‘’Vasat oyuna üç puan‘’
Bilinir, futbolun temel kuralllarından biri, ‘Top sende kalırsa gol yemezsin’dir. Bunun için de topu en zahmetsiz şekilde aranızda gezdirmeniz gerekir ki, hem siz eğlenin hem top rakibe geçmesin. Bunun adına epeydir ‘pas oyunu’ deniyor. Bu oyunu uygulamak için temel gerekli olan ise ‘sabır’ ve ‘dayanıklılık’tır... Ne var ki, günümüzün ‘hızla sonuca ulaş’ çağrısı her alanda olduğu futbolu da teslim aldı. Beşiktaş’ın bundan uzak durması bekleneblir mi?..
Maçın ilk 15 dakikasında Rize, gerek topu gezdirme gerek doğrudan kaleye inme konusunda hayli pratikti. Özellikle İsmail ile Olcay arasındaki ‘kapanmayan mesafe’ Rizeli oyunculara hayli verimli alanlar sundu. Kweuke-Deniz Kadah ikilisi bu süreçte hep ‘Gol atacaklar’ gibi duruyordu ama gerek direk gerek ‘tercih’ler buna engel oldu. Ardından Sosa-Oğuzhan merkezli örgütlü hücumlarla Beşiktaş topu ele geçirdi. Ancak, ‘top sever’ Gökhan Töre’nın basit-tek top oynama konusunda aşamadığı sorunlarına Olcay’ın ‘sıradanlığı’ eklenince oyun ‘dondu’. ‘Nafile ataklar’ birbirini izlerken Mario Gomez’e neredeyse tek top bile inmedi.
Quaresma noktayı koydu
İkinci yarı üç aşağı beş yukarı aynı ritmde giderken Oğuzhan’ın düşürüldüğü pozisyonda futbolcuların ülkeye özgü ‘Penaltıydı, değildi’ tartışması sürerken Quaresma işi uzatmayıp noktayı koydu!.. Golle birlikte oyun çözüldü. Ardından Beşiktaş Sosa/Necip değişikliğiyle ‘güvenlikçi politika’yı tercih edince üstünlük tamamen eline geçti. dDoğrusu ya, pozisyon konusunda sınırlı olan maçın iyileri kalecilerdi. Ülke ortalamasına denk düşen bir karşılaşmada teknik direktör ve oyuncu etkisinin sıradanlığıyla geçen bu maçın ardından en iyisi bundan sonraki maçlara bakmak...
‘’Tarihi ironi!‘’
Büyük iddialarla çıkılan yolculuğun sonunda önce ‘Play-Off amortisi’... Sonra ‘muhteşem geri dönüşler’ retoriği... O nedenle gerek Fatih Terim gerekse Arda Turan, işin neredeyse tamama erdiği Çek Cumhuriyeti maçının ardından hedefin yakınlaşmasıyla birlikte üst seviye kibirli bir dille çıktılar hepimizin karşısına... Neyse ki ‘bu taktiğe’ çoğumuz aşinayız da, en azından şaşmadık!..
Dün gece bu gruptaki son maçlarında kazanma alışkanlığını iyice geliştiren milliler bir önceki maçta olduğu gibi ‘hedefi olmayan’ ikinci rakibi karşısında da doğru oynama çizgisine sadık kalarak istediğine ulaştı.
İlk devre topu İzlanda’ya zaman zaman teslim etmiş olan milliler, onların ‘tehlike yaratmaları’na izin vermedikleri gibi hatırı sayılır pozisyonlar geliştirmekten de geri durmadı.
Selçuk İnan’la mucize
Temkinli oyun, ayarlı tempo, bilinçli top kullanımı... Bu formülle doğru olanı yapıp, ilk devreyi ‘kazasız belasız’ atlatarak skoru ikinci devreye bıraktılar. Yine de 4-6-0 biçiminde özetlenecek mevcut dizilişte bir ‘gizli santrfor’un eksikliği açıkça hissediliyordu. Sonuçta Terim, önce 72’de öne bir ‘hakiki santrfor’ Cenk’i ardından ikincisi Umut Bulut’u alarak skoru hedefledi. Ancak hesaplayamadığı yaptığı ilk değişiklik olan Gökhan Töre’ydi. Beşiktaş’ın ‘belirsiz oyuncu’su Töre öyle bir iş yaptı ki belki de başka biçimde işleyecek bir planı tam çöpe atmıştı ki, 90’da Selçuk İnan işte o ‘mucize’yi bir kez daha gerçekleştiren o muhteşem vuruşu çıkardı.
