil oluyoruz. Siyahi oyuncularımızın attığı gollerle kendimizden geçiyoruz ama rakibin siyahi oyuncusuna muz gösteriyoruz. Rakipten o kadar nefret ediyoruz ki, serenomideki bir çocuğun üstündeki formaya bile tahammül edemiyoruz. Pankartlar, sloganlar baştan sona ırkçılık ve nefret içeriyor. Küfrün bini bir para.

Sizce şu genel manzaramızla bir demokrasi ülkesini mi andırıyoruz, yoksa Güney Amerika'nın muz cumhuriyetlerini mi? Cevap ortada! Benim naçizane bir tavsiyem olacak. Hükümet nefret suçlarıyla ilgili yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Buna futboldaki fanatizmi, nefreti, kini ve düşmanlığı da eklemeliler. Yoksa bu gidişle Mısır'dan beter olacağız.

21 Mayıs 2013, Salı 12:00
YAZININ DEVAMI