Sonuçta şampiyonaya gitmek için olasılıklarının çoğu başkalarının elinde olan Türkiye, kendi yapması gerekeni son anda da olsa yaptı. Ancak ‘tarihi ironi’ esasen iki kez yenemediğimiz Letonya’nın iki kez yendiğimiz Kazakistan’a kendi sahasında yenilmesiyle tecelli etti...
‘’Daha iyi maçlar hak ediyoruz!‘’
Memlekete hakim olan ‘yavan futbol’un temel formülünü ezberlemişsinizdir; ‘Takım olarak iyice geriye yaslan, koca maç boyunca bir ya da iki tane pozisyon nasılsa bulursun. Atarsan ne ala... Atamadın, yükle suçu hakeme!..’ Bu, hem izlenirlik hem oyuncu yetiştirme konusunda futbolu aşağı çeken tarza karşı ‘önde oynamak’ hem müşkül hem risklidir. Bu muhafazakar formülün sadık uygulayıcılarından Eskişehir, dün ilk devre net bir pozisyon da buldu ama kaleci Tolga’ya takıldı. Bu tarzın kuralıdır, yakaladın mı atacaksın!..
Gomez galibi belirledi
Güneş ise ‘riski göze almış’ bir kadro sürdü sahaya. Sosa-Oğuzhan gibi top bilgi ve becerisi yüksek ancak defansif özellikleri düşük oyuncularla takım öne gönderdi. İlk yarı boyunca oyuna hakimdiler ama Oğuzhan, Quaresma ve Gökhan Töre’nin ‘topla geveze’ tarzları yüzünden bir türlü ‘basit oynayamadılar.’ Böylece hatırı sayılır oranda atak olgunlaşma şansı bulamadı. Oysa Gomez’in ilk golü çok şey anlatmalı onlara... Maçın tekrarını izlerlerse ‘basit ve haliyle işlevsel oyunun tek ve seri pas ile yükseltilen tempoya bağlı olduğunu’ kendileri de görecekler.
İkinci devre Quaresma-Necip değişimiyle hem top Beşiktaş’ta daha çok kaldı hem de ‘top gevezesi’ oyunculardan biri kenara alınınca oyun daha işlevsel oynanır hale geldi. Bunun sonucunda da 57. dakikada Oğuzhan, şut işini kendinden daha iyi yapan Gomez’e bıraktı ve o da maçın galibini belli etti!
Gekas, ikramı geri çevirmedi
Görünen şuydu ki, Eskişehir gol atmaya pek niyetli değildi. Ancak kendisi de dahil kimse Rodolfo’nun topu böylesi ikramları geri çevirmeyecek Gekas’ın önüne yuvarlayacağını tahmin edemezdi. Tahmin edilemez iş gerçekleşince de maçın en azından son 4-5 dakikasına ‘kalite’ değilse bile heyecan geldi. Hele de son saniyede Engin Bekdemir’e zemini yumruklatan direkten dönen son şutu ile!.. O gol olsa, ki pekala olabilirdi, bu oyunla Eskişehir bir puanı alacaktı!.. Buna kimileri ‘futbolun güzelliği’ kimileri ‘skoru tutamamanın acemiliği’ diyecekti kuşkusuz. Sonuçta ülke vasatını aşamayan, defalarca örneğini izlediğimiz maçlardan birini daha tamamladık. Seviye ve oyuncu yükseltmek değil tüm çaba ve odaklanmanın ‘büyükler’den puan olmak olduğu bir ligde yalvarsak bile fazlasını vermeyecekler...
‘’Bu oyuna ‘1 puan' iyidir‘’
Bir futbol takımının aklını ve gücünü orta sahasına bakarak test edebiliriz. Orta saha takımın ‘kaptan köşkü’, ‘kokpit’idir. Ancak bu alandaki oyuncuların ‘etkili’ olması diğer mevkiilerin performansına direkt bağlıdır. Beşiktaş tüm ilk yarı boyunca karşı kaleye inemediyse bundan orta sahayı değil, kaleci dışında tüm takımı sorumlu tutabiliriz. Rakibi karşılayamayan, topu ele geçiremediği için kullanamayan Beşiktaş, takım ölçeği düşünüldüğünde ‘kudretli iki ön liberosu’na rağmen kendini savunma konusunda da büyük sıkıntılar yaşadı. Beri yandan hem dar alanda bireysel etkinlik hem geniş alanda takım organizasyonu konusunda hayli etkin olan Lizbon ilk yarı maçı 3-4 yapamadıysa, bunu biraz kaleci Tolga, biraz da son vuruş sıkıntısına bağlamalı.
İtiraz edemediler
Fakat esas problem, Beşiktaş’ın içine düştüğü ‘teslimiyetçi ruh hali’ne uzun süre itiraz edememiş olmasında. Takım 60. dakikaya kadar tüm ritmini ‘Quaresma’nın varyeteleri’ne bağlamış görünüyordu. Bu denli pasif oynayan bir takım yakaladığını atamama gibi bir lükse sahip değildi ki, altı yedi paslı ilk organize atakta Töre’yi bomboş durumda kaleciyle karşı karşıya bırakmayı başardılar. O da maçtaki ilk olumlu işinde ‘gol’ yaptı.
Oğuzhan’dan geldi...
Bu dakikadan sonra üzerindeki ölü toprağını bir parça atmış görünen Beşiktaş’ın 71. dakikadaki ikinci olgun atağında Cenk o lüksü kullanıp uygun topu dışarı vurdu! Ardından benzeri bir iş 77’de en yapmasını beklemediğimiz isim Oğuzhan’dan geldi. En iyi yaptığı iş olan ‘pas’ yerine ‘Cenkvari’ bir vuruşla pozisyonu heba etti. 85’te Gomez de bu kervana katılınca son 30 dakikada da olsa ele geçirilen oyun üstünlüğü galibiyetle süslenemedi. Bu maç da gösterdi ki, Beşiktaş maçı kaybedebileceği ilk devre ‘oynayamadığı’ oyun üzerine çok düşünüp bir o kadar da çalışmalı.
‘’Çocuksu alaycılık!‘’
Evet, futbol bir ‘oyun’dur ve her oyun gibi çocuksu ama bir o kadar da eğlencelidir. Ne var ki bu oyun epeydir, kendi yapabildikleriyle eğlenmek yerine rakiplerin yapamadıklarıyla eğlenmek gibi bir duruma dönüştürüldü. Hayatta olduğu gibi onun ayrılmaz bir parçası olan futbolda da insanlar kendilerinden çok ‘ötekileştirdikleri’ diğerleriyle meşgul halde...
BJK TV’deki ‘çocuksu alaycılık’ da bunun göstergelerinden biri. Zekice olmayan, çocuksu - ancak epey küçük bir çocuk - ve saçma bir dil/tarz... Ayrıca her başları sıkıştığında sözünü etmeyi pek sevdikleri ‘Beşiktaşlı duruşu’nun neresine oturuyor bu iş, onu da bu garip işin mucitlerine sormak gerek!.. Benim tanımımda Beşiktaşlı; çelebi, vakur, bol gönüllü, oturmasını kalkmasını bilen ve ağız dolusu gülmenin hakkını veren birisidir. ‘Sosyal medya’ diline bu hızla adapte olup onun tuzaklarına bu kadar kolay düşenlerle aynı takımı (!) tutmadığım çok açık!...
‘’Çok koşmak ve pratik oynamak!..‘’
‘Gösterişli oynatan hoca’ Şenol Güneş maçın ilk 25 dakikasını futbolun ilk doğrusuna ayırmıştı; “Top rakipteyken tüm takım topun karşısına geçecek...” Teori doğruydu ama işletimde sorun vardı. Çünkü karşısına aldığı topu her kaptığında ne yapması gerektiğine dair ders çalışmış bir havası yoktu Beşiktaş’ın. İlk bölümde duran toptan gelen iki gol buldular ama oyuna değilse de topa hükmetme konusunda Fenerbahçe görece daha iyiydi. Fenerbahçe de orta sahada iyi kapandıysa bile önde istediği etkiyi uzun süre yaratamadı. Yine de Beşiktaş’ı engellemeyi bildiler.
Tuhaf biçimde stoperler maçın kader karakterleri oldu. Hem takımlarının yediği goller hem de kendi kalelerine attıklarıyla maçın heyecanına forvetlerden daha yüksek katkı yaptıkları açık!..
Gökhan Töre önemli rol oynadı
Fenerbahçe’nin müdafaa karakterli orta sahasına karşı Beşiktaş’ın hücum arzulu orta saha hattının mücadelesinde ise yaratıcılık düşüktü. Bu terazinin Beşiktaş yanında işin Gökhan Töre bağımlılığı her zamanki gibi önemli rol oynadı. Ne zaman ne yapacağını kendisinin bile kestiremediği Gökhan Töre, hem ‘tek pas ve hızlı oynama’ hem de oyunun diğer kanatta organize edilmesi konusunda Beşiktaş’ı her daim ağırlaştırıyordu, bu maçta da benzeri oldu. Tosic/Olcay’ın sürükleyeceği sol taraf işlemeyince Beşiktaş öne çıkmadaki bildik sorunlarına bir kez daha takıldı. Oğuzhan/Sosa ikilisinin tempoyu ayarlama konusundaki eksikleri de eklenince ilk yarı “İyi skor, idare eder oyun”la tamamlandı.
Oğuzhan maçın yönünü değiştirdi
İkinci devreye iştahlı başlayan Fenerbahçe, Beşiktaş savunmasının tamamının ‘eşit ağırlıklı’ hatasından Volkan/Van Persie ikilisi ile bir gol buldu. Tuhafı, çizgi üzerinde “Çıktı, çıkmadı” tartışması yapan Ersan’ın bir yandan da Volkan’a en iyi bildiği işi yaptırmış olması!... Devamı ise bir o kadar acıklı; topun indiği yerde büyük son vuruş ustası Van Persie’nin bomboş kalması... Sonuç elbette kaçınılmaz!..
Hakemle oynama hastalığı pahalıya patlayacaktı ki, Fenerbahçe’nin en iyilerinden Şener’in arkasındaki boşluğu ‘ince gören’ Oğuzhan maçın yönünü yine değiştirdi. Gökhan arkaya koşup ilk topu kesince Gomez en iyi bildiği işi yaptı. Son bölümü ‘katı savunma’ya ayıran Beşiktaş çok koşup, az üretip ama ‘çok atarak’ maçı kazandı. Elbette Beşiktaş’la birlikte Şenol Güneş de... Skor onlar açısından keyif verici kuşkusuz ama çalışacak ders sayısının fazla olduğunu unutmamalılar...
‘’İyi sonuç, kötü maç‘’
Futbolcu bonservisleri ve menacerlere fahiş paralar ödeyerek uluslararası listelerde ‘üst sıralar’da yer almak doğru ve izlenir futbol oynamaya yetmiyor ne yazık ki... Ancak bunun nedenlerini merak edenimiz de, anlayanımız da az!... Bütün o böbürlü ifadeler sonucu daha kaç kere bitap halde kıyıya vuracağız da ayılacağız? Molde karşısındaki Fenerbahçe çok şey anlatıyor, anlayana... Skenderbeu karşısındaki Beşiktaş’ın oturmamışlığı da... Harcanan değil savrulan bu kadar paranın karşılığında bu rakipleri yenebilmek şaşırtıcı olamaz. Ancak tuhaf olan şu, tersi kimseyi şaşırtmıyor; yani mağlubiyet...
Gökhan Töre girene kadar!
Dün akşam Beşiktaş ile rakibinin oynama düzeni, ritmi, iştahı (iştahsızlığı) arasında ne fark vardı uzun süre? Gökhan Töre girene kadar izlediğimiz yavan oyun nasıl açıklanmalı? Eğer bir oyuncu ritmi bu kadar değiştirecekse bunca çalışma neden? Kaldı ki kısa bir süre sonra Gökhan Töre’nin yarattığı etki de söndü. 60. dakikadan sonra Skenderbeu’ya oyun kurduran, top yaptıran Beşiktaş işin tadını o kadar kaçırdı ki, Şenol Güneş bir ara iyice zıvanadan çıktı.
Esas soru...
Bu maçta Beşiktaş istediğini kendini fazla zorlamadan aldı. Ancak bu turnuvalar takımın olgunlaşması için elzem organizasyonlardır. O nedenle her maç önemlidir. UEFA’yı ya da herhangi bir yarışmayı angarya görmek her açıdan sorundur. O nedenle bu maçlar hem takım gelişi hem taraftar ilgisi açısından önemlidir. Hele de taraftarın kaybolduğu bir iklimde. Haliyle en kötü yanlış ‘maç seçme’ yanlışıdır! Bu ülke futbolu, bu tuzağa en çok da kibiri yüzünden sık sık düşüyor. Bu sorunu çözmeden gelişmek mümkün değil de anlayan var mı, işte esas soru burada...
‘’Futbolu, ‘acı veren oyun'a çevirmek!‘’
Kuşkusuz ki, tek başına değil ama passolig en önemli etken. Vasatın eline düşmüş futbol yönetimi hiçbir soruna çözüm üretemezken ‘eleştiri yoksunluğu’ nedeniyle de saha içinde yıllardır bir arpa boyu yol alınamıyor.
Her maçtan sonra çoğu teknik direktörden, “Rakibimize pozisyon vermedik” klişesini duymaktan usananlar arasındayım. Bu oyunun emridir; “Savunma yap, rakibe pozisyon verme!”. Ancak bunu yaparken asıl olanın Johan Cruijff’un sözü doğrultusunda yapmak olduğunu da akıldan çıkarmamak gerek; “Top sendeyse gol yemezsin...”
Peki futbol yalnızca gol yememek midir ? Elbette kocaman bir “Hayır...” Biz bu oyunu “Takımımız gol yemeyecek” diye izlemeye gitmiyoruz. Bu bıktırıcı klişenin panzehiri olan ‘gol hatta bol gol’ oyuna hepimizi bağlayan temel motivasyonumuzdur.
Güneş’in yükselttiği oyunculara dikkat edilmeli
En son Rıza Çalımbay ve Tolunay Kafkas defalarca kullandıkları bu klişeyi zahmet edip bir kez daha kullandılar! Emin olun onlar ve benzerleri daha defalarca kullanacak. Ancak bu muhafazakar, donmuş, izlenmesi artık ıstırap veren oyunda neden üç dört milli takım dolduracak oyuncu yetiştirilmediğini sorgulayan çok az insan olacak. Ve emin olun vasatların işgal ettiği bu dönme dolap yıllarca aynı turları atacak.
Tam bu nedenle geçen sezonu ligi altıncı olarak tamamlayan Bursaspor’un yaptığı en az şampiyon oldukları sezonda başardıkları kadar kıymetlidir. Ligin ilk 5 takımından ya da altıdan sonra sıralananlardan hiçbiri transfer piyasasında onlar kadar etki gösteremediyse bu önemsenmeli. Hepsi ülke seviyesinin üzerinde olan oyuncular çalışmayla parlamış yeteneğin, temponun, ortak hareket etme becerisinin sonucuysa bunu zevkle izlenir oynama biçimine borçlular. Şenol Güneş ve performansını yükselttiği oyuncular arasındaki bu doğru orantı ülkenin kılavuzlarından biri olması gerekirken ‘numune muamelesi’ görürse sadece birilerini eğlendiren bu dönme dolabı daha çok izleriz.
Derdim çoktur hangisine yanayım
Bahsi eleştiriden açmışken devam edelim. Bu ülkede hakaret, küfür, ihbar haniyse sıradan ve kabul edilebilir hale geldi. Öyle ki, en aklı başında olması gerekenimiz bile bu çemberin dışında tutamıyor kendini. Haber diyor ki, ‘İstanbul 48. Asliye Ceza Mahkemesi’nce Fatih Terim’e twitter hesabından hakaret içeren sözler paylaşan Yüksel Beşir’e 2 bin 180 lira para cezası verildi.’ Peki, Yüksel Beşir kimdir? Yine haberden öğreniyoruz ki, kalp ve damar cerrahı!.. İnsan umut ediyor ki, oyun düşüncemizi dolayısıyla hayatımızı zenginleştirsin. Görüyoruz k,i eğitimin en meşakkatli aşamalarını geçen biri bile bu zehirli ortamın etkisinden kurtulamıyor. Üstelik bunu ‘yazarak’ yapıyor.









































